ARILARIN DÜNÜ, BUGÜNÜ, MUHTEMEL GELECEĞİ

15 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Arılar 120 milyon yıldır varolmaya, gezegenin florasını büyüleyici bir şekilde etkilemeye devam ediyor. Antroposen çağında ise insanın evriminde de payı bulunan bu muazzam varlıklar “çoklu stres bozukluğu”ndan mustarip. Arıların uzun tarihini, bugünkü durumlarını “Arıların Bildikleri” kitabının yazarı Thor Hanson’dan dinliyoruz. 
Albrecht Dürer, Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1514

Kitabınızı okuyunca bitki dünyasındaki hemen her şeyi arılara borçlu olduğumuz izlenimi oluşuyor.

Thor Hanson: En başta arıların çeşitliliğinin altını çizmeliyiz. Aklımıza hemen bal arıları geliyor ama, tüm kuşların ve memelilerin toplamından daha fazla türe sahip bir canlıdan bahsediyoruz. Dünyada 20 binden fazla arı türü var. Arılar, guguk arıları ya da kurşun kalem ucundan büyük olmayan ter arıları gibi ufacık olabilir. Porto Riko’ya özgü yağ toplayan cüsseli arılar ya da kanatlarını açınca avcunuzun tamamını kaplayan Endonezya’daki yaprak kesen Wallace arıları gibi kocaman olabilirler. Renkleri alışık olduğumuz sarı ve siyah şeritlerden parıltılı bir mora kadar değişkenlik gösterebilir, kırmızı ya da soluk mavi şeritli arılara rastlayabiliriz. Hatta bazı arılar tıpkı opal taşı gibi fiziksel özelliklerini kullanıp ışığı gökkuşağının renklerine kırabilir.
Bu çeşitlilik kısmen arıların çiçeklerle kurduğu yakın ilişkiden kaynaklanıyor. Arılar ve çiçekli bitkiler beraber evrimleştiler, birinde vuku bulan çeşitlilik diğerinde de çeşitliliğe yol açtı. Arılar hem kendi gıdaları hem de yavrularına, yani kovan veya yuvadaki minik larvalara götürdükleri gıdalar için tamamen çiçeklere bağımlı. Nektara ve polene ihtiyaçları var. Bitkiler açısından bakınca da çiçekler arasında polen taşınabilmesi için arıların ziyareti şart. İlginç bir karşılıklı evrimsel ilişki söz konusu. Bakmaktan zevk aldığımız çiçekler kendilerini arılara çekici kılmak için bu renklere bürünmüş. Çiçekleri hayal edince aklımıza gelen renklerin bazıları, örneğin maviler ve morlar tam da arıların görme spektrumunun merkezine denk geliyor. Bu, tasarımsal bir olgu. Çiçekler sadece renkleriyle değil, kokuları ve şekilleriyle de arıları cezbetmek için evrimleşti. Tabiatta görüp kanıksadığımız birçok şeyin üzerinde arıların etkisi büyük.

Peki, arılar var olmasaydı çiçekler neye benzerdi? Arıları kendilerine çekmek zorunda olmasalar o güzel kokuları olur muydu?

Bu soruyu yanıtlamak için başka hangi canlıların çiçekleri ziyaret ettiğine bakmamız lâzım. Arıların yokluğunda çiçeklerin eşek arıları ve sinekler gibi farklı böceklerle evrimleşeceğini tahmin edebiliriz. Bu canlılar kokulu yağlara ve çürük et kokusuna çekim duyuyor. Bu yüzden etrafta birçok ölü et görünümlü çiçek bulunacağını tasavvur edebiliriz. Zaten doğada kimi sinek türlerini cezbetmek için çürük et gibi görünen ve kokan çiçekler var. Ancak bunlar çok nadir, zira arılar bu işte çok daha başarılı. Bizim güzel bulduğumuz kokuların, renklerin ve şekillerin arılara da çekici geliyor olması hoş bir tesadüf.

Çiçek denince ilk akla gelenlerin yanı sıra, birçok meyve ve sebze, portakal, elma, kabak, hepsi çiçek açıyor…

Çok doğru. Pazarda sebze, meyve tezgâhlarında gördüğümüz gıdaların birçoğu, hatta hemen aklımıza gelmeyen kabuklu yemişler, çiçekli bitkiler. Örneğin, yediğimiz her bademin tohumu bir arının ziyaret ettiği bir çiçekten geliyor. Aynısı nebati yağlar için de geçerli. Kanola yağı arıların ziyaret ettiği ve tozlaştırdığı, büyük ve güzel sarı çiçeklere sahip hardal otundan elde ediliyor. Hatta soya fasulyesi gibi kendi kendine tozlaşabilen bitkiler de arıların katkısıyla yüzde 10-40 daha çok verim veriyor.

Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü.

Arıseverler boğazımızdan geçen her üç lokmanın birinden arıların sorumlu olduğundan sıkça bahseder. Kitabınızda bu önermenin ne anlama geldiğini boğazına düşkün birinin gözünden açıklıyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Söz konusu oran küresel tarımsal üretime dair bir istatistik. Üretimin yüzde 35’i ya arılar tarafından gerçekleştirilen tozlaşmaya bağlı ya da tozlaşmadan faydalanıyor. Yiyeceğin sadece niceliğine değil, niteliğine de odaklanmanın ve bir öğünü arıların üretimine katkıda bulundukları içerik açısından incelemenin ilginç olacağını düşündüm.
Herhangi bir yiyecekten ziyade, bir pazar yerinde denk gelemeyeceğiniz, arılara ilişkin bildik gıdaların dışında gözüken bir yiyeceğe, örneğin hamburgere bakmayı seçtim. Hamburgerde birçok arı ürününün bulunduğunu fark ettim. Arılar olmasa, önce turşu, marul ve soğandan vazgeçmemiz lâzım. Et kalabilir, zira hamburger köftesini ot ve tahılla beslenen hayvanlardan elde edebilirsiniz. Polenleri rüzgârla taşınan tahıllardan sandviç ekmeği üretebilirsiniz, ama ekmeğin üzerindeki susam tohumlarını çıkarmamız gerekir. Özel sosu bile yok etmemiz gerekir. Malzemelerin içeriğine daha yakından bakınca kırmızı biberden ete zengin tadını ve dokusunu veren nebati yağlara kadar arıların varlığına bağımlı en az beş malzeme daha keşfettim. Buradan arıların olmadığı bir dünyada da beslenebileceğimiz, ancak yiyeceklerimizin yavanlaşacağı ve besin değerlerinin düşeceği sonucunu çıkarabiliriz.

Agostino Veneziano, Ejderha ve Arı, 1514-1536

Arı ve arı ürünleri tarihte sadece beslenme amaçlı kullanılmamış, değil mi?

Evet. Tüm öykü arıların gıda üretimindeki kritik öneminden ibaret değil. 19. yüzyıla kadar tozlaşma mefhumundan habersiz olmamıza rağmen, arılara düşkünlüğümüz binlerce yıl öncesine uzanıyor. Balmumundan yapılan mumlar binlerce yıl boyunca en temiz ışık kaynağıydı. Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu aynı zamanda su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü. Tüm bunlardan dolayı insanların at, deve ya da ördek gibi hayvanları evcilleştirmeden, elma, yulaf, bezelye ve karpuz gibi tanıdık ürünleri üretmeden çok daha önce arıcılıkla uğraştığına şaşmamak gerekir. Kahve bile hayatımıza arılardan çok sonra girdi. Arıcılığın bir sanat ve bilim olarak en azından Mısır’daki Orta Krallık Dönemi’ne (MÖ 2050-MÖ 1650) kadar uzandığını bugüne kalan çizimlerden biliyoruz. O döneme ait mezarlarda arıcılık faaliyetlerine, kilden yapılmış karmaşık kovanlara, bu kovanların çeşitli tarım ürünlerinin ve yabani çiçeklerin mevsimlerine göre Nil nehri boyunca taşınmalarına dair harika resimler mevcut.

Kitabınızda arıların insanların evriminde de rolü olduğunu düşünen bir beslenme antropoloğuyla sohbet ediyorsunuz.

Bu harika bir konu. İnsanların arılarla bağından bahsettiğimizde genelde bal arılarının evcilleştirilmesi ya da olsa olsa binlerce yıl önce doğada yaban bal arılarının ya da başka arıların yuvalarını arayışımız akla geliyor. Ancak, Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden antropolog Alyssa Crittenden ve çalışma arkadaşlarının araştırmaları arılarla bağımızın milyonlarca yıl önceye uzandığını gösteriyor. Türümüzün evrildiği Batı Afrika coğrafyasında hâlâ geleneksel avcı-toplayıcı yaşamı süren Hadza kabilesinin beslenme alışkanlıklarını incelerken ne kadar bal tükettiklerini de gözlemliyorlar. Bu topluluk sadece bal da değil, aynı zamanda bal peteklerindeki larva ve polenleri de topluyor. Bal deyince aklımıza tatlı niyetine yediğimiz bir gıda geliyor, ama Alyssa kabile üyelerinin tükettikleri toplam kalorinin yüzde 15’inin baldan geldiğini hesaplıyor. Bu oran senenin belli dönemlerinde yükseliyor. Bal toplayıcılığının büyük kısmını gerçekleştiren ve kampa dönmeden topladıkları balın bir bölümünü tüketen erkekler için bu oran daha da yüksek. Bu son derece ilginç bir tespit, çünkü evrimsel bağlama oturttuğumuzda aynı coğrafyada benzer bir yaşam süren atalarımız da büyük ihtimalle farklı davranmıyordu. Hadza kabilesi her gün bal arıyor. En sevdikleri yiyecek bal. Sürekli bal arılarının ve bölgede bal üreten en az altı farklı türün kovanlarını arıyorlar.

Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için uzun dil ve yuvalarına polen taşımak için kıllar geliştirdiler. Bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir.

Şempanzelerin ve başka büyük maymunların da bal tükettiğini biliyoruz, aynısı neden Homo habilis, Homo erectus ve hatta Australopithecus türleri için geçerli olmasın? Bu türler aynı coğrafyada tatlı gıda aradığını tahmin ettiğimiz atalarımız. Baldan gelen kalorinin atalarımız üzerindeki etkisi üzerinde düşünmek ilginç, zira insan evriminin öyküsü aynı zamanda beynimizin büyüklüğünün de öyküsü. Başka besinler tükettiğimizde vücudumuz beyni beslemek için nişasta ya da benzer maddeleri glikoza dönüştürüyor. Bal içinse bu gerekli değil. Ezeli tatlı düşkünlüğümüzün bizi bal peşinde arılara yönelttiğini düşünebiliriz. Bu sayede elde ettiğimiz kalori zamanla beynimizin büyümesine yol açmış olabilir. Çünkü, av verimliliğini artıran ya da pişirme yoluyla daha çok kalori elde etmeyi mümkün kılan tüm teknolojik ve toplumsal yenilikler aynı zamanda ağaçlardaki büyük bal arısı kovanlarını da daha ulaşılır kılacaktır. Örneğin, taş aletlerle ağaçları kesip bal elde edebilirsiniz. Yiyecekleri pişirmek için ateşe hükmetmeyi öğrenmişseniz, dumana da hükmedebilir ve bunu arıları sersemletip bala daha kolay ulaşmak için kullanabilirsiniz. Bütün bunlar balın insan evriminden sorumlu olmasa da avcılık, pişirme ve diğer yeniliklerle birlikte bizi biz yapan şeylere katkıda bulunan bir etken olduğunu düşündürüyor.

Lucas Cranach, Venüs ve Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1525; sağ sütun yukarıdan aşağı: Milattan önceye ait Ana Tanrıça figüründe arı; Kral Hilderik’e ait altından yapılma arılar (481); Antik Mısır’da mezar duvarı rölyefi (MÖ 7.-6. yy)

Dünyadaki arı nüfusunun hızla azaldığı sık sık dile getiriliyor. Arılar tükenme tehlikesiyle karşı karşıya mı?

Son dönemde arılara dair bu haberlerden endişelenmiş, hatta şaşkına dönmüş olabilirsiniz. Ancak, konuya dair tartışmalarda eksiklik ve bilgisizlik gözlemliyorum. Arılar hakkında ne biliyoruz? Bazen uzmanlar bile detaylarda tökezleyebiliyor. Geçenlerde arabada radyo dinliyordum. Bir bilim tarihçisi Avrupa’dan yola çıkıp Plymouth ve Jamestown’a varan sömürgecilerin yanlarında bal arıları getirdiğini söylüyordu. Bu kısmı doğru. Bal arısı Avrupa ve Afrika’dan gelen bir tür. Ancak ardından, eğer bal arıları getirilmeseydi tarım ürünlerinin tozlaşmasının mümkün olmayacağını söyledi. Az kaldı arabayla takla atıyordum. Kulaklarıma inanamadım. Kuzey Amerika’da mutlu mesut vızıldayıp uçuşan dört bin yerli arı türüne ne oldu? Arılara dair herhangi bir incelemeye, kitaba ya da derse başlamadan önce temel bir soru sormamız gerekli: Arı nedir?
Bu sorunun kısa ve akılda kalıcı bir yanıtı var ve bu yanıt evrime dair tüm kilit noktaları kapsıyor. Arı dediğimiz şey hippi bir eşek arısıdır. Öncelikle eşek arılarının bal arılarından daha önce geldiğini hatırlamalıyız. Eşek arıları, bal arıları ortaya çıkmadan önce, milyonlarca yıl boyunca gezegende mutlu mesut gezdi. Bal arıları eşek arılarından evrildi. Hâlâ da görünümleri epey benziyor ve iki grup bu yüzden çok sık karıştırılıyor. Bir piknikte kızarmış tavuğunuz etrafında uçuştuklarında ya da sandviçinizden salam çalmaya çalıştıklarında bal arılarını suçlamayın, size saldıranlar eşek arılarıdır. Zira eşek arıları leşle beslenen etobur hayvanlardır. Sürekli öldürecek başka böcekler ya da larvalarını beslemek için yuvalarına götürecekleri et parçaları ararlar.

Darwin çiçekli bitkilerin bir anda çoğalışını “menfur sır” olarak tanımladı ve kendi kademeli evrim anlayışına ters gördü. Oysa çağdaşı Saporta çiçekli bitkilerin arılarla etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiğini savunuyordu. Saporta’nın haklılığı 20. yüzyılın başında anlaşıldı.

Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp sadece bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Bu adımın ardından kendi evrim patikalarını oluşturdular. Alışkanlıkları ve bedenleri bu yeni yaşama uyum sağlamaya başladı. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için boruya benzer uzun dil ve yuvalarına polen taşıma görevini üstlenmek için kıllar geliştirdiler. Elbette bu evrim öyküsünde çeşitli nüanslar mevcut. Bazı arılar polen toplamakla hiç uğraşmadan diğer arılara asalaklık yapar. Bazı eşek arıları da bitki özü yemek için çiçekleri ziyaret etmeyi sever. Ama bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir. Yani hippi eşek arılarıdır. Tabii bu evrimsel faaliyet çok uzun zaman önce gerçekleşti. Arılar en az 120 milyon yıldır, dinozorların gezegenimizde baskın tür olduğu Kretase döneminin ortalarından beri bizlerle beraber.

Bu evrimin başlangıcında dünya nasıl bir yerdi?

Çiçekli bitkiler nadirdi. Sporlu bitkiler, ilk kabuksuz tohumlu bitkiler ve diğer tohumlu bitkilerin baskın olduğu bir flora içerisindeki rolleri azdı. Bu açıdan sadece çiçek ürünlerine bel bağlayan bir böceğin evrimi epey ilgi çekici. Tam da arıların evrimleştiği o kritik anda çiçekli bitkilerin de âni bir şekilde çoğalışı biyologlar ve paleontologlar için, hatta fosil kalıntılara son derece aşina olan Charles Darwin gibi araştırmacılar için bir sır teşkil etti. Darwin fosil kalıntıları içinde eğreltiotu, tohumlu bitkiler, kozalaklı ağaçlar, ginko ağacı gibi bitkiler bulunduğunu, ama çiçekli bitkilere rastlanmadığını biliyordu. Çiçekli bitkiler bir anda her yerde bitiverdiler ve çok çeşitliydiler. Darwin çiçekli bitkilerin âni yükselişini menfur bir sır olarak tanımladı ve bunu yavaş ve kademeli bir sürece dayanan kendi evrim anlayışıyla tezat gösteren kilit noktalardan biri olarak gördü.
Peki çiçekli bitkiler nasıl böyle hızla ortaya çıktı? Darwin’in “menfur sır” yorumunu yaptığı mektupta, kendisi kadar ünlü olmayan Fransız doğa bilimci Gaston de Saporta’nın yorumu göz ardı edilir. Saporta çiçekli bitkilerin kendilerini ziyaret eden böcekler, özellikle arılarla olan etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiği fikrini ortaya atmıştı. Darwin bu fikre bir an bile inanmadı. Çiçekli bitkilerin uzak yerlerde yavaş ve kademeli bir şekilde evrimleşip akabinde fosilleştikleri bölgelere hızla yayıldıklarına inanmayı tercih etti. Tabii Darwin çok daha meşhurdu ve çok daha heybetli bir sakala sahipti. Viktoryen dönemde bu sakalların anlamını yabana atmamak gerek. O yüzden Darwin’in kuramı Saporta’nın haklılığını ortaya koyacak biyolojik saha çalışmasının yapılabildiği 20. yüzyılın başlarına kadar kabul gördü. Söz konusu çeşitliliğin sebebi böcekler, özellikle arılar ile çiçekli bitkilerin karşılıklı evrimiydi. Bu sürecin sonuçlarına tabiatın her yerinde rastlamak mümkün. Kretase döneminin aksine, bugün gezegenimizde çiçekli bitkiler baskın.

İngiltere-İskoçya sınırındaki Northhumberland kontluğunun Hayvanlar Dünyası kitabında arılar (1250-60)

Günümüzde arı nüfusunun azalışının sebepleri neler?

Koloni çöküş sendromu 2006’da ortaya çıktı. Kuzey Amerika’daki bal arısı kovanlarını kırıp geçirdi, ardından Avrupa’ya sıçradı ve durumun sebeplerini anlamaya çalışan birçok araştırmayı tetikledi. Koloni çöküş sendromunu başından beri inceleyen ve bu terimi ortaya atan Diane Cox Foster isimli bir böcekbilimciyle görüştüm. Son birkaç yılda bu sendromun neredeyse ortadan kalktığını anlattı. Bugün bu sendrom kaybettiğimiz kovanların yüzde 5’inden azından sorumlu. Ancak, her yıl kovanlarımızın yüzde 30-40’ını yitiriyoruz. Yerli yaban arıları üzerinde yapılan araştırmalar da büyük nüfus azalmasına işaret ediyor. Yaşadığım ABD’nin kuzey batısında, Pasifik bölgesinde en çok görülen tüylü arı türünün soyu neredeyse tükendi. Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor. Diane Cox Foster strese yol açan ana unsurları dört başlıkta özetliyor. Birincisi, arılara ya da larvalara tutunup onların vücut sıvılarından beslenen varroa gibi parazitler. İkincisi, neonikotinoidler gibi böcek zehirleri. Üçüncüsü, virüs, bakteri ve mantar gibi çeşitli patojenler. Son olarak da kentleşme ve endüstriyel tarımcılıktan kaynaklanan çiçek kıtlığına bağlı yetersiz beslenme. Bu etkenlere iklim değişimini ve istilacı türleri eklediğimizde işler daha da karışıyor, zira tüm bu etkenler birbirlerinin zararlarını da derinleştirebiliyor. Örneğin, laboratuvar testlerinde güvenli olduğu sonucuna varılan bir pestisit, içinde farklı mantar, böcek ve bitki öldürücüler barındıran bir tarlaya uygulandığında daha önce incelenmemiş ölümcül bir kokteyle yol açabiliyor. Ya da sağlıklı bir arıyı etkilemeyecek bir virüs halihazırda parazitlerin saldırdığı veya yeterince beslenemeyen bir arıyı öldürebiliyor.

Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor.

Bal arısı uzmanı Dave Goulson meselenin arıların sağlığını tehdit eden bir kriz olduğu görüşünde. Arılar aç ve hastalıklı, serpilip gelişmemeleri şaşırtıcı değil. Ancak, Goulson iyi bir haber de veriyor. Arıların karşı karşıya olduğu sorunların karmaşıklığına ve bu sorunlar hakkındaki araştırmaların zorluğuna rağmen, şimdiden harekete geçebilecek kadar bilgiye sahibiz. Örneğin, arılara beslenebilecekleri daha bol çiçek ve yuva kurabilecekleri daha geniş ortam sağlayarak, pestisit kullanımını azaltarak ya da sona erdirerek, arı hastalıklarının başka yerlere yayılmaması için arıların ve arı ekipmanlarının uzak yerlere taşınmasından kaçınarak harekete geçebiliriz. Bu basit fikirleri uygulayarak büyük dönüşümlere yol açabiliriz. California’nın Orta Vadisi’nde yerli arıların doğal ortamının yok olduğu bir badem tarlasını gezmiştim. Burada bile yerli bitkilerden oluşan çitler yerleştirerek tarladaki yerli arıların çeşitliliğini tek mevsimde üç katına çıkarmak mümkün oldu.

Arılara zarar verdiği söylenen bir başka önemli konu da gezginci arıcılık. Bunun arılar için yol açtığı tehlikeler neler?

Arıların ve arı ekipmanlarının uzak mesafelere taşınmasına dair endişelerin ana sebebi hastalıkları da beraberlerinde taşımaları. Bal arılarından yerli arılara sıçrayan hastalık örnekleri mevcut. Bir geçişlilik olduğu kesin, ancak bu henüz yeni bir konu ve hakkında yeterince araştırma yok. Tarımsal gelişimin izlediği yol sebebiyle çetrefilli bir durumdan söz ediyoruz.

İnsanların bal arıları kadar yerli yaban arılarını da dikkate almalarını nasıl teşvik edebiliriz?

İki tür arasında bir tercih yapmak zorunda olduğumuzu düşünmek bir hata. Çünkü bir polen taşıyıcısını korumak için atılan adımlar, örneğin daha fazla doğal yaşam alanı açmak ya da pestisit kullanımını azaltmak diğerleri için de faydalı olacaktır. Elbette evcil bal arıları ile yerli arılar arasında rekabet yaşanabilir. Eğer yeterince bitki dikmeden binlerce evcil arıyı hobi mahiyetinde bahçenize koyarsanız büyük ihtimalle halihazırda çiçek nüfusu az olan bir bölgeye bir sürü karnı aç canlıyı salmış olacaksınız. Sadece yuvalara değil, yakındaki besin ve su kaynaklarına, yaşam alanının tümüne dair kafa yormalısınız. Bu hem yerli arılar hem de bal arılarını korumak için geçerli. Bence evcil bal arıları ile yerli arılar arasındaki en büyük rekabet çiftçiler için kritik önem arz eden büyük arıcılık operasyonlarıyla ilişkili. Elma, biber ya da badem gibi ürünlerin hasat mevsimleri bittikten sonra, arıcıların arılarını götürebilecekleri çayırlara ihtiyaçları var. Batıdaki gelenek arı kovanlarını alıp dağlara çıkmak. Çok sayıdaki aç bal arısını bu tür bölgelere götürmenin yerli arılar üzerinde olumsuz etkiler yarattığını görebiliyoruz. 

The Splendid Table söyleşisi ve Seward Park Audubon Center sunumundan derleme.
Çeviren: Yiğit Atılgan

^