AYKUT KOCAMAN’LA FUTBOLUN 21. YÜZYIL BAŞINDAKİ MANZARASI

Söyleşi: Hakan Dilek
9 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

Hakan Dilek (1962-2021)
19 yıl öncesine gidiyoruz, 2002’ye. Aykut Kocaman çiçeği burnunda teknik direktör, Süper Lig takımlarından İstanbulspor’un başında. Arkadaşımız Hakan Dilek Kocaman’ın kapısını çalmış, o günlerin gündemindeki sistem tartışmalarını ve futbolun 21. yüzyıl başındaki manzarasını konuşmuştu. 7 Mart’ta yitirdiğimiz Hakan Dilek’in anısına Express’ten naklen…

Zamanınızın kalburüstü açıklarından bi­riydiniz. Ama şimdi sizin tarzınızda klasik açıklar yok artık galiba…

Aykut Kocaman: Sistem değişimi sonucu açıklı futbol öldü. Günümüzde kullanılan iki türlü oyun kalıbı var. Biri 3-5-2, diğeri 4-4-2. Bunlar da kendi içinde farklılaşabiliyorlar. Özellikle üst düzey takımlar 3-5-2’yi tercih ediyor, orta sahayı kalabalık tutmak istiyorlar. Açık oyuncularının ön planda ol­duğu futboldan vazgeçilmesinin sebebi, orta sahanın günümüzde önem kazanma­sı diyebilirim. Geçmiş dönemlerde açıkla­rın ön planda olduğu 4-3-3 vardı. Biz de bazı maçlarda 4-3-3 gibi oynuyoruz. Ama oyun içinde farklılıklar olabiliyor. Açıkta bekleyen hücum oyuncularının top rakibe geçtiği zaman orta sahaya gelmelerini, orta sa­hayı çoğaltmalarını istiyorsunuz. Bu sefer 4-5-1 pozisyonuna dönülüyor.

Şenol Güneş’in şöyle bir değerlendirmesi var: Gerçek sistem, oyun içinde pozisyon almasını bilen oyuncular tarafından yeni­den üretilen bir şeydir. Mustafa Denizli de benzer şeyler söylemişti…

Bakış açısına bağlı bu; “sistemsizlik de bir sistemdir” denilebilir tabii. Ama bence mutlaka bir sisteminiz olmalı. Sahada ne­yin olacağını önceden öngörebilmeniz ge­rekir. Sistemi inkâr edenler, aslında kendi­lerini de inkâr etmek zorundalar. Çünkü eğer bir teknik direktör veya çalıştırıcı varsa, onun bir düşüncesi, bir oyun sistemi vardır.

Ama sistemi uygula­yanlar oyuncular de­ğil mi sonuçta? Tek­nik direktör oyuncuların yapısına göre bir sistem kurmak zo­runda değil mi?

Doğru olduğunu düşündüğünüz oyun dizili­şine oyuncunuz inanmayabilir. Yetenekleri, düşünce yapısı ve hayata bakışı, bunların hepsi rol oynuyor tabii ki. Kimi oyuncu dira­yetlidir, yapmak için çaba gösterir. Kimi daha dirayetsizdir, çabuk yılgınlaşabilir. Ki­mi inanır, yapmak için bütün benliğini orta­ya koyar. Kimi de çok yetenekli olmasına rağmen inanmaz, işine gelmez, çabuk sö­ner. Bunların hepsinin birlikteliğinden orta­ya çıkıyor olay. Kaleci dışında on oyuncuyu sahaya diziyorsunuz. Sonra onların çapları­na bakıyor iş, hayat görüşlerine, meslek anlayışlarına, duruşlarına… Ama oraya geçmeden evvel sistem önemli. Saha pay­laşımı, oyuncu paylaşımı, top paylaşımı için bir kurgu gerekiyor. Sizin bir öneriniz olmalı, mümkün değil başka türlü.

Futbol çok basit bir oyun. Antrenörlerin oyunculardan istedikleri aslında çok ba­sit şeyler. Ama bunları uy­gulamak çok kolay olmaya­biliyor. Hep bir rakip var çünkü. Sizden daha iyi ya da daha kötü, ama sizi bozabilen bir rakip var.

Eskiden takımlar oyunculara göre kurulu­yordu daha çok, şimdiyse sisteme göre kuruluyor, oyuncular takımın sistemine göre seçiliyor…

Şu an yüzde yüz o şekilde. Galatasaray’ın artısı, Fenerbahçe’nin bence eksiği bura­da. Olayı tek bir cümleyle özetlersek, oyun düzeni, sistemi olmalı, ama oyuncuların kalitelerini kullanarak oyun içinde gerektiğinde özerk davranmaları da teşvik edil­meli. Ancak bu özerklik sistemi zaafa uğratmamalı.

Süper Ligdeki takımlardan sistem ve uy­gulama açısından beğendiğiniz takımlar hangileri?

Ersun Yenal’ın farklı bir oyun düşünce­si olduğunu anlıyorum. Gençlerbirliği’nde bir sistem ve bunu ciddiyetle uygulamaya çalışan oyuncular var. Aynı şeyi Ankaragücü için de söyleye­bilirim. Büyükleri de katarsak, Galata­saray’ın da bir tarzı var, takım oyunu oynuyorlar, bunu sahada görebiliyor­sun. Çok iyi pas yapan, topu çok iyi çevirebilen bir takım. Bu sene aya­ğa çok iyi pas yapan oyuncuları var, baskılı oyunu da eklediğinizde Ga­latasaray farkı çıkıyor ortaya… Futbol çok basit bir oyun. Antrenörlerin oyunculardan
istedikleri aslında çok ba­sit şeyler. Ama bunları uy­gulamak çok kolay olmaya­biliyor. Hep bir rakip var
çünkü. Sizden daha iyi ya da daha kötü, ama sizi bozabilen bir rakip var.

Galatasaray’ın oyun tarzı­nı örnek verdiniz; Lucescu’yu nasıl buluyorsunuz?

Fatih Terim gibi bir çalıştırı­cının arkasından gelmek kolay değildi. Kişilik olarak Terim’den farklı. Orada dengeleri, taşları yerine oturtana kadar büyük sıkın­tı çekeceği belliydi. Öyle de oldu. Ancak ilk senenin ardından, geçen sezon so­nunda, Lucescu gerçekte varolan, ama Türkiye’de in­kâr edilen rüştünü ispat et­ti. Elini takıma değdirdiği bel­li olan çalıştırıcılar sınıfına gi­renlerden biridir Lucescu.

Galatasaray’a elinin değmesiyle nasıl bir oyun tarzı çıktı ortaya?

Kontrollü oynayan ve top kaybı çok az olan bir takım çıkardı ortaya. Topu çok kullanarak, çok fazla gezdirerek boşluklar yaratmaya çalışan, ondan sonra da oyuncuların kişisel yete­neklerini ortaya koyan bir takım yarattı. Birkaç istisna dışın­da Türkiye’deki takımların daha çok adam markajı yapan, rakibi oyunla değil de, güç ortaya koyarak bozan, son­ra da kontrataklarla, yan toplarla sonuç almaya yönelen basit takımlar olduğunu düşünüyorum. İyi top oynamaya çalı­şan takımlar çok az. Lucescu’dan hareketle ben kendi takı­mım için aynı şeyi söyleyebilirim. Çapımız, oyuncu kalitemiz, bunların hiçbiri önemli değil. Kontrollü olmaya, ayağa pas oynamaya çalışıyoruz. Rakiplerimize bu şekilde üstünlük sağlayarak, topu kulla­nırken oyundan düşürerek pozisyon ya­ratıp oynamaya çalışıyoruz. Bizim oyun şeklimiz bu. Adam adama değil, bölge­leri kapatarak takım savunması yapabi­len, topa sahip olduğunda iyi kullanan bir oyun bizimkisi.

Bazı maçlarda 4-3-3 oynadığınızı söyledi­niz. Asıl tercihiniz nasıl bir diziliş?

Dörtlü savunma, önünde bir dörtlü orta saha, ilerde de iki forvet. Sezon başında şunu söylemiştim oyunculara: Asla dörtlü savunmamızdan taviz vermeyeceğiz… Adam kovalamaktansa sahayı korumanın, alan tutmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, 7,32’lik bir kale var. Her şey, topu getirip o kaleye sokmaya endeksli. Dolayısıyla, sahip olduğunuz alanları iyi kullandığınız zaman, hem kalenizi emniyete almış olursunuz, hem de karşı kaleye daha etkili ataklar yapabilir­siniz. Diğer sistemlerde herkes bir oyuncunun peşinde dola­şıyor. Kademeler, yardımlaşmalar biraz daha azalıyor adam adama oyunda. Dörtlü alan savunmasındaysa herkes libe­ro; herkes birbirinin arkasındaki alanı kapatırsa, sahayı da­ha ekonomik kullanabilirsiniz. Hem atak anlamında, hem de savunma anlamında.

3-5-2’yi nasıl buluyorsunuz?

Alan savunması gibi değil o. Brezilya yaptı bunu, Fenerbah­çe, Gençlerbirliği yapmaya çalışıyor. Daha çok iki stoper, bir de arkada sarkan topları toplayan bir oyuncu oluyor. Klasik süpürücü değil, kontrollü libero gibi.

3-5-2 kenarlarda oynayanlar için demokratik olmayan bir diziliş; kanatlardaki iki oyuncuya inanılmaz bir yük bini­yor. Çok çabalamak zorunda kenardaki oyuncular. Gelir dağılımındaki eşitsizliğe benziyor bu.

3-5-2’de, orta beşlinin kanatlarındaki iki oyuncuya fazla yük binmiyor mu? Mustafa Denizli, bu özelliğinden ötürü 3- 5-2’nin anti-demokratik bir diziliş olduğunu söylüyor. Sizce de öyle mi?

Evet, 3-5-2 kenarlarda oynayanlar için demokratik olmayan bir diziliş; kanatlardaki iki oyuncuya inanılmaz bir yük bini­yor. 100 metrekarelik sahanın bütününden sorumlular. Yan sahadan karşı kaleye gidecekler, orta yapacaklar, pas verecekler ve aynı zamanda kendi alanlarına giren oyuncuları kale sahasına kadar takip edecekler. 100 metreden 10’ar metreyi çıkarırsak, yaklaşık 80 metrelik bir alandan sorumlular. Bu, gelir dağılımındaki eşitsizliğe benziyor. 3-5-2’de kenar oyuncuların arkası her zaman boştur. Oysa dörtlü savunma oyunu oynayan takımlarda, kanatları sağlama alıyorsun. Liberoyu biraz öne çıkardığında da orta sahada bir fazla oyuncuyla oynuyorsun. Yani beş kişilik bir orta saha yapmış oluyorsun. Ama 3-5-2’de kenarlar boş kalıyor. Oysa futbolda en çok kullanılmak istenilen alanlar buralar değil midir? Sonra, kenarda oynayan oyuncuları suçlamaya başlıyorsun, niye adamını kaçırdın diye. Çünkü atağa kalktığında bek alanı boşalıyor, o arada kenardaki rakip oyunculardan bir tanesi alanı iyi tutup buraya atak yapabiliyor. O zaman, kim kimi tutacak? 3-5-2’nin sağlıklı bir sistem olduğu­nu düşünmüyorum. (gülüyor) Çok çabalamak zorunda kenardaki oyuncular. Dediğim gibi, gelir dağılımındaki eşitsizliğe benziyor bu… Kenardaki adamlardan biri kademe hatası yaptığı zaman “neredeydin” diye suçluyoruz. Zaten sistemin adaletsizliği orada yatıyor. Top senin sahandayken, örneğin sağ tarafta oynayan adama savunmaya gel diyorsun, top karşı sahaya geçtiğinde hadi hücuma katıl diyorsun. İyi savunmacı kim vardı? (bir an düşünüyor) Gentile vardı.

“Kasap” Gentile…

Evet. (gülüyor) Yani kanattaki oyuncunun Gentile gibi müdafaaya dönmesini istiyorsun, top bize geçtiği zaman da George Best gibi çizgiye inip orta yapmasını istiyorsun.

Mevkilere biçilen misyonlar da değişti, öyle değil mi? Örneğin, kimse Hakan Ünsal’ı bek gibi düşünmüyor…

Yusuf Tunaoğlu

İyi savunmacılık anlamında örnek verirken aklıma geldi, Alman Vogts da klasik bir sağ bekti, sadece alanından sorumluydu. Eskiden herkesin yeri belliydi. 3-5-2 sistemi klişeleri bozdu elbette ki. Ben örneğin sol açıktım Sakaryaspor’da. Sağ açıkta Kemal Yıldırım oynuyordu, ortada santrfor Sinan abi vardı. Benim karşımda bir sağ bek olurdu. Benim sorumluluğum oydu, onun sorumluluğundaki adam da bendim. 

O zamanların klasiklerinden biri de antrenörlerin beklere “çıkma, çıkmaaa” diye seslenmeleriydi…

“Çıkma çıkma”, evet. (gülüyor) Yani boş bırakma. Bir de bize Ara sıra beki takip edin, sen sol açıksın, karşında sağ bek var, o çıkarsa sen de gel, onunla beraber onu takip et. Hep takip etmesen de ara sıra takip et” derlerdi. Söz konusu sağ kanatsa, klasik sağ kanat oyuncuları vardı. Yetenekli, topla iyi oynayan, atak yapmayı seven oyunculardı onlar.

Eskiden takımda mevkilerin durumuyla tanımlanan, fizikleriyle, hatta lâkaplarıyla önemli figürler vardı. İyi de fotoğraf verirdi o topçular. Mesela liberoların ağır bir hali olurdu…

(gülüyor) Libero, takımı toparlayan, sıkıntıları gideren, topu dinlendiren, takım savunma anlamında sıkıntıdaysa varlığını ortaya koyan, ama topu iyi kullanan, oyunu büyük ölçekte görebilen, perspektifi geniş, pas isabeti yüksek oyunculardı.

Sağ ve sol bekler de görevlerini sessiz sedasız yapan adamlardı…

Çünkü onlar görev adamıydı. Oysa onların önündekiler işin zevkli tarafını yapıyorlardı; topla oynuyor, dripling yapıyorlar, adam geçmeye çalışıyorlardı. İşin güzel tarafı, oyun yanı onlardaydı. Dolayısıyla, fazla ciddi olmaları gerekmiyordu. Ciddiyeti de pek kaldırmıyor o mevkiler. Stoperler öyle değil, stoperlerin görevi var. Onun işi rakibi durdurmak. (gülüyor)

Gelelim orta saha oyuncularına… Sanki futbolu güzelleştiren onlardı. Eskilerden Yusuf Tunaoğlu ya da bugünün Sergen’i mesela…

Eskiden orta sahalarda böyle adamlar vardı, evet. Keyfiyle top kullanan oyunculara tahammül azaldı şimdilerde. Kendi keyfi için, futbolun güzelliği için top kullanan oyuncular eskiden makbuldü, ama bugün değil. Bunu istemiyoruz, ben de istemiyorum. Bunu ben istersem, kendimi inkâr etmiş olacağım. Çünkü burada, nihai durumda sonuç almak zorundayım. Beşiktaş’ın 1960’lardaki antrenörü Spajiç, takım oyunu oynamıyor diye Yusuf Tunaoğlu’nu kadroya almayınca, Yusuf da “zaten takım benim” demiş. İşin felsefecileri de bu top cambazlarıydı. Ama futbolun güzelliği, beraber hareket edebilme, beraber bazı şeyleri yapabilme, dayanışma, ancak şimdi ortaya çıkmaya başladı. Eskiden daha bireyseldi. Yusuf abi ve benzeri oyuncular istediklerini yapmakta özgürdü. Topu kaptırmada da özgürlerdi. Çünkü arkada onların hatasını telafi etmek için oyuncular vardı. Yıldızlar her türlü serbestliğe sahipti. Diğerleri de oyunsal anlamdaki pislikleri temizlemekle yükümlüydü.

Futbolun güzelliği için top kullanan oyuncular eskiden makbuldü, ama bugün değil. Bunu istemiyoruz, ben de istemiyorum. Çünkü sonuç almak zorundayım. Beşiktaş’ın 1960’lardaki antrenörü Spajiç, takım oyunu oynamıyor diye Yusuf Tunaoğlu’nu kadroya almayınca, Yusuf “zaten takım benim” demiş. İşin felsefecileri de bu top cambazlarıydı.

Yine de takım arkadaşlığı daha üst düzeydeymiş o zamanlar…

O günkü anlayış, o tavır bu mentalitenin kabullenilmesiydi. Biz artık hücumdaki oyuncudan da, bek oyuncudan da topu iyi kullanmasını istiyoruz. Bunu kaleciden de istiyoruz. Bu, herkesin birbirine yardımcı olması zorunluluğunu getiriyor. Birinin topu sorumsuzca kullanıp diğer arkadaşlarına yük bindirmesindeki adaletsizliği ortadan kaldırmak istiyoruz.

Bu, bugünün futbolunun olumlu tarafı, fa­kat bir de oyun estetiğinin, göz zevkinin giderek irtifa kaybetmesi söz konusu. Mi­nik takımlarda bile hızlı futbol adına bir panik havası yaşanıyor, eski kıvraklığa pek rastlanmıyor. Çocuklar seçmelerde birbirlerinin üzerine atlıyorlar sanki…

Futbolda eskinin gösteri ve zevk veren yö­nünden ziyade, artık iddia tarafı var. İyi oynamak, iyi şeyler yapmak, bunları göstermek değil önemli olan. Çok net bir tespit yapabilirim, bu benim tespitim değil, futbolla ilgili herkes böyle söyleyecektir: Kazanmaya endeksli her şey artık. Galatasaray’ın, İstanbulspor’un ya da falan sporun altyapılarında bu anlayışta yetiştiriliyor çocuklar. Daha hızlı, daha güçlü, daha kolektif ve kazanmaya endeksli… Kazandığın sürece varsın, kazandığında nimetlerden yararlanırsın. Takım bazında örnek vereyim, İstanbulspor’da başarılı olursak, TV yayınlarından alacağımız para artıyor, hasılat artıyor. Böyle bir sarmal var.

Açıklar konusuna dönersek, sizi zamanı­nızın önemli açıkları kimlerdi?

Mustafa Denizli mesela en önemli sol açıklarımızdan biriydi. Sonra Metin Kurt; o çizgiden gidişleri müthişti. Beşiktaşlı Şaban vardı, taka tuka taka tuka sol taraftan giderdi. Necdet abi, Ali Kemal abi, klasik açıklardı. Benim beraber oynadığım Kemal Yıldırım, Tuna abi de öyleydi. Birlikte oynadığım oyunculardan daha fazla etkilendim. Onlardan da bir şeyler öğrenmeye çalıştım, katkıları oldu. Kemal abi, Tuna abi açık olarak simgeleşen oyunculardı.

Metin Kurt, Mustafa Denizli, Ali Kemal Denizci

Bugünün futbolunda o oyuncuların durumları ne olurdu?

O fizik güçleriyle bugünün takımlarında yer bulmaları zor. Çünkü hatırlıyorum, onlar hep top bekleyen ve özgürce, topu kaybetme kaygısı olmadan, tamamen yeteneklerini kendi adlarına ortaya koymaya çalışan oyunculardı. Bunun en son örneklerinden biri de bendim. Alıyordum topu, dripling yapıyordum, topu kaybedeceğim diye bir kaygım yoktu. Şimdi artık oyunculara bakıyorum, kaç tane topu kaybetmiş, kaç pası olumlu kullanmış, ona göre değerlendirme yapıyorum. Atak oyuncularından, açık oyuncularından top kaybetmemelerini istiyorum. Bu nedenle oyuncuların da özgür iradelerini, yeteneklerini çok fazla kullanabilmeleri mümkün değil. Bunu takım için kullanmalarına izin veriyorsun.

Milli takımın Dünya Kupası’ndaki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Milli Takım Dünya Kupası’ndaki ilk maçlarına eski oyun anlayışıyla başladı. Topa dan dun vuran, topu kullanmak istemeyen, bundan ürken bir görünüm verdiler. Belki de ilk Dünya Kupası olması, belki de ağır yükle gitmiş olmaları rol oynadı bunda. Kendilerine “favorisiniz” dendiğinde, favori değiliz” dediler. Ama kamuoyu öyle bir hale getirdi ki, favori olmak ağır bir yük oldu. Bunlar baskı yapmış olabilir. Bir-iki maçta, oyunu oynamaktan ziyade topa vuran, topu kullanmayı çok fazla düşünmeyen bir takım vardı. Oysa, Çin maçında, yüzde yüz galip gelmek gerekiyordu. Çin maçı ve ondan sonraki maçlarda hem sistem olarak, hem de oyuna bakış olarak bir farklılık oldu takımda. Artık topu kullanmaya çalışan, çabuk, tek pasla oynayan bir takım görünümüne büründük. Milli Takım, kalite ve nicelik, nitelik anlamında olanakları iyi, oyunu daha geniş oynamaya çalışan, ayağa pasları, tek topları çok iyi yapabilen ve rakiplere bu şekilde üstünlük sağladıktan sonra atak zenginliği ortaya koyan bir takım oldu. Yani iki farklı Milli Takım var diye düşünüyorum. Biri Türkiye liglerinden çıkan, klasik, Türkiye liglerinde oynanan vur, koş vur, nereye giderse gitsin, arkasından koş, rakibe bas gibi bir oyunla başlayan takım. Bir de yukarıda anlatmaya çalıştığım takım. Çünkü daha kaliteli oyuncular var. Ama daha sonra Galatasaray gibi bir takımdan gelen oyuncuların da ağırlığı oldu. Galatasaraylı oyuncular daha çok topa basan, çok çabuk oynayabilen, deplase olabilen, saha içinde kontrol pasları çok iyi yapabilen ve topu rakibe bırakmayan, bu şekilde rakibe üstünlük kuran, büyük yol almış bir takımdan geliyorlardı. Fark oradaydı. Bundan gerekli dersler çıkarılmadı. Algılandığını düşünüyorum, ancak uygulandığını düşünemiyorum. Sorunun özü bu. Futbol, çok basit bir oyun. Bütün antrenörlerin, en çapsızından en çaplısına istedikleri, üç aşağı beş yukarı birbirine yakın şeylerdir. Topu iyi kullanma, isabetli pas, bol deplasman, boş alanları kullanmak, kanattan getirmek, baskı yapmak… Bunlar klişelerdir. Ama buna algılanmadı demek yanlış. Algılandığını düşünüyorum. Antrenörler de futbol içinden gelen kişiler.

Futbolda eskinin gösteri ve zevk veren yönünden ziyade, artık iddia tarafı var. İyi oynamak, iyi şeyler yapmak, bunları göstermek değil önemli olan. Kazanmaya endeksli her şey artık. Kazandığın sürece varsın, kazandığında nimetlerden yararlanırsın. 

Bunu algılıyorlar, ama ne kadar uygulatabiliyorlar?

Antrenörler arasındaki fark da burada yatıyor. Hepsi, üç aşağı beş yukarı klişe bilgilere sahip. Ancak bu bilgileri ne kadar takıma yansıtabiliyor ve uygulatabiliyoruz? Antrenörlükte kırılma noktası burada.

Antrenörlükte durum bu, ama yetenekli oyuncu sayısında düşüş yok mu sizce?

Daha yetenekli olmayabilirler, ama daha yeterliler. Günümüzde artık yeterli futbolcu tercih ediliyor. Almanya ya da İngiltere’yle oynadığınız zaman yenilebilirsiniz, ama kafa kafaya oynarsınız. Ondan sonra futbolun adaletine ya da emrettiklerine boyun eğersiniz, ama kafa kafaya oynarsınız. Oyun gücünüzü gösterirsiniz, oyunda üstünlük sağlayabilirsiniz, zaman zaman üstünlüğü kabul edersiniz. Ama o anlarda bile o takımlarla eşdeğeriz.

Yoksul, az gelişmiş ülkeler futbolda hep önde oldular. Arjantin, Brezilya, son dönemde de Türkiye. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Brezilya ve Arjantin’de futbolu ekstra bir şeymiş gibi konuşmamak gerekiyor. Oralarda futbol bir yaşam biçimi olmuş. Krizde oldukları dönemlerde de, nispeten daha iyi oldukları dönemde de futbolda iddialılar. Burada Türkiye’nin çıkışı daha önemliydi. Türkiye son 15-20 yıllık periyodda nelerin eksik olduğunu gördü ve buna göre çalışmalar yaptı. Özellikle fiziki anlamda çok düşüktük, artık eşleştik diyebilirim. Hâlâ eksiğimiz var, bunu biraz daha geliştirirsek biz de birinci sınıf takımlardan biri olabiliriz düşüncesindeyim. Son üç yıldır yaşadığımız ekonomik kriz bunda olumlu ya da olumsuz bir etken oldu mu, bunu tespit etmek biraz zor. Futbol gelişim halindeydi zaten. Kriz, futbol takımımıza, acılarımızı ya da sıkıntılarımızı bir nebze olsa da gidermek yönünde bir görev yükledi. Bu da, bir nebze olsun, oyuncuların kapasitelerini, sorumluluklarını biraz daha artırmaya itmiş olabilir. Ama yüzde yüz böyle demiyorum. Bunu başarı olarak kabul edebilirsiniz, bunun yanında çalıştırıcılık konusunda da, dünya standartlarına yakınlaştık.

Bir de az gelişmiş ülkelerde futbolun afyon olduğu söylenir…

(gülüyor) Güney Amerika’daki, Avrupa’daki, geçmişteki faşist ülkelerde, futbolu bu anlamda kullandıklarını söylemiş diktatörler. Ama futbol insanın yaşamındaki güzel tutkulardan biri. Sonuçta temel gereksinimlerinin dışında tutkularıyla yaşıyor insan. Karşı cinsi seviyorsunuz, araba seviyorsunuz, oyun oynamayı seviyorsunuz –bu oyunlardan, tutkulardan biri de futbol. Bu kadar ağır bir şekilde kötülenecek bir afyon olduğunu düşünmüyorum futbolun. Bunun güzel bir oyun olduğunu biliyorsunuz. Bu insanları uyutuyor olabilir, ama ne yapabilirsiniz? Sevilen, toplum tarafından benimsenen şeylerin böyle bir olumsuz tarafı olabilir. Yok deme bilgisine sahip değilim. İnsanların tutkuları var, futbol da bu tutkulardan biri haline geldi. Belki yapay zorlamalarla, belki de bütün güzelliğiyle. Ben futbolun güzel olduğunu, bir halkın yansıması olduğunu ve basit bir oyun olduğunu, büyük kitlelerin hayatını renklendiren meşgalelerden biri olması anlamında mutluluk verdiğini düşünüyorum.

Express, sayı 17, Eylül 2002

^