Futbola nasıl başladınız?
Tarık Kutver: 1950’de Çanakkale Türkgücü’nde –amatör olarak tabii. ‘56’da Karagümrük’e transfer oldum. O zamanlar İzmir, Ankara, İstanbul ligleri her şehirde ayrıydı. Karagümrük, İstanbul ikinci ligindeydi. İlk senemde şampiyon olduk, İstanbul birinci ligine çıktık. ‘58’de askere gittim. ‘61-62 sezonunda Galatasaray’a transfer oldum, ilk senemde Beşiktaş’ı, son maçta, bir puan gerideyken, Metin abimin penaltıdan attığı golle İnönü stadında 1-0 yendik ve lig şampiyonu olduk. Fenerbahçe’yi de önce 2-1, sonra da 3-2 yenerek Türkiye kupasını aldık. Yani Galatasaray’da ilk senemde iki şampiyonluk birden yaşadım.
Şampiyonluklardan yana şanslısınız…
Öyle. İlk kulübümden başladım şampiyonluk tatmaya, Karagümrük’te, sonra Galatasaray’da. Mersin’de de şampiyonluk tattım. Giresun’a ikinci ligdeyken gittim, birinci lige çıktık. Oradan Antep’e. Antep’teyken üçüncü ligden ikiye çıktık. Her gittiğim kulüp şampiyon oldu, hep şampiyonluk tattım. Ama ben de hep gayesi olan, şampiyonluk düşünen kulüplere gittim.
Birçok kulübü dolaştınız. Tek kulüpte kalıp tek kulüpte bırakmayı ister miydiniz?
Tabii isterdim. Ama Galatasaray bugünkü gibi bir ekonomik krizdeydi. Bildim bileli borçtan kurtulamadı zaten. Benim zamanımda Rüçhan Atlı, Turgan Ece vardı. Kaleci Bülent’le beraber Turgan Ece’den 50 lira borç aldığımızı bilirim. 50 liranın da 25 lirası benim, 25 lirası Bülent’in. O içkiye gidecek, ben Bakırköy’e.
Yani maddi sorunlar mıydı Galatasaray’dan sizi ayıran?
Yok, mesele sadece para değildi. Biraz da moralim bozuktu. Bir evlilik yapmıştım, o evlilikten kurtulmak için biraz da dışarı gitmek istemiştim. Kaçmak gibi aşağı yukarı. Aşağı yukarı değil, elzemdi kaçmak. O yüzden de tercih ettim Mersin’i. Kadri abi (Aytaç) de oradaydı, şampiyonluğa oynayan bir takımdı. Nitekim şampiyon olduk, ikinci kümeden birinci kümeye çıktık. Ve üçüncü olduk Türkiye liginde. Yani çok iyi takımımız vardı.
Mersin’e giderken ne kadar transfer ücreti almıştınız?
O zamanın parasıyla 160 bin.
‘61’de, o senenin flaş transferiydim, 100 bin ve üç futbolcu verdiler Karagümrük’e. Cengiz’i, Dursun’u ve Baba Recep’i. Hatta şöyle bir şey vardı –özür dilerim, yanlış olmasın– Karagümrük ayağa kalktı, “tayı verdik, katanayı aldık” dediler.
İyi bir para mıydı?
‘68’de iyi paraydı tabii. 50 bine son model bir araba alabilirdiniz o zaman. Kat da, daire de. 90 binini ben aldım, 70 bini de Galatasaray.
Galatasaray’a gelirken ne kadar almıştınız?
‘61’de senenin flaş transferiydim, 100 bin ve üç futbolcu verdiler Karagümrük’e. Cengiz’i, Dursun’u ve Baba Recep’i. Hatta şöyle bir şey vardı –özür dilerim, yanlış olmasın– Karagümrük ayağa kalktı, “tayı verdik, katanayı aldık” dediler.
Recep Adanır için mi?
Recep Adanır için, ama tabii Recep abinin son zamanlarıydı. Gene büyük futbolcuydu, fakat yaştan dolayı biraz… Bu bir espri tabii, yoksa haddimize mi düşmüş Baba Recep’e öyle bir lâkap takmak?
Sizin lâkabınız var mıydı?
Çok hareketli top oynardım ben, süratliydim. Umulmadık anlarda topu yakalardım, umulmadık pozisyonlarda kaleciyle karşı karşıya kalırdım, gol atardım. Çok afedersiniz, “piç” derlerdi bana. Anneden değil de, süratimden, afacanlığımdan kaynaklanan bir durum.
Siz bir de otomobil tutkunuzla tanınıyordunuz…
Ben Chevrolet hastasıyım. Senelerce Chevrolet kullandım. Gene param olsun, gene Chevrolet alırım. Hiç benzine filan bakmam yani. O zamanlar iki tane arabam vardı. Bir 56 Chevrolet, bir de 63 Impala –o da Chevrolet. Ben kahveye çıkmam, kumar oynamam. Kahveye çıkacağıma, taksicilik yapıyordum. Birinde ben çalışıyordum, birinde şoför. İdmandan sonra dolmuş yapıyordum, Şişli-Nişantaşı dolaşıyordum. Hem vakit geçiriyordum, hem de para kazanıyordum. Ama şu anki İstanbul’da taksicilik yapmazdım, vallahi yapmazdım. Tehlikesi var şimdi taksiciliğin, okuyoruz, ediyoruz. Bizim zamanımızda hiç böyle şeyler yoktu.
Hiç unutamadığınız bir golünüz var mı?
Hiç unutmadığım iki golüm var aslında. Beşiktaş’la oynuyoruz İnönü stadında, Sanlı’nın filan yeni zamanları. 2-0 mağlubuz, oyunun bitmesine dokuz dakika var. Bir penaltı oldu, Metin abi attı: 2-1. Golden sonra bir pozisyon yakaladım sol çaprazda, altı pasın köşesinde. Galatasaraylı futbolcu kardeşlerim, abilerim de dahil, Beşiktaşlı futbolcularla beraber bir yirmi kişi vardı kale sahasının içinde. Topa bir vurdum, derler ya, “top isterse iğne deliğinden geçer” diye, o top hakikaten iğne deliğinden geçti ve öbür köşeye takıldı. Durum 2-2 oldu. Birkaç dakika sonra, bu sefer altı pasın sağ köşesinde bir top yakaladım, sağ ayağımla vurdum. Gene aynı şekilde yirmi kişinin arasından gitti, öbür köşeye takıldı. Ben de inanamadım. 3-2 aldık maçı. Mucize goller yani…
Nasıldı o zamanın Galatasaray’ı?
Başımızda iki tane çok değerli abimiz vardı. Biri rahmetli Gündüz Kılıç –kulakları çınlasın–, birisi de Coşkun Özarı. Coşkun abi antrenörlükten ziyade bir abi sıfatıyla başımızda bulundu. Ben şurdan mutlu addediyorum kendimi, çok büyük futbolcu abilerimle oynadım. Yani bir Metin abiyle oynamak, bir Turgay Şeren’le oynamak benim için büyük bir mutluluk ve şans. Hem futbolu sevdirdiler, hem de onlardan futbol terbiyesini aldık. Yani yaşantımızda onların bize göstermiş olduğu yoldan ilerledik; muvaffakiyetimiz de bu yüzden çok oldu.
Biz ortamızı iyi yaparsak Metin abi golle neticelendirir derdik. Ve öyle olurdu ki, yaptığım ortayı iyi hissettiğim anda, kaleye bakmazdım: Döner, santraya koşardım. Gol sesini tribünlerden işitirdim.
Gündüz Kılıç’ın takıma etkisi neydi?
Baba Gündüz hakikaten çok baba adamdı. Odasına girerken, af buyrun, böyle çekine çekine girerdik. Acaba oynadığımız maçta bir hata yaptık mı, Baba Gündüz’ün söylediklerini yapamadık mı diye. Bu tip çekingenlikle girerdik. İçeri girdiğimiz zaman da rahatlardık. Bizi o kadar müşfik karşılardı ki… Her şeyimizle ilgilenirdi. Hiç unutmam, Ankara’da bir Hacettepe maçı oynuyoruz. Galip durumdayız. Gece maçı. Kaleci Serhat’la çarpıştım, sağ dizim saniyede davul gibi şişti, iki buçuk ay alçıda kaldı. Gündüz abi, Allah razı olsun, Pera Palas Oteli’nde bana bir oda ayırttı, iki buçuk ay orada kaldım. Tepebaşı’nda tedavi olduğum merkeze 50 metre mesafedeydi. Oraya her gün sabah akşam tedaviye gittim. Üç ay sonra kendi isteğimle, bir hafta antrenmanla İzmir maçına çıktım. Çok riskli bir durumdu, Gündüz abi korkarak oynattı beni. Fakat Allah yardım etti, 5-2 yendik. Metin abi üç tane attı, ben de iki tane. Ondan sonra kendime güven geldi. O zaman bu teknoloji, bu imkânlar yok. Ama içten gelen bir şey var, bir de Baba Gündüz’ün vermiş olduğu moral eğitimi. Yalnız bir de şu var: Gündüz abi her sene bir ay, hanımıyla beraber Güney Amerika’ya, İngiltere’ye, futbolun menşei oian yerlere giderdi. Oradan taktikler getirir, onları bize aşılardı. Bu 4-4-2, Gündüz abinin bizim zamanımızda dışardan getirdiği, bize oynattığı sistemdi. Eskiden bütün takımlar WM denilen sistemde oynardı. Gündüz abinin sayesinde değişti bu.
Metin Oktay’la oynamak nasıl bir şeydi?
Sağ açıkta ben, sol açıkta Uğur Köken oynardı. Bizim kafamızda artık belli bir his yerleşmişti. Biz ortamızı iyi yaparsak, Metin abi bunu golle neticelendirir” derdik. Ve öyle zaman olurdu ki, yaptığım ortayı iyi hissettiğim anda, kaleye bakmazdım: Döner, santraya koşardım. Gol sesini tribünlerden işitirdim. Metin abi gibi, gerek futbol bakımından, gerekse karakter bakımından birinin geleceğini tahmin etmiyorum. Şimdi bakıyorum, o kadar çok santrfor var ki saç baş yolduran. Ünlü olmuş futbolcularımız zamanlamalarını ayarlayamıyor ve bu arkadaşlarımız Avrupa’da futbol oynuyorlar. Hayır, Metin abim öyle değildi. Biz topu iyi attığımız zaman, Metin abi yalnız kafasını kaldırıp kaleye bakar, üst direği, iki yan direği görür, topa vururdu. Füze gibi giderdi o top. Şimdi Türkiye’de Metin abinin meziyetlerinde bir santrfor göremiyorum.
Metin Oktay gibi bir santrforla oynamak size gol yollarında avantaj sağlıyor muydu?
Tabii ki. Metin abi 25 tane gol atıyorsa, ben de bir sezonda aşağı yukarı 10-12 gol atardım. Bu da güzel bir şey yani: Hem Metin Oktay’a çalışmak, hem de kendi gollerimi atmak… Yani ikinci vazife oluyor insan için. Tabii Metin abiyi iki kişi marke ederdi, o zaman bizler daha rahat oynama pozisyonu yakalardık. O zamanlar Galatasaray’da çok büyük asistler vardı. Solda Kadri Aytaç, sağda Suat Mamat; onların arasında oynamak da çok büyük bir şeydi. Paslar o kadar güzel geliyordu ki, bize işlemek kalıyordu o pozisyonu.
Avrupa maçları nasıldı o zaman Galatasaray’ın?
Bugün Galatasaray yirmi günde aşağı yukarı dört maç oynuyor, ligde ve Avrupa’da. Bizim zamanımızda da haftada dört maç oynardık, ama Avrupa maçları şimdiki gibi sık değildi. Milli maçlar da keza öyleydi. Senede iki milli maç oynuyorduk. Ben 19 defa milli oldum. Şu anda oynamış olsaydım, herhalde 60-70 defa milli olabilirdim. Şimdi bir senede sekiz-on milli maç oynuyorsunuz. Gruplar var, Dünya Kupası hazırlık maçları, Avrupa Şampiyonası’na gitme maçları, hazırlık maçları… O zaman şimdiki gibi Şampiyon Kulüpler’de 14 gün içinde iki maç oynama yoktu. Eleme usûlü oynanıyordu o zaman maçlar. Galatasaray yine de başarılıydı. Çok yerlerden eleyerek döndük.
Avrupa maçlarında golleriniz var mı?
Dinamo Bükreş’i İstanbul’da 3-0 yendiğimiz maçta bir golüm vardı. Macar takımına golüm var, Polonya takımı Bytom’a bir golüm var, bir de İsveç Seven takımına bir golüm var. Yani Şampiyon Kulüpler maçlarında benim dört ya da beş golüm olacak. Ama dört tanesi garanti. Beşincisini düşünüyorum, düşünüyorum, çıkaramıyorum. Grik olabilir mi acaba diyorum. Yok, Grik maçında Metin abi attı golleri İstanbul’da. Orada 2-0 yenildik, İstanbul’da 2-0 yendik. Son maça Roma’ya gittik. Orada 2-1 galipken son dakikada bir gol yedik, kuraya kaldı iş. O zaman “yazı-tura”nın bir tarafı elma, bir tarafı attı. Turgay abi tabii atı istedi. Ve kazandık. Üçüncü turda yine kuraya kaldık. Turgay abi gene atı istedi, fakat kaybettik ve elendik. Çok üzüldük tabii o zaman.
Turgay Şeren’in sembolü müydü at?
Hayır, değildi. Bizim ananelerimiz, yani ezelden gelen, Osmanlı’dan beri bir at merakımız var, o yüzden.
Avrupa maçlarında unutamadığınız bir gol var mı?
Bir Şampiyon Kulüpler maçında İsviçre’de Sion takımıyla oynuyoruz, 1-0 mağlubuz, altı pasta bir hava topu yakaladım. Fakat kaleci 2.20-2.25 metre boyunda, öyle dev gibi biri. Yaradana sığınıp başımın üstüyle öyle vurmuşum ki… Topu ağlarda gördüm. Fakat neticede 5-1 mağlup olduk, o ayrı.
Geçmişten bugüne bakınca, futbolun gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Şimdi daha iyi olduğumuz muhakkak. Şöyle iyi, bizim zamanımızda fazla dışarıya açılamadık. Şimdi futbolcu arkadaşlarımız, kardeşlerimiz rahatlıkla Avrupa’ya transfer yapabiliyorlar. Benim zamanımda da gidenler oldu, fakat bu zamanki durumlarla mukayese ederseniz, çok düşük bir pozisyon da. Şimdi futbolumuz daha olgunlaştı, daha ileri doğru gitti. Zaten ileri doğru gidişi, Galatasaray’ın yapmış olduğu durumlardan belli. Eskiden çıktığımızda, “üç mü yeriz, beş mi yeriz” derdik. Bugün “karşı takım düşünsün” diyoruz. Eskiden bunu söyleyemiyorduk. Bir milli maça gittiğimizde “aman beş taneden fazla yemeyelim’’ diye düşünüyordu herkes. Fakat bugün olmayan güzellikler de vardı. Arkadaşlık çok ileriydi, her şeyden evvel saygı gelirdi. Bizim zamanımız şimdiki gibi tam profesyonel değil, yarı amatör, yarı profesyonel gibiydi. Renk aşkıyla oynuyorduk. Şimdiki paralar yoktu tabii. O zamanki futbolcular şimdi oynuyor olsalardı, kulüpler kapanırdı. Bir Lefter abiyi düşünün. Şimdi bir futbolcu 10 milyon dolar alıyorsa, Lefter abiye 100 milyon dolar vermemiz lâzımdı.
Bugün “karşı takım düşünsün” diyoruz. Eskiden bunu söyleyemiyorduk. Bir milli maça gittiğimizde, aman beşten fazla yemeyelim diye düşünüyordu herkes. Fakat bugün olmayan güzellikler de vardı…
Bir de şu var: Şimdi mesela 32-33 yaşında bir futbolcu jübilesini yapıyor, futbolu bırakıyor. Ben 39 yaşında bıraktım. Hatta şöyle bir anım var: Çanakkalespor-Kasımpaşa maçı oynuyoruz, eski Şeref Stadı’nda, toprak zeminde. Bir arkadaşımız oyundan atıldı, on kişi kaldık. Şahane oynadım, 2-1 yendik. 1-0 mağlupken beraberlik golünü ben atmışım. Maçtan sonra ayakkabılarımı çıkardım, soyunma odasına gidiyorum. Dr. Necati Karakaya, kulakları çınlasın, yanıma geldi “ya Tarık” dedi, “seni gene Galatasaray’a transfer edelim bari; bu yaşta bu futbol”… Yani insanın yaşı önemli değil; beyni, ayakları, vücudu sağlam olduğu müddetçe top oynar. İsterse 40 yaşında olsun. Lefter abinin 50 yaşında, antrenör-futbolcu olarak Bolu’da oynadığını hatırlıyorum. Kadri abi (Aytaç) mesela, kırk küsur yaşında Denizli’de bıraktı futbolu. Şimdi bakıyorum, futbolcu kardeşlerim erkenden bırakmak istiyor. Bunda doyum meselesi var tabii. Trilyonlarla oynuyorlar. Her şeyleri olduğu için futbola pek eğilmiyorlar, erkenden bırakıyorlar.
Futbolculuğunuz sırasında hovardalıklarınız oldu mu şimdiki futbolcular gibi?
Tabii oldu, olmaz mı?
Nasıldı o zaman İstanbul’un gece hayatı?
İstanbul’un gece hayatı bu kadar popüler değildi. Şimdi bakıyorum, her futbolcu kardeşimin arkasında bir manken. Bizim zamanımızda böyle bol manken yoktu.
Ama kadınlar vardı…
Vardı tabii. Ama şimdiki gibi lokaller, kulüpler, barlar yoktu, pavyon vardı. Sıraselviler’de nezih bir kulüp vardı, oraya giderdim, bir de Divan Oteli’nin arkasında Kabare 33 vardı. Şişli’de adını hatırlayamadığım bir otelin roof’una giderdim, Yurdaer Doğulu’yu dinlemeye. Yani bizim gideceğimiz yerler şimdiki gibi değildi, olmuş olsa giderdik herhalde.
Yani yaşamın nimetlerinden faydalanmaktan geri kalmazdınız…
Ee, tabii canım, İstanbul’da yaşıyorsunuz; maçı bitiriyorsunuz, çıkıyorsunuz, ânında flaşlar patlıyor… Eskiden böyle takip yoktu. Bakırköy’de oturuyorum o zaman, Mecidiyeköy’de ya da İnönü’de topumu oynuyorum, Bakırköy’e gidiyorum. Salı günü idmana kadar kimse beni görmüyordu, ben de kimseyi görmüyordum. Gidip kendimize göre eğleniyorduk. Basın peşimizde gezmiyordu.
Bugünün basını hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şimdi bakıyorum, her takımın basını ayrı. Benim zamanımda Fener, Galatasaray, Beşiktaş basını yoktu, basın basındı. Şimdi futbolculara rahat vermiyorlar. Bugün 26- 27 yaşında bir insan spor yazarlığı yapıyor.
Biraz erken mi yani?
Erken tabii, çok erken. Bir de çoğu futbol oynamamış veya amatör oynamış insanlar. Eskiden hem olumluydu, hem de olgundu yazarlar. Şimdi bakıyorum, hemen yazar olmuş, antrenörlerin taktiklerini tenkit ediyor; şöyle olsaydı, böyle olsaydı diyor. Herhalde o teknik adam takımını senden daha iyi takip ediyor. Spor yazarları içerisinde bir kişiyi çok takdir ediyorum, Vedat Okyar’ı. Çok iyi arkadaşımdır. Senelerdir göremiyorum, görüşemiyoruz. Ama yazılarını okuyorum. Niye okuyorum? Çünkü onu okuyan insan Beşiktaş’ın nasıl bir durumda olduğunu anlıyor. Beşiktaş’ı etüd ediyor ve doğruları yazıyor. Onun için çok takdir ediyorum ve seve seve de okuyorum yazılarını.
Futbolu bırakmaya nasıl karar verdiniz?
Gaziantep’ten Çanakkale’ye, memleketime dönmek istedim. İstanbul’a geldiğim zaman Karagümrük’ün düşme tehlikesi vardı. Rica ettiler, kıramadım, ilk gözağrım olan kulüp, orada yetiştim. Bir sene oynadım, kurtardık, kümede kaldık. İkinci sene Çanakkale’ye gideceğim, gene rica ettiler, gene kaldım. Sonra memleketim Çanakkale’ye geldim. Çanakkalespor, Dardanel değildi. Çanakkalespor’da oynadım. 39 yaşımda antrenör-futbolcu olmamı önerdiler bana. Kabul etmedim, ya antrenör olurum ya futbolcu dedim ve futbolu bıraktım. Bir sene antrenörlük yaptım. Ondan sonra da ayrıldım. Şimdi amatör takımlarla uğraşıyorum, amatörce.
Geçim kaynağınız futbolculuk günlerinizde elde ettiğiniz kazanç mı?
Vallahi bir şey söyleyeyim, her oynadığım kulüpte alacağım kaldı benim, Galatasaray’da bile. Eşim hemşire emeklisi, onun emekli maaşıyla geçiniyoruz. Benim belirli bir işim yok, ne iş bulursam onu yapıyorum.
Pişman mısınız futbolcu olduğunuza?
Değilim. Yalnız şunu isterdim; Keşke annem beni 20-25 sene sonra doğursaydı… Ben de on bin dolar transfer parası alırdım. Tabii bunu beni bilenler, tanıyanlar takdir edecekler, ben ne söylesem boş. Bir de en büyük emelim iki çocuğumun –ikisi de futbolcu– iyi bir yerde top oynaması. Yani para bakımından değil, ben de iftihar edeyim, gurur duyayım, benim oğlum da şurada oynuyor diyeyim, gidip televizyondan izleyeyim, inşallah onu bana Allah gösterir… Futbolcu simsarlığı yapmak istemiyorum, ama bir yere vermek için dolaşmak lâzım. Ezine’de olduğumdan dolayı, fazla yerlere gidemiyorum. Tabii bir yerde maddi olanaklar sıkıyor insanı. Sağa sola gidip çocuğunu göstermen lâzım idmanda, ama bunu
yapacak gücümüz yok.
Dardanelspor eski futbolcusunun çocuklarıyla ilgilenmiyor mu?
Dardanelspor maaşallah kendi memleketinin çocuklarına eğilmeyen bir takım. Yani altyapı diyoruz, şu diyoruz, bu diyoruz, bakıyorum, altyapıdan Çanakkale’de oynayan ya bir kişi ya iki. Üzülüyorum, niye benim çocuğum Dardanel’de oynamasın? Ama, maalesef buna eğilen yok Dardanel idarecilerinden. Ben de bir yerde çok içerliyorum bu duruma, gücüme de gidiyor. Bunun parayla pulla âlâkası yok…
Postexpress, sayı 6, 21 Ekim 2001