Anadolu medeniyetlerinin her birinin ayrı bir iz bıraktığı Hasankeyf baraj projesiyle yok edilirken, Kazdağları’ndan Munzur Dağları’na, orman alanları da sermayeye peşkeş çekiliyor. Onyıllara yayılan mücadeleye, uluslararası tepkilere rağmen, devasa bir müze mahiyetindeki Hasankeyf’i Ilısu Barajı’nın altına gömmekten geri adım atmayan AKP ve müttefikleri, Demokrat Parti döneminde hazırlanıp 12 Eylül faşizmi döneminden itibaren peyderpey uygulanan projenin tamamlayıcısı. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan “Kürtlerin ve Kürdistan’ın Görsel Tarihi” isimli kitabında, Hasankeyf başta olmak üzere, Kürdistan coğrafyasında tarihin izlerinin nasıl talan edilip silindiğini resmi belgeler eşliğinde ayrıntılarıyla inceleyen Türkolog ve Kürdolog Mehmet Bayrak’tan “7 uğursuz T” diye sıraladığı politikaların sebeplerini ve sonuçlarını dinliyoruz. Express’in Güz 2019 sayısından naklen…
Kürtlerin ve Kürdistan’ın Görsel Tarihi (Öz-Ge, 2019) kitabınızda Kürdistan’daki tarihi eserlerle ilgili belgeler kadar yıkımlarını da ortaya koyuyorsunuz. En son Moğolların büyük ölçüde yok ettiği, Eyyubilerin ise tekrar inşa ettiği Hasankeyf’e de değiniyorsunuz. Hasankeyf sadece Kürtlerin değil, Yukarı Mezopotamya’nın tarihinin işlendiği bir bölge. 1950’lerde ortaya atılan baraj projesi en son AKP döneminde somut hale getirildi ve uygulandı. Sizce Hasankeyf’e kurulan Ilısu Barajı sadece bir elektrik üretme projesi mi?
Mehmet Bayrak: Bu barajın hangi maksatla yapıldığını iyi kavramak için yakın geçmişe bakmak gerekiyor. O yakın geçmiş 19. yüzyılın son çeyreğidir. 19. yüzyılın son çeyreğinde, en büyük Alevi-Kürt, Ermeni-Hıristiyan havzası olan Fırat’ın demografik yapısını değiştirmek amacıyla, o dönemin askeri erkânı, büyük havuzlar yapılmak suretiyle insanların topraklarından göçertilmesini öngören bir teklifi Osmanlı yönetimine sunmuştu. Çünkü Abdülhamit döneminden itibaren artık Osmanlı-İslâm belgisi öne çıkmıştı. Herkes Osmanlı şemsiyesi altında toplanacak, ama aynı zamanda herkes Hanefi Müslüman olacaktı! Hanefi Müslüman dayatması sadece Şafii Müslümanlara değil, aynı zamanda Ezidi, Alevi Kürtlere ve Ermenilere de yapıldı.
Yani, 1915’e daha yarım yüzyıl varken?
Elbette. Zaten 1890-96 yılları arasında, Abdülhamit döneminde bir Ermeni katliamı yapılıyor. Hatta Ermenilere destek veren Kürtlerin de münhasıran cezalandırılması söz konusu oldu. Ağırlıkla Fırat havzasını İç Toroslar’a bağlayan hatta yapıldı bu katliam. Dolayısıyla kalkınma, modernleşme adı altında, su üzerinden demografik yapıyı değiştirme, insanları mülklerinden uzaklaştırma önce Osmanlı-İslâmlaştırma düşüncesiyle başladı, daha sonra da Türk-İslâmlaştırma projesiyle devam etti. Yani bu proje en az 100-140 yıllık bir geçmişe sahip.
Bu projenin başlatıcıları kimler?
Abdülhamit’i alaşağı edip reform iddiasıyla ortaya çıkan, kurucu ideologlarından ikisi Kürt olan İttihat ve Terakki! Dr. Abdullah Cevdet Bey ve Dr. İshak Sükuti Bey Kürttür. Bunlar Osmanlı-İslâm şemsiyesinin yerine Türk-İslâm şemsiyesini ikame etmeye çalıştılar. Bu amaçla da etno-dinsel temizlik, tektipleştirme ve Türk-İslâmlaştırma planı ekseninde hareket ettiler. Tabii İttihatçılar gökten zembille inmedi. Bunlar eski kadroların devamıydı. Keza Kemalistler de gökten zembille inmedi, onların da asker-sivil yüzde 95’i eski İttihatçı kadrodandır. Netice itibariyle, gerek Osmanlı-İslâm, gerekse Türk-İslâm projesi, zorla bir din ve zorla bir millet yaratma projesidir. Yapılan bütün katliamların, sürgünlerin altında bu yatıyor. “7 uğursuz T” olarak nitelendirdiğim Te’dip (askeri yöntemlerle edeplendirme, hizaya getirme), Tenkil (cezalandırma), Taqtil (katletme), Tehcir (hicret ettirme, mecburi iskâna tabi tutma), Temsil (asimile etme), Temdin (medenileştirme, ki bu önce Osmanlı-İslâmlaştırmaydı, cumhuriyet döneminde de Türk-İslâmlaştırma projesine dönüştürüldü) ve bunlar hayata geçirildiğinde de son T’nin, yani Tasfiye’nin gerçekleşmesi planlanıyordu. Geçmişteki tüm katliamlar, sürgünler, asimilasyon çabaları, diğer kimliklerin yok edilmesiyle beraber Türklük ve İslâm ekseninde bir toplum yaratılması amacı taşıyordu.
Bugün Hasankeyf’te yapılanlara bakınca, geçmişten beri yürütülen politikaları görmek zorundayız. Kürdistan’da demografik yapının değiştirilmesi projesi Şark Islahat Planı’ndan beri başarılamadığı için, Kürtler tarihsizleştirilmeye çalışılmıştır. Tarihi varlıkların hemen hepsi yok edildi. Yok edilmeyen yerler de askeri bölgelerin içine alınarak gözden ırak kılındı.
Kemalistlerin Osmanlı’dan farklı olarak uyguladığı ne tür yöntemler vardı?
Kemalistler, Osmanlı’dan farklı olarak “7 T”yi profesyonelleştirme, kurumsallaştırma yoluna gitti. Bunun da temelleri İttihatçılar tarafından atılmıştı aslında. 1915’te hem Ermeni hem Süryani-Keldani hem de Ezidi soykırımı yapıldı. Kürtler Müslüman kabul edildikleri için sonraya bırakılmıştı. Nitekim 1921’deki Koçgiri katliamıyla artık sıra onlara gelmişti. Onun için dönemin merkez ordu komutanı, Arnavut kökenli Sakallı Nurettin Paşa “zozoların işini bitirdik, sıra lololara geldi”, yani Ermenilerin işini bitirdik, sıra Kürtlerde diyordu. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren de balta kütükten çıkmıştı, artık önde engel görülmüyordu. Nitekim 1924’te gazetelerin başlıklarının altyazısı şöyleydi: “Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter.” Bu tahrik edici ve aşağılayıcı dil, aynı zamanda özgüvenin de ifadesiydi. Oysa Kürtler 1920’den itibaren bir beklentiye girdiler. Nitekim 1921 Anayasası’nın 20. maddesinde, mahalli yönetim esası getiriliyordu. Hatta 1922’de de Kürdistan’a özerklik verilmesi yönünde bir kanun tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. Bu gizli celsenin zabıtları var.
Yani Kürdistan’a özerklik verilmesi kabul mu edildi?
Tabii, Şubat 1922’de kanun teklifi verildi ve 22 Temmuz’da da bu kabul edildi.
Sonra?
Güya bu konuda ilgili makamlara genelgeler gönderildi. Fakat Kürtleri yatıştırmak için yapılan bu hamle, Ankara hükümetinin aynı dönemde İngiliz ve Fransızlarla gizli anlaşma yapması üzerine hükümsüz kaldı. Çiyayê Kurdan Kürtleri, yani Kürt Dağı (bugünkü Rojava) Kürtleri Ankara hükümetinin gizli anlaşmasından haberdar olunca, Hacı Hannan Ağa öncülüğünde Ankara’ya geliyorlar. Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye matbaasında, “Kürt Dağlıların Mutalebatı” adıyla bir broşür bastırıyorlar. Kürtler bu yolla Mustafa Kemal’e, “Sen daha Samsun’a çıkmamışken biz anti-emperyalist, anti-işgalci bir yönelimle bölgemizdeki Fransızlarla kanlı bıçaklı olduk. Bize verilen söze göre birlikte kurtulacaktık. Eğer İngiliz ve Fransızlarla gizli bir anlaşma yaptıysanız, bu rezalettir, felakettir, ihanettir” diyorlar. Çünkü İngiliz ve Fransızlarla yapılan gizli anlaşmaya göre, Kürtler şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, hane hane ortadan bölünüyordu. Uyarı, muhtıra niteliğindeki bu broşür, 1922’de yayınlanıp Meclis’e dağıtıldı. Fakat çok ufak tefek, Kürtleri oyalayıcı düzeltmelerle Lozan’a gidildi. Lozan’da malûm anlaşmalar yapıldı ve geriye Musul-Kerkük kaldı. O konuda da aslında anlaşılmıştı, ama Kürtlerden çekinildiği için mesele Musul Komisyonu’na havale edildi. Komisyon da yüzde 10 hissesi Türkiye’de kalmak şartıyla bu petrol bölgesini Britanya’ya verdi. Türkiye sözde itiraz edince konu Cemiyet-i Akvam’a (Birleşmiş Milletler’in selefi Milletler Cemiyeti) gitti. Oradan da yine Britanya lehine karar çıktı. Neticede, Türkiye yüzde 10 hissesini 500 bin sterlin karşılığında Britanya’ya satarak elini eteğini çekti. Böylece Kürdistan, Lozan’la birlikte dört parçaya bölünmüş oldu.
1921 Anayasası’nın 20. maddesinde, mahalli yönetim esası getiriliyordu. Hatta 1922’de Kürdistan’a özerklik verilmesi yönünde bir kanun tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. Bu gizli celsenin zabıtları var.
Lozan’dan bir süre sonra Şeyh Said isyanı patlak veriyor, ama siz çalışmalarınızda aslında söz konusu isyanın milli bir kalkışma olduğunu, hilafeti değil, bağımsız bir Kürdistan’ı hedeflediğini iddia ediyorsunuz. Bu iddianız neye dayanıyor?
1965’te üniversiteye başlar başlamaz Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldum. O tarihten itibaren de, siyasi gelişmeleri takip ettiğim gibi, meselelere sol dünya görüşü çerçevesinde baktım. Fakat 1980’li yılların başlarında, gerek Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadele, gerekse Şark Islahat Planı kitaplarıma kaynaklık eden devletin gizli belgelerine ulaştıktan sonra, kafamda her şey ete kemiğe büründü. Anladım ki boşa konuşmuyoruz ve her şeyin kaynağı, belgesi var. 1920’den itibaren Kürt örgütlenmesinin yasaklanmasıyla beraber legal plandaki örgütler illegaliteye kaydı. Bunlar, Türkçesi Kürdistan Azadî Cemiyeti, Kürtçesi Azadîya Kurdistan, Osmanlıcası Kürt İstiklâl ve İstihlâs Cemiyeti çatısı altında, yeraltında bir araya geldiler. Kürt Teâli Cemiyeti de bu çatının altında yer alıyordu. Aslında 1921’de Koçgiri’de dile getirilen ve katliamla bastırılan mahalli yönetim talebinin sürdürücüsü oldu Azadî Örgütü. Fakat bu hareket yeraltına indi diye devletin gözünden kaçmış olmadı. Nitekim örgütün içindeki muhbirler, tüm faaliyetleri devlete bildiriyordu.
Kimdi bu muhbirler?
En önemli muhbirlerden biri Şeyh Said’in bacanağı, emekli binbaşı Kasım Bey’di. Bir diğeri eski Genç mebusu Hamdi Bey’di, ki sonradan Yılmaz soyadını aldı. Siirt kökenliydi ve Genç o zaman vilayetti. Bir başka muhbir Muallim Mehmet Farih’ti. Bunlar düzenli olarak Genç ve Diyarbekir vilayetlerine, Dahiliye ve Hariciye vekaletlerine, Genelkurmay’a ve bizzat Mustafa Kemal’e doğrudan ihbarda bulunuyordu. Şeyh Said’in bacanağı hem hareketin içinde görünüyor hem de muhbirlik yapıyordu.
Şeyh Said isyanında yer almış olan bu insanlar İslâmcı mıydı?
Bugün elimizde, Kürt Teâli Cemiyeti’nin 85 dolayında üyesinin ismi var. Bunların 70’e yakınını devletin gizli belgeleri üzerinden gün yüzüne çıkardım. Bir bölümünü de rahmetli İsmail Göldaş, farklı kaynaklardan bulup çıkarmıştı. Said-i Kurdî, yani Bediuzzaman Saidi Nursi, Kürt Teâli Cemiyeti’nin kurucu üyelerinden biridir. Ona benzer üç-beş isim dışındakilerin tümü seküler, Avrupa veya başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde eğitim görmüş, küçük burjuva Kürt aydınları.
Şeyh Said ismi neden öne çıkıyor peki?
Şeyh Said dini misyonuyla beraber ekonomik nüfuzu da olan bir şahsiyet. Pek çok vatansever Kürt gibi o da Ankara’dan rahatsız, ama harekete sonradan dahil edilmiştir. Zaten Şark İstiklâl Mahkemesi’ndeki savunmasında, “ben hareketin ne önünde ne de arkasındaydım, içinde buldum kendimi” diyor. Azadî Hareketi’nin bir dini, bir de siyasi kolu var, ama dini kol siyasi kola göre son derece azınlıktadır. Ankara’daki ilk meclisin yapısına baktığınızda da üçte biri din adamları, dedeler veya seyyidlerden oluşuyor. Zaten 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ulusal hareketlerin önderliği, aynı zamanda dini misyonu olan ailelere geçti. Ama Kürt Teâli Cemiyeti gibi Azadî Örgütü’nün de çoğunluğunu seküler şahsiyetler oluşturuyor.
Kürdistan Azadî Cemiyeti üyelerinin isimleri biliniyor mu?
Robert Olson, 1992’de yayınladığım Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı isimli kitabında, Batılı devletlerin arşivlerinden yararlanarak otuz dolayında Azadî üyesinin ismini veriyor. Azadî Cemiyeti’nin başında Cibranlı Halit Bey bulunuyordu. Örgütün şubelerinin tümünün başında eski yurtsever Kürt aydınları bulunuyor. Cibranlı Halit Bey, Mustafa Kemal ve İnönü’yle birlikte Harp Okulu’nu okumuş Kürt bir Osmanlı subayı. Aynı zamanda meşhur Cibran aşiretinin ileri gelen ailelerinden birine mensup.
İttihat ve Terakki’nin Kürt kurucularından Dr. Abdullah Cevdet Bey, 1911’de bir broşür yayınlayarak uygulamaların Meşrutiyet’in ruhuna külliyen aykırı ve ihanet olduğunu söylüyor, Osmanlı şemsiyesi altında bütün halkların gerçek kimlikleriyle ve haklarıyla, eşit olarak, birlikte yaşamasını öngören bir model öneriyor.
Azadî örgütünün merkezi neredeydi?
İstanbul! 1900’lerin başında Kürt Azm-i Kavi Cemiyeti’nden Kürdistan Teâli Cemiyeti’ne kadar yirmi ayrı demokratik Kürt örgütü kurulmuştu. Bunlardan üçü, yani Kürt Demokrat Fırkası, Kürt Serbesti Fırkası, Kürt Millet Fırkası siyasi parti niteliğinde. Bu parti ve örgütlerin çoğu II. Meşrutiyet’ten sonra kurulmuştu. Fakat İttihat ve Terakki, 1912’deki Selanik Kongresi’nden sonra bütünüyle Balkanlı ve Kafkaslı dönme Türkçü Müslümanların eline geçince, yüzlerindeki maskeyi çıkarıp Türk ve İslâm maskesini taktılar. Böylece yeni bir inkâr ve ret politikası başladı.
Gidişatın bu yönde olduğunu farkeden –İttihat ve Terakki’nin Kürt kurucularından, Osmanlı’nın çeşitli yönetim kademelerinde görev almış olan– Dr. Abdullah Cevdet Bey, 1911’de bir broşür yayınlayarak uygulamaların Meşrutiyet’in ruhuna külliyen aykırı ve ihanet olduğunu söylüyor. Abdullah Cevdet Bey, Osmanlı şemsiyesi altında bütün halkların gerçek kimlikleriyle ve haklarıyla, eşit olarak, birlikte yaşamasını öngören bir model öneriyor.
Abdullah Cevdet’inki İttihat ve Terakki’ye ilk Kürt itirazı sayılabilir mi?
Aslında 1909’da da benzer temalı bir broşür yayınlamıştır kendisi, ama 1911’deki ilk ciddi Kürt itirazıdır. 1912’de İttihat ve Terakki’nin kadroları değişip 1913’teki Babıâli baskınıyla da iktidar ele geçirilince, Osmanlı tarihinde ilk defa Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Osmanlı Ayan Meclisi, yani senato olmak üzere iki meclisli bir parlamento kuruldu. Kısa süre sonra senato budandı ve yönetim tamamen Türk-İslâmcıların eline geçti. Daha sonra Mehmet Akif Ersoy gibi isimlerin Almanya’ya gönderilip zamanla birer savaş propagandisti olarak İslâm âlemine salınması söz konusudur. Hatırlayalım, savaşa karşı çıkan Tevfik Fikret’e en ağır saldırıları yapanlar bunlardır. Çünkü Alman militarizminin kucağında bir dünya harbine girilmesinin Osmanlı’nın yok olması anlamına geleceğini söylüyordu Tevfik Fikret. Osmanlı dağılırken anti-emperyalist mücadelede Kürtler önemli bir noktadaydı. Urfa, Maraş, Antep… Sırf Antep’te Fransızlara karşı oluşturulan anti-emperyalist 16 çetenin 12’si Kürt çetesiydi. Bunlar, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışından önce başlamış mücadelelerdir.
Şeyh Said’e dönelim, kitabınızda, Şeyh Said isyanı diye bir isyan olmadığını iddia ediyorsunuz. Peki olan ne?
O isyanın Kürdistan Azadî Cemiyeti tarafından organize edildiği, gizli belgeleri ortaya çıkarmamızla beraber bugün artık ayan beyan ortadadır. Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri kitabımda devletin bu konudaki yüzlerce sayfalık belgeleri var. 1925 isyanıyla ilgili devlet içinde ne tür şifreli yazışmalar yapıldığı ortadadır.
Bu belgelere nereden ulaştınız?
Birinci nüshası halen devletin kasasında. Diğer nüshasına ise, imha edilmek üzere İçişleri Bakanlığı’nın çöplüğüne atılan bir klasör sayesinde ulaştım. Kitap kurdu niteliğindeki bir zabıta arkadaş 1980’li yılların başında bu klasörü bulup saklıyor. Ben daha sonra bu klasörü, sahaf üzerinden söz konusu arkadaştan satın aldım. Klasörün ilk birkaç sayfası kopuk, ama sonrası muazzam bilgiler içeriyor. Klasördeki Osmanlıca belgeleri tercüme ettirdim. Mesele ne? Dersim Harekâtı yapılmış, II. Dünya Harbi bitmiş, ama Kürt meselesinin yeniden kapıyı çalacağı bilindiği için, 1945’te dönemin hükümeti konuyu tezekkür ediyor ve bu konuda bir rapor hazırlama kararı alınıyor. CHP hükümeti bu raporu daha önce çeşitli Anadolu kentlerinin yanısıra Kürdistan’da da valilik yapmış olan Ahmet Hasip Koylan’a hazırlatıyor. Koylan o sırada İçişleri Bakanlığı Mülkiye Başmüfettişi. 1925 Kürt hareketinin öncesi ve sonrasına ilişkin yüzlerce sayfa belgeyi topluyor. 1901’den itibaren kurulan yirmiyi aşkın Kürt demokratik örgütünün, ki bunların içinde Kürt Demokrat Fırkası, Serbesti Fırkası, Kürt Teali Cemiyeti de var, tüzüklerini inceliyor. Kürt kadın ve gençlik örgütlerini, bunların maksatlarını, Kürt kültürünü, tarihini, coğrafyasını, siyasetini de inceleyerek rapor haline getiriyor. Hatta Koylan 1944’te Köy Enstitüleri’yle ilgili de bir rapor hazırlıyor. Köy Enstitüleri kanununa göre oralardan yetişen öğretmenler, bulundukları bölgelerde görev yapacaktı. Koylan ise raporunda diyor ki, “çeşitli yerlerde tanık olduğum üzere, Kürt ve Araplar, bulundukları bölgelerde öğretmenlik yaparken oradaki çocuklarla Kürtçe veya Arapça konuşuyorlar, o yüzden bu kanun değişmeli”. Nitekim daha sonra Köy Enstitüleri’yle ilgili kanun değiştiriliyor ve artık bu okullara şehirlerden, başka bölgelerden de öğrenciler alınıyor.
1925 isyanıyla ilgili devlet içinde ne tür şifreli yazışmalar yapıldığı ortadadır. Genelkurmay’ın yazısında deniyor ki, “Bu isyanın iç ve dış basında bir Kürt isyanı olarak neşredilmesi milli menfaatlerimize aykırıdır. Binaenaleyh, isyanın bir Kürt milli isyanı değil, bir irtica ve iğfal, kandırma hareketi olduğu zımnında yayın yapılması için gerekli tedbirleri alın.”
Koylan’ın Kürt raporunda münhasıran 1925 isyanı üzerinde duruluyor. Gerek Şark Islahat Planı’nın ön raporunu hazırlayanlar, gerek dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Cemil Uybadın gibi şahsiyetler, 1925 isyanının din perdesi altında, tamamen milli bir isyan olduğunu söyledikleri gibi, Şeyh Said ve arkadaşlarının tümü mahkemede ayrı bir devlet kurma girişimi dolayısıyla idama mahkûm edildiler. 1925’te, Genelkurmay’ın ilgili yazısında deniyor ki: “Bu isyanın iç ve dış basında bir Kürt isyanı olarak neşredilmesi milli menfaatlerimize aykırıdır. Binaenaleyh, isyanın bir Kürt milli isyanı değil, bir irtica ve iğfal, kandırma hareketi olduğu zımnında yayın yapılması için gerekli tedbirleri alın.” Bu resmi yazıyı o zamanki adıyla Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti, yani Genelkurmay Başkanlığı, hükümete yolluyor. Hükümet de Genelkurmay’ı haklı buluyor ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’nı görevlendiriyor. Çünkü irticai hareketi bastırmak başka, milli bir Kürt isyanını bastırmış olmak bambaşkadır. Türk devleti 1925’te ilk defa 16 uçaklık bir filo kullandı ve bir görüşe göre Britanya’dan, bir görüşe göre de Almanya’dan zehirli gaz getirtilerek toplumun üzerine attığı için bilanço çok yüksek oldu.
Hangi bölgelerde kullanıldı bu kitle imha silahları?
Elazığ-Diyarbakır hattında. Resmi belgelere göre, Şark Islahat Mahkemeleri’nde idam edilen Kürt aydınlarının sayısı 47’dir, ama isyanın bastırılması sürecinde, iki yıl içinde katledilen Kürtlerin sayısı 15 bin 500’dür.
İsyanı başlatan Kürdistan Azadî Cemiyeti, Şeyh Said ve arkadaşlarının idamından sonra dağıldı mı?
İsyanın bastırılmasından sonra Azadî’nin kurtulan üyeleri önce 1927’de Lübnan’a, sonra da Şam’a geçtiler ve orada Xoybûn (“Kendin Olmak”) örgütünü kurdular. Xoybûn’un yayınladığı ilk broşür, “Türkiye’de Kürtlerin kırımı” başlığı taşıyordu. Kürdoloji Belgeleri kitabımın birinci cildinde yayınladığım bu broşürde şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, katledilenlerin dökümü var. Buna göre katledilenlerin sayısı 15 bin 500 kişi. Türkiye’nin o zamanki nüfusu 12 milyon.
Kürt Dağı (bugünkü Rojava) Kürtleri Hacı Hannan Ağa öncülüğünde Ankara’ya geliyorlar. “Kürt Dağlıların Mutalebatı” adıyla bir broşür bastırıyorlar. Mustafa Kemal’e, “Sen daha Samsun’a çıkmamışken biz anti-emperyalist bir yönelimle Fransızlarla kanlı bıçaklı olduk. Bize verilen söze göre birlikte kurtulacaktık. İngiliz ve Fransızlarla gizli bir anlaşma yaptıysanız, bu ihanettir” diyorlar.
O zamanki yönetim 1925 isyanını Kürt milli isyanı değil de irticai bir hareket olarak kodlamakla neyi amaçlıyordu?
Bir kere bütün gizli belgelerde bu isyanın milli bir hareket olduğu söyleniyor. Fakat bunun bu şekilde ilan edilmesi hem Kürt milliyetçilerini hem de Avrupa başta olmak üzere dünya kamuoyunu etkileyecekti. Sonuçta ulusal bir hareket kırımla, katliamla sonlandırılıyor. Üstelik bizim yeni yeni öğrendiğimiz o 16 uçaklık filoyla zehirli gaz atılması bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, devlet olayı örtbas etmek için münhasıran Şeyh Said ismini öne çıkarıyor, yaşanan şeyin bir irtica hareketi olduğunu yayıyor. Oysa Şeyh Said’le beraber idam edilen 47 kişinin büyük bir bölümü İstanbul’da tutuklanıp getirilmişti ve bunların hepsi eski Kürt özgürlük örgütlerinin yöneticileriydi.
1913’ten itibaren Kürt yurtseverleri İttihat ve Terakki’den uzaklaşarak kendi örgütlenmelerine gitmişti. Şeyh Ubeydullah Nehri’nin oğlu Seyyid Abdülkadir mesela, hem senatör ve Ayan Meclisi reisi hem de Danıştay başkanıydı. Devlet Şurası başkanlığı da yapmış bir şahsiyet bu. “Kürt ve Türk birlikte mücadele etmek ve kardeşçe yaşamak zorundadır, birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akıbet yoktur” dediği için 1923’te Meclis’te ayakta alkışlanan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, 1925’te Bitlis’te katledildi. Keza, Hasan Hayri Bey, daha 1919’da Mustafa Kemal’le birlikte subaylık yapan bir şahsiyettir. Mustafa Kemal’in en yakınında görünen, ilk Meclis’e Kürdistan mebuslarıyla beraber ulusal giysileriyle gelip Kürdistan grubuna önderlik eden birisidir Hasan Hayri Bey. Onu da 1925’te Azadî dolayısıyla katlettiler. Özetle, Şeyh Said, Azadî hareketi dolayısıyla idam edilen 47 kişiden sadece biridir.
Günümüzde, seküler Kürt hareketi açısından Şeyh Said nasıl bir anlam taşıyor?
Dersim-Koçgiri kitabımda “İki Said, bir Seyyit’in acılı yaşamı” başlıklı bir yazım var. Şeyh Said, Said-i Kürdî ve Seyyid Rıza. Bu şahıslar, ulusal bir hareketin içinde oldukları için katledildiler. Bu üç isim içindeki en etkisizi Said-i Kürdî’ydi, ama onun da bir Kürt yurtseveri, Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin en etkili kurucu üyelerinden biri olduğu biliniyordu. Said-i Kürdî, Sevr görüşmelerine giden Şerif Paşa komutasındaki Kürt delegasyonunun geri çekilmesini sağlayan Kürt aydınlarından biri olduğu için idam edilmedi, ama hayatı boyunca hep gözetim altında ve sürgünde yaşadı. Daha sonra onun takipçisi olan başta Fethullahçılar olmak üzere Nurcular da, Said-i Kürdî’nin Kürt yurtsever kimliğini örtmek için “Bediuzzaman”ı, İslâmcı kimliğini öne çıkardılar. Oysa kendisi aynı zamanda bir Kürt yurtseveriydi.
“Kürt ve Türk birlikte mücadele etmek ve kardeşle yaşamak zorundadır, birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akıbet yoktur” dediği için 1923’te Meclis’te ayakta alkışlanan Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey, 1925’te Bitlis’te katledildi.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilen ideolojilerin başında İslâmcılık geliyor. Nasıl ki 1960’larda Kürt hareketleri sol ideolojiden etkilenerek yükseldiyse, 1920 sonrası Kürt milliyetçi hareketlerinin de İslâmcılığa eklemlendiğini söylemek doğru olmaz mı?
Azınlık statüsündeki etnik topluluklarda din ve milliyet iç içe geçer. Ama aslında Şafii Müslümanlar da kendilerini azınlık olarak hissediyorlar. Çünkü Osmanlı’dan beri devletin resmi mezhebi Hanefiliktir. Özellikle de Şafii Kürtlerin örgütlenme biçiminin, klasik Şafiilikten de ayırt edici özellikleri var. Klasik Şafiilik onlara hitap etmediği için genellikle tarikat ekseninde örgütlenirler.
Klasik Şafiilik neden onlara hitap etmiyor?
Çünkü bunlar eski Kürt din ve kültürlerinin mensubu. Nitekim Zerdüştlüğün, Mazdekçiliğin, Bailiğin etkilerini görüyoruz Şafii Kürtlerde. Nakşibendiler Kürttür ve Kürt olan Mevlâna Halid’in kuramcısı olduğu Halidiye Kolu’na mensupturlar. Mevlâna Halid, Güney Kürdistanlıdır ve birkaç farklı dilde şiir yazan bir şahsiyettir. Kürt İslâmı’nın, Şafiiliğinin ayırt edici özellikleri var. Bu nedenle Said-i Kürdî Medresetü’z-Zehra adıyla bir medrese açılması için Abdülhamit’e başvuruyor. Arkasından İttihatçılarla görüşüyor, ama İttihatçılar Hamidiye Alayları’nı etkilesin diye onu Balkan Cephesi’ne göndermek istiyor. Neticede Said-i Kürdî hep takibat altında kaldı ve sürgünde öldü. Urfa’da gömülü olduğu halde türbesi 1960 ihtilali sürecinde bir geceyarısı kaldırılıp bilinmeyen bir yere götürüldü. Şeyh Said’in, Seyyid Rıza’nın mezarı da bilinmiyor.
Seyyid Rıza’nın Dersim bölgesinde öne çıkmasına sebep olan koşullar nelerdi?
Daha 1864’te Dersim bölgesinde Kürt-Ermeni İstiklâl Komitesi adıyla, legal bir örgütlenme kuruluyor. Kürtlerle Ermenilerin kurduğu bu komitenin Kürt cenahında Seyyid Rıza’nın babası Seyyid İbrahim de vardı. Kendi bölgelerinde demokratik hakların tanınması için İstanbul’a gönderdikleri heyetin mensupları tutuklanıp iki sene hapiste tutuluyor. O tarihten itibaren Seyyid ailesi mimleniyor. Abdülmecit, Abdülaziz, Abdülhamit, İttihat Terakki ve nihayet cumhuriyet döneminde bu aileye yaklaşım değişmiyor. Her askeri harekâtta Seyyid Rıza ve yakınlarının evleri yok ediliyor, talan ediliyor. Osmanlı döneminde Dersim isyanı var, ama 1937’de bir isyan söz konusu değil. 1937-38, tamamen planlı bir soykırımdır. Dersim’de katledilenlerin sayısı 40 ila 50 bin arasındadır.
O dönemde Ankara yönetiminin Alevi politikası neydi peki?
1925’te gerek Şark Islahat Planı’yla, gerekse Tekke ve Zaviyeler Kanunu’yla sadece Şafii Müslümanlık değil, aynı zamanda Alevilik de yasaklandı. Dolayısıyla yalnızca Hanefi Müslümanlık ve Lozan’da söz verildiği için gayrimüslimlik tanınıyor. Şark Islahat Planı’nın 28 maddesinin tamamı Kürtlerle ilgilidir. O plan bilinmeden Kürt meselesi de, Alevilerin serencamı da anlaşılmaz. Ayrıca, 1927’de Mustafa Kemal yeni bir Kur’an tefsiri için Diyanet İşleri Riyaseti’ne yedi madde halinde talimat yolluyor. Nasıl bir Kur’an tefsiri yapılacağını da bizzat kendisi belirliyor. Burada Aleviliğe ve Şafiiliğe asla yer verilmemesi gerektiğini söylüyor.
1930 yılında buna eşlik eden bir genelge yayınlanıyor ki, o da Hasan Reşit Tankut’un arşivinden çıktı ve ilk kez ben yayınladım. Orada da hem Alevilerin ibadetleri hem de ibadetlerinin enstrümanı olan saz, bağlama yasaklanıyor! Alevi dedeleri o yüzden “köyün dışına, damın başına, pencerenin önüne gözcü koyuyorduk” diyorlar. Aleviler inançlarının yasaklı olduğunu biliyor, ama bunun resmi belgesini bilmiyorlardı. O belgeler sırasıyla Şark Islahat Planı, Tekke ve Zaviyeler Kanunu, Mustafa Kemal’in Diyanet’e yolladığı yedi maddelik talimat ve İçişleri Bakanlığı’nın 1930’da yayımlanan gizli genelgesidir. Alevilerin hiçbir zaman ibadetlerini serbestçe yapamamalarının kaynağında bu dört unsur yatıyor.
Şeyh Said ile Seyyid Rıza arasında herhangi bir mücadele ortaklığı olmuş mu?
Yakın zamanda ortaya bazı yalanlar salındı. Güya Şeyh Said, Seyyid Rıza’nın yanına, destek istemeye gitmiş. Seyyid Rıza da kendisi için davar kesmiş. Şeyh Said ve adamları da “biz kızılbaşın kestiğini yemeyiz” demiş. Seyyid Rıza da güya “bizim kestiğimizi yemeyenle biz nasıl işbirliği yaparız, beraber savaşırız” demiş. Külliyen yalan bunlar! Aksine, Şeyh Said ve arkadaşlarının, Dersimlilerin hareketlerine destekleri konusunda defalarca yayınladığı genelgeler var. Dersimliler belli ölçüde harekete destek de veriyor. Ama bir bölümü, devletin de propagandasının etkisi ve İzzettin Doğan’ın babası Hüseyin Doğan gibi işbirlikçi dedelerin etkisiyle harekete karşı duruyor.
Kürt aydınlarının, isyanın bastırılmasından hemen sonra, 1926’da İsmet İnönü’ye yolladığı bir mektup var. O mektup ne maksatla yazılıyor?
1925’teki milli isyan hareketi dolasıyla sakıncalı bulunduğu için yurtdışına çıkmak zorunda kalan Kürt aydınları İsmet Paşa şahsında aslında hükümete muhtıra yolluyorlar. Bu aydınlar Lübnan başta olmak üzere Ortadoğu’da ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da yaşıyorlar. Nitekim Kürt aydınlarının Kürtlerin eşitlik talebini dillendirdikleri mektup İsmet Paşa’ya Fransa’dan yollanıyor.
Aleviler inançlarının yasaklı olduğunu biliyor, ama bunun resmi belgesini bilmiyorlardı. O belgeler Şark Islahat Planı, Tekke ve Zaviyeler Kanunu, Mustafa Kemal’in Diyanet’e yolladığı yedi maddelik talimat ve İçişleri Bakanlığı’nın 1930’da yayınlanan gizli genelgesidir. Alevilerin ibadetlerini serbestçe yapamamalarının kaynağında bu dört unsur yatıyor.
Neden Mustafa Kemal’e değil de İsmet İnönü’ye yolluyorlar?
İsmet Paşa’nın Kürt olduğunu biliyorlar çünkü. Eğer o aydınların muhtırası o zaman dikkate alınsaydı, sonraki acıların, kayıpların, gözyaşlarının hiçbiri olmayacaktı. O deklarasyonda Kürt aydınlarının ne kadar haklı oldukları bugün net olarak anlaşılmıştır. Keza Rojava Kürtlerinin ne kadar haklı olduğu 1922 deklarasyonuyla, yani Kürt Dağlılarının Mutalebatı’yla ortadadır. Kürtlerin eşitlik talebi kabul edilip red ve inkâr politikasından tez zamanda vazgeçilseydi, bugün bu noktada olunmazdı. “Yedi uğursuz T” politikalarını devreye koyanların zihniyeti iflas etti, ama dökülen onca kanın da müsebbibi bu zihniyettir. Başta Hasankeyf bağlamında sorduğunuz sorunun yanıtı da buradadır. İnsani, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel felaketlerin arkasındaki bu zihniyet ne yazık ki hâlâ devrededir.
Söyleşiye son günlerde çeşitli etkinliklerle Hasankeyf’teki Ilısu Baraj projesine karşı yapılan protestolar dolayısıyla başladık, ama devletin Kürt politikasının tarihine dalınca orayı eksik bıraktınız…
Tekrar ediyorum, bugün Hasankeyf’te yapılanlara bakınca, geçmişten beri yürütülen politikaları görmek zorundayız. Bakın, İslâmiyet Selçuklular döneminde bu topraklara girdi. O dönemden itibaren İslâmi eksenli ideolojiler egemen hale geldi ve onlar da farklı dinsel kültürlerle mücadele etmeye, onların maddi ve kültürel varlıklarını yok etmeye odaklandılar. İstanbul Doğu Roma İmparatorluğu’nun, Roma da Batı Roma İmparatorluğu’nun başkentiydi. Bugün hem Roma hem de diğer tarihi şehirler adeta birer açık hava müzesidir. Peki bizde ne kaldı? Tarihi kalıntıların büyük bir bölümü viranedir. Çünkü maksat, geçmiş din ve kültürlere ait varlıkları yok etmek ve tarihi kendisiyle başlatmaktır. Nitekim Selçukluların ayakta tuttuğu yerlerden biri olan Aspendos’ta, kabartma heykellerin yüzünü hamur gibi bir maddeyle kapatarak orayı kervansaray olarak kullanmışlar. Oranın ayakta durmasının sebebi de tarihi bir varlığa saygıdan değil, kervansaray ihtiyacından kaynaklanıyor zaten.
1915’te Kürtler Müslüman kabul edildikleri için sonraya bırakılmıştı. 1921’deki Koçgiri katliamıyla sıra onlara gelmişti. Onun için dönemin ordu komutanı Nurettin Paşa ‘zozoların işini bitirdik, sıra lololara geldi’, yani Ermenilerin işini bitirdik, sıra Kürtlerde diyordu. 1924’te gazetelerin başlıklarının altyazısı şöyleydi: “Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter.”
Oysa Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya bir yığın din, inanç, kültür ve uygarlığın gelip geçtiği, konakladığı, yükseldiği ve çöktüğü coğrafyadır. İslâmiyet dolayısıyla, bu uygarlıklardan ne kaldıysa yok edilegelmiştir. Geçmişte dünyanın en zengin kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi, Halife Ömer döneminde yerle yeksan edildi. O devasa kütüphaneden kala kala mumya içinde, çevresi yanmış iki sayfalık bir varak kaldı. Onların devamcısı olanlar yıkıma, talana devam etti. Osmanlı’da eski tarihi kalıntılar yok edilirken, bir yandan da Kayseri Ermenilerinden Mimar Sinan’a bol bol cami yaptırdılar, şimdi onlarla övünüyorlar. Yakın zamanda Taliban, etkili olduğu bölgelerde, kayalara oyulmuş büyük Buda heykellerini dinamitleyerek yok etti. IŞİD’in de eski kültür kalıntılarını, şehir devletlerini, uygarlık eserlerini nasıl yok ettiğini hepimiz gördük.
Gelelim Kürdistan’a…
Kürdistan’da demografik yapının değiştirilmesi projesi Şark Islahat Planı’ndan beri başarılamadığı için, Kürtler tarihsizleştirilmeye çalışılmıştır. Kürtlerin tarihini Türklerle başlatma hedefiyle tarihi varlıkların hemen hepsi yok edildi. Yok edilmeyen yerler de askeri bölgelerin içine alınarak gözden ırak kılındı. Kapadokya’ya benzeyen Dara Antik Kenti Mardin’de bulunuyor. Fakat üç-dört yıl öncesine kadar askeri yasak bölge içindeydi. Keza birçok gravüre konu olan meşhur Mardin Kalesi, MİT’in ve askerlerin içinde ikâmet ettiği yasaklı bir bölge. Bunlar bilinçli olarak yapılıyor.
Kayyum döneminde de geçmişin izlerini silmek üzere çok sayıda operasyon yapıldı…
Tabii, kayyumların ilk icraatı, Kürtlerin hafızasına kazınan her şeyi yok etmeye yöneliktir. Anıtlar kaldırılıyor, park ve bahçe isimleri değiştiriliyor. Keza Hasankeyf, tüm dünyanın gözlerinin üstünde olduğu, tarihi açıdan harika mertebesinde bir bölgedir. İlk sorunun yanıtına artık gelebiliriz: Buradaki mesele baraj filan değildir. Geçmiş uygarlıkların izini silme ve tarihi kendisiyle başlatma zihniyetinin bir uzantısıdır. Hafıza mekânını çoraklaştırmaya, insanlıktan uzaklaştırmaya dönük bir operasyondur Hasankeyf’te yapılan. Onun da kökleri bir yandan Abdülhamit’e, bir yandan 1925 tarihli Şark Islahat Planı’na kadar gidiyor. Ilısu Barajı fikri 1950’li yıllarda konuşulup birkaç yıl sonra proje haline getiriliyor ve 12 Eylül darbesinden hemen sonra burası GAP kapsamına alınıyor. AKP döneminde oradaki tarihin silinmesine başlanıyor. Şark Islahat Planı’nın daha ilk maddesinde, “aşağıdaki planın hitamı tatbikine kadar”, yani plan tamamen hayata geçirilene kadar, Kürdistan’da örfi idare devam edecektir deniyor. O nedenle Kürdistan’ın yönetim yapısı, Türkiye’nin batısına göre hep değişiktir. Umumi müfettişliktir, örfi idaredir, sıkıyönetimdir, OHAL’dir. 1927’den 1947’ye kadar, yirmi yıl boyunca, idamları da imzalayabilen, her türlü yetkiye sahip umumi müfettişlik rejimi vardı Kürdistan’da. Demokrat Parti döneminde örfi idare, sonra sıkıyönetim, ardından olağanüstü hal ve şimdi de kayyum yönetimi…
Hasankeyf’e baraj fikri Demokrat Parti döneminde (1950-1960) oluşuyor. Kürtlerin ilk başta büyük destek verdiği Demokrat Parti’nin Kürt politikası ne yöndeydi?
Kürtler gerçekten de ilk başta DP’yi bir kurtuluş umudu olarak görüyordu. Fakat DP kısa süre sonra çirkin yüzünü ortaya çıkardı. Nitekim Hasankeyf’le ilgili projelendirmeyi yaptığı gibi, Kuzey Kürdistan’la Rojava hattını da mayınlayan ve nice insanın ölümüne, sakat kalmasına yol açan da DP’dir. O zaman Alevi halk ozanı Aşık Ali İzzet Özkan, “Demokrat Parti’yi taze kız sandık / Çirkin çıktı, kahpe çıktı, dul çıktı / Alnım açık, yüzüm ağ dedi, kandık / Yüzü kara çıktı, başı kel çıktı” diyor. Demokrat Parti, esas olarak İttihat ve Terakki’nin bir versiyonudur. Birileri İsmet Paşa’yı aşağılamak için Celal Bayar’ı yüceltmeye çalışıyor. Sanki İsmet diktatördü de Celal Bayar çok demokrattı! İsmet Paşa’nın 1925’te Dersim eksenli gizli Kürt raporu var. Ama 1936’da da Celal Bayar’ın İktisat Vekili olarak hazırladığı Şark Raporu var. Bayar tüm askeri yöntemleri savunuyor.
Az önce “Şark Islahat Planı’nın daha ilk maddesinde, ‘aşağıdaki planın hitamı tatbikine kadar’, yani plan tamamen hayata geçirilene kadar, Kürdistan’da örfi idare devam edecektir” dendiğini aktardınız. Bu plan halen devam ediyor mu?
Şu sıralar üçüncü yoldan söz ediliyor. Türk-İslâmcıların ve Kemalist milliyetçilerinkinin çıkmaz yol olduğunu tarih ispatladı. Türk-İslâm adına yapılan projeler de, hiçbir zaman gerçek mânâda uygulanmayan laiklik adına, milliyetçilik adına yapılanlar da iflas etmiştir. Dolayısıyla üçüncü bir yolun izlenmesi şarttır. Zaten Kürt aydınlanma hareketinin baştan itibaren söylediği buydu. 2013’te Kürt Tarihi dergisi bir kampanya başlatmış ve şöyle demişti: “Kürdistan çoktandır büyük bir tarihsizleştirme operasyonuna maruz kalıyor. Ülkenin tarihsel mirası hem siyasi iktidarlar tarafından hem de ülke sakinlerince tahrip ediliyor. Katliamlar, zorunlu göçler, yakılan-yıkılan köyler, GAP, HES’ler, doğal afetler, yangınlar Kürdistan’daki tarihsel mirası elbirliğiyle yok etti, etmeye devam ediyor. Bu nedenle, bu tarihsizleştirme operasyonuna, tarihsel mirasın yok edilmesine karşı bir kampanya başlatıyoruz.” Görünen o ki, bu türden kampanyalar da devlet aklı projelerinin önüne geçemiyor. Sonuç itibarıyla, gerek insan varlığı, gerek tabiat ve kültür varlıkları, bir bütün olarak insani varlıkların hayatiyet bulması, yaşamına devam edebilmesi, çok çiçekli bir bahçe gibi yan yana, birlikte özgürce yaşamasının yolu gerçek bir demokrasiden geçiyor.
Express, sayı 170, Güz 2019