Temmuzda Urfa-Viranşehir’deki Ezidi köyü Zewra’da (Işıklı) Ezidilerin arazilerine el konduğu haberlerini gördük. Zewra’da yaşananların sıradan bir tapu anlaşmazlığı olmadığını köydeki Ezidi mezarlarının tahribi, sistematik saldırılar ve tacizlerden biliyoruz. Hakeza, aynı köydeki mezarlıklar 2017 nisanında da saldırıya uğramıştı. Ezidiler zorunlu olarak terk ettikleri topraklarına 2000’lerin ilk yıllarında geri döndü ve başlarına gelenler bunlar. Bugün şahit olduğumuz durumun tarihsel kökleri nedir? Yurda dönüş ne zaman başladı, nasıl mümkün oldu?
Eyüp Burç: 1980’lerde köylerini terk edip daha çok Avrupa’ya, ağırlıklı olarak Almanya’ya göç eden Ezidiler 2000’lerin başından itibaren köylerine dönerek evlerini barklarını yapmak, işlerine güçlerine bakmak istediler. Bu karar diasporadaki Ezidilerin Köy Meclisleri’nde alınmıştı. Avrupa’da neredeyse her köy kendi meclisini oluşturduğu için bu ilginç örgütlenme biçiminin adı da Köy Meclisleri. Bir anlamda Aşiret Meclisleri de diyebiliriz bunlara. Meclislerde ata yurduna, anayurda dönme kararı alındı. Bağlayıcı bir karardan çok, böylesi bir inanç hâsıl oldu, çünkü Ezidilerin toprakla, anayurtla ilişkisi inanç düzeyindedir; hem “ax û av” (toprak ve su) hem de mezarlıklar çok önemlidir. Öyle ki, zorunlu olarak yurtdışına çıkanlardan Avrupa’da hayatını kaybedenlerden bir kısmı daha sonra mezarlarından alınıp köylerinde tekrar defnedildi. 90’larda bu çok zordu, ama yumuşama dönemiyle mümkün olabildi.
Ezidilerin en önemli ikonlarından biri de “berat” denen, bilye büyüklüğünde, yuvarlak şekil verilerek kurutulmuş kutsal toprak parçasıdır. Her Ezidi cebinde muska gibi taşır onu. Bunlar daha çok kutsal bilinen şahısların türbesinden ya da köy toprağından alınır. Laleş (Musul yakınlarında küçük bir vadi) toprağından alınanı makbuldür, hatta onun da en makbulü Şeyh Adiy’in türbesinden alınandır. Berat için Ezidilerin toprakla bağının sembolüdür diyebiliriz. İşte bu anlayış, bu kültürel yapı, toprakla olan bu bağ anayurtlarına dönüşün temel nedeniydi.
Mardin, Urfa, Beşiri, Batman, Kurtalan, İdil… Yüzlerce köyde, on binlerce nüfusun yaşadığı bu alanlarda şimdi Ezidi nüfusu yaklaşık beş yüz. Onlara da rahat yok. Ekonomik kaynaklarıyla, birikimleriyle evlerine dönmek istiyorlar, ama rahat yok. Mezarlarına saldırılıyor, traktörleri parçalanıyor, “size yer yok” deniyor.
2000’lerin başında, köylerinde nasıl bir hayata döndüler?
Dönüş süreci bir anlamda yeniden inşa süreciydi, bu dönemde ziraatı ayaklandırmaya çalıştılar. Tarlalarını temizlediler, arazileri taşlardan ayıklanmak için uğraştılar. Yatırımlar yaptılar köylerine. Eski evlerini onardılar, yeni evler yaptılar. Ama Zewra’da olduğu gibi, büyük problemlerle de karşılaştılar. Ezidiler 1980’lerde zorunlu olarak göçerken mal mülklerini en güvendikleri Müslüman tanıdıklarına ve hatta kirve akrabalarına emanet etmişlerdi. Ama o “emanetçiler” şimdi emanetleri iade etmek istemiyor.
Ezidilerin Müslüman akrabaları var mı?
Bazı aşiretler var ki, bir tarafı Müslüman olmuş, bir tarafı hâlâ Ezidi, ama amca çocuklarıdır. Benim ailemde de böyle. Viranşehir’de oturan bizim aşiretten kuzenlerim Müslüman olmuşlardır. Ezidilerin Müslümanlarla bir diğer ilişkisi de kirvelikten gelir.
Müslümanlarla “kirvelik” üzerinden kurulan bağ nasıl?
Ezidilikte kirvelik önemli bir kurum. Kirvelik daha çok Müslümanlarla yapılır, ki arada bir bağ oluşsun, akrabalık bağı oluşsun. Kan akrabalığından çok, sanal bir akrabalıktır bu. Çocuklarını peş peşe sünnet ederler mesela. Müslümanın kirvesi ileri gelen bir Ezidi olur, Ezidinin kirvesi de Müslüman bir tanıdığı ya da arkadaşı. Bunun arka planında güvenlikçi bir yaklaşım da yatıyor. Ezidiler işte daha çok bu kirvelerine teslim ettiler geride bıraktıklarını. Dediler ki, “gelin eve yerleşin, tarlaya bakın, ekin biçin, bir şey veriyorsanız verin, vermiyorsanız da önemli değil, ama bir gün döndüğümüzde malımızı mülkümüzü geri verin”. Kirvelerin hepsi bu vaatlerle emaneti aldı. Fakat, geri dönüş sürecinde “emanetçiler” asıl sahiplerine emanetleri geri vermek istemedi, kavgalar çıkardılar, mahkemelere gitti bu işler. On beş yıldır Urfa, Mardin, Batman, Şırnak ve Diyarbakır Çınar’daki birçok köyün meselesi bu. Yerleşenler işledikleri toprakları geri vermeye yanaşmıyor.
‘80 sonrası sadece Ezidiler değil, Süryaniler de aynı akıbete uğradı, onlar da aynı biçimde köylerinden edildi. Kürt-Alevi şeridi olan, “Fırat’ın batısı” diye bilinen, 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nda “ıslah edilmesi gereken bölge” olarak geçen bölge de aynı kaderi paylaştı.
Zewra’da bunu yapanların korucu olduğunu biliyoruz. Ezidilerin topraklarını, mallarını iade etmeye yanaşmayanlar genelde böyle bir konuma mı güveniyor?
Ya mensup oldukları Müslüman aşiretlerine güvenerek böyle davranıyorlar ya da çoğu devletin silahını alıp köy korucusu olmuş, ona güveniyor. Zewra’dakiler öyle. Koruculuk cezasızlık gibi bir anlama geliyor. Niyet kötü olunca, devletin silahıyla kendisini garantiye alıyor. El koymuşlar topraklara, geri gelen Ezidilerin tarlalarını sürmesini engelliyor, traktörlerini kırıyor, sularını kesiyorlar, köye sokmamaya çalışıyorlar.
Zewra’daki Ezidi mezarlığında bir mabet, Şengal minyatürü yapılmak istendi, ama engellediler. Mabedi yapan işçiler tehdit edildi, mezarlık tahrip edildi. “Gelmeyin, size burayı yâr etmeyiz” dendi. Ezidileri en hassas yerinden vuruyorlar, toprakla, mezarlarıyla ilişkilerini kesmeye çalışıyorlar. Bu saldırganlığın arkasında yatan şey gözü doymamış bir köylülük falan değil, sistematik bir durum var, teşvik ediliyor. Müslümanlaştırma ya da Müslüman olmayanları göçertme prosedürü bu.
Biraz önce Ezidilerin 1980’lerde yurtdışına göç etmek zorunda kaldığını söylediniz. Bu zorunlu göçün sebebi neydi?
1980 askeri darbesi sonrasında tutuklamalar ve işkence had safhadaydı. Zewra’ya örneğin neredeyse her gün askerler baskın düzenliyordu. 12 Eylül döneminde Zewra’da gözaltına alınmayan, işkencehanelerden geçmeyen kalmadı. Bu süreçte fırsat bulabilenler kaçmak istedi. Bana sorarsanız, o dönem devlet yine göçertmeyi teşvik etmek istedi.
Bunu size düşündüren ne?
Elimde belge yok, ama kimsenin pasaport alamadığı bir dönemde bütün köylülere, yaşlılara, hastalara, çocuklara pasaportların verilmiş olması, onların bir şekilde Almanya’ya yönlendirilmesi bir prosedür bence, gizli bir emir. Örneğimiz Zewra köyü olsun; Urfa’dan pasaport alıp topluca daha çok İstanbul, kısmen de Ankara’ya gidiyorlardı. Ben o zaman İstanbul’da, lisede öğrenciydim. Bakıyordum, insan kaçakçılığı yapan çeteler seyahat bürolarında bu işleri kotarıyordu. Çoğu da büyük ihtimalle devletin istihbaratıyla ilişkideydi. Çünkü bu tür işlerin çok kolaylaştırıldığı bir süreç vardı. İnanılmaz bir süratle, hızla boşaltıldı Müslüman olmayan köyler.
Temel amaç ihtidaya yöneltmek, yani din değiştirtmek. Din değiştirilmediğinde ülke dışına göçe zorlamak; yani adı konmamış bir deportasyon, Müslüman olmayanların, din değiştirmeyenlerin ülkeden tehcir edilmesi. Sistematik bir Müslümanlaştırma, göçertme politikası. Bunu Ermeni jenosidinden, Rum mübadelesinden, 6-7 Eylül olaylarından da biliyoruz…
‘80 sonrası sadece Ezidiler değil, Süryaniler de aynı akıbete uğradı, onlar da aynı biçimde köylerinden edildi. Kürt-Alevi şeridi olan, “Fırat’ın batısı” diye bilinen, 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nda “ıslah edilmesi gereken bölge” olarak geçen bölge de aynı kaderi paylaştı. Pazarcık, Elbistan, Afşin, Göksu, oradan Kayseri’ye doğru Sarız, biraz aşağıya doğru Koçgiri, İmranlı, Kangal ve Malatya’ya doğru Doğanşehir, Kürecik, Arguvan… Bütün bu şerit Alevi-Kürt şeridi. Bu şerit için de 80’lerden sonra kapılar açıldı. Ezidiler gibi onlara da pasaport çıkarmada kolaylık sağlandı ve yurtdışına göçmelerinin yolları bulundu. Şark Islahat Planı’nın gereği olarak “ıslah edilmesi” gereken bölge bu süreçte boşaltıldı. Bu göçler münferit sebeplerden, ekonomik sıkıntılardan falan olmadı yani.
Şark Islahat Planı’nın fırsat yaratıldıkça uygulandığını düşünüyorum. Çünkü temel amaç ihtidaya yöneltmek, yani din değiştirtmek. Din değiştirilmediğinde demografik yapıyı değiştirmek, ülke dışına göçe zorlamak –yani adı konmamış bir deportasyon, Müslüman olmayanların, din değiştirmeyenlerin ülkeden tehcir edilmesi. Yoksa nasıl oldu da 1920’lerde Türkiye nüfusunun yüzde 30’a yakını gayrimüslimken bu oran yüzde birlere düştü? Sistematik bir Müslümanlaştırma, göçertme politikası uygulanıyor. Bunu zaten tarihten biliyoruz, Ermeni jenosidinden, Rum mübadelesinden, 6-7 Eylül olaylarından…
1980’lerin Türkiye’deki Ezidiler için bir eşik olduğunu söyleyebilir miyiz?
Önemli bir eşik. Devlet 80’lere kadar Ezidiliği tanıyordu. O tarihlerde karar verici organ generallerden oluşan Milli Güvenlik Konseyi’ydi (MGK). Bugün hâlâ ülkenin “milli güvenlik” meseleleri Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşülüyor. “Kılıç artığı” Asuriler ve Ezidiler tehdit olarak görüldüğü için ‘80’den sonra Ezidilerle ilgili bir karar alındı. Nüfus dairelerine gönderilen bir gizli yazıyla hüviyetlerinde din hanesine artık “Yezidi” yazılmamaya başlandı.
Daha önce yazılıyor muydu?
Evet. Önceki kimliklerde, mesela benim ‘80’den önceki kimliğimde “Yezidi” yazıyordu. Eğer resmi kimliğinde din hanesinde “Yezidi” yazıyorsa devlet bu dini, bu dinin başka bir din olduğunu kabul etmiş demektir. Her ne kadar onun gereklerini yerine getirmese, dini azınlıkla ilgili hak tayin eden düzenlemelere yanaşmasa da, resmi kimlikte “Yezidi” yazıyordu. Nihayetinde karar aldılar ve “isterseniz İslâm yazalım” dediler. Kimse bunu istemedi. O zaman da ya çarpı ya da çizgi atıldı, yani “dinsiz” olduk. Sonradan öğreniyoruz ki, MGK gizli emirle bunu nüfus dairelerine bildirmiş. Devletin kodu bu ve hiç değişmedi: Süreklilik arz eden bir Müslümanlaştırma ve Türkleştirme projesi.
Soruya dönersek, bence devletin Ezidiliği 80’lere kadar kimliklerde yazmasını, bu anlamda tanımasını ve ‘80 sonrasında bu konuda tutum değiştirmesini bir işaret olarak almak gerekiyor –ki Ezidiler bunu kavradı. Çünkü bizim tarihimiz katliamlar, fermanlar tarihidir. Yetmiş küsur ferman yaşadığımızı söylüyoruz, ama yüzlercesi var tarih boyunca. Dolayısıyla, Ezidilerin belleğinde, devletin bu yaptığı geçmişin bilgilerini depreştirdi. “Devlet artık kimliğime beni Ezidi olarak yazmıyorsa, benim için iyi şeyler düşünülmüyor demektir” dediler ve fırsat varken kaçmanın yollarını aradılar, orada da bir teşvik oldu devlet eliyle.
Abdülhamit’in geliştirdiği projenin adı “Tahsis-i İtikad”di. Yani “inancın düzeltilmesi” ya da bizim bulduğumuz kavramla söylersek “teolojik mühendislik”. Projeye göre Heyet-i Fehmiyeler, yani ikna grupları oluşturulacak, fırka-i delâleyi, “yoldan sapanları” yola getirecek. Nasihatle yola gelmeyenlere de “ıslahat” uygulanacak. Yani, ya göçertilecek ya öldürülecek.
Bakın, yine bu dönemde iki faili meçhul var. Bunlar ilk faili meçhuller. Öldürülenlerden biri Ezidi, diğeri Süryani. İkisi de zorla kaybedildi. Viranşehir’deki Derviş Savgat, Almanya’da yaşayan, yaşlı, işçi bir amcamızdı. Yıllık izninde köyüne gelmişti. 1988’de alıp götürdüler ve öldürdüler. Bu olayı o zaman SHP Adana milletvekili Cüneyt Canver gündemde tutmuştu. Olay kamuya mâlolduğu için mezarı açılıp otopsi yapıldı ve işkenceyle öldürüldüğü görüldü. Süryani olan da Mihail Bayro’ydu. O da yaşlı bir amcaydı. Onu da alıp öldürmüşlerdi. Mesaj neydi, biliyor musunuz: “Bakın, en yaşlılarınızın bile güvencesi yok!” İbretlik yaptılar ki herkes çekip gitsin. Adı konmamış deportasyonla Asuri Süryaniler ve Kürt Alevilerle beraber “kılıç artığı” üç inançtan birini temsil eden Kürt Ezidileri de göçe zorlandı.
Ezidiler 1980’lere kadar ağırlıklı olarak nerelerde yaşıyordu?
Mardin, Urfa, Beşiri, Batman, Kurtalan, İdil… Yüzlerce köyde, on binlerce nüfusun yaşadığı bu alanlarda şimdi Ezidi nüfusu yaklaşık olarak beş yüz. Onlara da rahat yok. Bütün ekonomik kaynaklarıyla, birikimleriyle geri dönmek istiyorlar, ama rahat yok. “Size yer yok” deniyor. Örneğin, bugün Viranşehir’de bunu yapan “emanetçi” diyor ki, “ben bir aileydim, şimdi kırk oldum, arazileri bana verin”. Bu çökme planıdır. Tarihsel olarak da travmalarını yaşadığımız mala çökme hikâyesi bu işte. Rumun, Ermeninin mallarına çöküldü. Ezidilere de tarih boyunca çok yapıldı.
1940’lara kadar Diyarbakır’ın Bismil-Çınar-Dicle platosunun yüzde 80’i Ezidi köyleriyle doluydu. Ezidi nüfusunun en yoğun olduğu yerlerdi. Abartılır bazen, “üç yüz kadar köy vardı” denir, o kadar değildi, ama onlarca köy vardı. Şu anda bir tane yok. Diyarbakır’da bir tek aile kalmış sadece, bir karı-koca. Bütün o köylere çöktüler. Bugün Viranşehir’de yapılan da aynısı. Devleti de yanlarına almışlar, ceza yok. Siz devletseniz, vatandaşa eşit davranacaksınız. Bu vatandaş senin “gizli” planlarına uymadı, kendi ata toprağını bırakmak istemiyor, tam tersine Avrupa’daki birikimini buraya taşımak, modern tarım yapmak istiyor. Siz buna engel olanlara niye engel olmuyorsunuz?
Viranşehir’de yaşananlarla aynı zamanda hükümet yanlısı medyada şu haberi gördük: “PKK’dan kaçıp gitmişlerdi… Avrupa’dan köye dönüş.” Hürriyet’te 31 Temmuz’da çıkan bu haberin konusu Ezidiler. Habere göre, Şırnak Valiliği ile İdil Kaymakamlığı’nın daveti üzerine yurtdışındaki Ezidiler Şırnak-İdil’deki Mağara Köyü’ne dönüyorlar. Haberde huzurdan, güvenden bahsediliyor ve “mutlu” bir tablo çiziliyor. Ayrıca, Viranşehir’deki saldırıların Hürriyet’te haberleştirilmediğini de ekleyelim… Bir Ezidi ve aynı zamanda gazeteci olarak, medyanın bu konuda üstlendiği rol size ne ifade ediyor?
Viranşehir meselesi pandoranın kutusunu açtı. Parlamentoda çeşitli partiler bu konuyu gündeme getirdi. DEVA Partisi’nden Mehmet Emin Ekmen, İçişleri ve Adalet bakanlıklarına soru önergesi verdi. Yeşil Sol Parti Şırnak milletvekili Ayşegül Doğan da aynı bakanlıklara “ne oluyor?” diye sordu. Yine Yeşil Sol Parti grup başkan vekili Meral Danış Beştaş cumhurbaşkanı yardımcısına sordu. Süryani ve Ezidi köylerinin akıbetini tespit edip raporlayacak bir araştırma komisyonunun kurulması için çaba var. Hem iç hem dış basında Viranşehir hadisesi gündeme geldi. Hürriyet’in yaptığı ise kontra-haber. Bu devletin haberidir. Ama hani derler ya, minareye kılıf uymuyor, bu hikâye de öyle.
Mağara Köyü dedikleri köyün adı Kiwêx’tır. 1960’larda köy isimleri Türkçeleştirilirken bu köyün adı Mağara Köyü yapıldı. Arkasında mağaralar olduğu için bu isim tercih edildi sanırım. Nuh Tufanı’ndan geriye kalanların orada yaşadığına dair efsaneler de vardır. Sonra oraya korucular yerleştirildi. Bundan beş-altı yıl önce, korucular köyün ismini “İslâm” yaptı. Şimdiyse aynı köyün üzerinden şu anlattığınız haber dolaşımda. Böyle bir zihniyetin mağduru olmuş köye kontra haberlerle mutluluk hikâyeleri yazıyorlar. Bu bir halka, inanca, kültüre yapılabilecek en büyük saygısızlık. İnanılır gibi değil.
2014’te Ezidilere yapılanı “büyük final” olarak görüyorum. Ezidiler kendilerine karşı çıkarılmış 72 Ferman olduğunu söylüyorlar ya, aslında yüzlerce irili ufaklı katliam var. Biz fermanı katliamla özdeşleştirmişiz. Yahudiler için “holocaust”, Ermeniler için “Meds Yeghern” ne ise Ezidiler için de Kürtçe “ferman” aynı şey.
“Pandoranın kutusu açıldı” dediniz; kapalı mıydı ki?
Bana tapu işlerinde uzman bir avukat “tapu müdürünü ayarla, Türkiye’yi kendine tapularsın” demişti. (gülüyor) Çünkü tehcir sırasında gayrimüslimler, özellikle Ermeniler için çıkarılan kanunlar var. Metruk malların ne olacağına dair kanunlar bunlar. Bu malların hazineye devri, kaç gün askıda kalacağı gibi şeyleri içeriyor. Bir sürü prosedür var. İki günde bütün malınızı mülkünüzü elinizden alan kanunlar bunlar, iş onları sahibine geri vermeye gelince elli-altmış yıl süren arazi davalarına dönüyor. Malın sahibi ya malını alamıyor ya da mahkeme kapılarında öldürülüyor. Viranşehir’de bizzat şahidi olmuşluğum var. Mahkeme önlerinde otuz-kırk yıllık davalarını takip eden Ermeniler katledildi. Köylere yerleştirilmiş kişilerin 14-15 yaşındaki çocuklarının eline silah verilip öldürüldü bu insanlar. Mahkeme süreçlerini böyle bitirdiler. Zaten mahkemeler de karar vermiyor. Müslüman olmayanın malına mülküne el koyma sürecinin toprak rejimiyle, kanunlarıyla sıkı ilişkisi var. “Pandoranın kutusu”ndan kastım biraz bu. Açılıyor ve bütün pislikler, bütün detaylarıyla ortaya saçılıyor.
Biraz daha geçmişe gidersek, “kutu”nun içi ne zamandan beri nelerle doldu?
Osmanlı Balkanları kaybedince Abdülhamit için en büyük kâbus imparatorluğun doğu tarafını da kaybetmekti. Oradaki temel mesele de Ermenilerdi. Çünkü Ermeniler aydınlanmış, ulusal bilincine kavuşmuşlar ve devlet kurup ayrılmak istiyorlar. Bir de yavaş yavaş rahatsızlığını dile getiren Araplar var. Abdülhamit için millet, Müslüman olan demekti zaten. Ama Müslüman Araplar da millet gerçeğine aykırı davranmaya başladı ve korku büyüdü. Elinde tek kalan tek şey Kürtlerdi. Kürtleri Ermenilerin devlet talebine karşı vurucu güç olarak kullanacağı projeler geliştirdi. Hamidiye Alayları bu projenin parçasıydı. Paramiliter güçleri Ermenilere karşı silahlandırdı. Aynı zamanda bir başka şey daha yaptı. Din değiştirme projesi geliştirdi. Mümkün mertebe, Ermenilerde değiştirebildiği kadar din değiştirtmekti amaç. Geri kalan, özellikle kendilerini Müslüman görmeyen, ama İslâm otoriteleri tarafından İslâm’ın bir sapması olarak tarif edilen “mezhepler” vardı onlara göre ve hedef onlardı.
Din değiştirtme projesinin adı neydi?
Abdülhamit’in geliştirdiği projenin adı “Tahsis-i İtikad”dı. Yani “inancın düzeltilmesi” ya da bizim bulduğumuz kavramla söylersek “teolojik mühendislik”. Tahsis-i İtikad’ın amacı projede şöyle yazılı: “Fırka-i Delâle içinde olanların Heyet-i Fehmiyelerle, olmazsa Heyet-i Islahiyelerle ıslahına…” Fırka-i Delâle “sapmış, yoldan çıkmış grup” anlamına geliyor. Peki kim bunlar? Başta Ezidiler var, onları Aleviler, Şebekler, Kakailer, Yareseniler, Dürziler, Nusayriler takip ediyor. Resmi iddiaya göre, bunlar Müslümandılar, bir müddet sonra yoldan saptılar ve tekrar doğru yola gelmeleri lâzım. Proje bunu amaçlıyor. Projeye göre Heyet-i Fehmiyeler, yani ikna grupları oluşturulacak. Sonra da Fırka-i Delâleyi, “yoldan sapanları” yola getirecek. Nasihatle yola gelmeyenlere de “ıslahat” uygulanacak. Yani, ya göçertilecek ya öldürülecek.
Elimize geçen ilk fetva 13. yüzyıla ait. Özetle, “Ezidilerin katli vaciptir, kızlarını cariye olarak alabilirsiniz, mallarına ve mülklerine el koyabilirsiniz, çocuklarını öldürebilirsiniz” deniyor. Bu fetvalar İslâm’ın başından beri var. Çünkü Ezidiler “mürted” kabul ediliyor.
Tahsis-i İtikad’ın başına geçirdikleri Ömer Vehbi Paşa’yı 1892’de Ezidilerin bulunduğu bölgeye gönderiyorlar. Üstlendiği görevi yerine getirirken çok aşırıya kaçıyor, büyük katliamlar yapıyor, ama yetmiyor. O dönem bir de askere alma kanunu çıkarılıyor. Ezidilere “gelin, askerlik yapın” diyorlar. Ezidiler Sultan Abdülaziz’e bir mektup yazarak Ezidilik nedir, neye inanılır, nasıl yaşanır, nasıl evlenilir, ne yenir, ne içilir, aile ilişkileri nedir, tarihsel olarak nereden gelmişlerdir, kutsalları nedir, tüm bunları anlattılar. Sonuç da şu: “Biz askerlik yapamayız, yeşil renk giyemeyiz…” Askerlikten muafiyet talep ediyorlar. Abdülaziz de onları muaf ediyor. Aslında ilk vicdani ret hareketi diyebiliriz.
Abdülaziz “tamam” diyor demesine, ama Abdülhamit gelince, “hepsini askere alın, hatta askerlik kanunu çıktığından bu yana vergilerini de alın” diyor. Çünkü askerlik yapmak istemeyen gayrimüslimler bir para ödeyerek muaf olabiliyordu. Ama ilginç olan, Ezidilere gayrimüslim muamelesi de yapılmıyor. Çünkü fırka-i delâle, yani “yoldan sapmışlar” olarak görülüyorlar. Abdülhamit, “hepsini askere alın, farklı kışlalara gönderin ve dinlerini değiştirin” diyor. O dönem Hamidiye Alayları teşkil edilmiş. Ezidiler “biz de aşiretiz, güçlüyüz, bizim aşiretlere de verin alayı” diyor. Fakat bütün Kürt aşiretlerine alay verildiği halde Ezidiler bunun da dışında tutuluyor. Çünkü “düzenli askerlik üzerinden onların dinini değiştirme planı yaparken bunlara alay verirsek bir arada güçlü olurlar, ellerine silah da vereceğiz, dinlerini falan değiştiremeyiz” diye düşünüyorlar. Nihayetinde, Ezidilerin Hamidiye Alayı kurmalarına izin verilmiyor. Ama bu arada Ezidiler hızla askere alınıyor. Amaç kışlalarda din değiştirtmek.
Hiç istisna var mı?
Viranşehir’de Ezidi aşiretleri çok. Orada Milli Aşiret Alayı teşkil ediliyor ve Ezidi bir komutan da var, Hüseyin Kanco. Ahmet Türk’ün dedesi. İbrahim Paşa uyanık galiba, ona diyor ki, “Hüseyin, din değiştir”. Hüseyin Kanco din değiştiriyor ve Hamidiye Alayı komutanı oluyor. Başka bir aşiretin de ağası İbrahim Paşa tarafından Ezidi olarak sunulmuyor ve komutan oluyor. Bu iki istisna var sadece.
Ömer Vehbi Paşa o dönem gönderdiği raporda “1 milyon 50 bin Ezidi var” diyor. Yani, zamanında din değiştirir gibi görünmüş, ama Müslümanlaşmamış çok sayıda Ezidi olduğunu anlıyoruz. 1800’lerdeki Diyarbakır kadı defterlerinde Ezidi Memo Davası geçiyor. Kendisi Bingöllü. Mahkeme diyor ki, “bu Ezidi, hangi şeriata göre ceza vereceğiz?” İki otoriteye gönderiyorlar, hem Hanifi hem Şafi fıkıhına göre raporlar geliyor. O raporlarda Ezidiler nedir ne değildir, tarifi yapılıyor. “Mürted” diyorlar, yani, “dinden çıkmış, öldürülmesi vacip”. Aslında 1300’lerden başlayarak, elimize geçen Ezidi fetvalarının hepsinde böyle dendiğini görüyoruz, Ebussuud da dahil.
Bir milyon hiç de az bir sayı değil…
Evet, bu yüzden yarın bir gün Ermenilerle birlikte hareket etmelerinden korkuyorlar. Sonuçta etnik bir azınlık, hak talebinde bulunurlarsa ne yaparız diye düşünüyorlar. Bunlar zalimin korkuları. Yoksa, Tahsis-i İtikad pilot proje olarak niye Ezidilere uygulandı, binlerce kişi neden Ömer Vehbi Paşa ve oğlu tarafından katledildi? Bu bitmeyen bir Müslümanlaştırma, ihtida, Tahsis-i İtikad projesi. Bugün Zewra’da, Kiwêx’ta olanlar da Müslüman olmayanlara yönelik gizli ellerin hâlâ devrede olduğunu gösteriyor.
Ezidi Soykırımı’nın dokuzuncu yılındayız. 3 Ağustos 2014 bu tarihsellikte nasıl bir durak?
2014’te Ezidilere yapılanı “büyük final” olarak görüyorum. Ezidiler kendilerine karşı çıkarılmış 72 Ferman olduğunu söylüyorlar ya, aslında yüzlerce irili ufaklı katliam var. Biz fermanı katliamla özdeşleştirmişiz. Ferman sultan buyruğudur, kanun gibidir, sizi terfi de ettirebilir. Ama Ezidiler Hilafet döneminde, Safevilerde, Emevilerde, Abbasilerde, Selçuklularda ya da Osmanlı’da tüm başlarına gelenlere “ferman” demişler. Çünkü onlar için çıkarılan tüm kanunlar katliam olmuş. O yüzden ferman katliamla özdeşleşmiştir. Yahudiler için “holocaust”, Ermeniler için “Meds Yeghern” ne ise Ezidiler için de Kürtçe “ferman” aynı şey.
İlk “fermanlar” hilafet dönemine kadar uzanıyor, öyle mi?
Ezidilik Kürtlerin İslâm öncesi inancı. Bir din sistematiğine oturtulduktan sonra, onlara gayrimüslim ya da “kâfir” muamelesi yapılmıyor. İkinci derecede “kâfir” muamelesi yapılıyor, ki bu en kötüsü: “küffar”. Bir gayrimüslimin, mesela bir Hıristiyanın ya da Yahudinin İslâm ülkelerinde ya da Dârü’l İslâm’da yaşaması iki şekilde olabilir. Ya kelime-i şehadet getirir ve İslâm’a gelir ya da dinine bağlı kalır, ama reayalaşır, cizyesini, yani gayrimüslim vergisini öder. Ama Ezidiler için bu kategori kullanılmamıştır. Ezidilikle ilgili bütün fetvalarda bunu görürüz. Elimize geçen ilk fetva 13. yüzyıla ait. Özetle, “Ezidilerin katli vaciptir, kızlarını cariye olarak alabilirsiniz, mallarına ve mülklerine el koyabilirsiniz, çocuklarını öldürebilirsiniz” deniyor. Bu fetvalar İslâm’ın başından beri var. Çünkü Ezidiler mürted kabul ediliyor. Özellikle 13. yüzyılda yoğunlaşan fetvalarda Ezidilik inancına dahil olanlara mürted deniyor.
Eğer bir nekropolitika ve biyopolitika çalışması yapılacaksa, mürtedlik ve Ezidilik inanılmaz bir laboratuvar. Bir inanç bin yıldır katliam tehdidiyle yaşıyor, çünkü İslâm’ın ablukasında. Ezidiliği İslâm’dan kopmuş bir sapma olarak görmek en büyük iftiradır. Dört bin yıllık kadim inancı yüzlerce katliama tabi kılıyorlar. IŞİD’in katliamları bu katliamların jenosit halidir.
Ne demek “mürted”?
“Bunlar zamanında Müslümandı, sonra dinden çıktılar” demek. Biz mürtedliğin ne olduğunu biliyoruz. Direkt Kur’an’da geçmiyor. Dinden çıkan, peygambere saygısızlık yapanlarla ilgili ayetler var. Orada da ölüm öngörülüyor. Buhari’nin sahih hadislerinde, “peygamber dinden döneni öldürün demiştir” denir. Hatta Hz. Muhammed ölüm döşeğindeyken dinden dönmeler başlıyor. Otorite gidince eski konumlarına dönmeye çalışanlar oluyor. Kendini peygamber ilan edenler de oluyor. Halife Ebubekir o dönem bu nedenle inanılmaz katliamlar gerçekleştiriyor. Hz. Ali çok aşırıya gittiğini söylüyor. O da diyor ki, “mürteddirler”. “Tövbe etsinler, affet” dense de fayda etmiyor. Çünkü mürtedin tövbesi de kabul edilmiyor. Mürtedle ilgili müktesebat bu, Ezidiliğe kadar. 13. yüzyılda fetvalar başlıyor Ezidilerle ilgili. Safevi, Selçuklu, Osmanlı… Bağdat, Musul ya da Diyarbakır’a gelen her vali ya da paşanın ilk işi “Şengal’e gidip Ezidi keselim” demek oluyor. Bir bahane bulup mürtedleri kılıçtan geçirmek, dine “hizmet etmek” istiyorlar.
Ve bu bin yıldır devam ediyor…
Evet, eğer bir nekropolitika ve biyopolitika çalışması yapılacaksa mürtedlik ve Ezidilik inanılmaz bir laboratuvar oluşturuyor. Diğer dinlerde de var, mesela Hıristiyanlıkta “apostezi” var. İnanılmaz katliamlara neden oluyor bu anlayış. Nedir nekropolitika, birilerinin nasıl yaşayabileceğini ve nasıl ölebileceğini egemenin belirlemesidir. İslâm’ın mürtedlik anlayışı gereği Ezidilerin nasıl yaşayacağını ve öleceğini hep egemenler belirlemiştir. Ezidi ülkesinde kim egemense, bırakın devletleri, bazı egemen aşiretler ya da kendisini İslâmi olarak gören her güç sahibi Ezidiye bu nekropolitikayı uygulamıştır. Düşünün ki, bir inanç bin yıldır katliam tehdidiyle yaşıyor, çünkü İslâm’ın ablukasında. İslâm Ezidiliği “mürtedlik” olarak görüyor, halbuki hiç alâkası yok. Ezidilik dört bin yıllık, Huri ve Mitanilerden bu yana gelen, Kürtlerin inancının 12. yüzyılda biraz değişime uğrayarak devam etmesidir. En kadim inançlardan biridir. Ezidiliği İslâm’dan kopmuş bir sapma olarak görmek en büyük iftiradır. Dört bin yıllık kadim inancı İslâm’ın mezhebi haline getiriyorlar, yüzlerce katliama tabi kılıyorlar. IŞİD’in katliamları bu katliamların jenosit halidir.
IŞİD’in ilk hedeflerinden olan Şengal aynı zamanda birçok açıdan stratejik bir yer, değil mi?
Mütareke dönemlerinden Lozan’a, o günden bu yana hep problem olmuş ihtilaflı bir bölge var. Bugün Irak’ta da onun adı ihtilaflı bölgedir. Bu bölge Şengal’den başlıyor, Hanekin’de bitiyor. İçinde Kerkük, Mahmur, Tuzhurmatu var; Kürdistan’ın en zengin şeridi. Petrol, su kaynakları, her şey var. Bir türlü paylaşılamıyor. Lozan’da Lord Curzon’la İsmet Paşa anlaşamıyor, Milletler Cemiyeti’ne havale ediliyor konu. Yeni Irak Anayasası’nın 140. maddesinde bu ihtilaflı bölge için “ileride yapılacak bir referandumla hangi tarafa bağlanacağı tayin edilecektir” deniyor.
İslâm’ın ilk gününden, Ebubekir’in başlattığı mürted savaşından IŞİD’e uzanan bir hat var. O bin yıllık içtihat IŞİD’de somutlaştı. IŞİD gökten bulmadı kızları nasıl köle pazarlarında satacağını, çocuklu kadınları, yaşlıları nasıl öldüreceğini, tüm bunları içtihatlardan aldı. Halife Ebubekir’in mürted ilan ettiklerine karşı yaptıklarıyla IŞİD’in yaptığını yan yana koyun, aynıdır.
Şengal bu yüzyıllık meselenin başında, çok stratejik bir yerde. Zumer ve Til Afer petrolleri Şengal’de, Musul Barajı Şengal alanında. Tarihi İpek Yolu Şengal’den geçer. Türkiye-Suriye-Irak üçgenindedir Şengal. IŞİD Musul’u ele geçirince ihtilaflı bölgelere saldırı planı yaptı. Aslında, bir Arap kafası çalıştı, orayı Kürtlerin elinden almak istedi. Çünkü de facto olarak o bölge Kürtlerin elindeydi. IŞİD’in ilk saldırdığı yer Şengal oldu. Daha sonra Kerkük, Tuzhurmatu gibi bütün ihtilaflı alanlara saldırdı. Ama önce Şengal, çünkü Şengal IŞİD’e göre mürteddir. Militanlarına her öldürdüğü, tecavüz ettiği kişi için cennette bedellenecek bir fırsat veriyordu. İdeolojik ve ruhsal propagandaya elverişliydi yani. Maksatları Til Afer, Zumer ve sonra da Rojava’ya geçip Rimela petrollerini ele geçirmekti. Şengal ve Ezidiler bu yolu kesiyordu. Şengal’de Dar’ül Harb sürecini Ezidilere yaşatmak istediler. Kâfir bile olmayan mürtedi katletmek istediler.
IŞİD 3 Ağustos’tan bir ay kadar önce, kuşe kâğıtlara basılı, “Ezidilere nasıl davranılır, ne yapılır?” şeklinde bir broşür hazırladı. Sözüm ona İslâm’ın şeriat kanunları kâfire karşı savaşta ve bu savaş sürerken “mürted” olan Ezidilere ne yapılacağına karar veriyorlar. Yani İslâm’ın ilk gününden, Ebubekir’in başlattığı mürted savaşından IŞİD’e uzanan bir hat var. O bin yıllık içtihat IŞİD’de somutlaştı. IŞİD gökten bulmadı kızları nasıl köle pazarlarında satacağını, çocuklu kadınları, yaşlıları nasıl öldüreceğini, tüm bunları içtihatlardan aldı. IŞİD’in hazırladığı broşür ile Ebussuud’un Ezidi fetvasını yan yana koyun, aynıdır. Veya Halife Ebubekir’in o dönem mürted ilan ettiklerine karşı yaptıklarıyla IŞİD’in yaptığını yan yana koyun, aynıdır.
IŞİD’in hedefi olan, bahsettiğiniz ihtilaflı bölgenin demografik yapısı nasıl? Ezidilerin yanısıra bölgede kimler var?
Bu bölge etnik olarak çok ilginç. Şengal’in alt kısmında, Musul ve Şengal arasında Til Afer var. Orada Şii Türkmenler yer alıyor. Musul’un alt kısımlarında Şebekler var, Bektaşi Kürtler yani. Musul’la Şebek arasındaki Ninova denen bölgede Hıristiyan Süryaniler var. Biraz aşağıda, Germiyan bölgesine doğru, Kerkük ve Musul arasında Kakailer var. Kakailer Müslüman olmayan Kürtler. Yarsaniliğin Germiyan versiyonu. O bölgenin tamamı dinsel olarak büyük bir mozaik. Hepsi ihtilaflı bölgede. Öyle tarihsel bir bölge ki, arkasında bir proje ve planla yürümüş IŞİD. Sistematik bir kafa, Müslüman olmayan dinlere bir soykırım projesi görüyoruz. Bunu en zayıf halka olan Ezidilerle başlattılar. 3 Ağustos 2014’te, bu tarihsel arka plana dayanan büyük bir jenosit yaşadı Ezidiler.
En son İngiltere soykırımı tanıdı. Bu ne ifade ediyor, gelinen aşamayı nasıl görüyorsunuz?
Yüz binlerce Ezidi yerinden yurdundan kaçtı, binlercesi hâlâ kamplarda. Bu insanlar kendi köylerine 50 ya da 100 kilometre mesafedeler, en uzak olanı 120 kilometre uzaktaki kamplarda, Duhok’ta, Erbil’de, Zaho’da yaşıyorlar. Kışın soğuğu, yazın sıcağı… Hâlâ iki bin kadar kaçırılmış, köle pazarlarında satılmış, cariyeleştirilmiş, tecavüze uğramış ve bu nedenle çocukları olmuş kızlarımız dışarıda, kurtulamadılar. Binlerce insan toplu mezarlarda gömülü. Birleşmiş Milletler, ABD, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, bütün bu kurumlar bu büyük trajedinin jenosit, yani soykırım olduğunu söylüyor. Yaklaşık 15 ülke 3 Ağustos 2014’te Şengal’de Ezidilere yapılanları jenosit olarak kabul etti. Alman Parlamentosu IŞİD üyelerinin işlediği suçları BM Soykırım Suçlarının Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne dayandırıyor. Soykırım insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisindedir. Dolayısıyla, zaman aşımı olmaz. Bunu yapanların ve yaptıranların cezalandırılması lâzım. Öyle ki, alınan karar da soykırım suçlarının önlenmesi ve cezalandırılması şartına bağlanıyor. O halde mahkemesi kurulmalı.
Bu mahkemeler kurulmuyor ama…
BM öncülüğünde, soykırım suçunu işleyenlere karşı jenosit mahkemesi kurulmalı, yapanlar, yaptıranlar, tetikçiler yargılanmalı, cezasız kalmamalı. Yaramızı saracak en önemli şeylerden biri bu mahkemelerin açılması olacaktır. Soykırım kararı alan tüm devletlere, parlamentolara sesleniyoruz: Soykırım mahkemesini açın, açın ki bir daha bu tarz soykırımlar olmasın. Zewra’da, Batman’da, Midyat’ta, Şengal’de Ezidiler köylerine dönemiyorsa, demek ki Ezidilere yönelik bin yıllık katliam, IŞİD’le birlikte adı konan jenosit devam ediyor demektir.
Jenosit sadece öldürmek değildir. BM sözleşmesine göre, birçok faktörün bir araya gelmesiyle jenosit oluşur. Ailelerin parçalanması da jenosidin bir parçasıdır, asimilasyon ve göç de. Bir toplumu, bir inancı, bir ırkı her şeyiyle canından, kültüründen, dilinden, dininden, toprağından alıp koparmak jenosittir. Dolayısıyla, jenosit süreci Ezidiler için devam ediyor. Mahkemeler kurulmadığı sürece de devam edecek.
Birleşmiş Milletler, ABD, AB, Avrupa Konseyi bu büyük trajedinin jenosit, yani soykırım olduğunu söylüyor. Yaklaşık 15 ülke 3 Ağustos 2014’te Şengal’de Ezidilere yapılanları jenosit olarak kabul etti. Soykırım insanlığa karşı işlenmiş suç kategorisindedir, zaman aşımı olmaz. Bunu yapanların ve yaptıranların cezalandırılması lâzım.
Türkiye’nin soykırımı tanımamasıyla ilgili ne dersiniz?
Ezidilerin yaşadığı Türkiye gibi ülkeler Ezidi inancının tanınmasını sağlamalı. Soykırımı da tanımalı elbette Türkiye parlamentosu. Ezidiler sizin farklı bir inanca sahip vatandaşlarınız. Eğer resmi olarak tanınırlarsa eşit vatandaş statüsüne tabi kılınacaktır. Zewra’da olduğu gibi, bir korucu devlet silahıyla gidip bir Ezidiyi alıkoyamayacaktır, eğer devlet işin içinde değilse tabii.
Türkiye’ye ait savaş uçakları 2021’de Şengal’deki Sikêniyê Hastanesi’ni bombalamış, sekiz kişi hayatını kaybetmişti. Bu yüzden birkaç gün önce Türkiye’ye BM’de dava açıldı. Saldırıdan sağ kurtulan veya saldırıya tanık olan davacılar Türkiye’nin yaşam haklarını ihlal ettiğini belirtiyor…
Bu çok önemli bir şey. Sivil sekiz kişi yaşamını yitirmişti. Hastaneyi bir kez değil, arka arkaya üç defa bombalamıştı Türkiye. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun bu başvuruyu kabul etmesi iyi bir şey. Çünkü kamplarda kalan 200 bine yakın Ezidi Şengal’e dönmek istiyor, ama haklı olarak soruyorlar: “Hava saldırılarının olduğu yere nasıl döneceğiz?” IŞİD “bitti”, soykırımcı bir tehdit olarak görünmüyor Ezidiler için, ama onun yarıda bıraktığı nedir? Öldüremediklerini göçertmek. Soykırımın planlarından biri bu. Ermenilere tehcir adı altında yapılan şey. IŞİD’in başlattığı soykırım başka araçlar ve aktörlerle devam ediyor. Soykırımın dokuzuncu yılında bunun da önlenmesi lâzım. Bombardımandan sonra Türkiye’nin genelkurmay başkanı Şengal için “beka sorunumuz” demişti. Türkiye sınırlarının 150 kilometre derinliğinde bir yer, zaten bir avuç kalmış insanlar nasıl beka sorunu oluyor, anlamak mümkün değil. Dediğim gibi, binlerce insan kamplarda, dönemiyorlar Şengal’e. Sadece Almanya’daki Ezidi nüfusu 150 binin üzerinde, onlar da dönemiyor. Halbuki hepsi dönmek istiyor.
Zewra’yla başlamıştık. Dönenler de orada olduğu gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor…
Deportasyon devam ediyor. Türkiye devleti de ya sessiz kalarak ya da cezasızlıkla buna önayak oluyor. Ne zaman inancımızla, eşit vatandaş olarak yaşayabileceğiz bu ülkede? Türkiye’deki Ezidi vatandaşların haklarının hukuklarının gözetilmesini, inançlarının resmi olarak tanınmasını bekliyoruz.
Ezidiler olarak diğer talepleriniz neler?
Ezidiler teritoryal olarak Şengal ve Şexan’da yaşıyor. Burası iki kantonlu bir özerk bölge olabilir. Biz oraya Ezidixan diyoruz. Şengal ve Şexan merkezli iki vilayetin birleştiği bir eyalet. Neden olmasın? Irak Anayasası buna elverişli. İhtilaflı bir bölge burası, anayasada da “referandumla kaderi belirlensin” deniyor. O zaman Ezidilere sorulsun. Soykırım mahkemeleri ne kadar acilse, Ezidilerin kendini yönetmesi, koruması da o kadar hayati. Aynı zamanda, BM ve soykırımı tanıyan ülkeler güvenliği sağlamalı ki, Ezidiler geri dönebilsin, yaralar sarılsın.
Özerk bölge lâzım, çünkü hiçbir dini inanç Ezidiler kadar kendilerini yönetme ve savunma hakkına sahip olamaz. Şu âna kadar kim “seni yöneteceğiz” demişse, yönetmemiş, öldürmüş. Kim “seni koruyacağız” demişse bunu yapmamış. Bunları canlı canlı gördük. IŞİD gelmeden Peşmerge Şengal’i bırakıp kaçtı. O zaman, o çekilme kararının arkasında kim vardı? Bu konuda neden bir soruşturma açılmadı, neden bir mahkeme kurulmadı? On binlerce savunmasız insan katillerle karşı karşıya kaldı. En büyük katliamlar o zaman oldu. O Peşmerge grupları içinde Ezidiler de vardı. Onlar kaçmadığı için bir bölgeyi onlar savundu sadece. YPG savunabildiği yerleri savundu, koridor açtılar ve birçok insan kurtarılabildi. Soykırımın dokuzuncu yılında bu da yapılmalı, o gün “çekil” kararını kim verdiyse, kimler bundan sorumluysa onlar da yargılanmalı. Başka türlü vicdanımız rahat etmez. Bütün bunlar yapılmalı ki, insanlığa karşı suçların cezasız kalmadığı görülsün. Bütün bunlar yapılsın ki, Ezidiler kendi topraklarında, kendi kutsallarıyla yaşayabilsin. İnsanlığın önündeki vazifedir bu. Sadece Ezidiyim diye söylemiyorum, bunu herkes söylemeli. Neden sadece biz Ezidiler bu işin peşinde olalım?