Muradımız dörtte üç gerçekleşti: Belçika, Fransa ve Hırvatistan yarı finale kaldı. Peki şimdi ne olacak? Belçika mı, Fransa mı? Hırvatistan mı, İngiltere mi? Gönlümüzden geçenler, ibrenin gösterdikleri… Dünya Kupası tefrikamızın beşinci bölümü huzurlarınızda.
Fire verdik. Oradan başlayalım. “Gönlümüz de, ibre de onlardan yana” diyerek yarı final için alfabetik bir sıralama yapmıştık: Belçika, Fransa, Hırvatistan, İsveç.
İsveç’i fire verdik. Maç sonrası tweet’i durumun özetiydi: “Ellerinden geleni yaptılar, Pickford’a takıldılar. Üç büyük kurtarışla İngiltere’yi yarı finale taşıdı. Southgate’in hakkını verelim. İyi hoca, iyi takım kurdu, iyi oynatıyor.”
O üç büyük kurtarış ikinci golün hemen sonrasında, 62, 63 ve 72’deydi, Cleasson ve Berg’in vuruşları o on dakika içinde her şeyi değiştirebilirdi. Hatta, ikinci yarının başında, 46’da Forsberg’in şutu, 47’de Berg’in kafası… Onlardan biri Pickford’un mahir ellerini geçebilseydi… Pekâlâ uzatmalara, belki penaltılara gidilebilirdi.
Olmadı. Niye’sine hocamız Janne Andersson’ın izahı: “Ters giden neydi? Aslında ters giden bir şey yoktu. En iyi halimizde değildik. Aslında oyun kontrolümüz altındaydı, o kornere kadar…”
“Yedinci Mühür”
“O korner” 30. dakikadaydı. Orta ustası Ashley Young topu köşe gönderine koyup gerildi, top penaltı noktasına doğru süzüldü, Maguire zıpkın gibi fırlayıp kafayı vurdu. Bu, İngiltere’nin bu kupada kornerden kazandığı dördüncü goldü. Attıkları 11 golün 8’inin duran toplardan geldiğini de kaydedelim.
O kornerde daha iyi bir yerleşme-eşleşme olsaydı, The Guardian yorumcusu Daniel Taylor’un altını çizdiği üzere, Maguire’ı tutma işi ondan 20 santim kadar kısa olan Forsberg’e kalmasaydı… Ama işte, hep dendiği gibi, “futbol hatalar oyunu”, daha az hata yapan kazanıyor. Ama hata var, hata var.
“Three Lions” şarkısı ve “kupa eve dönüyor” tezahüratı 2018’de küllerinden doğdu yeniden. İngiltere medyasında “it’s coming home” gırla gidiyor. Bunda, ilk 16’daki Kolombiya maçının penaltı düellosunda kazanılmasının hatırı sayılır payı var. O galibiyet sayesinde, “şeytanın bacağının kırıldığı” duygusu hâkim.
Topu ıskalamak, isabetsiz pas vermek, kötü orta yapmak türünden “talihsizlik hataları” eşyanın tabiatı. Gelgelelim, asıl belirleyici olan pozisyon hataları, bozuk Türkçenin gayet güzel ifade ettiği üzere, “yanlışlık hataları”. İsveç’in elenmesine de öyle bir hata sebep oldu. Evet, 59’da Trippier sağ kanattan çok güzel getirdi, evet, Lingard ceza sahasına nefis kesti, ama Dele Alli niye bomboştu, nasıl o kadar rahat vurabildi? Maç o an, orada kaybedildi.
2-0’ın altından kalkmak dünya kupalarında nadirattan. Belçika’nın Japonya’ya bu kupada yaptığı en son 48 yıl önce görülmüştü, ‘70’te Almanya 2-0 yenik düştüğü maçta İngiltere’ye 3-2 galip gelmişti. İsveç’in öyle bir “come back”i tekrarlayabilmesi için futbol tanrısının kayıtsız şartsız yanında olması gerekiyordu. Ama o da İngiltere’ye haksızlık olurdu.
Sonuçta, “şövalyemiz” 450 küsur dakika sürdürdüğü satrancı kaybetti. “Azrail”, kırmızı formalıydı. Bu mecazları, maçın ertesi günü İsveç devletinin resmi twitter hesabından gelen açıklamaya borçluyuz: “Günaydın. Bildiğiniz gibi İsveç’in Dünya Kupası macerası sona ermiş bulunuyor. Dolayısıyla, Bergman’ın filmlerine dönüp neşemizi bulalım.”
Bu durumda, biz de Yedinci Mühür’e bağlanalım, Scott Walker’dan dinleyelim: “The Seventh Seal”. Heavy metal sevenlere ise Iron Maiden’ın “Dance of Death”ini paslayalım.
“It’s coming home”
Öncelikle şunu teslim etmek gerekiyor: Evet, maç öncesinde ibre İngiltere aleyhineydi, grupta Tunus’u 90+2’de geçebilmişler, Belçika’ya yenilmişler, ilk 16’da Kolombiya’yı penaltılarla eleyebilmişlerdi, ama maç boyunca ibre lehlerineydi. Daha iyi olan onlardı.
Andığımız maçlarda teklemişlerdi, ama iyi bir ekip oldukları da ortadaydı. Gareth Southgate genç, diri bir kadro kurmuştu ve asıl önemlisi, müşkülpesent İngiliz medyası şunda hemfikirdi –The Guardian yazarı Barney Ronay’in ifadesiyle: “Southgate İngiliz milli takımında çok nadir görülen bir şeyi başardı, bir takım kültürü yarattı.” 1966 finalindeki hat-trick’iyle İngiltere’nin şimdiye kadarki yegâne şampiyonluğunda büyük pay sahibi olan Geoff Hurst de, onu ‘66’nın efsane hocası Alf Ramsey’e benzetiyor, “takım ruhu” mimarı olduğunu söylüyordu.
Elbette o ruh boşlukta salınmıyor, Southgate’in yarattığı bedende nefes alıp veriyordu.
Ve İngiltere medyası şunda da hemfikirdi: Çok uzun zamandır bu kadar sempatik bir milli takım olmamıştı. O sempatinin kaynağı hem oyuncuların kişilikleri hem sergiledikleri oyundu: İyi basan, iyi pas yapan (Lingard, Henderson), dikine oynayan (Delle Alli, Sterling), kanatlardan bindiren (Trippier, Ashley Young), hem havada hem yerde bitirici olan (Kane), hem kesici hem kurucu defans yapan (Walker, Stone, Maguire) bir oyun karakteri. Ve kalburüstü hücumbot beklere sahip kadrolar için biçilmiş kaftan olan 3-5-2 dizilişi.
İngiltere’de ortalık “it’s coming home” (Eve dönüyor) diye inliyor. Brit-pop grubu Lightning Seeds ve komedi ikilisi David Baddiel ve Frank Skinner’ın İngiltere’nin ev sahipliği yaptığı
Euro ‘96 için yazıp bestelediği “Three Lions”ın nakaratı “football’s coming home”, ‘98 Dünya Kupası’nda “kupa eve dönüyor”a, coşkulu bir tribün tezahüratına dönüşmüş, ilk 16 turunda 2-2 biten ve penaltılarda kaybedilen Arjantin maçından sonra küllenmişti.
“Three Lions” şarkısı ve “kupa eve dönüyor” tezahüratı 2018’de küllerinden doğdu yeniden. İngiltere medyasında “it’s coming home” gırla gidiyor. Bunda, ilk 16’daki Kolombiya maçının penaltı düellosunda kazanılmasının hatırı sayılır payı var. O galibiyet sayesinde, şeytanın bacağının kırıldığı duygusu hâkim.
Maçın yıldızı olmaya en yakın aday “hurricane” Harry Kane. İsveç maçını golsüz geçiren “don değiştirmiş Bobby Charlton”ın iki maç üst üste suskun kalması zayıf ihtimal. “Maçın oyuncusu” hanesine Kane’i, “finalist”in karşısına da İngiltere’yi yazabiliriz.
Maziye karışan “penaltı laneti”
Zira, “Three Lions”ın zuhur ettiği Euro ‘96’da, yarı finalde, “kupa eve dönüyor”un slogan-tezahürat olduğu ‘98 Dünya Kupası’nda, penaltılarla elenerek çeyrek finalin kapısından dönmüştü İngiltere. Ve, meşin yuvarlağın cilvesi, Euro ‘96’da, Almanya karşısındaki penaltı atışlarında kaçıran tek oyuncu Southgate’ti.
Penaltı “uğursuzluğu” Kolombiya maçında kırıldığına göre, kupa –Southgate’in ellerinde– eve dönebilirdi. Hava bu.
Tefrikanın başlangıcında “sadakat ilkesi”, “Kamerun ilkesi”, “bale ilkesi” demiş, onlara bir de “kısmet faktörü”nü eklemiştik. Gelgelelim, “iklim ilkesi”ni ve “tribün büyüsü”nü –“tribün”, kelimenin en geniş anlamıyla– fena ıskaladık.
Halbuki, “hava yakalamak” deyişi, “top yuvarlaktır” misali, futbolun ezeli klişelerinden biri. “İklim ilkesi” İngiltere’den yana; çok iyi bir “hava” yakaladılar. “Tribün büyüsü” keza –üstelik müziğin büyüsüyle eşleşmiş olarak. Medyadan pub’larda ve evlerde ekran başında olanlara, stadyumlardaki taraftarlardan sahadaki “üç aslan” formalılara, “Three Lions” şarkısı ve “kupa eve dönüyor” nakaratı herkesin dilinde.
Southgate’in yarattığı takım ruhuyla, o ruhun beden bulduğu oyun düzeniyle buluşan bu “iklim”in, bu “büyü”nün skor levhasına yansımaması mümkün mü? Değil. “Bale ilkesi” ve “kısmet faktörü” devreye girmedikçe…
Gönlümüz Hırvatistan’dan yana, ama ibre İngiltere’yi gösteriyor. Hırvatlar ilk 16’da Danimarka’yı, çeyrek finalde Rusya’yı penaltılarla geçerek “kısmet faktörü” kotasını doldurdular gibi. Geriye “bale ilkesi” kalıyor, bir ölçüde de “Balkan inadı”.
120 dakikalık yıpratıcı ve yüksek gerilimli iki maçtan sonra Hırvatistan’ın “bale”ye mecali kalmış mıdır? Üstelik kaleci Subašić, sağbek Vrsaljko ve Liverpool’da forma giyen merkez müdafi Lovren’in sakatlıkları nedeniyle muhtemelen oynayamayacaklarını hesaba katarsak…
Son sözü Real Madrid, Barcelona ve Juventus’un asları Modrić, Rakitić ve Mandžukić söyleyecekler. Modrić ve Rakitić Arjantin’e yaptıklarını tekrarlayabilir mi? Bu iki isme kıyasla biraz gölgede kalan Mandžukić’in “yıldızının parladığı an” İngiltere maçı olabilir mi? Keşke…
Maçın yıldızı olmaya en yakın aday “hurricane” Harry Kane. İsveç maçını golsüz geçiren “don değiştirmiş Bobby Charlton”ın iki maç üst üste suskun kalması zayıf ihtimal. “Maçın oyuncusu” hanesine Kane’i, “finalist”in karşısına da İngiltere’yi yazabiliriz.
Hırvatistan’ı Eurovision 2000’in starı Goran Karan’la uğurlayalım. “Kad Zaspu anđeli / Melekler Uykuya Yatınca”…
Yüksek sadakat
Ve gelelim “Allez Allez”ye… Tefrikanın dördüncü bölümüne zaplayalım önce: “Hüzünlü bir seyir olacak, Uruguay ardından gözyaşı döktürmese de ‘oof, off’ çektirecek, ‘So Long Marianne’in çektirdiği gibi. ‘Vaktidir ağlamanın ve gülmenin’…”
Bu satırları yazarken nereden bilebilirdik Uruguay’ın ünlü defans ikilisinden Gimenez’in son beş dakikayı gözyaşları dökerek oynayacağını? Vaktiyle Manchester United’ın sağ kanadında hayranlıkla izlediğimiz, şimdilerin TV yorumcusu Gary Neville o gözyaşlarını “profesyonellikle” bağdaştıramayacak (“oyun devam ediyor”), Hürriyet yazarı Kenan Başaran ise “son amatör ruhlardan: Gimenez” diye selamlayacaktı.
Fransa-Uruguay maçının bir o kadar dramatik anı 61. dakikaydı. Pogba’nın başlattığı akında, ceza sahasının birkaç metre önünde topla buluşan Griezmann mesafeye aldırmadan kaleye vurdu, sert vurdu. Muslera tam tokatlarken… Olmayacak şey oldu, top eldivenlerinden sekip filelere gitti.
Muslera kahır içinde gökyüzüne bakarken golün kahramanında sevinçten eser yoktu. Sanki şutu ve golü atan o değilmiş gibiydi. Ona sarılan takım arkadaşlarının tebriklerini buruk bir gülümsemeyle kabul ediyordu.
Maç esnasında TRT spikerinden, Uruguay’ın Dünya Kupası’na katılmayı hak ettiği karşılaşma sonrasında, Griezmann’ın Godin ve Gimenez’i Madrid havaalanında Uruguay formasıyla karşıladığını dinlemiştik.
Maçtan sonra, attığı gole niçin sevinmediği sorulduğunda, Griezmann şöyle diyecekti: “Sevinmiştim, ama Atletico’daki takım arkadaşlarım (Godin ve Gimenez) adına üzülmüştüm de. Onlara saygımdan ötürü sevinç göstermeyi doğru bulmadım. Uruguay’ı ve Uruguay kültürünü seviyorum.”
“Yüksek sadakat” böyle bir şey. Böyle bir yıldızı olan takım tutulmaz mı? Üstelik bir milli maçtan bahsediyoruz, dostluğun “milli duygular”a galebe çalmasından…
“Çok da dramatize etmeyelim”
Maça dönersek… Uruguay Cavani’nin yokluğunu çok hissetti, özellikle müsait pozisyonlar bulduğu ilk yarıda. Ama 40’ta, Griezmann’ın kullandığı serbest vuruşta, Varane’ın nefis kafası, ardından Muslera’nın kısmetsizliği… Ve tabii Fransa’nın Kante’yle, Pogba’yla, Pavard’la, Lucas Hernandez’le, Tolisso’yla, Mbappé’yle, Griezmann’la oyuna ağırlığını koyuşu ve yarı finali Uruguay’dan daha fazla hak edişi…
Maç sonrası, bilge hoca Oscar Tabarez Uruguay’ın vedasını şöyle yorumluyordu:
“Rüyamız sona erdi. Şimdi yeni rüyalara bakacağız. Dünya Kupası’ndan elenmiş olmamız Copa America’da başarılı olamayacağımız anlamına gelmez. Üzgünüz, ama yola devam edeceğiz. Futbolun eliti olan birçok ülke bizden daha önce kupaya veda etti. Çok da dramatize etmeyelim, gerçeğimiz bu.”
Brezilya maçı öncesinde, “Sadece gönlümüz değil, ibre de Belçika’dan yana. Belçika kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. ‘Muhtemelen’ kısmı ‘bilimsellik payı’ ve ‘kısmet faktörü’ icabı” demiştik. Ama doğrusu, bu kadar iyi bir Belçika beklemiyorduk. Özellikle ilk yarıda sergiledikleri oyun mükemmele yakındı.
“Şampi…”
Tefrikanın dördüncü bölümünde şöyle demiştik: “Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.” Brezilya karşısındaki Belçika’yı seyrettikten sonra, “şampiyon”un son üç harfini geri alıp futbol medyası klasiğine rücu etmek gerekiyor: “Şampi…”
Brezilya maçı öncesinde, “Sadece gönlümüz değil, ibre de Belçika’dan yana. Belçika kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. ‘Muhtemelen’ kısmı ‘bilimsellik payı’ ve ‘kısmet faktörü’ icabı” demiştik. Ama doğrusu, bu kadar iyi bir Belçika beklemiyorduk. 2-0’dan çevirdikleri Japonya maçı soru işaretleri yaratmıştı. Gelgelelim, özellikle ilk yarıda sergiledikleri oyun mükemmele yakındı. Roberto Martinez’in oyun planına şapka çıkarmayı da ihmal etmeyelim.
“Kırmızı Şeytanlar”ın şeytanlıkları
Öncelikle, “kazanan takım bozulmaz” prensibinin gereğini yapıp Japonya karşısında sonradan oyuna aldığı ve 1-2’den 3-2’ye götüren gollerin kahramanları Felliani ve Chadli’ye ilk 11’de yer verdi. Lukaku’yu santrafor mevkiinden sağ kanada çekip Brezilya’nın soldan yapacağı Marcelo-Neymar bindirmelerinde boşalacak alana ve defansın göbeğindeki Thiago-Miranda ikilisinin arasına çapraz koşuya seferber etti. Solda ise Brezilya’nın –kupa öncesinde sakatlanan Dani Alves’in yokluğu nedeniyle– aksayan sağ tarafına Chadli ve Hazard ikilisiyle yüklendi.
Maç öncesinde Lukaku’ya Brezilya’nın zayıf yönleri sorulduğunda somut bir şey söylememiş, ama üstü kapalı olarak sağ kanat zafiyetine dikkat çekmişti: “Defanstaki dörtlünün üçü çok tecrübeli, onları ekarte etmek bayağı bir yaratıcılık gerektiriyor” demişti. Dörtlünün dördüncüsü Fagner’di ve defansın zayıf halkasıydı. Chadli ve Hazard o zayıf halkaya yüklendi, Brezilya’nın sağ kanattan atak geliştirmesine set çektiği gibi, hücumlarını da oradan geliştirdi.
Martinez’in kritik bir hamlesi de Lukaku’nun boşalttığı yere Kevin de Bruyne’ü “gölge santrfor” olarak koymaktı. Sürpriz şekilde 4-3-3 dizilen Belçika’nın Lukaku-Bruyne-Hazard forvet üçlüsünün arkasındaki Fellaini-Witzel-Chadli Brezilya orta sahasına top yapma imkânı vermedi ve muharebe ilk yarıda orada kazanıldı.
Kompany’nin 13’te Fernando’ya çarpıp fileleri bulan kafasıyla öne geçen Belçika, 31’de hafızalara kazınacak güzellikteki golle farkı ikiye çıkardı. Neymar’ın kornerini kesen Fellaini’nin çıkardığı topla orta sahanın gerisinden müthiş bir toplu deparla atağa kalkan Lukaku enfes bir pasla Bruyne’ü gördü, o da şaheser bir vuruşla fileleri havalandırdı.
Dünyanın en iyi üçüncü futbolcusu
İlk yarı bittiğinde muradımızın gerçekleşeceğine şüphemiz yoktu. Ama, neticede Brezilya bu! İkinci yarı büyük abluka başladı. Birçok pozisyonda Prekazi ilkesi devredeydi, topun canı Belçika kalesine girmek istemedi. Ve tabii Courtois… Hayati kurtarışlar yaptı, topun canının girmek istemesine müsaade etmedi.
Ama maça damgasını vuran Hazard oldu. Ayağına aldığı hiçbir topu kaptırmadı, takıma hem nefes aldırdı, hem alan kazandırdı, hem hücuma kaldırdı. Birkaç kez üçüncü gole çok yaklaştırdı, ama bitirici olabilecek paslardaki kıl payı isabetsizlik Brezilya’nın beraberlik umudunu son dakikalara kadar canlı tuttu.
Maç sonrasında, birçok yorumcu “dünyanın en iyi üçüncü futbolcusu kim?” sorusunun cevap bulduğunda hemfikirdi: Eden Hazard.
İşte bu Hazard, bu Lukaku –Brezilya maçında Bruyne’nün golüyle sonuçlanan deparı ve pası bir yana, Japonya maçında topa hiç dokunmadan attırdığı üçüncü golü hatırlayalım–, bu Bruyne, o Fellaini, Witzel, Chadli, Kompany ve o kedi kaleci Courtois “Fransa şampiyon”un son üç harfini geri almamıza sebep oldu.
Tefrikanın dördüncü bölümünde şöyle demiştik: “Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.” Brezilya karşısındaki Belçika’yı seyrettikten sonra, “şampiyon”un son üç harfini geri alıp futbol medyası klasiğine rücu etmek gerekiyor: “Şampi…”
İbre ve ilkeler
Yine de, Brezilya maçının öncesinde Belçika için söylediğimizi Fransa için söyleyelim: Fransa kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. “Muhtemelen” kısmı “bilimsellik payı” ve “kısmet faktörü” icabı.
Brezilya maçını esas alırsak, saha içi ölçütler bakımından ibre “Kırmızı Şeytanlar”ın lehinde gibi –“gibi”. Ama sadakat ilkesi, Kamerun ilkesi –evet, bu maçın Kamerun’u Fransa– ve bale ilkesi –Pogba hangi takımdaysa bale ilkesi o takımında– Fransa’nın yanında. Üstüne üstlük “Liberté, Egalité, Mbappé”. Giroud’yu da unutmuyoruz. “Uruguay maçının kahramanı Giroud olursa şaşırmayalım” demiştik, olamadı, ama kısmet faktörü daha ne kadar aleyhine çalışacak? Fransa bu akşam Giroud ile finale çıkarsa şaşırmayalım.
Fakat, hepsi ve her şey bir yana, Griezmann’ın güzelliği bir yana. Griezmann kupayı kaldırırsa hepimiz kaldırmış sayılırız. “Fransa şampi…”
Üzülmemek elde değil, ama Belçika’yla vedalaşma vakti. Brel güzelliğiyle… “Le Plat Pays” (Düz Ülke)…