VAR’A DAİR BİLMEK İSTEYİP DE DERRİDA’YA SORAMADIĞINIZ HER ŞEY

Bora İşyar
3 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

Artık hakemler yeşil sahaların nihai karar mercii değil. O merci Video Yardımcı Hakem Sistemi, nam-ı diğer VAR. Yaygın kanıya göre, VAR sayesinde muğlaklık yerini mutlak doğruya bıraktı, kararlar hakemlerin öznelliğinden, hata yapma ihtimalinden arındırıldı, tartışma götürmez şekilde verilir oldu, ne iyi oldu… Öyle mi hakikaten? Meşin yuvarlak sevdalısı Fransız filozof Jacques Derrida’ya danışalım. Express’in kış sayısından naklen…
“Tanrının eli”

Resmi olarak 2010’ların ikinci yarısıyla birlikte hayatımıza giren Video Yardımcı Hakem Sistemi (VAR) hakkında dünyanın dört bir yanında her gün onlarca, hatta yüzlerce yazı yazılıyor, röportajlar veriliyor, analizler yapılıyor. Ekseriyetle yerden yere vuruluyor, dünyaya gelişi oyunseverlerin, futbol insanlarının ve yorumcularının büyük çoğunluğunca “sahalarda mutlak adaletin tescilini mümkün kılacak teknolojinin doğuşu” olarak kutlanan 21. yüzyıl icadı. Nelerle suçlanmıyor ki VAR: Oyunun temposunu düşürmek, çözdüğünden fazla problem yaratmak, gol sevinçlerinin içine etmek, taraftarların futboldan sıkılmasına yol açmak… (Oyunun güleryüzlü, yıkıcılıktan önce yapıcılık şiarlı yorumcularından Gary Lineker bile, adeta futbol dünyasına hâkim olan kitle psikolojisinin nasıl çalıştığına örnek vermek istercesine katıldı bu kervana: “Bıktım bu VAR’dan. Oyunu öldürdü, bitirdi. İyice çekilmez hale getirdi!”)

Şüphesiz VAR’a yöneltilen bu eleştirilerin çoğunun haklılık payı var. Benim de şeytanın avukatlığına soyunmaya niyetim yok. Ancak bu eleştirilere panoramik açıdan bir bakarsak ilginç bir nokta çıkıyor karşımıza: Binlerce saatlik düşüncenin ürünü olan bu kadar söz ve yazı arasında VAR’ın asıl öznesi (ve aynı zamanda da nesnesi) ve oyunun belki de en ihtilaflı karakteri olan hakem üzerindeki etkileri en az yeri kaplıyor. Tabii ki şu veya bu hakem ve onun VAR’la ilişkisi irdeleniyor, ancak VAR’ın hakem figürünün varlığı, yani onun hakem olarak belirmesine ve tanınmasına olanak sağlayan varoluşsal özellikleri üzerindeki etkileri çok az tartışılıyor. Heideggerce söyleyecek olursak, ontik alanda kısılıp kalıyoruz, bir türlü giremiyoruz ontolojik tartışmaya.

VAR’ın hakem üzerindeki etkileri hakkında kafa yorarken muhatabımız Jacques Derrida olmalı, zira hayatını hakemlik dediğimiz şeyin temelindeki kavramlardan bazılarının yapıçözümüne adamış bir düşünür. Üstüne üstlük futbol sevdalısı.

Bu yazının amacı da bu işte: VAR sürecinin (icadı, uygulanışı, gerekliliğine dair öne sürülen argümanlar, etrafında halihazırda dönen tartışmalar vs.) hakem (şu veya bu hakemden bağımsız, belli bir esasın üzerine inşa edilmiş olan varoluşsal bir figür olarak) üzerindeki etkileri hakkında biraz kafa yormak. Bunu yaparken de futbol logos’unu biraz öteleyip felsefe dil ve logos’una yer açmak gerekiyor, zira söz konusu tartışmanın görece daha az yapılmış olmasının başlıca nedeni futbol dil ve logos’unun tek başına yetersiz kalması.

Jacques Derrida

Hakem ile ilgili beyin jimnastiği yaparken muhatabımız Cezayir asıllı Fransız düşünür Jacques Derrida olmalı. Bu da VAR’dan bağımsız bir tercih, zira hayatını hakemlik dediğimiz şeyin temelindeki kavramlardan bazılarının –adalet, hak, otorite, karar, sorumluluk– yapıçözümüne adamış bir düşünür Derrida. Üstüne üstlük futbol sevdalısı.

1991’de, 60 yaşını devirdiği günlerde verdiği bir mülâkatta en büyük çocukluk hayalinin ünlü bir futbolcu olmak olduğunu dile getirmişti. Hayali gerçekleşmese de futbol sevgisi hiç azalmadı. Tıpkı yazdığı her metinde bazen alenen, bazen de gizliden gizliye diyalogda olduğu Martin Heidegger gibi. Gençlik yıllarında okul takımlarında top peşinde koşan Alman düşünürün savaş sonrasında, kıta felsefesinin en önemli metinlerinden bazılarını kaleme aldığı Kara Orman’daki evinde ağırladığı genç filozoflar Parmenides, Hölderlin veya Leibniz hakkında kendisine sorular yağdırırken, bir önceki akşam oynanan maçlarından bahsettiği rivayet edilir. Kendi deyişiyle, “futbolun estetik ve teknik güzelliğine vurulan” Heidegger’in Franz Beckenbauer’in en büyük hayranlarından biri olduğu bilinir.

Hakemlik 2.0 projesi

Derrida’yla konuşmaya başlamadan önce, VAR’ı tarihselleştirmek gerekiyor: Nasıl bir süreçten geçerek futbol dünyasının bir parçası haline geldi, ondan beklentiler neydi, dünya futbolunda nasıl bir ihtiyaca yanıt vereceği planlanıyordu, ne gibi tepkilerle karşılaştı?

VAR’ın temeli 2010’ların başlarında, Hollanda’da hayata geçirilen Hakemlik 2.0 projesiyle atıldı. Hollanda Futbol Federasyonu’nun önderliğinde yürütülen projenin amacı, adından da anlaşılacağı üzere, hakemliğin yeniden icadıydı. Hakemlik 2.0’ın ilk meyvesi, 2012’de kullanılmaya başlanan ve kısa zamanda neredeyse tüm otorite, aktör ve taraftarların beğenisini ve desteğini kazanan “gol çizgisi teknolojisi”ydi (GLT). Aslında enteresan koşullarda dünyaya geldi GLT. Futbol dünyasının en önde gelen isimlerinden ikisi –FIFA başkanı Sepp Blatter (1998-2015) ve UEFA başkanı Michel Platini (2007-2015)– başlarda bu yeni teknolojinin kullanımına şiddetle karşı çıkmıştı.

Blatter, 2008’de verdiği bir demecinde yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla beraber birçok sporda radikal kural değişikliklerine gidildiğini, ancak bunun halkın oyundan soğumasına yol açtığını belirtiyor ve “Futbol, benzeri değişikliklere ayak direyebilmemiz sayesinde popülaritesini koruyor ve insanları büyülemeye devam ediyor” diyordu. Paraya olan zaafı ilerleyen yıllarda başında envai çeşit dert açacak olan Blatter’den farklı olarak, Platini yeni teknolojinin pazardaki olası negatif etkisine değil, gereksizliğine odaklanıyordu 2012 Avrupa Şampiyonası başlamadan verdiği söyleşilerde “Gol çizgilerine yerleştireceğimiz fazladan iki yardımcı hakem ile çok rahat çözülebilecek sorun için tüm dünyadaki statların altyapılarını değiştirmeye ne gerek var!” diyordu.

VAR’ın arkasında yatan şey paraydı. Bu kadar paranın döndüğü oyun bireysel hatayı, özellikle de sahanın tarafsız ve mutlak hâkimi olan hakemin hata yapma olasılığını barındıramıyordu.

Ancak, futbol tanrıları GLT’yi gerçekten arzuluyor olmalıymış ki, bu iki ismin sorumluluğunda düzenlenen iki turnuvada yapılan ve tesadüfen her ikisinde de İngiltere’nin merkezi bir rol aldığı iki fahiş hata Blatter ve Platini’nin geri adım atmasına yol açtı.

İlki, 2010 Dünya Kupası’nda, Almanya-İngiltere arasında oynanan son 16 turu maçında yaşandı. Karşılaşma Almanya’nın 2-1 üstünlüğü ile sürerken Frank Lampard’ın ceza sahası dışından çektiği şut Manuel Neuer’i aşıp önce üst direğe, daha sonra da gol çizgisinin bariz bir şekilde gerisine düştü. İngiliz yazar Phil McNulty’nin maçtan sonra dediği gibi, “tribünlerin en tepesinde oturan taraftarlar bile topun çizgiyi geçtiğini gördü, bir tek yardımcı hakem görmedi”.

Maçın 4-1 sonuçlanması ya da Almanya’nın o gün İngiltere’den katbekat üstün bir futbol sergilemiş olması bir anda geri plana itilmişti. Herhangi bir hakem hatasından mustarip olduğunda yaygara çıkarma konusunda bizimle yarışabilecek olan İngiliz kamuoyunun da etkisiyle, artık değişimin zamanının geldiği fikri daha maç sona ermeden yaygınlaşmaya başlamıştı bile. Zaten Blatter de karşılaşmayı takip eden günlerde GLT’yi FIFA gündemine aldıklarını belirtmişti.

2012’ye dek GLT’ye olan muhalefetini sürdüren Platini ise Avrupa Şampiyonası’nda İngiltere-Ukrayna arasında oynanan D Grubu müsabakasını takip eden günlerde, teknolojiye yenik düştü. İngiltere’nin 1-0’lık galibiyetiyle sonuçlanan maçta, Ukraynalı Marko Deviç’in şutunda John Terry topu kale çizgisini geçtikten sonra uzaklaştırmış, ancak ne yardımcı ne de orta hakem durumun farkına varmıştı. Artık Platini’nin de direnecek gücü kalmamıştı zaten. İki yıl önceki “dava arkadaşı” Blatter’di ona son uyarıyı yapan: “Bu akşam bir kez daha GLT’nin ne kadar gerekli olduğunu gördük. Artık bu değişimin önünde duramayız.” 

Terry’nin ayağı

Kapının eşiğinden geçilince…

Blatter’in bu akıllara durgunluk verecek hızdaki dönüşü aslında futbol kamuoyundaki hissiyatın yansımasından ibaretti; futbol pazarı, tüm bileşenleriyle istiyordu GLT’nin uygulanmasını. GLT’nin böyle hararetle arzulanmasının ardında, hem son iki büyük turnuvada yaşanan aksaklıkların önüne geçilecek olması, hem de teknolojinin uygulanmasının hiçbir yan etkisi olmayacağı inancı vardı. Topun gol çizgisini geçip geçmediği, teniste de kullanılan Hawk-Eye teknolojisi sayesinde saliseler içinde bilinebilecek, muğlak olmayan, fiziksel ve mutlak olarak ölçülebilecek bir gerçeklikti. GLT bu gerçeği gün ışığına çıkaracak, “gol mü, değil mi” tartışmaları rafa kalkacak, orta ve yardımcı hakemler başta olmak üzere, futbol dünyasının tüm sakinleri rahat bir nefes alacaktı. Ki böyle de oldu, ta ki Hakemlik 2.0 GLT’nin başarısını görüp bir adım daha atmaya karar verene dek.

Hakemlik 2.0’da görev alan uzmanlar GLT üzerine yoğunlaşırken dahi, ileride bir “video hakemin” sahadaki hakeme nasıl yardımcı olabileceği üzerine kafa yoruyordu. 2012’de futbol dünyası GLT’nin nasıl uygulanacağını düşünedursun, Hollanda Futbol Federasyonu 2012-13 sezonunda VAR sisteminin denemelerinin yapılmasına karar verdi. Federasyon bu offline denemelerin sonuçlarından o kadar memnun kalmıştı ki, 2014’te IFAB’a oyunun kurallarının VAR uygulamasını test edebilecek şekilde düzenlenmesi için başvuruda bulundu. IFAB da 2016 Genel Kurul Toplantısı’nda sistemin test edilmesinin ve şayet testler başarılı olursa resmi olarak uygulanmaya başlanmasının önünü açan kararı aldı.

Hem sorumluluk hem mesuliyet kelimeleri ile “cevap” arasında organik bir ilişki var. Hem mesuliyet hem de sorumluluk “sorulacak kimse olma durumu”na işaret ediyor. Sorumluluğun temelindeki soru-cevap ilişkisi Möbius Sarmalı’nı andıran varoluşsal bir durum.

VAR canlı olarak ilk kez 2016 Temmuz’unda, PSV Eindhoven-FC Eindhoven hazırlık maçında test edildi. 22 Eylül 2016’da, Ajax-Willem II arasındaki Hollanda Kupası maçı ise hem VAR’ın hem de hakemin gerekirse pozisyonları tekrar izlemesi için saha kenarı monitörlerinin kullanıldığı ilk resmi maç olarak tarihe geçti. Bu tarihten 2018’e dek, VAR çeşitli ulusal ve uluslararası yarışmalarda test edildi. Japonya’daki 2016 FIFA Dünya Kulüpler Kupası’nın, Güney Kore’deki 2017 FIFA U-20 Dünya Kupası’nın ardından, 2018 Dünya Kupası’nda faydalanılan VAR’ın artık ulusal ve uluslararası her yarışmada kullanılacağına şüphe kalmamıştı. Premier Lig Yönetim Kurulu başkanı Richard Scudamore’un deyişiyle “VAR’dan kaçış yok”tu artık.

Parayı veren düdüğü çalar

VAR’ın bu sözde kaçınılmazlığının arkasında yatan şey paraydı aslında. Oyuna yatırılan, oyunda dönen, bir tuşla dünyanın bir ucundan ötekine bir saniyede uçuveren paralar öyle yükselmişti ki, oyunun yöneticileri futbola dev meblağlar yatıranların, yapılan bir hakem hatasıyla yatırımlarının karşılıksız kalmasını kabullenmeyeceklerini ve paralarını futboldan çekebileceklerini düşünüyordu.

Oyuna bu kadar para yatırılıyor, altyapı tesislerinden oyunculara, futbol topundan kramponlara, her şey paranın satın alabileceği en mükemmel biçime sokuluyorsa, hakemliğin de benzer bir süreçten geçmesinde garipsenecek ne olabilirdi? Futbolcuyu daha fazla antrenmanla ve spor salonunda geçirdiği saatlerle, futbol topunu da aerodinamik deneylerle kusursuzlaştırmaya çalışan bu sistem (ki bu çabanın da aslında beyhude olduğunu iddia edebiliriz, Jacques Lacan’ın jouissance’ı üzerinden, ama o başka bir yazının konusu), hakemi de VAR teknolojisi ile mükemmelleştirebileceğine inandı.

Bu kadar paranın döndüğü oyun (ki bu koşullarda ona oyun demek ne kadar doğru, tartışılır) bireysel hatayı, özellikle de sahanın tarafsız ve mutlak hâkimi olan hakemin hata yapma olasılığını barındıramıyordu. Ancak, bütün hatalar VAR’a tabi olduğunda, oyun yavaşlayıp seyirci ve dolaylı olarak para kaybına yol açacağından, sonuca etki edecek büyük hataları ortadan kaldırmaya odaklandı yöneticiler ve yatırımcılar.

Benfica kalecisi Mile Svilar, Manchester United forveti Rashford’ın vuruşunda topun çizgiyi geçmediği yanılsamasını yaratmaya çabalarken… (19 Ekim 2017)

Muğlaklığın reddi

Aradan geçen iki yılda neler yaşandığı hepimizin malûmu: Ne hatalar sona erdi, ne de hatalar ve hakemler üzerine yapılan tartışmalar. Üstüne üstlük, bunlara bir de ekran başında pür dikkat otururken hayal ettiğimiz VAR hakeminin psikolojisi, karakteri ve hatta muhtemel eyyamcılığıyla ilgili tartışmalar eklendi.

Hakemlik 2.0 projesi VAR’ın üzerinde çalışılmaya devam edilen, her geçen gün daha iyiye giden ve bir gün sonuca etki edecek büyüklükte bütün hakem hatalarını ortadan kaldıracak bir sistem olduğu konusundaki ısrarını sürdürüyor. Zira, muğlaklıktan mutlaklılığa geçtiğini, hakemin verdiği kararların büyük çoğunluğunun ölçülebilir bir gerçeklik/doğruluk kriterine tabi olmadığını ve aslında sahadaki sorumlu hakem figürünü elzem kılanın bu muğlaklık olduğunu anlamıyor ya da anlamak istemiyor.

Peki, mutlaklık uğruna oyunun özündeki muğlaklığın reddinin sonucunda, bütün bu hikâyenin merkezinde yer alan hakeme ne oluyor? Bu sorunun cevabını Derrida’yla bulabiliriz.

Soru ve sorumluluk, sual ve mesuliyet

Derrida’nın sorumluluk kavramını irdelediği eserlerindeki ana temalardan biri, sorumluluğun “cevap verme” ve “karar verme” olgularıyla ilişkisi. İngilizce düşündüğü ve kaleme aldığı yazılarında, sorumluk anlamına gelen “responsibility” kelimesinin “cevap” anlamına gelen “response” kelimesinden türediğine işaret ediyor Derrida. Zaten aslında “responsibility”nin birebir karşılığı da “cevap verebilme yetisi” oluyor, ki bunun üzerine uzun uzadıya konuşacağız. Özellikle Nietzsche üzerine olan yazılarında, Almancada da sorumluluk ve cevap arasında organik bir bağ olduğuna işaret ediyor Fransız düşünür: verantwortung ve antwort.

Acaba Derrida’nın düşüncesi ve sorumluluk kavramını sorunsallaştırma biçimi bizim hakemlerin VAR ile birlikte kendilerini içinde buldukları açmaz hakkında farklı bir şeyler düşünüp söylememize yardımcı olabilir mi?

Türkçede de hem sorumluluk hem de onun yerini aldığı mesuliyet kelimeleri ile “cevap” arasında organik bir ilişkinin varlığından bahsedebiliriz rahatlıkla. “Mesul” kelimesi “sorulan şey veya kendisinden soru sorulan kimse” anlamını taşıyor. Soru anlamına gelen sual kelimesi ile aynı Arapça kökten geliyor. Sorumluluk kelimesi de “sor” kökünden geliyor, yani modern Türkçe olan kavramın da sorma eylemiyle organik bir bağı mevcut. Bu bağlamda hem mesuliyet hem de sorumluluk “sorulacak kimse olma durumu”na işaret ediyor. Sorunun yöneltildiği ya da kendisini bir soruyla karşı karşıya bulan kimseden bir cevap beklendiğini, yani bu kimsenin en azından varoluşsal bir “cevap verebilme yetisi”ne sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kısacası, İngilizce ve Almancadaki sorumluluk ve cevap ilişkisinin Türkçede de olduğunu görüyoruz.

Sorumluluk olgusunun temelindeki bu soru-cevap ilişkisi, Möbius Sarmalı’nı andıran, varoluşsal bir durum. Ve bu sarmalın merkezinde de Derrida’nın Nietzsche’den ödünç aldığı bir kavram, an var. Şöyle ki, hayat, yani varoluş, geçmiş ve geleceğin şimdide bir araya geldiği anlardan oluşan bir sarmal. Bu anların merkezinde de, anın yönelttiği soruları cevaplayarak kendimizi ve varoluşumuzu sürekli yeniden kurgulayan bizler varız.

O “an”

Derrida’ya göre, belirli bir anda cevap veriş biçimimizi belirleyen şey aslında anı tanımlayış biçimimiz. Eğer anı, bütünüyle bilinebilen, her boyutuyla ölçülebilen, hesaplanabilen, homojen ve tekrarlanabilen bir zamansal ve mekânsal bir nokta olarak görüyorsak, verdiğimiz cevap bir uygulamadan öteye geçmiyor. Şöyle ki, anı zaten önceden bilip tanımladığımız, belki de daha önce yaşayanlardan o anın röntgenini aldığımız için, tam olarak nasıl cevap vereceğimizi de biliyoruz; bizim cevabımız zaten bizden önce verilmiş oluyor ve bizim yaptığımız tek şey o cevabı dile getirmek oluyor. Bu da zaten taşa kazınmış kimliklerimizin daha da fosilleşmesine yol açıyor.

Amedspor’a gittiği her deplasmanda saldıran milliyetçileri ele alalım. Onlar için karşılarındakinin kim olduğu ya da olmadığı, neyi temsil ettiği, o ana nasıl gelmiş olduğu vs. önem taşımıyor. Saldırgan o anda zaten ne yapması gerektiğini biliyor, zira o cevap kendisi için önceden verilmiş: Bir milliyetçi olarak ülkemizin varlığını tehdit eden böyle unsurlara karşı tepkimizi koymamazlık edemezdik. Kendisini biliyor, karşısındakini biliyor ve bu an için önceden yazılmış davranış biçimini harfiyen hayata geçiriyor. Yani cevap vermiyor, verilen cevabı iletmekten öteye geçemiyor, ki bu da onun yukarıda bahsi geçen “cevap verme yetisini” kullan(a)madığını, yani sorumluluk al(a)madığını gösteriyor. Bir nevi otomatlaşıyor o anda.

Amedspor Bayrampaşa’yı konuk ettiği TFF 2. Lig maçına “İnsan Haklarıyla İnsandır” pankartıyla çıktı. (16 Aralık 2018)

Anı farklı bir yorumlama ve tanımlama biçimi mevcut elbette. Bu farklı okuyuşa göre, anın özünde tekillik yatıyor. Anın öngörülemezliği, tekrar edilemezliği, bilinemezliği, yabancılığı bu tekillikten kaynaklanıyor. Ölçüp biçemiyoruz o anı, zira onun farklılığı bizim kalıplarımıza uymuyor bir türlü. Önceden kurgulanmış ve bizde aldatıcı bir güvenlik hissi doğuran kimliklere sığınmadan, tekil varlıklar olarak veriyoruz bu ana cevabımızı. Ve bu tekillik içinde var olan varlıktan başkası onun adına cevap veremiyor, zira tekil an sadece o tekil varlık için var oluyor o anda…

İşte bu şekilde verdiğimiz her cevap bir karar aslında. Bizim yerimize çoktan cevap verilmemiş olması, yani Max Weber’in siyaset insanı ya da Nietzsche’nin trajik kahramanı gibi tekilliğimizle aldığımız her karar öncesi korkudan tir tir titriyoruz. Zira, o kararın sonrasında gelecek anı, o kararın sonuçlarını bilemiyoruz. Sonuçlarını bilemememize, anı ölçüp hesaplayamamamıza, bileşenlerine ayıramamamıza rağmen karar vermemiz bizleri sorumlu kılan.

Şüphesiz, Derrida’nın sorumluluk ve karar felsefesi daha nüanslı, daha karmaşık, daha çıkmazlı –bu özellikler zaten onu 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri yapan. Ancak, buradaki amacımız Derrida üzerinden evrensel etiğin çıkmazlarını tartışmak değil. Sorduğumuz soru şu: Acaba Derrida’nın düşüncesi ve sorumluluk kavramını sorunsallaştırma biçimi bizim hakemlerin VAR ile birlikte kendilerini içinde buldukları açmaz hakkında farklı bir şeyler düşünüp söylememize yardımcı olabilir mi? Zira, günümüz futbolunun bu günah keçilerinin farklı bir yorumlamayı, farklı bir okumayı sahadaki diğer tüm bireyler kadar hak ettikleri muhakkak. 

Orada, bir hakem var uzakta

Hakemin varlığını mümkün kılan şey sahada verdiği kararların geçerliliğinin oyunun tüm aktörlerince (futbolcusundan antrenörüne, taraftarından güvenlik güçlerine) tanınıyor olması. Bu kararların meşruiyeti aslında hakemi var etmekle kalmıyor, onu sahanın hâkimi kılıyor. Tabii ki her hâkim gibi, hakem de otoritesinin sorgulanmasına alışık aslında. Oyunun emekleme çağından beri, futbolcular, taraftarlar, antrenörler ve tabii ki kodaman yöneticiler sorgulayageldiler hakem kararlarını. VAR hayatımıza girene dek bu itirazlar spesifik hakemlerin spesifik kararlarına karşı yapılıyordu.

Şöyle bir gözünüzün önüne getirin: İşaret parmağı gökyüzüne doğrulmuş “yukarıda allah var” diye çığıranları, televizyonlarda saatlerce hangi hakemin eyyamcılık sinyalleri verdiğini tartışanları, hakemin düşürdüğü kartı yerden alıp kendisine gösterenleri, maç sonu ter kokan, izbe koridorlarda “ona düdüğünü astıracağım” diye bağıranları ya da her maçta kolları arkalarında bağlı şekilde hakemin etrafını sarıp kanaat notu peşinde koşan öğrenciler gibi “hocam, hocam, hocam…” diye yalvar yakar olan futbolcuları…

Herhangi bir futbol maçını hayat gibi okuyabiliriz. Mücadele, mutluluk, trajedi, yasaklar, cezalar, mekân/zaman kullanımı, bir aradalık… Hayatta ne varsa top sahasında da o var. Ve aynı hayat gibi, bir futbol müsabakası da iç içe geçmiş, merkezinde tekil bireylerin yer aldığı anlardan oluşuyor.

Edirne ötesi de benzer sahnelerle bezenmişti; Chelsea-Barcelona Şampiyonlar Ligi maçını yöneten Tom Henning Øvrebø’ya “kendinden utanmalısın” diye bağırırken zar zor zaptedilen Drogba, Alan Wiley’nin “şişko” olduğu için maç yönetirken zorlandığını öne süren Alex Ferguson, devre arasında Jonathan Moss ve ekibini soyunma odalarının kapısında karşılayıp küfürler saydıran Jose Mourinho ve yüzlerce diğerleri, tıpkı yukarıdaki Türkiyeli örneklerde olduğu gibi, bir hakemin becerisini, kararlarının doğruluğunu, bir grup hakemin formsuzluğunu ya da bir trionun hatalarını sorguluyorlardı. Amacım bu tip itirazların sona erdiğini iddia etmek değil. Ancak VAR hayatımıza girdiğinden beri, özellikle de sahanın içinde yeni bir itiraz biçiminin öne çıktığını düşünüyorum.

Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde oynanan bir maçı getirin gözünüzün önüne. Hakem penaltı ya da gol ile ilgili bir karar vermiş olsun. Birkaç futbolcu yukarıda bahsettiğim biçimde hakeme doğru koşarken, bir grup futbolcu buna yeltenmiyor bile. Ne yazık ki bunun nedeni itirazın anlamsız ya da hakeme saldırmanın yanlış olduğunu düşünmeleri değil. Gittikçe daha sık karşımıza çıkan bu futbolcuların tam da bu anlardaki yüz ifadelerine dikkat edin: Kendilerinden aşırı emin, neredeyse bilmişlik taslayan bir gülümsemeyle, parmaklarıyla havaya hayali VAR ekranları çizen arkadaşlarına sakin olmalarını söylüyor bu oyuncular.

Yüzlerindeki ifade, etrafındaki kimsenin haberdar olmadığı bir sırrı bilen insanın o tiksindirici, bilmiş ifadesi. Adeta gözleriyle şunu söylüyorlar: “Senin verdiğin kararın benim için bir geçerliliği yok, zira artık nihai karar mercii sen değilsin. Senden büyük VAR var. Birazdan seni saha kenarına davet edecekler, sen de tıpış tıpış gidecek, görüntüleri izleyecek ve kararını değiştireceksin.”

Drogba, 2009’da Chelsea-Barcelona maçını yöneten Tom Henning  Øvrebø’ya itiraz ederken

İnsan faktörünü ortadan kaldırmak

Biraz dramatikleştirip abartsak da durum özünde bundan çok da farklı değil. Oyunun tarihinde ilk kez, bir hakemin verdiği spesifik bir karardan, hakemin karar verme yetisini, onun meşruiyetini tartışmaya geçiyoruz. Sahada verdiği kararlarla var olan hakem, onun varlığını meşrulaştıran şeye, kendisi saha kenarı monitörlerine yaptığı her yolculukla bir darbe daha vuruyor.

Bu yolun sonunda ne olacağı aslında belli. Ünlü İngiliz yorumcu Darren Lewis’in dediği gibi, “Martin Atkinson bütün önemli pozisyonlarda VAR’a gidiyor. Oldu olacak her şeye VAR karar versin, biz de bu sayede sahada boşu boşuna dolaşan hakemlerden kurtulalım”. Ya da okyanusun öte yanından Scott Stinson’ın belirttiği üzere, “VAR’ın tek problemi hâlâ insanın verdiği hükümlere dayalı olarak işlemesi. Önümüzdeki adım, insan faktörünü tamamen ortadan kaldırmak”.

Bu ikisinin çok uç örnekler olduğunu düşünebilirsiniz başta. Ancak, Derrida’yla birlikte bu noktaya nasıl geldiğimizi düşünürsek, aslında bu örneklerin VAR sürecinin doğal sonucuna işaret ettiğini görebiliriz.  

Herhangi bir futbol maçını hayat gibi okuyabiliriz. Mücadele, mutluluk, trajedi, yasaklar, cezalar, mekân/zaman kullanımı, bir aradalık… Hayatta ne varsa top sahasında da o var. Ve aynı hayat gibi, bir futbol müsabakası da iç içe geçmiş, merkezinde tekil bireylerin yer aldığı anlardan oluşuyor. Futbolcu da (oyunun güzide filozofu Xavi’yi anımsayalım: “Futbolu anlamak için alan-zaman nosyonunu kavramak gerekir. Bunun farkında değilseniz ya da bu nosyon üzerine düşünmüyorsanız, futbol size çok karmaşık gelecektir.”), teknik direktör de (Jürgen Klopp’un futboldan bahsederken sürekli ana değinmesi), hakem de, maçı an be an yaşıyorlar. Aslında futbolcu ve teknik direktörün de an ile olan ilişkileri, anı okuyuşları ilginç bir konu, ama burada kendimizi hakemle sınırlandıralım.

Gördüğünü çalmak

Hakemin herhangi bir anda en azından potansiyel olarak tekil bir karar alma yetisi var. Zaten eline bir düdük ve kartlar tutuşturup tarafsız bir forma içinde sahaya sürme nedenimiz de bu.

Sahaya sürdüğümüz hakemimiz maçın bir noktasında, bir pozisyonda kararını veriyor, düdüğünü çalıyor. Pozisyonun nasıl cereyan ettiği, hakemin kararının ne olduğu, bu kararın başkalarınca nasıl görüldüğü gibi konular bizi bu noktada hiç ilgilendirmiyor. Önemli olan şu: Söz konusu tekil anda, hakem, yine tekil bir özne ya da birey olarak, cevap verme yetisine, yani karar alma potansiyeline sahip. Ve eğer hakemin, amiyane tabirle, maçı sattığına inanmıyorsak (ki eğer buna inanıyorsak, VAR sorunlarımızın en önemsizi demektir), bu biçimde karar verip sorumluluk aldığını söyleyebiliriz. Televizyonda yorumculuk yapan eski meslektaşlarının tabiriyle, “gördüğünü çalıyor” yani.

Derrida kararın olmadığı yerde sorumluluktan da bahsedemeyeceğimizi söylüyordu. İşin çıkmaz yanı tam burada ortaya çıkıyor: Bir yandan hakemin sorumluluk alabilmesini imkânsız kılarken, bir yandan da onu oyunun sorumlusu olarak tutmaya devam ediyoruz.

Verilen kararın size (daha doğrusu, o anda var olan hakem dışındaki herhangi birine) göre yanlış ya da doğru olmasının hiçbir önemi yok açıkçası. Zira siz ya da bir başkası o anı yaşamıyorsunuz, o ana, oyunun karar verme yetisi ve hakkına sahip tek ismi olan hakemin mekânsal ve zihinsel koordinatlarından bakmıyor, o maçın içinde yaşanmış olan onlarca diğer anın bir sonucunda o pozisyonu okumuyorsunuz. Bunların hepsini sadece ve sadece o tekil anda, o tekil hakem, kendisine verilen hak ve yetisiyle yapıyor. Zira hakem o ve diğer onlarca anda bu şekilde aldığı kararlarla sorumlu oluyor (ya da sorumluluk almış oluyor).  

İki yıl öncesine dek bu hakeme söz konusu pozisyonda beş-altı oyuncu itiraz eder, rakip takımın oyuncuları hakemin geçici korumalığına kalkışır, sonunda da “ben öyle gördüm” ile (en azından o akşamki televizyon programlarına dek) unutulurdu bu pozisyon. Şimdi durum farklı. Zira, artık hakemin tekil kararı, sorumluluk alması yetmiyor bize, mutlak gerçeklik peşinde koşuyoruz. Ve bu hedefimize de bizi VAR ulaştıracak sanıyoruz.

“Varbol Futbola Karşı”

Önce bu VAR ve mutlak gerçeklik meselesine eğilelim. İbrahim Altınsay’ın Blizzard Türkiye’nin 3. sayısında çıkan “Varbol Futbola Karşı” yazısı bu ilişkiyi sorunsallaştırması bakımından çok değerli. Altınsay bilimde bile mutlak kesinlikten bahsedilemezken “bir oyun olan futbolda kesinlik aramanın boşuna olduğunu”, zira oyunun neredeyse tamamının yorum gerektiren, muğlak pozisyonlardan oluştuğunu söylüyor. Bu muğlaklığı herhangi bir televizyon kamerasının gidermesine de imkân yok. Çünkü:

“TV görüntüsünde gerçek, saniyede 50 parçaya bölünüyor ve bu 50 kare arasında siyah geçen, yani görülmeyen anlar var… Bir de penaltı ve gol pozisyonlarında gerçeğin görüntülerden ve görüntülerin yavaşlatılmış tekrarından belirleneceği iddiası var. Belirleyebilirsiniz de, sizin belirlediğiniz gerçek kaç kamera çekim yapıyorsa o kamera kadar ve o kameraların açılarının yansıttığı kadar ‘gerçek’ten biri olabilir ancak.”

Saha dışındaki edepsizliklerini ve saldırganlıklarını saha içine de taşıyan Arda Turan, 2018’de “Şerefsizler, hepinizi öldürmek lâzım” diyerek yardımcı hakemin üzerine yürüyünce 16 maç ceza almıştı.

Üstüne üstlük, yukarıda defalarca tekrarladığımız anın tekilliği var. Anın tekilliği tekrarlanamaz olma özelliğine işaret ediyor elbette. Ancak, aynı zamanda, Derrida’nın ısrarla üzerinde durduğu gibi, bilinemez olduğunu da gösteriyor bize. Şöyle ki, tekil bir varlığın tekil bir anda cevap verişini, yani karar alışını, dışarıdan, o anın konuştuğu, soru sorduğu tekil bireyin olmadığı bir zihinsel, tinsel ya da fiziksel bir diyardan tamamıyla bilmenin ve anlamanın imkânı yok. Zira o anı (sorulan soruyu ve verilen cevabı / alınan kararı) sadece ve sadece o tekil birey yaşıyor. Anın, kararın ve bireyin tekilliği de kimsenin bir başkası adına karar veremeyeceği ve dolaylı olarak da kimsenin başkasının adına sorumluluk alamayacağı sonuçlarını doğuruyor.

VAR’da bir başka hakemin ve televizyon başında bizlerin izlediği an aslında hakemin karar verdiği an değil artık. Sebebini az önce belirtmiştik: TV kameraları aslında o anı asla tam olarak yakalayamıyor ve tekil birey olan hakemin dışındaki bizler o anı asla yaşayamıyoruz, içinde bulamıyoruz kendimizi. Ancak, işin ilginç yanı, aslında o anı yaşamış olan ve bir karar vermiş olan hakemin de saha kenarında izlediği görüntü aslında o anın görüntüsü değil. Bunun bir sebebi yukarıda bahsi geçen kamera açıları. Ancak, belki daha önemli sebebi, o görüntüleri izleyen hakemin artık o anı yaşayan tekil birey olmayışı.

Kulağa gelen ses

Bu durumun ontolojik, varoluşsal açıklaması Nietzsche, Heidegger, Deleuze, Foucault, ve Derrida gibi birçok düşünürce defalarca yapıldı. Biraz basite indirgeyerek de olsa şöyle özetleyebiliriz: Her bir birey yaşamın her bir anında verdiği kararlar, yaptıkları, düşündükleri, yitirdikleri, kazandıkları, kısacası varoluşları ile bir başkası olurlar. Yani, bu okuduğunuz cümleyi yazan Bora, cümleye başlayan Bora değildir, o esnada ifa ettiği yazma işlemiyle çoktan bir başka Bora’ya evrilmiştir bile. Aynı ontolojik açıklama hakemler için de çok rahat yapılabilir.

Kendinizi hakemin yerine koyun. Zor bir pozisyonda bir karar verdiniz. Bir anda, göz açıp kapayıncaya dek, yorumlayıp verdiğiniz bu kararla sorumluluk aldınız. Ve işte o anda, kulağınızda bir ses: “Pozisyona tekrar baksan iyi olur.” Bu veya aynı anlama gelen bir başka cümleyi işiten hakemle bu konuşma yapılmadan önce var olan hakemin aynı tekil birey olduğunu iddia etmek zor.

VAR hakemlerin tekil kararlarını ve sorumluluklarını erozyona uğratarak adalet ethos’undan olabildiğince uzaklaştı. Ve asla yakalayamayacağı bir mutlaklık peşinde koşuyor.

Bir kere, bulunduğu yerden monitöre gidene kadar aklında olan tek şey hata yaptığı. Kariyeri boyunca haklı olarak inandığı, neredeyse her pozisyonun yoruma açık olduğu ve bu yorumun zaman/mekân/tekil birey kesişmesinden doğduğu gerçeğini çoktan unutmuş bile. Korkuyor, ama Kierkegaard’ın dediği gibi, karar alma sürecinin kendisinden değil, o cesareti gösterip aldığı kararın rastgele bir ölçüme tabi tutulup hatalı olarak yaftalanacağından.

VAR sınavda bir öğrencinin başına dikilip, hiçbir şey belli etmeyen bir ifadeyle onun yazdıklarını izleyip öğrencisini şüphe denizinde boğan bir öğretmene benziyor. Hiç olmazsa o öğrencinin cevabının herkesçe kabul görmüş bir doğruluk-yanlışlık ölçeği var. (Tabii ki işin içinde yorumlama, hermeneutik okuma, felsefe, sosyoloji vb. yoksa.) Burada hakemin kararı aslında var olmayan evrensel bir ölçeğe tabi tutuluyor ve sanki hakemin karar verdiği o an yeniden yaratılabilirmiş gibi, tekrardan inceleniyor. Burada hakemin kararını değiştirip değiştirmemesi de bir fark yaratmıyor, zira kararın doğruluğunun ya da yanlışlığının test edilebilirliği, ölçülebilirliği, ispatlanabilirliği fikri devreye girdiği anda artık verilen şey karar olmaktan çıkıyor. 

Hakemin tabutuna çakılan çivi

Burada ilginç olan şey şu: VAR’a karşı olan birçok yorumcu bile, sistemin hakemlere yardımcı olduğu anlar olduğunu, bunların da bir kenara atılmaması gerektiğini savunuyor. Futbolda mutlak bir gerçeklik varmış tuzağına düşen bu yorumların gözden kaçırdıkları şey, sonucu olumlu da olsa bu tip her müdahalenin, hakem figürünün tabutuna çakılan bir çividen ibaret olduğu. Her müdahale hakemin verdiği kararların tekilliğini biraz daha aşındırıyor ve tekil olmayan kararlar karar olmaktan çıkıyor.

1974 Dünya Kupası’nın Almanya-Şili arasındaki açılış maçında, Doğan Babacan’ın Şilili Calos Caszely’ye gösterdiği kırmızı kart dünya kupalarının ilk kırmızı kartı oldu  

Derrida bize kararın (yani ana, anın yönelttiği soruya verilen tekil cevabın) olmadığı yerde sorumluluktan da bahsedemeyeceğimizi söylüyordu. Yani tekilliğini yitiren bir cevap uygulamadan ibaret kalıyor. Karar veremeyen, daha doğrusu, onu var eden karar verme yetisi gaspedilen hakem de kendisini sorumlu kılamıyor.

İşin çıkmaz yanı da tam burada ortaya çıkıyor aslında: Bir yandan hakemin sorumluluk alabilmesini imkânsız kılarken, bir yandan da onu formel anlamda oyunun sorumlusu olarak tutmaya devam ediyoruz. Bir yandan karar alma yetisini elinden alıyor, bir yandan da “kullanımına en gelişmiş teknolojiyi sunduk, bundan sonra hatalı karar yok” diye tembih ediyoruz. Ona bir yandan sahanın tek hâkimi olduğunu söylüyor, bir yandan da her tekil kararını TV başındaki bir başkasının hükmüne tabi tutuyoruz. İşin absürt yanı, bunların tümünü de adalet adına yapıyoruz.

Adalet istiyoruz Hâkim Hakem Bey

VAR’lı VAR’sız, hakem konusu ne zaman konuşulsa adalet kavramı da atılıverir ortaya, sanki çok basit, hafif bir kavrammışçasına. Bir de “hakemden tek istediğimiz adaletli davranması, başka bir şey değil” diye yakarır kendini mağdur görenler. Sanki adaletli davranmak, gerçekten adil olabilmek çok kolay bir işmiş ve hatta mümkünmüş gibi. Ki aslında istenen şey adalet de değil, zira hakemden adil olmasını isteyenler, oyunda dönen para ve siyasi ilişkilerin yarattığı eşitsizlikten, oyuna damga vuran ırkçılıktan, homofobiden ve diğer çeşit çeşit ayrımcı pratikten hiç şikayetçi olmuyorlar. Ancak, biz hakemden gerçekten adalet isteniyormuş gibi yapalım ve bu uğurda icat edilen VAR ile adaletin tecellisi mümkün mü, değil mi, hızlıca bakalım.

Burada Derrida’nın adalet felsefesini hakkını vererek incelemeye olanak yok. Adaletin çıkmaz doğasından kanunla ilişkisine, imkânsızlığından yapıçözümün sınırını oluşturmasına dek uzanan birçok konuda güçlü bir dolu kitaba imza attı Fransız düşünür. Fakat adalet hakkındaki temel fikirlerini 2 Ekim 1994’te, Villanova Üniversitesi’nin felsefe doktora programının açılışı onuruna düzenlenen yuvarlak masa toplantısında “özetlemişti”.

Derrida’nın çıkış noktası şu: Adalet hukuktan farklıdır. Hukuk kurallar olmadan var olamayacak bir hak düzenidir. Onun dünyasında her şey ölçülebilir, ki ölçülmelidir, zira suç ve ceza ilişkisi böyle bir ölçülebilme ilkesi etrafında döner. Bu yüzden hukuk bilgi gerektirir: Yargılanan hareketin en ince detayları; yargılanan bireyin ve mağdurun geçmişi, inançları, fikirleri; hareketin gerçekleşme sebepleri, koşulları… Kısacası her şeyi bilmek ister hukuk. (Hukukun doymak bilmez bilgi açlığının sosyal bilimlerin, psikolojinin, kriminolojinin ve daha birçok bilim dalının gelişiminde oynadığı rolü merak edenler Michel Foucault’nun Collège de France’da “Düşünce Sistemleri Tarihi” kürsüsünde verdiği derslere bakabilir.)

Adaletin ise bilgi ile, kimlik kartları ile, teoriler ve paradigmalar ile, kurallar ve kanunlarla, normlarla hiç ilgisi yok. Bir ölçütü olmadığı için bir kararın adil olup olmadığını kontrol edebileceğimiz bir cevap cetveli de yok elimizin altında. Bu yüzden de adil olup olmadığımızı asla, ama asla bilemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey her anın ve varlığın tekilliğini esas alıp bu tekillik temelinde hareket etmek, karar almaktır. Kısacası, aslında bir ethos’tur adalet, varlığımızı rehberliğinde sürdürüp sürdürmeyeceğimize kendimiz karar verdiğimiz.

Bu anlattıklarımızdan adalet, karar ve sorumluluk arasında bir organik ilişki olduğu da ortaya çıkıyor zaten. Derrida’nın anladığı biçimiyle, karar olmadan ne sorumluluktan ne adaletten bahsedebiliriz. Tekilliğin kabul görmediği ve hatta gözardı edildiği bir düzen hukuka yakın, adalete ise olabildiğince uzak bir düzendir.

VAR’ın hakemlerin tekil kararlarını ve sorumluluklarını erozyona uğratarak, görmezden gelerek, hatta tamamıyla ortadan kaldırarak adalet ethos’undan olabildiğince uzaklaştığını söyleyebiliriz. VAR oyuna yatırılan paranın karşılığı olduğuna inandığı ve asla yakalayamayacağı bir mutlaklık peşinde koşuyor. Bu yüzden de milimetrelerle ölçülen ofsaytlar ya da bir savunma oyuncusunun kolundaki tüylere temas eden top giriyor onun ilgi alanına.

Bu sayede de eskisinden de fazla tartışma yapılıyor televizyonlarda, oyunun dramatik ve skandal anları artıyor. Bu arada VAR eleştiriliyor, ama sadece oyuna yaptıklarından dolayı. Onun asıl kurbanı olan hakem de yavaş, ama emin adımlarla kayda bile değmeyecek bir otomata dönüşme yolunda ilerliyor.

 Express, sayı 174, Aralık 2020-Şubat 2012

^