Haydarpaşa’dan bir yol gider Gare du Nord’a, Huysuz Virjin’den de Zizi Jeanmaire’e. İstasyonların gazete bayileri, kitaplar, dergiler, şarkılar, hayatlar arasında bir gezinti…
Havaalanları güzeldir. Severim. Kalabalıktır, canlıdır, renklidir. Terliklerini çıkarıp uzanmıştır metalik koltuk takımına biri, öteki telaş içinde çıkış kapısına koşmaktadır. Havaalanı uzaklara götürür insanı. Zaten kent merkezinden uzaktadırlar çoğu zaman. Gerçi Çanakkale’de mesela, bizim evden yürüyüş mesafesindeydi, ama Stockholm ya da Paris’te bazen iki saat sürer havaalanına gitmek. Ben tren istasyonlarını tercih eden takımdanım. Aynı dinamizm oralarda da var. Üstelik kent merkezinde. Haydarpaşa mesela, kır/kent çelişmesinin Yeşilçam için kurulmuş film seti gibidir. Paris’te Gare du Nord kıyaktır, çünkü Türk mahallesinin hemen dibindedir. Brüksel ya da Köln’e gider oradan kalkan trenler. Yok güneye, mesela Marsilya’ya gidecekseniz, Gare de Lyon’a ineceksiniz.
Havaalanlarındaki dükkânlarla tren istasyonlarındaki dükkânlar da farklı. Çünkü bu iki mekânın işlevi, müşterisi farklı. Havaalanında duty free tabir edilen tezgâhlarda makyaj malzemeleri, içki, sigara, giyecek, bavul, vs. sergilenirken tren istasyonlarının dükkânlarının çoğu yemeye içmeye ayrılmıştır. Selanik havaalanını bu aralar Almanlar genişletiyor. Son sefer, uçağa gitmek için bir 15 dakika yürüttüler, maksat yolcuyu duty free’den geçirmek.
Keith Richards’ın Life adlı otobiyografisine yapılan yorum matrak. “Rolling Stones’un gitaristinin efsanevi sefahat hayatı hesaba katıldığında, bir kitabı dolduracak kadar olay hatırlayabilmesi mucizevi.”
Her iki tür terminalde en çok zaman geçirdiğim alan küçük kitapçı görünümlü gazete bayileri. Yüz milletten insan gelip geçtiği için enternasyonal mekânlar buraları. En az beş-on dilde yayın vardır raflarda. New York Times ile Le Monde’un yanında Hürriyet ile Sözcü sırıtır ki, manzarayı bozar.
Arkeoloji müzesi bekçisi Fütürizm Merkezi’nde
Uncut her sayısını okuduğum bir dergi değil. Temmuz-Ağustos 2020 tarihli sayısında kapakta iki cazip konu var diye attım sepete: Beatles ve Bob Dylan. Okudum, fena değil. Ama derginin geri kalanını tarayınca itiraf edeyim, biraz kötü oldum. Sebep, pop-rock dünyası birinci ilgi alanım değil, ama yine de az çok izlemeye çalışırım. Uncut’ın 118 sayfalık bu sayısında adını ilk kez duyduğum o kadar fazla şarkıcı ve albüm var ki, kendimi çok cahil hissettim. Dahası, benim tanıdıklarım, bildiklerim ilk çıkışılarının 40. ya da 50. yılını kutlamak için yeniden yayınlanan albümler. Arkeoloji müzesi bekçisinin Fütürizm Merkezi’ne gitmesi gibi oldu. Ya da yaş kemâle erince… Neyse.
Gelelim dergide tanıtımı yapılan birkaç kitaba…
Norman Ohler’in Bohemains’ı. Alt başlığı Nazilere Karşı Direnişe Yön Veren Aşıklar. Sait Faik de zaten bu kitap hakkında bir yazı yazsa, “Bir insanı sevmekle başlar her şey” başlığını seçerdi. New York Times’ın başlığı da cici: “Genç ve Aşık, III. Reich’ı Devirmeye Çalışıyor”.
Guardian’ın “En iyi 10 müzik biyografisi” başlığı altında topladığı kitaplar arasında Bob Dylan, Leonard Cohen, Keith Richards, Patti Smith, Miles Davis var. Ötekileri tanımıyorum… Keith Richards’ın Life adlı otobiyografisine yapılan yorum matrak. “Rolling Stones’un gitaristinin efsanevi sefahat hayatı hesaba katıldığında, bir kitabı dolduracak kadar olay hatırlayabilmesi mucizevi.”
Huysuz ve Zizi
Artık herkes kabul ediyor, George Floyd’un katledilmesi, başta ABD olmak üzere, dünyada birçok şeyi değiştirdi. İşte mesela Washington Post’tan bir haber: “Irkçılık karşıtı kitaplara talep artıyor. Siyah kitabevi sahipleri bu eğilimin kalıcı olmasını diliyor.” Eski ve yeni onlarca kitabın öyküsü var haberde. Mesela, İstanbulperver James Baldwin’in The Fire Next Time (Bir Dahaki Sefer Ateş), Beverly Daniel Tatum’un Why Are All The Black Kids Sitting Together In The Cafeteria? (Bütün Siyah Çocuklar Neden Kafeteryada Beraber Oturuyor?) ve Richard Rothstein’ın The Color of Law –A Forgetten History of How Our Government Segregated America (Kanunun Rengi– Hükümetimizin Amerika’da Irk Ayrımcılığını Nasıl Uyguladığının Unutulmuş Tarihi) adlı kitapları.
Bizim Huysuz Virjin’le Zizi Jeanmaire aynı gün çıktılar sonsuz yolculuğa. Nedense benzetirim ikisini birbirine. Huysuz ince ince, gırgır sertliklerle güldürdü, tabuları sarstı. Ve gönüllerde taht kurdu. Bunca sevilmesi, vefatının bunca üzüntü vermesi boşuna değil. Huysuzluğuyla birlikte zarifti, ayrıca açık ve netti. RTÜKzede olunca “Bu toplum beni 45 yıl önce kabullendi, 45 yıl sonra kabullenmeyecek mi?” dedi, RTÜK’ü ofsayta düşürdü. CNN Türk’te, haddini ve mesleğini bilmeyen birinin münasebetsiz “Zeki Müren eşcinsel miydi” sorusuna verdiği cevap da efsane. “Zeki Müren benim arkadaşımdı, ona eşcinsel olup olmadığını sormadım, sormam. Şimdi sizinle de arkadaş olmuş sayılırız, size de sormam.” Seyfi Bey’e ve Huysuz Hanımefendi’ye ayrı ayrı ve beraber hürmetler.
Bizim Huysuz Virjin’le Zizi Jeanmaire aynı gün çıktılar sonsuz yolculuğa. Nedense benzetirim ikisini birbirine. Huysuz ince ince, gırgır sertliklerle güldürdü, tabuları sarstı. Ve gönüllerde taht kurdu. Bunca sevilmesi, vefatının bunca üzüntü vermesi boşuna değil.
Zizi Jeanmaire klasik dans eğitimi aldıktan sonra modern bale, müzikhol, sinema, tiyatro, revü, televizyon evreninde parlayan bir yıldızdı, 96 yaşında bavulları toplamış. Zizi’nin adını ilk kez Peter Sarstedt’in 1969 tarihli “Where Do You Go To My Lovely” (Nereye Gidiyorsun Güzelim) adlı şarkısında duymuştum, “Marlene Dietrich gibi konuşur/Zizi Jeanmaire gibi dansedersin” dizeleriyle başlayan şarkıda.
Raymond Queneau, Serge Gainsbourg ve Barbara Zizi’ye şarkılar yazmış, Boris Vian onun sesi için “Sadece Paris’te duyabileceğiniz bir ses” demiş. Sahne giysilerini tasarlayan Yves Saint Laurent, “Sahneye çıkınca her taraf hayat, ateş ve alevle dolardı” demiş. Şair Aragon da “Zizi olmasaydı, Paris Paris olmazdı’’ buyurmuş. Öyle önemli ve değerli bir kadın.
Ayasofya ibadete açılmış bu arada. Osmanlı tekerrür ediyor, bu defa fars olarak.