SANATÇININ BİR FUTBOL ADAMI OLARAK PORTRESİ: ARSENE WENGER

29 Aralık 2020
SATIRBAŞLARI

“Dikkat: Konumuz futbol değil… Futbol bahane, konuşan şahane” diyerek başlamıştık 2016’daki Arsène Wenger söyleşisinin takdimine. O günlerde Arsenal zirvedeydi, Wenger yönetiminde 22 yıl boyunca hep olduğu gibi. Şimdi ligin dibinde. Ama konumuz futbol değil, 2021 için kulağa küpe esinler. “Bir sanatçının portresi”ne zaplıyoruz. Express’ten naklen…


Bugün, 9 Ekim 2015 günü, 6945 sayısı sizin için ne ifade ediyor?

Arsène Wenger: Hiçbir şey.

Tam 6945 gündür Arsenal’i çalıştırıyorsunuz. Bu şu an Premier League’deki tüm antrenörlerin toplam süresine eşit!

Hakikaten mi? Peki, madem matematiğiniz bu kadar kuvvetli, kaç saniye yapıyor? (gülüyor)

Kolay: 6945 x 24 x 3600…

Benim için yalnızca geleceğe dönük bir meslek icra etmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Hep ertesi güne, geleceğe bakarım. Her şey sıkıca planlanmıştır. Zamanla olan ilişkim hep tedirgin edici olmuştur. Daima zamanla mücadeledeyim. Geçmişte kalan şeylerle ilgilenmem.

Yaklaşan zaman neden tedirginlik kaynağı?

Oldum olası geç kalmaktan korkarım. Hazır olmamaktan. Planladığım her şeyi gerçekleştirememekten. Zamanla ilişkim her açıdan tedirginlik verici. Zamanı geriye sarmak, dönüp arkaya bakmak da bir o kadar baş döndürücü. Bir kere korku verir, çünkü geride kalan zaman gelecek olandan daha fazla. Zamanla mücadele edebilmenin tek yolu geçmişe pek bakmamak. Yoksa hem tedirgin olursunuz, hem de zaman zaman suçluluk duyarsınız.

Şöyle bir söz var: “Ölüm fikriyle yaşamanın tek yolu, yaşanmakta olan ânı bir sanat eserine çevirmek.” Her şeyi özetliyor.

Tedirginlik kelimesini hem geçmiş, hem de gelecek için kullanıyorsunuz.

Mutluluğun mümkün olduğu tek an yaşanmakta olan şimdiki zaman. Geçmiş pişmanlıkları barındırır, gelecekse tereddütleri. Yani ânın önemini bilmek lâzım.

Teknik direktör şimdiki zamanla, oynanan maçla kurduğu ilişkide neredeyse mistik bir güce sahip diyebilir miyiz? Takımın, oyun stilinin, taktiğin yaratıcısı sizsiniz.

Ben sadece eşlik ediyorum, yol gösteriyorum. Başkalarının sahip oldukları yetenekleri ifade edebilmelerini sağlıyorum. Ben hiçbir şey yaratmadım. İnsanda zaten varolan güzelliğin ortaya çıkabilmesini kolaylaştırıyorum. Kendimi bir iyimser olarak tanımlıyorum. Bu meslekteki ebedî mücadelem insandaki güzelliğin dışa vurulabilmesine dair. Naif olduğum düşünülebilir. Fakat çoğu zaman da haklı çıkıyorum.

Her zaman değil…

Bazen insanın içindeki en iyiyi ortaya çıkarmayı başaramıyorum. Bu da nerede hata yaptığımı incelememe fırsat yaratıyor.

Naif olarak görüldüğünüzü söylüyorsunuz. İdealist olarak tanımlanmayı tercih etmez misiniz?

Şöyle bir söz var: “Ölüm fikriyle yaşamanın tek yolu, yaşanmakta olan anı bir sanat eserine çevirmek.” Her şeyi özetliyor.

2014 FA Cup finalinde Hull City’yi 3-2 mağlup eden Arsenal’in şampiyonluk kutlamalarında Wenger

Ama sanatın evrensel bir güzellik kıstası yok. Bir eser kimilerinin hoşuna gider, kimilerini ise rahatsız edebilir.

Ben bir takım sporunu tercih ettim. Farklı kişilerin ortak bir fikir etrafında bir araya gelip güçlerini birleştirmesinin büyülü bir yanı var. Spor işte o zaman güzel oluyor. İnsanın en büyük mutsuzluğu karşılaştığı sorunlarla tek başına boğuşmak zorunda kaldığında ortaya çıkar. Özellikle de modern toplumda. Kolektif sporun en temel değeri zamanının öncesinde olabilmesidir. 11 farklı ülkeden 11 oyuncuyla ortak bir eser yaratabilirsiniz. Günümüzün sporu yarının dünyasının nasıl olacağını gösterebilir. Muhabbet edemeyeceğiniz insanlarla muhteşem duygular paylaşabilirsiniz. Bu gündelik yaşamda henüz mümkün değil. Bu açıdan takım sporları bir model oluşturabilir. Takım olarak oynanan Davis Kupası başladığında tenis bambaşka bir şekle bürünür.

Bireysel bir sporda antrenörlük yapabilir miydiniz?

Sanmıyorum. Bir kişinin derinliklerine inmek, onu motive edenin ne olduğunu kavramaya çalışmak çok ilgimi çekiyor. Ama ben takım sporuyla yetiştim, psikolojik yapım bunun üzerine kurulu. Eğitimim böyle. Büyüdüğüm köyde sırf futbol ve basket oynanırdı.

Profesyonel futbol oynayıp büyük bir oyuncu olamayışınız çalıştırdığınız takıma daha anlayışlı ve sabırlı yaklaşmanızı sağlıyor mu?

Bu, amaçladığı noktaya erişememiş bir oyuncunun yaşadığı hayal kırıklığıyla kurduğu ilişki üzerinden açıklanabilir. Ne olursa olsun, kariyerim nasıl olursa olsun, futbolun içinde kalacaktım. Futbolun yeri benim için daima aşikârdı. Hatta biraz delicesine. 24-25 yaşlarındayken kendi kendime “futbol oynayamazsam kendimi öldürürüm” diyordum. Futboldan sonraki hayatın ne anlamı vardı ki?

Ortak bir fikir etrafında güçleri birleştirmenin büyülü bir yanı var. İnsanın en büyük mutsuzluğu karşılaştığı sorunlarla tek başına boğuşmak zorunda kaldığında ortaya çıkar. Özellikle de modern toplumda. 11 farklı ülkeden 11 oyuncuyla ortak bir eser yaratabilirsiniz.

Gerçekten mi?

Gerçekten. Nasıl bu kadar gerzek olabildiğimi anlamaya çalıştım uzun zaman. Mahalle takımının buluşma yeri olan bar-restoranda büyüdüğüm için… Sadece futbol konuşulurdu. Çarşamba ve perşembe günleri pazar günü sahaya çıkacak takım kurulurdu. Daha yeni yürümeyi öğrenmiş bir veletken onları izlerdim, konuşmalarını dinlerdim. İçimden geçirirdim: Ah, onu yine sol kanata koyuyorlar, işimiz zor!

Bu tartışmalara çabucak dahil oldunuz mu?

Ne demek! 9-10 yaşında lafa karışmaya başladım. Bilinçaltımda hayatta sadece futbolun önemli olduğunu düşündüğüm bir kültüre hapsolmuştum. Çünkü etrafta sadece bundan bahsediliyordu.

24-25 yaşlarında hissettiğiniz tedirginliklerin üstesinden nasıl geldiniz? Huzura kavuşmayı başardınız mı?

Yavaş yavaş. 25-26 yaşlarındayken teknik danışmanlık yapan bir arkadaşımla Mulhouse’a (Wenger’in köyünün olduğu Alsace bölgesinin büyük bir şehri) konferans vermeye gittim. Bana amatör seviye antrenörlerin eğitmenliğini yapmamı önerdi. Böylece dönüşüm sürecim yavaşça başlamış oldu. Sonra Strasbourg’da oynarken antrenörüm olan Max Hild “Gel benimle beraber altyapıda çalış” dedi. Onun yardımcısı oldum. O kısa süre sonra A takımın antrenörü olunca, ben de 30 yaşında altyapının başına geçmiş oldum. 32 yaşına geldiğimde futbol oynamayı bırakıp yalnızca bu işe odaklandım. Ardından her şey çok hızlı gelişti. Varoluşsal sorular soracak fırsatım olmadı. Bir defa hayattaki amacınız fiziksel potansiyelinize uyum sağlamak zorunda. İlelebet futbol oynayamayacağımı biliyordum.

Wenger başarılı bir savunma oyuncusu olduğu gençlik yıllarında

Antrenörlük kariyerinizin sonunu tahayyül ediyor musunuz? 66 yaşına girdiniz…

Bu asla kendime sorduğum bir soru değil. 34 yaşına gelmiş, ama futbol oynamayı sürdüren bir oyuncu gibiyim biraz. En ufak bir kötü maçın ardından hemen “artık bırakma vakti geldi aslanım!” diyenler çıkıyor. Bıraktıktan sonra ne yapacağım sorusunu aklıma bile getirmiyorum, çünkü altından kalkması güç bir şok olacak. Oynamayı bırakıp antrenörlüğe geçişimden çok daha zor. Çünkü bu kez boşluğa geçiş yapmak söz konusu. O yüzden bu soruyu sormuyorum kendime. Amacına yaklaşmış, ilerlemeyi sürdüren ve önüne çıkan duvarı görmezden gelen biri gibiyim. Size 24 saat yaşamınız kaldı desem, geride kalan bu zamanı kafanızı kesecek bıçağı düşünerek mi geçirirsiniz, yoksa bu son saatleri mümkün olan en dolu şekilde yaşamaya çalışarak mı?

Kız kardeşinin kaybettiği için desteğe ihtiyacı olan eşinin ricası üzerine 71 yaşında aniden antrenörlüğü bırakan Alex Ferguson başarılı bir örnek değil mi?

Bu açıdan Ferguson önemli bir örnek. Bir kere her dönemde kendini yenilemeyi, evrimini sürdürmeyi bildi. Sahip olduğu başarılarla yetinmedi. Bu çok takdir ettiğim bir yönü. Daima kendini sorgulamayı sürdürdü. Fakat başka tutkuları, hobileri de vardı. Atlara düşkün, şarap seviyor. Kırmızı şarap bilgisi beni sollar. Geçenlerde karşılaştığımızda ona sordum: “Alex, futbolu özlemiyor musun?” “Hiç mi hiç” dedi. Hem hayal kırıklığına uğradım, hem de rahatladım. Bu benim için bir umut kaynağı.

Tarihin içinde yalnızca zincirin halkalarından biri, sizden çok daha büyük bir bütünün basit bir parçası olmak… Daima daha ileriye gidecek, daha iyi olacak bir insanlık umudu taşımak. Bugün böyle bir bakış pek geçerli değil.

Sizin başka tutkularınız yok mu?

Hayır. İçimdeki bu doğal tedirginliğin sebebi de bu. Ben Ferguson değilim. Yerine koyabileceğim başka bir şey yok. Geriye bakmak da ilgimi çekmiyor. Mesela yaşadıklarım üzerine kitap yazmak… Beni görmeye gelen ve mutlu olmadıkları her hallerinden belli eski oyuncular içimi acıtıyor. Bugün ne yaptığı üzerinden değil de, eski Arsenal oyuncusu olarak tanıtılmak acıklı bir durum. Daha önce olmuş olduğun şey olmak acı verici. İleriki hayatımda Arsenal’in eski antrenöründen ibaret olmamayı umuyorum. Gençleri eğitmek. Bir işe yaramak…

Neden geçmişe bu kadar mesafelisiniz?

Bu beni biraz endişelendiriyor. Evime gelirseniz asla bir futbol antrenörünün evinde olduğunuzu tahmin edemezsiniz. Son kazandığım FA Cup madalyası nerede deseniz, bilmem. Galiba takımın doktoruna ya da malzemecisine vermiştim.

Arsenal gibi tarihini öne çıkaran ve yeni kuşaklara aktarmaya önem veren bir kulübün menajeri olarak çelişkili bir durum değil mi?

Başkalarının tarihine çok önem veririm. Kendiminkiyse beni pek ilgilendirmiyor. Zaten biliyorum ve dönüp tekrar gözden geçirmemek hayatım boyunca yapmış olduğum aptallıkları, hataları yeniden yaşamamı engelliyor. Pişmanlıkların önünü kesiyor. Kendi yaşamlarına adanmış müzeyi birilerine gezdirip başarılarını anlatanlar bana hazin geliyor.

Alex Ferguson

Profesyonel kariyerinizin izlerini sizden daha iyi kim anlatabilir ki?

Kulübüm bunu gayet iyi becerecektir. Medya da hikâyemi anlatacaktır, her ne kadar bu gerçekten “benim” hikâyem olmasa da. Hakikat muhtemelen daha da ilginç olacaktır, zira başımdan geçenlerin büyük kısmı bilinmiyor. Babam benimle ilgili bütün haberleri biriktiriyordu. Bazen ona ihanet ettiğim hissine kapılıyorum. Çünkü beni ilgilendirmiyor. Belki ileride değişir, belki bir gün “evet, tüm yaşananların bilançosunu çıkarma vakti geldi” derim.

Mirası en etkili aktarmanın yolu anlatmak değil mi?

Yaptığım işin en güzel yanı başka insanlara bir şeyler aktarabilmek ve hayatlarına olumlu bir şekilde etki edebilmek.

Alex Ferguson ve Thierry Henry gibi henüz hayattayken heykelinizin dikilmesi nasıl bir duygu?

Bu beni biraz rahatsız ediyor. İşimi kötü yapmadığımı kanıtlamak için her gün mücadele vermeyi tercih ederim. Günümüzde çok kolay sorgulanıyorsunuz. İşimizin değişen yönlerinden biri, geçmişte elde ettiğiniz başarıların artık sizi korumuyor olması. Saygı görebilmek için sürekli savaşmaya devam etmek zorundasınız.

Günümüz antrenörü için ikna etmek kazanmaktan daha mı zor?

Kazanmak için ikna etmeniz lâzım. Dikey bir toplumdan yatay bir topluma geçtik. 1960’ta antrenör “çocuklar şöyle oynayacağız” dediğinde kimse ağzını açmazdı. Bugünse önce ikna etmeniz gerek. Oyuncuların hepsi zengin. Zengin birinin temel özelliklerinden biri, onu ikna etmek zorunda olmanız. Çünkü bir statüsü var. Belli bir düşünme biçimi var. Bugün herkes bilgi sahibi. Dolayısıyla da kendi fikirleri var. Ve hepsi kendi fikrinin doğru olduğunu düşünüyor. Benim görüşümü paylaşmıyor olabilirler, o yüzden onları ikna etmem lâzım.

Arsenal’e ilk geldiğinizde kulübü ve taraftarları da kendi ilkelerinizin doğru olduğuna ikna etmeniz gerekti.

Arsenal yeniliklerden korkmayan bir geleneğe sahip. Peşimden gelmekten korkmadılar.

Aristokratlıkla hiç alâkam yok. Benim gibi at arabalarına gübre doldurarak yaşamış olsaydınız, anlardınız. Önemli bulduğum değerlere sadık kalmaya ve bu değerleri aktarmaya çalışıyorum. Asla bir oyuncuma performansını artıracak bir madde kullandırmadım. Bundan gurur duyuyorum.

En önemlisi de size zaman verdiler. Arsenal’in başındaki yirminci seneniz…

Zaman çok büyük bir lüks. Kendimi layık gördüğüm bir meziyet varsa, o da daima Arsenal kendiminmiş gibi davranmam. Bu yüzden eleştirildiğim oldu. Çünkü kolay para harcamıyorum. Tutumluyum. Fakat fikirlerimi sonuna kadar uygulama ve onlar için savaşma cesaretini gösterdim. Herkesin aynı fikirde olmamasını anlayabilirim. En büyük gururum arkamda kuvvetli, ekonomik açıdan sağlıklı ve gelecekte başarılı olabilecek bir takım bırakmak olacak. Şöyle de diyebilirdim: Dört-beş seneliğine buradayım, kazanabileceğimiz bütün kupaları kazanalım, sonra da kulübü krizin eşiğinde bırakıp giderim. Bence bir kulübün büyüklüğünün en temel göstergesi istikrarlı bir şekilde üst seviyede kalıcı olabilmesidir. Real Madrid, 1953’te Di Stefano’nun gelişine kadar, 21 sene İspanya şampiyonu olmadan yoluna devam etmişti.

Bugünün Real Madrid’indeyse şampiyon olmanıza rağmen kovulabilirsiniz.

Onlar da bu modern zihniyete kapıldı. Sürekli yeni yüzler lâzım. Haber yaratmanız lâzım. Bana göre alınan sonuçlardaki istikrar kulüp içinde tutarlılık ve uyum sayesinde sağlanabilir. Sürekli her şeyi yeni baştan yaratmak, sınırsız kaynaklara sahip değilseniz, tamamen abes.

Arsenal Müzesi’nde bulunan Arsène Wenger büstü

İstikrar ve sabırdan bahsediyorsunuz. Monaco’nun başındayken oldukça ateşli bir mizacınız vardı.

Olgunlaştım. Japonya’da yaşadım. Kendimi kontrol etmeyi öğrendim. Zamanla aşırı duyarlılığımı denetleyebilmeye başladım. Hakikaten hocalık yapmaya 33 yaşında başladım, bugün 66 yaşındayım. Bu meslekte hayatta kalabilmek için uyum sağlamam gerekti.

Japonya’da Nagoya Grampus Eight’i çalıştırdığınız yıllar (1994-1996) sizi derinden etkilemiş.

Kulüp başkanı Shoichiro Toyoda, Nagoya’yı yüz yıl içinde önce Japonya’nın, sonra da dünyanın en büyük kulübü yapmayı düşlediğini söyledi. Bu yaklaşım aciliyet hissinin yarattığı baskıyı ortadan kaldırıyor. Bu kadar uzun vadeli bir projenin içinde tek bir maç kaybetmenin önemi nedir? Ayrıca bu fikri son derece cömert buldum. Tarihin içinde yalnızca zincirin halkalarından biri, sizden çok daha büyük bir bütünün basit bir parçası olmak… Maalesef çoğu zaman, sanki bizim ardımızdan dünya duracakmış gibi yaşıyoruz. İnsanlık bu değil. Azıcık bilimci bir bakış gerekli. Daima daha ileriye gidecek, daha iyi olacak bir insanlık umudu taşımak. Bugün böyle bir bakış pek geçerli değil.

Hatta hiç geçerli değil…

Nagoya için de geçerli değil zaten. (gülüyor) Benim bıraktığım zamanki noktadan pek ilerlemediler. Gerçi sadece yirmi yıl oldu. Hatta başkan Toyoda yeniden kulübün başına geçti ve bazen fikir almak için bana danışıyor. Ayda bir görüşüyoruz. Hâlâ birbirimize çok yakınız.

Mircea Lucescu sizin için şöyle diyor: “Arsène tam bir aristokrat. Ferguson gibi işçi sınıfı değerleriyle ya da Mourinho gibi saldırgan bir üslûpla hareket etmez. Esas amacı eğitmektir.” Bu tarif size makûl geliyor mu?

Kendimi her şeyden önce bir eğitmen olarak gördüğümü inkâr edemem. Fakat aristokratlıkla hiç alâkam yok. Siz de benim gibi at arabalarına gübre doldurarak yaşamış olsaydınız, anlardınız. Hayatta önemli bulduğum değerlere sadık kalmaya ve bu değerleri diğerlerine aktarmaya çalışıyorum. Otuz yıllık antrenörlük yaşamımda asla bir oyuncuma performansını artıracak bir madde kullandırmadım. Bundan gurur duyuyorum. Pek çok takım için bu zihniyeti paylaştıklarını söyleyemeyiz.

Dedem şöyle derdi: “100 metre yarışını anlamıyorum, biri 10,1 saniyede, öteki 10,2’de koşuyor, ikisi de hızlı işte!” Bugün 10,1 saniyede koşan göklere çıkarılıyor, 10,2 koşansa yerden yere vuruluyor. Kazananın, yöntemi ve imkânları ne olursa olsun, yüceltildiği bir çağda yaşıyoruz.

Aristokrasi ille kan bağıyla gelen bir statü değil, bir halet-i ruhiye de olabilir.

Başkalarının beni nasıl gördüğünü yargılayamam. Fakat ben kendimi hâlâ Duttlenheim’da (Strasbourg’a 20 kilometre mesafede, Wenger’in çocukluğunu geçirdiği kasaba) gününü tarlada koşarak geçiren çocuk olarak görüyorum. Benim sahiplenmek istediğim şey değerlerin aktarılması. Kan bağından gelen hakların değil. Ölülerine ve temsil ettikleri değerlerine saygı duymayı bırakmış bir medeniyet kaybolmaya mahkûmdur.

Hiç de çiftçilikten gelmiş biri gibi giyinmiyorsunuz. Maçlarda her zaman pek şıksınız.

Futbolun ve kulübümün temsil etmesini istediğim imaja dair sorumluluk sahibi olduğumu düşünüyorum. Öte yandan futbol bir tür bayram, bir kutlama. Çocukken pazar günleri güzel kıyafetlerimizi kuşanırdık. İngiltere’ye ilk geldiğimde antrenörlerin takım elbise-kravat giydiklerini görmek çok hoşuma gitti. “Bugünü bir bayrama çevirmeyi amaçlıyoruz” der gibi… Ben de hemen uydum. Bir taraftarın sabah kalkarken, bugün Arsenal oynuyor, iyi vakit geçireceğim demesini istiyorum. O kişi güne güzel şeylerin olacağını bilerek başlayacaktır. Bunun için büyük takımların seyircilere gösteri sunmayı amaçlamaları lâzım. Paylaşılacak bir mutluluk yaratmayı hedeflemeleri lâzım. 


Emirates Stadı’nda güzel bir gün geçirmek eski stadınız Highbury’deki güzel günlere pek benzemiyor olsa gerek…

Bu düzeydeki futbolun talepleri, gereksinimleri çok yüksek bir seviyeye geldi. Mutluluğun felsefi tanımı arzuladığınız ve sahip olduğunuz şeyler arasındaki uyumdur. Fakat arzuladığınız şeye sahip olduğunuz anda bu arzular değişir. Daima daha fazlası, daima daha iyisi. Herkesi tatmin etmenin zorluğu bundan kaynaklanıyor. Arsenal taraftarı sezonu dördüncü bitirdiğinizde gelip, “Yirmi yıldır ilk dörtteyiz, artık şampiyon olmak istiyoruz!” diyor. Manchester City veya Chelsea’nin 300-400 milyon euro harcamış olmasını iplemiyorlar. Sadece onları yenmek istiyorlar. Ama iki sene üst üste 15. bitirseniz, bir sonraki sezon dördüncü olursanız mutlu olurlar.

Sabırsız olan sadece taraftarlar değil. Thierry Henry geçenlerde Sky Sports’a Arsenal’in bu sene şampiyon olmak zorunda olduğunu söyledi.

Zorunluluk ancak ölüm için geçerlidir. Hepimiz bir gün ölmek “zorundayız”. Ben “yapmak zorundayım”dan ziyade “yapmak istiyorum” demeyi tercih ediyorum. Yaşamdan alınan tat bu. “Zorunluluk”, “zorunluluk”, “zorunluluk”… Almayayım. Hiçbir şey yapmak “zorunda” değilim. Benim için sporun güzelliği şu: Herkes kazanmak istiyor, fakat sonunda sadece biri kazanacak. Bütün takımlarının başına birer milyarder koysanız bir tane şampiyon olacak, 19 tane hayal kırıklığı. Dedem şöyle derdi: “100 metre yarışını anlamıyorum, biri 10,1 saniyede, öteki 10,2 saniyede koşuyor, ikisi de hızlı işte! Ne anlamı var ki bunun?” Bugün 10,1 saniyede koşan göklere çıkarılıyor, 10,2 koşansa yerden yere vuruluyor. Halbuki ikisi de acayip hızlı koşuyor. Kazananın, yöntemi ve imkânları ne olursa olsun, yüceltildiği bir çağda yaşıyoruz. Bir şampiyonun on yıl sonra hile yaptığı ortaya çıkarılıyor. Tüm bu süre boyunca ikinci gelense acı çekiyor. En ufak bir itibar görmüyor. İkinci gelenlere neler denmiyor ki! Nasıl acı çekmesinler…

Japonya’dayken sumoya dair en sevdiğim şey şuydu: Maçın galibi mağlubu küçük düşürmemek için sevincini asla belli etmez.

Hep “fair-play”i savundunuz. Bu açıdan tam bir İngiliz olduğunuz söylenebilir mi?

Ben hep fair-play’ci olmadım. Hepimizin içinde kazanma arzusu ve kaybetmekten nefret vardır. Mağlubiyete duyduğum aşırı nefret yüzünden fair-play davranmakta güçlük çektiğim zamanlar oldu. Düşünsenize, tek bir maç kaybetmeden İngiltere şampiyonu olmuş tek antrenör benim! Ama gerçekten de İngilizlerin bambaşka bir fair-play anlayışı var. Geçen gün İngiltere rugby takımının Avustralya’ya kaybedip kendi evlerindeki Dünya Kupası’nın ilk turunda elendikten sonra soyunma odalarına giden tünelin önünde sıraya dizilip Avustralyalı oyuncuları alkışlamalarını seyrettik. Hakikaten bravo! Kendilerini nasıl perişan hissettiklerini herkes biliyor. Canlı yayında, herkesin gözünün önünde, böylesi bir hezimet anında… Ne kadar güzel bir spor karesi. Japonya’dayken sumoya dair en sevdiğim şey şuydu: Maçın galibi mağlubu küçük düşürmemek için sevincini asla belli etmez. Mağlubiyet anlarında çok acı çektim. Bazı ülkelerdeki tepkilere, taşkınlıklara bakınca Japon kültürünün ve İngilizlerin değerlerinin ne kadar takdire şayan olduğunu bir kez daha görüyorum.

Arsenal’in Pirès, Vieira, Henry gibi Fransız oyuncuları futbol sonrası kariyerlerini İngiltere’de sürdürüyor. Siz de ilelebet Londra’da mı kalacaksınız?

Henüz karar vermedim. Kesin olan tek şey Arsenal’e olan bağlılığımın hayatımın sonuna dek sürecek olduğu. Buradan kopmaya yaklaştığım anlar oldu, ama her seferinde reddettim. Başka bir yerde antrenörlük yapacağımı hiç sanmıyorum.

Emin misiniz?

Neredeyse eminim. (gülüyor) Yarın Arsenal bana teşekkür edip güle güle derse çalışmayı, hayatta en sevdiğim işi sürdürmeyi denemeyeceğime söz veremem. Ama kesinlikle İngiltere’de olmaz.

Antrenörlükten ziyade eğitmenlik mi yapmak istersiniz?

Eğitmenlik yapma arzusunun kazanma arzusuyla çelişkiliymiş gibi sunulmasından hoşlanmıyorum. Bu eğitmeni aptal yerine koymak olur. Antrenörün ilk işiyse eğitmek olmalı. Bu mesleğin en güzel yanlarından biri bir kişinin hayatını olumlu yönde etkileyebilmek. Sokaklar büyük yeteneğe sahip, fakat onlara güvenecek biriyle yolları kesişmemiş insanlarla dolu. Bu kişilerin hayatını kolaylaştıran, onlara fırsat sunan biri olabilirim.

Kariyerinizin en önemli anı hangisi?

Herkesin bana şüpheyle baktığı, Londra’ya ilk geldiğim dönem. Arsenal’le ilk şampiyonluğumuz. Yaptığımız ilk “duble” (aynı sezonda Premier League ve FA Cup şampiyonu olmak). “Arsène Who?”dan öncü olarak kabul edilmeye geçişim.  İngiltere’de dikiş tutturan ilk yabancı antrenör olmam.

Size acı veren şeyler?

Tüm çabalara, aralıksız çalışmaya rağmen, kaybedilen bir maçın ardından her şeyin yeniden sorgulanması. An be an verilen “sil baştan” tepkileri. Mazoşist bir şekilde bunlara dayanma kapasitenle, başarının verdiği haz arasında bir denge tutturmak gerekiyor. Bugün bu tutkumu ifade edebilmek için mazoşist kapasitemin daha da geniş olması lâzım. O noktaya geldim. Yaptığım bir çok şey bana azap veriyor.

Bu yüzden mi medyaya mesafelisiniz?

Tabii ki… Sabah kalktığında “bugün canım elli kırbaç yemek istiyor” diyen birini tanıyor musunuz?

L’equipe Sport & Style’dan çeviren: Alican Tayla

Express, sayı 141, Şubat 2016

^