CHP PM ÜYESİ İLHAN CİHANER’LE SURİYE HAREKATI VE ÖTESİ

Söyleşi: İrfan Aktan
1 Kasım 2019
SATIRBAŞLARI

CHP “Barış Pınarı” harekâtına “içi kanaya kanaya” evet dedi ve iktidarın “yurtta harp, cihanda harp” politikasına onay vermekle kalmadı, 31 Mart-23 Haziran süreçlerinde CHP adaylarına destek veren HDP seçmenine, en hafif tabirle, sırt çevirdi. CHP niçin ve nasıl böyle bir tercih yaptı, bu tercih hangi sonuçları doğurur? CHP Parti Meclisi üyesi İlhan Cihaner’i dinliyoruz. 


Türkiye ile Rusya arasında varılan Soçi mutabakatını eleştiren CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel, 23 Ekim’de düzenlediği basın toplantısında, “CHP’yi dinlememenin maliyeti bu kadar ağır mı olmalıydı? Dediğimiz yere geldiler, ama analar bu kadar gözyaşı dökmüşken nasıl memnun olalım?” dedi. Oysa Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye tezkeresine destek verdiği gibi, Türkiye’nin Suriye harekâtından on gün önce CHP’nin düzenlediği Suriye Konferansı’nda “Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamak amacıyla Suriye toprakları üzerinde sürdürdüğü terörle mücadelenin meşruluğuna inanıyoruz” demişti. CHP’nin hem harekâta açıktan destek verip hem de harekât bitirilmek zorunda kalındığında yaptığı eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?

İlhan Cihaner: Özgür Özel veya genel başkana doğrudan bir cevap vermek için söylemiyorum, ama CHP’nin argümanları savaş tezkeresine “hayır” demeyi temellendiriyordu. Dolayısıyla CHP savaş tezkeresine “evet” diyerek büyük bir tutarsızlığa düştü. İstanbul’daki Suriye konferansında ortaya çıkan sonuç da savaşa “hayır” deme tutumunu beraberinde getirmeliydi.

Kılıçdaroğlu’nun Suriye konferansında müdahaleyi meşru gördüklerine dair beyanatı, iktidara yeşil ışık anlamına gelmiyor muydu?

Evet. Tabii konferansta bazı temel tezler tartışılamadı. Keza hükümetin doğrudan doğruya oturup ateşkes imzaladığı aktörler de yoktu konferansta. Oysa Rusya ve ABD ile konuşuldu, ama sonuçta AKP onlar üzerinden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ateşkes anlaşması yaptı. “Terör örgütleriyle masaya oturmayız” deyip SDG’yi de bu kategoriye koyuyorsanız, o zaman ABD ve Rusya’yı da dinlememeniz gerekirdi. CHP’nin konferansında “SDG nedir, ne istiyor” sorularına dair de bir tartışma yapılmadı. Keza Suriye’de yabana atılmaması gereken bir sol, toplumcu hareket de var. Bunların bir kısmı belki Baas Partisi’yle dirsek temasında, ama ne kadarı SDG içinde, onu şu aşamada bilmiyoruz. Neticede Suriye’de savaş başladığında solun başını çektiği ve farklı bir yol öneren komiteler vardı. Bunların tezleri Suriye konferansında dillendirilmedi. Emperyalizm analizi çok eksik kaldı. Dolayısıyla böylesi eksikliklerine rağmen Suriye konferansı aslında barışçıl bir süreci savunuyordu.

Elbette bir devletin kendisine yönelik bir terör saldırısına karşılık verme hakkı vardır. Peki, öyle bir saldırı oldu mu? Verilen karşılık, uluslararası hukuk bağlamında, saldırıyla orantılı mı? Sınırın öbür tarafından atılan tek bir roketi savaş açma gerekçesi yaparsanız, dünyada o kadar kolay savaşlar açılır ki, önünü alamazsınız.

Sizce Kılıçdaroğlu’nun Suriye harekâtından on gün önce böyle bir müdahaleyi meşru göreceklerini ilan etmesinin sebebi neydi?

Elbette bir devletin kendisine yönelik bir terör saldırısına karşılık verme hakkı vardır. Peki, öyle bir saldırı oldu mu? Verilen karşılık, uluslararası hukuk bağlamında, saldırıyla orantılı mı? Sınırın öbür tarafından atılan atılan tek bir roketi savaş açma gerekçesi yaparsanız, dünyada o kadar kolay savaşlar açılır ki, önünü alamazsınız. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi askerlerine karşı tarafın üniformalarını giydirip yaptırdığı ve işgale bahane ettiği olayları hatırlayın. Keza ABD’nin, Vietnam’a savaş açma bahanesi yaptığı Tonkin Körfezi Olayı’nı, belli devletlerin savaş çıkarmak için yaptıkları provokasyonları unutmayalım. Hatta bizde basına da yansıyan “karşıdan attırırım iki-üç roket” sözlerinin üzerinden çok zaman geçmedi. Bu kadar kırılgan ve basit gerekçelerle başka bir ülkeye savaş ilan edemezsiniz. Suriye’de rejim bu konumdayken, SDG’nin ya da Kürtler adına hareket edenlerin ikinci bir cephe açıp Türkiye’ye dönük, Türkiye’nin varlığını tehdit edecek bir girişimde bulunacaklarını mantığa da, siyasete de aykırı görüyorum. Türkiye’ye atılan roketlerin ateşleyicisi cihatçılar da olabilir. Hatta adına Suriye Milli Ordusu denen ve Türkiye’nin o bölgede bulunmasını isteyen yapılar da bunu yapabilir. Öte yandan, kuşkusuz, sınır hattında yaşayan sivillere yönelik saldırıların hesabının da sorulması lâzım.

Barış Pınarı Harekatı’nda bir asker

Başta Uluslararası Af Örgütü olmak üzere, çeşitli insan hakları örgütleri ve dünya basını Türkiye’nin “Barış Pınarı” harekâtında savaş suçu işlediğini söylüyor. Türkiye yasaklı silahlar kullanmadığını ileri sürse de, medyaya yansıyan çok sayıda görüntü var. Savaş suçu işlediğine ilişkin bir yargılama veya yaptırımın Türkiye’nin önüne gelme olasılığı var mı?

Bu mümkün görünmüyor. Bir kere, savaş suçlarına ilişkin tespitler de artık devletlerin birbirlerine karşı kullandıkları bir psikolojik savaş söylemine dönüşmüş durumda. Bugüne kadar, başta Doğu Guta olmak üzere, Suriye genelinde yirmiyi aşkın kimyasal veya yasaklı silah kullanıldığı iddiası basına yansıdı. Bunların gerçek olduğunu varsaysak bile, insanlık tarihi bize gösteriyor ki, savaş suçu işleyenlerin yargılanmaları, dünyadaki güç konjonktürüne bağlıdır. ABD, Vietnam ve Irak başta olmak üzere, en fazla savaş suçu işlemiş devletlerin başında geliyor, ama hiçbir zaman yargılanmadı. Dolayısıyla benzer bir sürecin Türkiye açısından da geçerli olma ihtimali yok. Zaten teknik nedenler de buna engel.

Ne gibi teknik nedenler?

Türkiye Roma Şartı’nı imzaladı, ama onay vermedi. Fakat buna rağmen, yaptıkları haberlerle Erdoğan’ın savaş suçları mahkemesinde yargılanmasını sağlamaya çalışma iddiası üzerinden gazeteciler hapsedildi. Oysa yargılanabilmek için söz konusu devletin savaş suçları için kurulacak mahkemenin yetkisini kabul etmiş, eylemin böyle bir anlaşmaya taraf olan ülkede yapılmış yahut  BM Güvenlik Konseyi’nin bu konuda bir karar almış olması gerekir. Bunların hiçbiri yokken, Erdoğan’ı yargılatmaya çalışma iddiası üzerinden hayali bir suç üretip gazetecileri tutukladılar. Cumhuriyet gazetesi davasının ana iddialarından biri buydu.

CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’na mensup partiler, savaş kararı çıktığı an Cumhur İttifakı’nın arkasında hizalandı. Fakat harekâtın daha ikinci günü, Erdoğan “milletten nasibini almamış bu ittifakın zayıflaması, parçalanması çok, çok önemli” dedi. Bu, harekâtın amacının ne olduğunun en net açıklamasıydı. Harekât esas itibariyle içe dönüktü.

Tabii savaş suçundan yargılanıp yargılanamamak başka bir şey, söz konusu eylemin savaş suçu olup olmadığını tespit etmek başka bir şey. Bu ayrımı koyduğumuz zaman biraz daha rahat konuşabiliriz. Bu anlamda, Türkiye’nin yaptığı, eğit-donat projesi başta olmak üzere, birçok eylem savaş suçu kapsamında değerlendirilebilecek eylemlerdir. Aynı şey ABD, Britanya, Fransa gibi devletlerin Suriye’deki faaliyetleri açısından da geçerli. Avrupa’nın anlı şanlı demokratik ülkelerinin Suriye’ye ne şekilde müdahale yaptıklarına baktığınızda da, azıcık vicdanı olan her insan sayısız savaş suçu görür. Koalisyon güçleri her seferinde Suriye konusunda “şu kadar bomba katkısı sundum” diyor. Bu bombalar insanlara yönelik kullanılmıyor mu? Bu durumda, yargılanabilirliğin dışında, bizatihi savaş ve savaş suçu kavramlarını radikal bir sorguya tabi tutmamız gerekiyor. Hukuki sorgulamadan ziyade ahlâki sorgulamaya gitmek, insanların bu konuyu daha rahat konuşmasını sağlayabilir.

Sizce ne oldu da iktidar apar topar bu harekâta girişti?

İktidar epey bir süredir 30 kilometre aşağıya inecek bir güvenli bölgeden söz ediyordu. Dolayısıyla, Akçakale’ye roket atılmış da bu harekât başlamış değil. Kaldı ki, Türkiye’nin, Mavi Marmara’da olduğu gibi, yurttaşlarının çok daha büyük saldırılara maruz kaldığı olaylarda soğukkanlı davrandığını biliyoruz. O yüzden AKP’nin 9 Ekim’deki gibi çok büyük bir harekâtı başlatmasına sebep olacak büyüklükte bir saldırının olmadığını unutmamalıyız. Ayrıca İHA-SİHA gibi havadan gözetleme araçları Türkiye’de çok gelişkin. Nasıl oldu da sınırın öte tarafından bize yönelik yapıldığı iddia edilen saldırıların, atılan roketlerin bir tane bile görüntüsü yok?

Zaten “şu tarihte sınırımıza yönelik bir saldırı oldu, biz de harekâtı başlatıyoruz” gibi bir açıklama yapılmadı.

Tabii, sadece bir tehditten söz ediliyor. Az önce de söylediğim gibi, Türkiye’nin Rusya, ABD ve Suriye ile ilişkilerini de bildiği için SDG ya da Kürt yapılanmasının TSK’nın bölgeye girmesine yol açacak bir girişimde bulunması akla uygun değil. Öte yandan, CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’na mensup partiler savaş kararı çıktığı an Cumhur İttifakı’nın arkasında hizalandı. Fakat harekâtın daha ikinci günü, Erdoğan çıkıp “adı Millet İttifakı, ama milletten nasibini almamış bu ittifakın zayıflaması, parçalanması çok çok önemli” dedi. Ardından, parti-devlet hedefini itiraf edercesine, herkesi AKP’ye üye olmaya davet etti. Bunlar, askeri harekâtın amacının ne olduğunun en net açıklamasıydı.

Çıkış, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmesi ve sınır boyunda da toplumsal dokuyu bozmaya girişmek yerine barışı tesis etmesinden geçiyor. Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye tehdit iddiasını ortadan kaldıracak bir statünün inşasına yardım edilmesi gerekiyor.

Harekât esas itibariyle içe dönüktü. Kriz içindeki ülkelerde, savaş çarkları döndürür, savaş ekonomisi işlemeye başlar. Krizin toplum üzerindeki etkilerini milliyetçilik duygularıyla bastırabilirsiniz. Nitekim, meyve-sebze fiyatları arttığı zaman, bu iktidarın mensupları “bir merminin kaç para olduğunu biliyor musunuz da domatesin-patlıcanın hesabını yapıyorsunuz” dediler. Genç işsizliğinin yüzde 50’lere yaklaştığı bir ülkede savaş olmasa, insanlar tepkisiz kalır mı? Savaş iktidarlara olağanüstü olanaklar verir. Fakat Türkiye’nin bölgeye girmesinin ulusal çıkarlara hizmet etmediğini, uluslararası hukuk anlamında tartışmaları derinleştirdiğini, orta ve uzun vadede bunun büyük zararlarının olacağını düşünüyorum.

Peki sizce ne yapmalı?

Çıkış, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmesi ve sınır boyunda da toplumsal dokuyu bozmaya girişmek yerine barışı tesis etmesinden geçiyor. Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye tehdit iddiasını ortadan kaldıracak bir statünün inşasına yardım edilmesi gerekiyor.

Nasıl bir statü?

Suriye’de 2011’deki sosyolojiyle uyumlu, oradaki halkların rızasına dayalı farklı bir yönetim sisteminin olduğunu varsayalım… Bu sistemler, Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğine uygun olmayabilir, ama dünyanın birçok ülkesinde federasyon da var, kanton da. Ve bu yönetim biçimleri barış içinde sürdürülebiliyor. Suriye’de böyle bir yönetimin tesis edilmesi halinde, oradaki yapıların sırf yönetimleri böyle diye Türkiye’yle savaşmak istemesi söz konusu olabilir mi? Teorik olarak bile mümkün değil. Nasıl ki şu an Kuzey Irak, Türkiye için bir terör riski taşımak şöyle dursun, Ortadoğu’da doğru dürüst ilişkilerin sürdürüldüğü tek yapıysa, aynı şey Suriye’nin kuzeyi için de söz konusu olabilir. Jeo-stratejik yapısı da, kimse kusura bakmasın ama, askeri gücü de, oralardaki yapıların Türkiye’ye kolay kolay kafa tutamamasını sağlar. O yüzden de bu tür yapıların oluşmasından korkmamak lâzım. Aksine, Türkiye Suriye’nin kuzeyindeki bir yönetim yapılanmasını destekleyerek orada daha etkin olur, kuracağı iyi ilişkilerle bölgedeki barışı garantiler. Kuzey Irak bunun için güzel bir örnektir. Bir zamanlar orası için de tıpkı şu an Kuzey Suriye için dillendirilen tehditlerden söz ediliyordu.

Hendek operasyonları sonrasında Cizre

Fakat öyle bir noktaya gelindi ki, Suriye’de federasyon isteyenler Türkiye’yi bölmek istemekle suçlanıyor.

Ne alâkası var yahu! Bu suçlamayı yapan insanların çoğu muhtemelen 2011 öncesinde Suriye’de nasıl bir yönetim tarzı olduğunu bile bilmiyor. Suriye’nin 2011 öncesi idari yapısının Türkiye’deki gibi olduğuna dair kanaat, en büyük ezberlerden bir tanesi. Suriye idari olarak nasıl yönetiliyordu? Türkiye’deki gibi üniter, katı merkeziyetçi bir yapı mıydı? Türkiye açısından Suriye’deki bir Kürt oluşumunu tehdit olmaktan çıkaracak tek şey, kendi Kürt sorununu çözmek ve o bölgeyle de barışçıl bir ilişki kurmak. Bu, Türkiye’yi müthiş güçlendirir.

Maksat sadece bir “tehdidi” ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda hakimiyet alanını genişletmek değil mi?

Eğer bu çağda fetih mümkün olsaydı, İsrail yıllardır işgal altında tutuğu Golan Tepeleri’ni kendine mâletmiş olurdu. Başkasının toprağına göz dikmek öncelikle sizi istikrarsız kılar. Hele hele Suriye gibi dünyanın emperyal güçlerinin vekalet savaşı yürüttüğü, pozisyon almaya çalıştığı bir alanda insanınızı, zamanınızı, ekonominizi kaybedersiniz. Bunu yapmak yerine devrimci, cesur adımların tartışılması gerekir.

Dünyanın birçok ülkesinde federasyon da var, kanton da. Ve bu yönetim biçimleri barış içinde sürdürülebiliyor. Suriye’de böyle bir yönetimin tesis edilmesi halinde, oradaki yapıların sırf yönetimleri böyle diye Türkiye’yle savaşmak istemesi söz konusu olabilir mi? Teorik olarak bile mümkün değil.

Savaş tezkeresi gündeme geldiğinde CHP neden bu tartışmayı yapmadı? Partiniz neyi göze alamadı?

CHP dahil birçok siyasi hareketin bir ön kabulü var. Bu ezbere göre, Türkiye toplumunun yüzde 70’i muhafazakârdır, milliyetçidir ve dolayısıyla bizim bu kesimlerin kaygılarına göre hareket etmemiz gerekir. CHP bu kaygının mahkûmu oldu. Yönetimin “anayasaya aykırı, ama evet diyeceğiz” açıklaması veya dildeki muhafazakârlaşma, milliyetçileşme bunun bir sonucu.

CHP bu değil mi?

CHP buysa, zaten tavrımız bambaşka olur. “MHP niye böyle davrandı” demiyoruz, çünkü MHP zaten o. Ama “CHP niye böyle davrandı” diye soruyorsak, demek ki kafamızda başka bir CHP var ve kritik kavşaklarda, kafamızdaki o CHP gibi davranılmadığı için sorgulamaya gidiyoruz. Dediğim gibi, kritik kavşaklarda verilen kararlarda, milliyetçi-muhafazakârların değerleriyle çatışmama kaygısı egemen oluyor. Tabii yönetim kademesindeki kadronun yapısı da belirleyici bir etmen. CHP’nin karar mekanizmalarında sol, sosyal demokrat, devrimci, kurucu adımlar atacak isimlerden çok, konformist, ortalamacı kararlar alan kadrolar egemen. Bunları değiştirmek mecburiyetindeyiz. Son savaş tezkeresi, CHP’nin desteklediği ilk tezkere değil, beşincisi! Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi, birtakım sağ figürlerin partide kritik noktalara getirilmesi, dokunulmazlıkların kaldırılmasının desteklenmesi gibi birçok olayın tabanda tepki gördüğünü bildiğim için “CHP bu olmamalı” diyorum. Geçen hafta partimizin İstanbul İl Danışma Kurulu toplantısında bu eleştirileri açıkça dile getirdiğimde, çok olumlu yankılara tanıklık ettim. Siyasi partilerde genelde bir piramit sistemi geçerlidir. Bizse öteden beri piramidi sivri ucu üzerinde tutmaya çalışıyoruz.

Kasım 2018’de Sakarya’da Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğrayan Kadir Sakçı öldü, oğlu Kadir ağır yaralandı

Nasıl yani?

Normalde tabanın kaygılarından, tercihlerinden süzülüp ara kademelerden geçerek genel başkana kadar giden bir uyumun sağlanması lâzım. CHP’de bu makas çok açılmış vaziyette. Bunda yöneticilerin yanlışları kadar, siyasetteki altüst oluşun da etkisi var. Eğer bu yanlış çözülürse, ki iddiamız da o, parti de büyür. Nitekim mevcut davranış öteden beri partiyi belli bir aralığa, yüzde 20-25 aralığına sıkıştırıyor. Oysa şu an, Türkiye işsizlikten tutun da dış politikadaki açmazlara kadar, bir muhalefet partisinin gümbür gümbür gelmesini sağlayacak koşullar yaşıyor. Bakmayın yandaş medyanın tozpembe tablolarına…

Zaten kimse bakmıyor o tablolara.

Doğrudur ve üstelik durum buyken biz yüzde 20-25 aralığındaysak, diğer toplumsal hareketlerin de alanını daraltıyorsak, ortada ciddi bir sorun var demektir.

Türkiye Suriye’nin kuzeyindeki bir yönetim yapılanmasını destekleyerek orada daha etkin olur, kuracağı iyi ilişkilerle bölgedeki barışı garantiler. Kuzey Irak bunun için güzel bir örnektir. Bir zamanlar orası için de tıpkı şu an Kuzey Suriye için dillendirilen tehditlerden söz ediliyordu.

CHP’nin toplumsal muhalefetin de alanını daralttığını düşünüyor musunuz?

Eğer biz güçlü bir barış savunusu yapmazsak, diğer toplumsal hareketler iktidarın baskısına daha açık hale gelir. Kaldı ki bizim siyasi geleneğimizin kodları barış savunuculuğuna olağanüstü ölçüde imkân tanıyor; Atatürk, “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü geçtim, “vatan savunması söz konusu olmadıktan sonra savaş cinayettir” diyor. CHP olarak bunların ajitasyonunu da sürekli yaparken, kalkıp “savaş” dediğinizde, tabanınızla aranızdaki makası iyice açmış olursunuz. Eğer bir parti, ideolojisiyle, kadrolarıyla, üyeleriyle ve oy verenleriyle bir organizmaysa, CHP barışı savunan bir parti olmalı. Oysa CHP, “savaşa hayır” diyen bir toplumsal rahatsızlığın temsilcisi değil.

Savaşa destek kararı sadece Kılıçdaroğlu tarafından mı verildi? Sonuçta milletvekilleri ve parti yönetimi de bu karara uymadı mı?

O kadar değil aslında. Önceki tezkere oturumlarında da TBMM Genel Kurulu’nda on-yirmi CHP milletvekili bulunurdu. Oylamaya katılmayan çok arkadaşımız olurdu. Benim gibi birkaç arkadaş da önceden, “hayır” diyeceğini açıktan deklare ederdi. Son tezkereye de pek çok arkadaşımız destek vermedi. O yüzden, CHP’nin sadece yönetim kademesinden ibaret olmadığını söylüyorum. Savaş kararına destek veren partililerin aslında siyaseten başka bir şekilde tanımlanması gerekiyor. “Sağcı, savaşsever” denmesi lâzım. Kadrolardaki veya siyasetteki yarılma öyle bir iklim yaratıyor ki, partinin bu türden kararlarına destek veren bazı isimler de demokratik kamuoyunda nedense “makbul” insanlar olarak görülmeye devam ediliyor.

Kimleri kastediyorsunuz?

Detaya girip parti içindeki arkadaşlarımı üzmeyeyim.

Cihaner: “Şu an akademi çökmüş, insanlar en basit fikri bile beyan etmekten ürküyor”

CHP’nin son tezkereye desteğiyle birlikte 31 Mart ve 23 Haziran’daki CHP-HDP tabanındaki yakınlaşma çok ağır bir darbe almış gibi görünüyor. HDP seçmenleri yerel seçimlerde verdikleri desteğe ihanet edildiğini düşünmekte haksız mı?

Tezkereye destek kararının nasıl verildiğini net olarak bilmiyoruz. Çünkü bu karar parti kurullarında tartışılmadan verildi. Ben Parti Meclisi üyesiyim, en azından PM’de bu karar tartışılmadı. Siyasi partilerin ana hedefi iktidara gelmek ise, kendisini iktidardan bu kadar uzaklaştıracak bir karar verilmesi, ancak başka bir “dayanışma” ihtimalini akla getirebilir.

Nasıl bir “dayanışma” bu?

Açıkçası elimde spekülasyonlardan başka bu kararı izah edebilecek hiçbir şey yok. Belki de gündemde olan yeni parti ve oluşumlar üzerinden, kaybedilecek Kürt oylarının telafi edilebileceği hesaplandı. Ama bildiğim bir şey var, Kürtlerin yaşadığı bölgelerle Türkiye’nin geneli arasında yaşanan duygusal kopuş… Bu kopuşun önündeki en büyük engel geleneksel CHP tabanı olduğu halde, artık parti elitlerini aşan bir sorun var galiba. O yüzden, tezkereye verilen desteği affedilemez büyüklükte bir yanlış olarak görüyorum. Bu, Türkiye’nin birliğine, beraber yaşama iradesine de vurulmuş çok büyük bir darbedir.

Tezkereye pek çok arkadaşımız destek vermedi. O yüzden, CHP’nin sadece yönetim kademesinden ibaret olmadığını söylüyorum. Savaş kararına destek veren partililerin aslında siyaseten başka bir şekilde tanımlanması gerekiyor. “Sağcı, savaşsever” denmesi lâzım.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasına verilen destek de benzer bir darbe değil miydi?

Onun bile rasyonalize edilebilen bir gerekçesi genel başkan ve diğer arkadaşlarımız tarafından öne sürülmüştü. “Eğer biz buna destek vermezsek, dokunulmazlıkların kaldırılması konusu referanduma götürülür ve bu süreçte, Türkiye Kürt-Türk ekseninde çok büyük bir gerilim yaşar. Bu da bölünmeye bile yol açabilir” deniyordu. Külliyen yanlış bir analizdi bu, ama en azından bahanesini yaratmışlardı. Son tezkereye verilen destekte böyle bir bahane bile yok! Başından beri eleştirdiğiniz, çökmüş bir liderliğin ve siyasi hareketin arkasına sorgusuz sualsiz bir biçimde dizilmenizin bahanesi olamaz zaten. Madem bunu yapıyorsunuz, o zaman Kürt seçmenle aramıza bu kadar büyük bir duvar ördüğünüzü de biliyor olmalısınız. Bazı arkadaşlar, “eğer biz bu tezkereye destek vermeseydik, AKP bizi ‘PKK’cı’ diye itham ederdi” diyor. E sen destek verdiğin halde bunu demedi mi? Harekâtın ertesi günü hem de! Sen kendin çözüm üretemeyip bu baskıya göğüs germeyi göze alamadıkça seni daha da sıkıştırıyorlar. Bundan sonra daha da sıkıştıracaklar. O yüzden bizim politik ve entelektüel savunuyu daha ön mevzilere koymamız gerekiyor.

“Entelektüel savunu”dan kastınız ne?

Suriye’nin kuzeyine ilişkin, yeni yönetimle Türkiye arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğini, ne tür bir birliktelik sağlanabileceğini 2011-2015 yılları arasında, AKP’yle de beraber tartışıyorduk. Bugün bunları konuşamayacak noktaya getirildik. Kaldı ki, AKP önderliğinde Esad’la neredeyse bir konfederasyon olduğumuz dönemde, oradaki Kürt nüfus yok muydu? Ne yazık ki muhalefet olarak aldığımız geri pozisyonlar, AKP’nin burayı neredeyse kriminalize bir bölge olarak sunmasına olanak verdi. Kaldı ki, biz CHP olarak çözüme ilişkin tezleri öne sürmediğimiz zaman, bunu söyleyebilecek akademisyenler, sivil toplum örgütleri, gazeteciler de söyleyemez hale geliyor. Anamuhalefet partileri kar makinası gibidir. O yolu açtığı oranda arkadakiler de doğruyu bulacak zihinsel üretime geçme olanağı bulabilir. Şu an akademi çökmüş, insanlar en basit fikri bile beyan etmekten ürküyor. Anamuhalefet şimdiki gibi bir pozisyon alarak ileriye dönük kurucu fikirlerin üretilmesinin önünü de tıkıyor.


Cihaner: “Türkiye, işsizlikten dış politikadaki açmazlara kadar, bir muhalefet partisinin gümbür gümbür gelmesini sağlayacak koşulları yaşıyor. Durum buyken biz yüzde 20-25 aralığındaysak ortada ciddi bir sorun var demektir.” Sol üstten saat yönünde: Ataşehir Belediyesi direnişi, Cargill direnişi, Soma işçilerinin Ankara yürüyüşü, Mahir Kılıç’ın CHP önündeki açlık grevi ve Metro-Real direnişi


Peki, partinizin defalarca tekrar ettiği ve neredeyse gelenekselleştirdiği bu tıkaç işlevini tespit ettiğiniz halde, CHP’de kalmaya neden devam ediyorsunuz?

Çünkü CHP’nin tabanıyla karar mekanizması arasındaki makas ve CHP’de var olduğu halde kararlara yansımayan değerler, parti içinde bir dönüşüm için mücadele etmemizin motivasyon kaynağı. Eğer taban ve partinin ara kademeleri de yönetimin bu türden kararlarının destekçisi olsaydı, “bizim burada yerimiz yok” derdik. Ama öyle değil, biz çokuz CHP içinde. Yukarıya doğru gittikçe ya konumlarını kaybetmemek adına ikiyüzlülük hâkim oluyor veya doğrudan o kararları fikren de savunanlar, parti kararlarına egemen oluyor. Önümüzdeki süreçte bunu değiştirmeye adayız, değiştireceğiz. Başka yolu yok.

Siz ve sizin gibi düşünenlerin hâlâ CHP içinde kalması, parti yönetimine tepkili olduğunu söylediğiniz tabanın yönetimle ilişkisini sürdürmesine de hizmet etmiyor mu?

Şu âna kadar parti yönetiminin hatalarıyla ilgili kapsamlı tartışmalar hiç yapılmadı. Önümüzde bu tartışmanın yapılmasını sağlayacak, uzun bir seçimsiz dönem ve dolayısıyla fırsat var. Ayrıca kongreler takvimi açıklandı, önümüzde bir kurultay var. Bu süreçte partideki hesaplaşmayı yaparsak durumu netleştirir ve o zaman “parti bu değil, şudur” diyebileceğiz. Sonra da herkes şapkasını önüne koyar. Olması gereken, partinin karar mekanizmalarının tabanla uyumlu hale getirilmesidir. Bu yapılmazsa, Türkiye daha da yaşanmaz hale gelir. Çünkü partinin verdiği kararların hepimizin rahatsız olduğu iktidar politikalarını desteklediğini ve yeniden, yeniden ürettiğini düşünüyoruz.

Tezkereye destek kararının nasıl verildiğini net olarak bilmiyoruz. Çünkü bu karar parti kurullarında tartışılmadan verildi. Parti Meclisi üyesiyim, en azından PM’de bu karar tartışılmadı. Partilerin ana hedefi iktidara gelmek ise, kendisini iktidardan bu kadar uzaklaştıracak bir karar verilmesi, ancak başka bir “dayanışma” ihtimalini akla getirebilir.

Kendinizi bir Kürdün yerine koyduğunuzda, CHP’ye karşı ne hissedersiniz?

Zor bir soru, çünkü Kürtlerin devletle, toplumun diğer kesimleriyle kurduğu ilişkiyi empati duygusu geliştirerek de anlamak çok kolay değil. Empati kurabildiğim halde bunun üzerine söz söylemek bile ukalalık sayılabilir. 1980’lerdeki Diyarbakır Cezaevi’nden bu tarafa doğru bakalım, 1990’lardaki faili meçhul cinayetleri, uygulamaları hatırlayalım, şimdiki uygulamaları görelim… Tüm bunların  toplumsal hafızada, yapıda nasıl izler bıraktığını, gelecek kuşaklara nasıl yansıyacağını kestirmek çok zor. 2013-2015 arası dönemde “ben olsam ben de dağa çıkardım” diyen çok AKP’li yok muydu?

Bizzat Bülent Arınç, şu an hapiste olan HDP eski Diyarbakır belediye eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde maruz kaldığı işkenceleri kastederek, “17 yaşında genç bir kız iken Diyarbakır Cezaevi’nde o kadar ahlâksızca işkenceye maruz kalmış ki, o kadar kendisini zorlamışlar ki, ben de aklıma gelse dağa çıkardım’” demişti.

Tabii. Üstelik bunca yaşananlara rağmen hâlâ birbirimize kırılacak, darılacak kadar hukukumuz kaldıysa, orada çok ciddi bir birlikte yaşama iradesi vardır. Hendek operasyonları sonrasında Cizre’ye gitmiştik. İdil’de de zamanında savcılık yapmıştım. Yakılıp yıkılan mahallelerden birinin girişinde yaşlıca bir adam Kürtçe bir şeyler söyledi bize. Partili arkadaşlar yanına gidip adama sarılarak susturdular. Adamın ne söylediğini öğrenmek istediğimde “ya, önemli değil sayın vekilim” filan dediler. Israr edince çevirdiler: “Bizim sizde hiç mi hakkımız yoktu, sizin bizde hiç mi hakkınız yoktu? Şimdiye kadar neredeydiniz?” Yaşlı adamın bu tepkisi bile olağanüstü bir birliktelik dinamiği barındırıyor. Bizim güçlendirmemiz, barışçıl politikayı savunmamız gerekirken, zaten yalpalayan, defalarca söylediğinin tersini yapan bir iktidarın arkasına, yanlış ve bölücü bir millilik anlayışının yanına sıralanmayı ben kabullenemiyorum.

Cihaner: “31 Mart ve 23 Haziran’da Gezi’deki gibi bir yakınlaşma olmuştu, CHP yönetimi savaşa destek vererek bunu dağıttı”

Suriye harekâtı, ABD ve Rusya’nın da müdahalesiyle, planlanandan çok daha kısa sürdü. AKP, 2012’den beri doğrudan hedef aldığı Esad’la, Soçi mutabakatı sürecinde dolaylı da olsa müzakereye oturdu. Kürtlerin kazanımlarına kısmen darbe vurulduysa da, tüm dünyada Kürtler lehine geniş bir kamuoyu oluştu, Kürt sorunu uluslararasılaştı. Öte yandan, Erdoğan rejimi dış politikada yeni bir çöküş yaşamakla birlikte, içerideki gücünü kısa vadeli de olsa toparladı ve HDP ile CHP tabanları arasına, CHP’nin savaşa verdiği destek üzerinden duvar örülmesini sağladı. Tüm bu süreçte CHP’nin elinde ne kaldı?

Evet, CHP ile Kürt seçmen arasına örülmüş çok güçlü bir duvar kaldı elimizde. Bence bu duvar CHP’nin mevcut yöneticilerinin artık aşamayacağı yükseklikte.

Ama bu duvarın aşılmasını sağlayacak yeni bir CHP yönetiminin de olanakları yok gibi.

Biz bunun olanaklarını yaratmaya çalışacağız işte!

Bir arkadaşımız, mevcut CHP yönetimi için “ortada bir mevta var, ama kaldıracak kimse yok” diyordu.

Mevta benzetmesini haksızlık olarak görüyorum, fahiş siyasi hata diyelim. Çözüm, sorunu yaratanda aranmaz. Denenmiş ve sorunun kaynağını yaratan figürlerin etrafında durup bir dönüşüm beklentisi içinde olmak yanlış. Ama işin ilginç tarafı, özellikle tabana doğru inince, partinin önemli bir dönüşüm dinamiği olduğunu görüyoruz. Dünyaya sosyal demokrat gözle veya daha soldan bakan taban, bambaşka bir yönetime ve soruna işaret ediyor. Kürt hareketiyle, HDP’lisiyle, CHP’lisiyle, Atatürkçüsüyle ve muhafazakârıyla, sadece yerel seçimlerde değil, anayasa referandumu sürecinde de parti yöneticilerinin tutumunu aşan, tıpkı Gezi’deki gibi bir yakınlaşma olmuştu. Türkiye’nin çıkışı da orada aslında. Gezi’de de aynı dinamikler vardı, ama CHP yönetimi savaşa destek vererek bunu dağıttı. Çok büyük yanlış yapıldı. Bu yanlış, yanlışı yapanlarla düzeltilemez. Bizler bu yanlışın düzeltilmesi için çalışacağız.

Tezkereye verilen desteği affedilemez büyüklükte bir yanlış olarak görüyorum. Bu, Türkiye’nin birliğine, beraber yaşama iradesine de vurulmuş çok büyük bir darbedir. CHP ile Kürt seçmen arasına örülmüş çok güçlü bir duvar kaldı elimizde. Bu duvar CHP’nin mevcut yöneticilerinin artık aşamayacağı yükseklikte.

Düzeltmek mümkün mü?

Mümkün kılacağız! Önümüzdeki kongreler ve kurultay sürecini CHP’nin tabandan gelen, demokratik tartışmayla biçimlenerek seçilen üyelerinin sol/sosyal demokrat bir CHP’yi inşa etme süreci olarak görüyorum. Ben, bu uğurda çalışacağım. Önümüzdeki kurultayın CHP’nin en temel özelliği olan kurucu/devrimci özüne dönme süreci olması için çalışacağım, çalışıyoruz. Az değiliz, sanılandan da çokuz.

“Barış Pınarı” harekâtıyla birlikte Türkiye toplumunun nasıl militarize olduğu, TV ekranlarından futbol sahalarına, her yerde asker selâmına durulduğu görüldü. Militarizmin bu kadar yaygınlaştığı bir toplumda toplumsal bir barışın imkânı kaldı mı sizce?

Her ne kadar ideolojik fikrimiz “vicdan” denen şeye sığınmamamızı salık verse de, ben belli noktalarda bunun etkili olduğunu düşünüyorum. O yüzden, bir kavga varsa, bazen dillendirilemese bile insanın zayıftan yana bir tavrı ortaya çıkar.

Bu tavır neden Kürtler söz konusu olduğunda ortaya çıkmıyor?

Bunda bizim de sorumluluğumuz var. Bu tavrı alabilecek insanları cesaretlendiremezsek, bu gidişat topyekûn bir histeriye de dönüşebilir. Öte yandan belki Kürt hareketinin de genel olarak kendisini sorgulamaya tabi tutması gerekir. Örneğin, PKK veya Suriye’de PYD’nin, Türkiye’nin topraklarında şiddetten kalıcı olarak vazgeçtiğini açıklaması birçok şeyi değiştirir. Bu, herkesin asker selâmına ikna olamayacağı bir iklim ortaya çıkarabilir.

Ama SDG’nin Türkiye’ye yönelik herhangi bir şiddet eylemi veya bu yönde açıklaması zaten yok.

Tabii, onu zaten konuştuk. Ama böylesi bir adım, masadaki emperyalistlerin elini zayıflatır, Türkiye’deki halkların birbirine yakınlaşmasını kolaylaştırır ve “oradan bize tehdit var” söyleminin insanlara çok kolay yutturulamamasını sağlar. Öte yandan, nasıl ki burada şehitler üzerinden bir dinamik işletiliyorsa, Kürt hareketinde de benzer bir dinamiğin işletildiğini görüyoruz. Bizim mottomuz neydi? Herkesin ve her şeyin acımasızca eleştirilmesi. On yıl öncesine kadar Kürtçenin varlığı bile kabul edilmiyordu. Ama geldiğimiz noktada bence Kürt hareketi içinde de eleştirel bir hattın açılması lâzım. Bu, hem şiddetle kurulan ilişki dolayısıyla askeri anlamda, hem de Kürtler adına söz alan birtakım figürlerin bulundukları konumlarda başarı elde edip etmedikleri anlamında bir eleştirellik olabilir. Bence o tarafta da sarsıcı bir şeyler olması lâzım.

Sizce Kürt sorununun barışçıl çözümüne, barışın toplumsallaşmasına dair bir umut kaldı mı?

AKP ve liderliğini affedemeyeceğim konulardan biri de budur. AKP ve liderliğinin elinde, Kürt sorununu çözebilecek bir güç vardı. Ellerindeki güç, bugün yaptıklarının tam tersini yapmayı da mümkün kıldığı halde, meseleyi düşmanlık noktasına kadar getirdiler. Fakat AKP’nin bir zamanlar gösterdiği gibi, bir hafta içinde insanların savaştan barışa ikna edilebilecek oluşu, tam da bizim açımızdan umut kaynağı olabilir. Demek ki, bu toplum güçlü, barışçıl bir iktidara kavuşulduğunda çözüme, bir araya gelmeye, barışa ikna edilebilir. Toplumda böyle bir potansiyel var. O yüzden AKP ve liderliğini, tüm bu potansiyeli erittiği için affetmek mümkün değil. Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğrayan insanlar oluyor. Türkiye bu tür olayları aşacak noktaya gelmişti, ama yeniden o iklime dönüyoruz. Milliyetçi tezlerle de olsa, demokratik kaygılarla da olsa, ülkenin birlik-bütünlüğü kaygılarıyla da olsa, bu iklime dönülmesine karşı çıkmalıyız.

^