Bir küresel ısınma ve iklim değişikliği döneminden geçiyoruz, ama bu gezegenin başından geçen ilk iklim değişikliği değil. Geçmişteki küresel ısınma ve iklim değişiklikleriyle bugün yaşadığımız ilkim değişikliğinin benzerlikleri ve farklılıkları neler?
Doğanay Tolunay: Geçmişteki iklim değişikliği olaylarıyla günümüzde yaşanan birbirlerinden tamamen farklı. Buzul çağları, buzullar arası dönemler sırasında doğada çeşitli değişimler olmuş, ama bu değişim dönemleri binlerce yıl sürmüş. Son buzul çağı yaklaşık on bin yıllık bir döneme yayılmış. Günümüzden 12 bin yıl önce sona ermiş, ama en geniş yayılış alanı günümüzden 18 bin yıl önce. Daha öncesinde de yavaş yavaş buzul çağı başlıyor. Günümüzde yaşadığımız iklim değişikliği tamamen insan etkisiyle olan bir süreç ve geçmiştekilere göre çok hızlı ilerliyor. Binlerce yıl süren buzullar arası çağlar sırasında canlıların bu değişimlere uyum sağlaması çok daha kolaydı. Sanayi devriminden bugüne kadar yaklaşık 1,2°C ısındık. Böyle gidersek yüzyıl sonunda 4°C ısınabiliriz. Türkiye’de bu 5-6°C’yi bulabilir. Birkaç yüzyıllık zaman diliminde 5-6°C ısınma çok ciddi bir sorun. Doğanın buna uyum sağlaması çok çok zor.
Geçmişteki iklim değişikliği dönemlerinde türler yavaş yavaş göç etmeye başlıyor. Kuzey yarıkürede buzullar kıta içerilerine doğru ilerlemeye başladığında bitkiler ve hayvanlar göç ediyor. En hızlıları toynaklı hayvanlar. Geyikler, karacalar gibi büyük memeliler besine, suya, daha kolay erişebilecekleri iklim şartlarının olduğu sıcak bölgelere çok daha kolay göç edebiliyorlar. Bitkiler ise çok daha yavaş göç ediyor. Bir meşe ağacının palamutu düşecek. O tohumdan yeni ağaç büyüyecek. Yeni ağacın palamutu 10-15 metre öteye düşecek. Sonra o palamut çimlenecek. Ağaçlar çok ağır göç edebiliyor. O yüzden, değişimlerin yavaş olması türlerin göçleri açısından son derece önemli.
Anadolu’da daha önce yaşanmış ağaç göçleri sırasında, beklenmedik bölgelerde bazı ağaç türleri kalmış. Anadolu’daki biyoçeşitliliğin zenginliği biraz da bu göçlere mi bağlı?
Buzul çağı sırasında buzullar Avrupa’nın iç kesimlerine, Avusturya’ya kadar gelmiş. Almanya’da örneğin, hiç orman kalmamış. Hayvan ve bitkilerin göç yolları üzerinde çeşitli ekolojik bariyerler var. Örneğin Alpler’i geçerek İtalya’ya inemiyorlar ya da çok azı inebiliyor. Fransa, İspanya arasında Pireneler’i aşamıyorlar. Ama önlerinde 3000-3500 metrelik karla kaplı dağlar ya da geniş nehirler olmadığı için Balkanlar üzerinden Anadolu’ya rahatlıkla göç edebiliyorlar. O zamanlar boğazlar yok, Marmara Denizi de ufak bir göl. O nedenle Trakya ve Anadolu göç yolu üzerinde ve bütün o flora, fauna Anadolu’ya doğru sokuluyor. Bu sırada Anadolu’daki iklim de serinliyor. Genel olarak dağlardaki kar örtüsü artıyor, ama buzul çağına girilmiyor. Genel bir soğuma olduğundan bazı bitki ve hayvan türleri güney enlemlere, Irak ve İran’a göç ediyor. Buzul çağından çıkıldıktan sonra Avrupa tekrar ısınmaya başladığında bu sefer tersine, kuzeye doğru bir göç başlıyor. Bu noktada Trakya ve Anadolu’nun eşsiz doğası, farklı iklim kuşaklarını ve habitatları barındırması göçle Anadolu’ya gelen türlerin burada kendilerine sığınaklar bulmasını sağlıyor. Mesela kayın ağacı genellikle Karadeniz bölgesinin ağacıdır, ama Amanoslar’da bir vadinin içinde kalmış. Çünkü o vadi daha serin ve nemli bir mikro iklime sahip. Benzer bir şekilde, Karadeniz bitki örtüsü Çanakkale Edremit bölgesine, Kaz Dağları’na kadar gelmiş. O bölgede kayın, ıhlamur gibi yapraklı türleri görebiliyoruz. Bu sığınaklarda çeşitli hayvan türleri de barınma imkânı bulmuş. O topografyanın çeşitliliği içinde vadiler, düz ovalar, kumullar, akarsular, yüksek dağlar, farklı iklimler olması nedeniyle var olan yaşam ortamı çeşitliliği, göçle gelen türlerin buralarda kalmasını sağlıyor. Sonrasında burada kalan türler değişmeye başlıyor. Yeni türler ortaya çıkıyor. Sadece Anadolu’da bulunan endemik dediğimiz canlı türlerin sayısında ciddi bir artış gerçekleşiyor. Türkiye’de 12 bine yakın bitki türü var. Bunların yaklaşık 4 bini endemik türler. Ankara yaban koyunu gibi bu bölgeye özgü çok sayıda endemik hayvan türümüz var. Geçmişte yaşanan doğal iklim değişiklikleri ve Türkiye’nin ekolojik koşulları bu bölgedeki biyolojik çeşitliliğin fazla olmasının temel sebeplerinden.
Isınma 2°C’yi aşar 3-4°C’ye doğru giderse başta Amazonlar olmak üzere, tropikal ormanlarda bir çöküş yaşanabilecek. Tropikal ormanlar ölmeye başlarsa atmosferdeki karbon daha hızlı bir şekilde artabilir ve sıcaklık artışı daha da hızlanabilir.
Bugün yaşanan iklim değişikliği ise dev yangınlar, seller gibi olumsuz etkileriyle öne çıkıyor. Bunun yanında ormanların varlığında, kütlesinde, yayılım alanlarında da bazı değişikliklere neden oluyor. Dünya ormanları iklim değişikliğinden tam olarak nasıl etkileniyor?
Paris İklim Anlaşması’nda da dile getirilen 1,5 °C ısınma biraz hayalperest bir hedef haline geldi. Zaten şu an 1,2°C ısınmış durumdayız. Yüzyıl sonunda 1,5°C ısınma hedefi, çok acil bir şeyler yapmazsak mümkün değil. Ağustos ayında açıklanan IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na göre de en iyimser senaryo 1,6°C’ydi. Bu hedefi tutturabilmek için fosil yakıtlar, ormansızlaşma, arazi tahribatları gibi sera gazı salım kaynaklarını şu dakika bertaraf etmemiz ve uzun yıllar sıfır sera gazı salım hedefini sağlamamız gerekiyor. Bu da şu an mümkün görünmüyor.
Bir orman ağacının hayatı birkaç yüz yıllık bir süreç. Ormanların göç etmesi, kendini yenilemesi, birkaç jenerasyon sonra doğal seleksiyonla hayatta kalmış bireylerin yeni koşullara uyum sağlaması şansı bugünkü kadar hızlı bir değişimde yok. Bir ağacın hayat süresinde yaşanan değişikliklerden bahsediyoruz.
En büyük korkumuz, 2°C’lik artıştan sonra doğanın nasıl tepki vereceğini tam olarak bilemiyor olmamız. Bilim insanları tahmin yürütebiliyor. Örneğin, ısınma 2°C’yi aşar 3-4°C’ye doğru giderse dünya genelinde başta Amazon ormanları olmak üzere, tropikal yağmur ormanlarında bir çöküş yaşanabileceği düşünülüyor. Olay sadece sıcaklık artışı değil, buna bağlı olarak yağış düzenleri, buharlaşma değişiyor. Daha şiddetli yağışlar, yıl içerisinde kurak dönemler olabiliyor. IPCC tarafından belirlenmiş dokuz-on devrilme noktası var. Bunlardan biri de Amazon ormanlarının yok olması. Tropikal ormanlar ölmeye başlarsa, bu ormanların atmosferden aldığı karbon miktarı da azalacağı için, atmosferdeki karbon daha hızlı bir şekilde artabilir ve sıcaklık artışı daha da hızlanabilir endişesi var.
10-12 bin yıl önce İstanbul yoktu. Kocaeli Çatalca yarımadası üzerinden bitki ve hayvan göçleri, beraberinde orman göçleri olmuştu. Şimdi Avrupa’ya doğru göç yollarında kocaman bir şehir var. Canlıların göçünü engelleyecek insan yapısı çok sayıda bariyer ördük. Canlıların bu otoyolları aşıp göç etme şansı yok.
Türkiye’ye gelirsek: Hem ormanların hem de ormanlarda yaşayan canlıların göç etmeleri bekleniyor. Tabii teorik olarak. Isınmalarda canlılar, içinde bulundukları ekosistem ısınıp, uyum sağladıkları sıcaklıklar değişeceği ve bölgelerine göç eden yeni türlerle rekabet güçleri azalacağı için kuzey enlemlere doğru göç ederler. Dağlık alanlarda 1700- 2000 metrelerin üzerinde soğuk nedeniyle orman bulunmayan yaylalar ve alpin çayırlıklara yavaş yavaş ormanların gelmesi beklenir. Tabii burada kritik nokta; orman sınırının 2000’den 2200-2400 metrelere çıkabilmesi için birkaç yüzyıl, belki bin yıl gerekir. Ağaçların bugün bu kadar zamanı yok. Ayrıca 10-12 bin yıl önce İstanbul yoktu. Kocaeli Çatalca yarımadası üzerinden bitki ve hayvan göçleri, beraberinde orman göçleri olmuştu. Şimdi Avrupa’ya doğru göç yollarında kocaman bir şehir var. Canlıların göçünü engelleyecek antropojenik (insan yapısı) çok sayıda bariyer ördük. Otoyollar yaptık, şehirler kurduk. Canlıların bunları aşıp göç etme şansı yok.
Boğazlar da bu göç yolunun üzerinde devasa bir bariyer değil mi?
Hayvanına göre değişiyor. Bazı hayvanlar geçebiliyor, ama ormanların geçme şansı yok. Sadece karalarda, denizlerde değil, iç sularda yaşayan canlıların da göç etmesi gerekebilir. Örneğin alabalıklar serin sularda yaşar. Sular ısınınca alabalıkların dağların üst kısımlarına doğru göç etmesi gerekirken, orada da barajlar var. Barajları geçip göç etmeleri mümkün değil. O nedenle eski doğal iklim değişiklikleriyle, bugün yaşanan birbirinden çok çok farklı. İnsan çok baskın bir faktör.
Ormanların yok olması diğer sistemler için de başka riskler barındırıyor, değil mi?
Kesinlikle. Dünya bir ekosistem ve bu ekosistemde bulunan her canlı türü arasında karşılıklı ilişkiler söz konusu. Afrika’dan gelen tozları pek sevmeyiz, ama Sahra’dan gelen bu tozlar aynı zamanda besin maddesi taşıyor. Erozyon kötüdür deriz, evet fazlası kötüdür, ama erozyonların taşıdığı organik maddeler nehir ağızlarında birçok canlıya besin maddesi oluşturuyor. Böyle çok karmaşık ilişkiler var ve bunların çoğunu tam olarak çözememiş durumdayız. “2°C ısınsak ne olacak, ne güzel işte doğalgazı daha az yakarız” diye düşünenler olabilir. İnsan belki teknolojinin yardımıyla daha kolay adapte olabilir, ama doğada böyle bir imkân yok. Bir sistemin çökmesi domino etkisiyle birçok başka sistemi de etkileyebilir. Bazı iklim değişikliği etkileri artık geri dönülemez hale gelebilir.
Dünya bir salgın sürecinden geçiyor. Bilim insanlarına göre bu tarz salgınların ileride daha da sık karşımıza çıkması olası. Bu tür salgınların küresel ısınma ve ormansızlaşmayla nasıl bir ilişkisi var?
Ormansızlaşma salgınların ortaya çıkmasına neden olabilir. AIDS, Zika, Covid19 gibi hastalıkların büyük çoğunluğu zoonoz, yani hayvanlardan ve daha çok da yaban hayvanlarından insanlara geçen hastalıklar. Doğada bir milyonu böcekler olmak üzere iki milyona yakın tür tanımlanmış. Patojen dediğimiz virüsler, bakteriler, mantarlar doğal ortamdaki hayvanlara adapte olmuş durumda. Hayvanlar etkilenmiyor. Biz maden aramak, tarla açmak, çiftlik kurmak, yol açmak için ormanların içine girdiğimizde hastalıklara yaklaşmış oluyoruz. Tarla açıp çiftlik kurulduğunda, insanlar yanlarında tavuk, köpek, inek gibi evcil hayvanlar da götürüyor. Yaban hayvanlarıyla evcil hayvanlar etkileşime geçiyor. Virüs ve bakterilerin çoğu doğrudan insana geçmez. Geçse de etkileri çok lokal kalır, bir pandemiye, salgına dönüşmez. En büyük risk yaban hayvanlarda bulunan patojenlerin evcil hayvanlara geçmesi. İnsanlarla etkileşimde olduğundan evcil hayvanlarda insanlarda bulunan patojenler de bulunabiliyor. Bunlar yaban hayvanlarda bulunan patojenlerle mutasyona girdiğinde evrimleşip insanlarda çok daha kolay etki yapabilir hale geliyor. Biz ormanların içine girdikçe bu risk devam ediyor.
Afrika’da ormanlar kesilip sulu tarıma geçilmiş. Sulama kaynaklı sivrisineklerin aşırı ürediği gölcükler oluşuyor. Sivrisineklerin taşıdığı Zika benzeri çok tehlikeli virüsler var. Ayrıca ormanlar tahrip edilince hayvanlar bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kalıyor. Göçleri sırasında da yerleşim alanlarına girebiliyorlar. Örneğin ormandan göç eden fareler beraberinde taşıdıkları patojenleri insanlara bulaştırabiliyor. Ya da birbirinden kopuk olarak yaşayan A türü ile B türünü daha dar yaşam alanlarına sıkıştırdığınız zaman, birbirleri arasında virüs ve bakteriler aktarılabiliyor; mutasyonlarla yeni türler çıkabiliyor. Ya da A türünde yaşayan bir virüs, daha kolay yaşayıp üreyebileceği B türünü tercih edebiliyor. Bu nedenle ormansızlaşmayı salgın hastalıkların da sebebi olarak görmek gerekiyor.
Ormansızlaşmayı salgın hastalıkların da sebebi olarak görmek gerekiyor. İklim değişikliği hayvanların göç etmesine neden oluyor. Kuşlar çok ciddi bir konaktır, beraberlerinde keneler, virüsler taşırlar. Sulak bir alan iklim değişikliği nedeniyle kuruduğunda, kuşlarla birlikte keneler, bakteriler, virüsler de taşınıyor.
İklim değişikliği de benzer etkiler yaratıyor. Hayvanların göç etmesine neden oluyor. Kuşlar çok ciddi bir vektördür, konaktır. Beraberlerinde keneler, virüsler taşırlar. Sulak bir alan iklim değişikliği nedeniyle kuruduğunda, kuşlar başka yerlere göç etmek zorunda kalıyor. Kuşlarla birlikte keneler, bakteriler, virüsler de taşınıyor.
Tundralardaki donmuş topraklar üzerinde yapılan araştırmalar var. Bu donmuş toprakların içinde, donmuş da olsa, halen hayatiyetini koruyan virüsler olduğu tespit edildi. Sibirya’daki gibi tundralar çözünürse bu topraklardaki serbest kalabilecek virüslerin tekrar canlılık kazanıp yayılım gösterebileceği konusunda endişeler söz konusu. Korktuğumuz senaryolar sadece bunlar değil. İklim değişikliğinin bunlardan ayrı çok daha büyük etkileri de olabilir.
İklim değişikliği ormanların yapısını ve sağlık durumunu da etkiliyor. Erken ısınmalar nedeniyle ağaçlarda erken tomurcuklanmalar meydana geliyor. Erken tomurcuklanan, çiçeklenen ağaçlar donlardan zarar görüyor. Bunun yanında, alışık olmadığımız bazı ağaç hastalıkları görmeye başladık. Bu hastalık ve zararlıların ortaya çıkmasının iklim değişikliğiyle bağlantısı var mı?
Tabii. Sıcaklık doğadaki canlıların biyolojik ritmini belirleyen en önemli iklim faktörü. Örneğin kuşların göç etmesi tamamen sıcaklıkla ilgilidir. Bitkilerin bahar aylarında tomurcuklarını patlatması, çiçek açması, tohum tutması, meyve üretmesi, sonbaharda yapraklarını dökmesi yine sıcaklıkla yakından ilgilidir. Hayvanların üreme zamanları, yumurtluyorlarsa kuluçka süreleri, hatta bazı bireylerin yavru cinsiyetleri dahi sıcaklıkla belirlenir. Caretta carettalar gibi… Yumurtalarını kumun içine bırakırlar. Yuva sıcaklığı 30°C’nin üzerine çıktıkça dişi birey sayısı artar. 32-33°C’de yapılmış bir çalışma var, yüzde 80-90 dişi birey çıkıyor. Yüzde 90’ı dişi olan bir türün neslini devam ettirme şansı kalmıyor. Dolayısıyla sıcaklık doğadaki canlılar için çok çok önemli. Özellikle meyve ve orman ağaçlarının fenolojisi (tomurcuklanması), yapraklanması, yapraklarını dökmesi tamamen sıcaklıkla ilgilidir. Ağaçların yıllık halkaları da sıcaklıklarla ilgilidir. Sıcaklık ortalama 10°C’nin üzerine çıktığında, bitkilerin vejetasyon (büyüme) dönemi başlar. Altına düştüğünde, kış gelmiştir, büyümelerini tamamlarlar. Ama Ege ve Akdeniz’de kış aylarında hava sıcaklıkları hiçbir zaman 10°C’nin altına düşmeyebilir. Böyle olunca, ağaçlar sürekli büyümeye devam edecek. Zaman zaman soğuk hava dalgalarıyla sıcaklık düştüğünde bunun çok büyük zararları olur.
Böceklerin çoğu yılda bir kere yumurta yapar, döl verirler. Isınmayla birlikte yılda iki-üç defa döl verme ihtimalleri ortaya çıkıyor. Bu, geometrik olarak çoğalma demek. Dolayısıyla daha fazla besine ihtiyaçları oluyor. Bu da ağaçlara ve diğer canlılara daha fazla saldırmaları anlamına geliyor.
Ağaç zararlılarının bir kısmı iklim değişikliğiyle, bir kısmı küreselleşmeyle ilgili. İklim değişikliği ve ısınmayla beraber vektör dediğimiz fareler, yarasalar, kuşlar gibi hayvanlarla taşınabildiği gibi bazı böcekler uçarak da daha uygun iklim şartlarına göç edebiliyorlar. Böceklerin çoğu yılda bir kere yumurta yapar, döl verirler. Ama ısınmayla birlikte bir yılda iki-üç defa döl verme ihtimalleri ortaya çıkıyor. Bu daha fazla üreme, geometrik olarak çoğalma demek. Dolayısıyla daha fazla besine ihtiyaçları oluyor. Bu da ağaçlara ve diğer canlılara daha fazla saldırmaları anlamına geliyor. Yaptıkları tahribat daha büyük oluyor.
Bunların yanında bir de küreselleşme var. Leptoglossus Occidantalis (tohum emici böcek) dediğimiz bir böcek var. Ana vatanı Kuzey Amerika. Orada yılda bir döl veriyor ve kozalaklı ağaç türlerine zarar yapıyor, ama fıstık çamında zarar yapan bir böcek değil. Bir şekilde Avrupa’ya geliyor. Önce İspanya, Portekiz, sonra İtalya’ya yayılıyor. Fıstık çamını sevince ona zarar vermeye başlıyor. Çam fıstıklarının içini emerek boşaltıyor. Bu nedenle çam fıstığının kilosu bin liraya yaklaştı. Çam kozalağı ithalatıyla Türkiye’ye geliyor. İlk önce 2009’da İstanbul’da teşhisi yapıldı. 2011’de İzmir’de belirlendi. On yıl içinde Türkiye’de kızılçam, ladin, göknar gibi tüm kozalaklı ormanlarımızı tehdit eder hale geldi. Çünkü ağaç türü seçmiyor. Yararlı böcekler ve kuşlar bu böceği tanımadığı için avcısı yok. Bu nedenle sürekli ürüyor. Kuzey Amerika’da yılda bir kez döl verirken, Avrupa’da iki kez döl verdiği biliniyor. Türkiye’de üç kez döl verebileceği öngörülüyor. Bu da çok hızlı üremeleri demek. Evet, bir kısım yabancı tür iklim değişikliği nedeniyle göç ederek geliyor, ama küreselleşmeyle ticaretin çok yoğunlaşması, karantina kurallarına uyulmaması nedeniyle de zararlıların girişi hızlı bir şekilde artıyor.
Son birkaç yıldır dünya genelinde çok ciddi orman yangınları meydana geliyor. Bu sene Türkiye’de görülmemiş büyüklükte orman alanını kaybettik. Bu yangınların sıklıklarındaki ve büyüklüklerindeki artışın küresel ısınmayla bağlantısı nedir?
İklim değişikliği nedeniyle gökgürültülü fırtınalarda artışlar söz konusu. Yıldırımlar nedeniyle doğrudan yangınlar çıkabilir. Ama genel olarak baktığımızda küresel ısınma nedeniyle doğrudan yangın çıkmaz. İklim değişikliği ve küresel ısınma yangınlara birkaç şekilde etki eder. Öncelikle ormanlardaki yanıcı maddeyi artırır ve tutuşma süresini kısaltır. Ormanda gördüğünüz organik atıkların hepsi yanıcı madde yüküdür. İklim değişikliği bu yükü artırır, çünkü uzun süre yağış olmadığında, tek yıllık otlar, çalılar kuruyup toprak üzerinde birikmeye başlar. Kuraklaşmaya bağlı olarak toprak nemi azaldıkça ağaçlar su dengesini sağlamak için zamanından önce yaprak döker. Dökmese bile yaprakların içindeki su miktarı azalır. Böylece ormanın tabanında toprak üstündeki tutuşmaya hazır ölü örtü miktarı artar. Bu durum yangın riskini artırsa da tek başına yangın çıkarmaz. Ama havalar ısınmış, uzun süre de yağmur yağmamışsa, bir kıvılcım çok kısa sürede büyük bir yangına dönüşebilir. Türkiye’de o kıvılcımın sebepleri çok fazladır; mangal ateşi, araç camından atılan bir izmarit gibi… Üç-beş ay yağmur yağmamış, sıcaklıklar gölgede bile 45-50°C’lere yaklaşmışsa kolaylıkla tutuşabilir. İklim değişikliğinin burada da etkisi var, tutuştuktan sonra yangınlar çok hızlı büyüyor.
Bir de tutuşma ısısı konusu var. Bitkilerin canlı olup olmamasına ya da organik kütlenin içindeki nem miktarına göre tutuşma ısısı değişir. Ağaç türüne göre değişir ama, canlı ağaçlar kabaca 300-350°C’nin üzerinde alev alırlar. Sıcaklık o noktaya ulaşana kadar alev almazlar. Ama içindeki su miktarı azaldıkça, tutuşma ısısı 250°C’ye doğru düşer. Toprak üzerindeki ölü örtü içinde yüzde 10-20 civarında nem varsa, 220-250°C’ye inebilir, ama nem sıfırsa yaklaşırsa tutuşma ısısı 200°C’ye kadar düşebilir. Zaten gölgede 45-50°C sıcaklıklar açık alanda daha yüksek olacaktır. Alev aldığında çok kısa zamanda 200-250°C’ye ulaşan ısı, orman altı örtüsüyle birlikte bir anda çok büyük bir yangına dönüşebilir. Yangınlar bu şekilde çok geniş alanlara yayılabildiği gibi, büyüdükten sonra kendi yangınlarını çıkarmaya başlar. Sıcaklık 800-1000°C’lere ulaşınca yanan organik maddeler, yapraklar, dallar, kabuklar, kor halindeki küllerle birlikte havaya karışır ve rüzgarla birlikte kilometrelerce öteye taşınabilir.
Ağaçlar alev aldığında kısa zamanda 200-250°C’ye ulaşan ısı, orman altı örtüsüyle birlikte bir anda çok büyük bir yangına dönüşebilir. Yangınlar bu şekilde çok geniş alanlara yayılabildiği gibi, büyüdükten sonra kendi yangınlarını çıkarmaya başlar. Yapraklar, dallar, kabuklar, kor halindeki küllerle birlikte havaya karışır ve rüzgarla birlikte kilometrelerce öteye taşınabilir.
Sıcaklık 800-1000°C’lere çıkınca ısınan hava yükselir. Sıcak hava yükselince, daha soğuk bölgelerdeki hava kütleleri buraya doğru hareketlendiğinden rüzgârlar şiddetlenir. Böylece yangınlar çok daha hızlı ve kolayca geniş alanlara yayılabiliyor. Türkiye’de henüz görmedik, ama California’daki gibi çok büyük yangınlarda, içinde toz, kül de bulunan, ısınarak yükselen hava kütleleri pyrocumulus denen yangın bulutları oluşuyor.
Yangının alevli bölümünde sıcaklık 800-1000°C’lere çıktıysa, hava akımıyla birlikte yakın çevreye ısı yayılıyor. Biz buna radyasyon ya da ışınım adı veriyoruz. Kuru otlar, yapraklar o ışınımla birlikte ısınarak sıcaklıkları 200-220°C’ye çıktığında kıvılcımsız olarak da tutuşmaya başlıyor. Bu şekilde yeni spot yangınlar başlıyor. Bir yeri söndürmeye çalışıyorsunuz, başka bir yerde yangın çıkıyor. Bir bakıyorsunuz binlerce hektar orman alanınız yanmış. Buna yeni yangın rejimi deniyor. İklim değişikliği bu yeni yangın rejiminde çok etkili. Önlemek maalesef mümkün değil. Bununla yaşamayı öğrenmemiz, bu yeni koşullara uyum sağlayıp daha az etkilenmek için çeşitli önlemler almamız gerekiyor.
Karbon ayak izi artışı açısından dünyada açık ara birinci durumdayız. Küresel ısınma ve iklim değişikliği koşulları dikkate alındığında, Türkiye’nin artan karbon ayak izi ormancılık politikalarıyla ne kadar ilişkili?
Resmi veriler üzerinden konuşacak olursak, hiç yokmuş, hatta karbon ayak izimizi azaltıyormuşuz gibi görünüyor. Türkiye’nin atmosfere verdiği yıllık sera gazı miktarı 2017-18 yıllarında 526 milyon ton karbondioksite eşdeğerdi. 1990’da 150 milyon ton karbondioksit eşdeğerindeyken 500 milyon tonun üzerine çıkmış durumda. Bu rakamlar Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne her yıl düzenli olarak sunulan verilerden.
Bir de ulusal katkı beyanı diye bir kavram var. Türkiye’nin 2015’te Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi’ne sunduğu hedefe göre, 2030’da atmosfere vereceği toplam sera gazı salımı 920-930 milyon ton civarında olacak. Yani bugüne göre yaklaşık iki katına çıkarmayı taahhüt ediyoruz.
Yani daha da artırmak niyetindeyiz, öyle mi?
Evet. Artıştan azaltım diye bir kavram var. Türkiye “Hiçbir önlem almazsak 1,2 milyar ton eşdeğeri salım olacak, ama biz önlemler alıp yüzde 21 kadar azaltacağız” diyor. 2015’te 450 milyon ton civarındayken onun iki katını hedeflediğimizi söyledik. Son iki yıldır biraz düştü. Bu da alınan önlemlerden ziyade, sanayi ve ekonominin kötü gidişatından kaynaklı.
Türkiye “Biz 500 milyon ton veriyoruz, ama ormanlarla 80 milyon tonunu, ormanlar dışındaki yutak alanları da katarsak 90 milyon tonunu geri alıyoruz” diyor. Ama bazı veriler görmezden geliniyor. Şu an kabaca 500 bin hektar kâğıt üzerinde orman alanı görünüyor, ama fiilen orman değil.
Yangının alevli bölümünde sıcaklık 800-1000°C’lere çıktıysa, hava akımıyla yakın çevreye ısı yayılır. Buna radyasyon ya da ışınım adı veriyoruz. Kuru otlar, yapraklar o ışınımla birlikte ısınarak sıcaklıkları 200-220°C’ye çıktığında kıvılcımsız olarak da tutuşmaya başlıyor. Bu şekilde yeni spot yangınlar başlıyor. Bir yeri söndürmeye çalışıyorsunuz, başka bir yerde yangın çıkıyor.
Ormanlardan yapılan tahsislerle başka amaçlar için kullanılmaya başlanan alanları mı kastediyorsunuz?
Madenler, enerji nakil hatları, havaalanları, köprüler, yollar gibi, “kamu yararı var” denerek kurulan tesisler nedeniyle tahsislerin toplamı 750 bin hektara yaklaştı. Bunun 450 bin hektarı 2000 sonrasında. Bu alanların fiilen orman olmadığını biliyoruz. “Kestik ama sonradan rehabilite edeceğiz” şeklinde açıklamalar var. Son yirmi yıl içindeki tahsislerde böyle bir rehabilitasyon da yok. Tahsis edilen alanların bir kısmı ilelebet orman haline gelmeyecek; örneğin 3. Havaalanı… Burası da resmiyette orman alanı. Karbon hesaplamasında halen havaalanı da karbon tutuyormuş gibi hesaplama yapılıyor. Yani o resmi rakamların doğru olmadığını söylemeye çalışıyorum. Orman alanlarımız Orman Genel Müdürlüğü (OGM) resmi verilerine göre 22,9 milyon hektara çıktı. Bu ormanların yüzde 53-54’ü verimli ormanlar dediğimiz sık ormanların olduğu alanlardır. Yüzde 45’i de İç Anadolu’da olduğu gibi boşluklu kapalı ormanlar dediğimiz seyrek ormanlardır. Ormanlarımızın tuttuğu karbon hesaplamalarını yaparken, Türkiye ormanlarının yüzde 90’ı verimli ormanmış, yani tuttuğu karbon miktarı daha fazlaymış gibi hesaplama yapılıyor. Hem hesap yanlış yapılıyor hem tahsislerle orman vasfını kaybeden alanların tutamadığı karbon yanında atmosfere karbon salımı gerçekleşiyor. İTÜ’den hocalarımızla birlikte yaptığımız çalışmada İstanbul’un kuzeyinde 2009-2016 yılları arasında köprü, havaalanı ve bağlantı yolları gibi arazi kullanım değişiklikleri nedeniyle 4 milyon ton karbondioksit salımı olduğunu hesaplamıştık. Bu salımlar hesaplamalara katılmıyor. Bunun yanında 2018’den itibaren ormanlardan inanılmaz bir odun üretimi başladı.
Ormanlar ve İklim Değişikliği adlı kitabınızda, “ülkemizde ormanlardan yapılan kesimler her zaman orman artış rakamlarının altında tutulduğundan, orman kaybı söz konusu değildir” diyordunuz… Döviz krizi nedeniyle azalan ithal kereste girişi sonrası iç piyasayı doyurmak için ciddi bir orman kesimi söz konusu. Yapılan kesimlerin hâlâ orman varlığına zarar vermediğini düşünüyor musunuz?
O kitap 2013 tarihli.
Aradan çok uzun zaman geçmedi, ancak orman yönetimi anlamında ciddi değişiklikler görülüyor…
Çok çok ciddi değişiklikler var. Temel sebep de 2018’deki ekonomik kriz. Evet, ormanlardan çeşitli amaçlarla odun üretimi yapılır. Ormanlarınız her sene büyür ve odun üretirler. Ormanları ana paramız olarak düşünün. Yüz liranızı faize yatırdınız, bir yıl sonra yüz on lira oldu diyelim. İhtiyacınız olduğunda koyduğunuz paranın üç lirasını alıp harcarsanız, kalanı ana paranıza eklenir. Paranız yüz yedi lira olur. 2017-2018’e kadar böyle gitti. “Artım” olarak adlandırdığımız ağaçların her yıl yaklaşık yüzde 30’u odun olarak kesiliyordu. Ormancılıktaki ana hedef doğrudan odun üretmek değildir. Ormanlarda ağaçlar devrilir. Fazla sık olan ormanlar seyreltilir, bazı yaşlanan ormanlar tensil denilen kesimlerle gençleştirilir. Yan ürün olarak odun çıkar. Biz ormana girelim, odun üretelim de para kazanalım diye bir hedef yoktur. Evet, odun satılırdı, ama 2017 sonrasında yavaş yavaş bu arttı. 2020 yılında artımın yüzde 61’ini aldılar. Yani o kitabın yazıldığı tarihteki odun üretiminin iki katına çıktılar. Şöyle bir sorun var, Türkiye ormanlarının yüzde 45’i, yani 9-9,5 milyon hektarlık bir alan seyrek, bozuk, kötü durumda ormanlar. Odun üretimi yapılamıyor. Geriye odun üretimi yapabileceğiniz 10 milyon hektar civarında bir alan kalıyor. Bunların bir kısmı da milli park gibi korunan alanlar. Geçen yıl kesilen odun miktarı 28-29 milyon metreküpe çıktı. Bu rakam 2000 yılında 13 milyon metreküptü. Son yirmi yıl içinde iki katından fazla arttı. Bu üretimi en fazla 7-8 milyon hektarlık bir alandan almaya çalışıyorlar. Çok aşırı odun üretilmeye başlandı. Bunun ciddi olarak sorgulanması lâzım. Çünkü öncelikle ağaçların tuttuğu karbon miktarını azaltıyorsunuz. Ormanı fazla seyrelttiğiniz için yağışın toprak yüzeyine inmesine neden oluyorsunuz. Bu erozyon ve sellerin artmasına neden olabiliyor. Şu an yapılan bu odun üretimi onaylamadığımız bir uygulama.
Türkiye’nin 2015’te BM Çerçeve Sözleşmesi’ne sunduğu hedefe göre, 2030’da atmosfere vereceği toplam sera gazı salımı 920-930 milyon ton civarında olacak. Yani bugüne göre yaklaşık iki katına çıkarmayı taahhüt ediyoruz.
Tensil adı verilen gençleştirme kesimlerinde orman çok seyreldiği için alt örtüde bulunan bitkilere ve toprağa çok fazla güneş ışığı giriyor. Mesela Istrancalar’da kesilen kayın ağaçlarının altında yaşayan orman gülleri fazla güneş ışığından ve nem kaybından dolayı azalmaya başladı. Bu seyrelme ekosistem için zararlı değil mi?
Tabii zararlı. Yerine göre de değişiyor. Istrancalar tipik Karadeniz iklimi olmadığı için ağaçların gölge etkisi ortadan kalktığından buharlaşma artıyor, toprak daha fazla kuruyor. Bazı bitki türleri kuru şartları sevmediği için uzaklaşabilir ya da otsu türler o alanı basabilir. Karadeniz çok nemli olduğu için fazla keserseniz tam tersine orman gülü çok aşırı büyüyüp her tarafı kaplayabilir, ormandaki gençleşmenin önüne de geçebilir.
Her türün gençleştirme yöntemi farklıdır. Kayın ormanlarında aşağıdaki ışık ve nem koşullarının çok değişmemesi için ormanın kapalılığını kırmamak lâzım. Hafif hafif seyreltilmeli, tepelerin genişletilmesi, tohum tutması sağlanmalı. Düşen tohumlar çimlenmeye, genç ağaçlar gelmeye başladıktan sonra boşaltma yapılmalıdır. Yapılan işlemin adı tensil (gençleştirme), ama bugün amaçlanan odun üretimini artırmak. Doğrudan “odun kesiyoruz” diyemedikleri için.
Odun ihtiyacını karşılamanın başka yöntemleri yok mu?
Türkiye’nin birçok yerinde 2012 sonrasında endüstriyel plantasyon denen bir uygulama başlatıldı. Çoğu ülkede önerilir. Ben de zamanında öneriyordum. Toplumun odun hammaddesine ihtiyacı var. Ormanı seviyoruz, ama bir taraftan da çok fazla odun kullanıyoruz. Hatta iklim değişikliği nedeniyle daha da fazla odun kullanmamız gerekiyor diyoruz. Pencerelerde kullandığımız pvc petrol türevi bir ürün. Bunun yerine ahşap kullanırsak petrolü daha az tüketeceğiz demektir. Bu nedenle odunun daha fazla kullanılması gerekir. Ancak bu kestiğiniz odunların doğal ormanlardan olmaması, ormanlara zarar vermemesi gerekiyor. Endüstriyel plantasyon derken, yakacak veya lif yonga sektörü için mdf ya da sunta olarak kullanılmak üzere, toplumun odun hammaddesi ihtiyacını karşılamak amacıyla pırasa yetiştirir gibi ağaç tarımı yapmaktan bahsediyoruz. Teorik olarak, bu yapılırsa doğal ormanların üzerindeki kesim baskısı azalır diyorduk.
Madenler, enerji nakil hatları, havaalanları, köprüler, yollar gibi, “kamu yararı var” denerek kurulan tesisler nedeniyle tahsislerin toplamı 750 bin hektara yaklaştı. “Kestik ama sonradan rehabilite edeceğiz” deniyor. Son yirmi yıldaki tahsislerde rehabilitasyon da yok. Bunların bir kısmı ilelebet orman haline gelmeyecek; örneğin 3. Havaalanı… Karbon hesaplamasında halen havaalanı da karbon tutuyormuş gibi hesaplama yapılıyor.
Endüstriyel ağaçlandırmanın yapılacağı yerlerin çok eğimli olmaması, toprağının derin, ikliminin nemli olması lâzım. Çünkü sulama şansınız yok, yağış olacak ki suyu bulduğu zaman hızlı büyüsün. Hatta tarım yapar gibi toprağın işlenmesi, zaman zaman da gübreleme lâzım. Türkiye ormanlarında bu kriterlere uyan alan neredeyse yok. OGM 23 milyon metreküplük orman görünen alanı inceledi, endüstriyel ağaçlandırmaya uygun hepi topu 165 bin hektar alan buldu. Türkiye’de zaten bu gibi alanlar –eskiden orman bile olsa– binlerce yıldan beri tarım alanına dönüştürülmüş durumda. Biz orman alanlarından ziyade, orman dışı bölgelerde, kullanılmayan alanlarında insanların endüstriyel plantasyona teşvik edilmesini önermiştik. Bu yapılmadı, doğal orman alanlarına yöneldiler. Eğimin yüzde 20’den aşağı olduğu alanlar şartı, yüzde 40’tan aşağı olacak diye değiştirilerek alanları genişletmeye çalıştılar. Beş yıl önce ağaçlandırılmış, fidanların gelmiş olduğu yerleri sürüp, işleyip ağaçları tekrar diktiler. Doğal ormanları kesip, endüstriyel plantasyon sahası olarak ilan ettiler. Bu uygulamaları gördüğümüz zaman niyetin doğal ormanlardaki kesim baskısını azaltıp, toplumun odun ihtiyacını karşılamak olmadığını, tensil kesimlerde olduğu gibi, bir bölgedeki ormanı tamamen tıraşlamak için bahane olarak kullanıldığını anlıyoruz. Bu da bir başka ciddi yaramız.
2018’den itibaren ormanlardan inanılmaz bir odun üretimi başladı. Temel sebep de 2018’deki ekonomik kriz. Ormancılıktaki ana hedef doğrudan odun üretmek değildir. Ormanlarda ağaçlar devrilir. Fazla sık olan ormanlar seyreltilir, bazı yaşlanan ormanlar tensil denilen kesimlerle gençleştirilir. Yan ürün olarak odun çıkar.
Doğal ormanları tıraşlayarak endüstriyel plantasyonlar haline getirme fikri korkunç… Peki bu iş tamamen kamu işletmesi tarafından mı yapılıyor?
Özel sektör pek girmedi. Lif yonga sektörü dediğimiz, halkımızın sunta olarak bildiği, odunun öğütülerek yonga haline getirilip sonra preslenerek mdf, hdf, sunta gibi çeşitli ahşap plakaların üretildiği bir sektör var. Ben “obez sektör” diyorum. 2000’lerin başlarında birkaç milyon metreküp olan odun işleme kapasitesi, 2016-17 verilerine göre 11-12 milyon metreküpe çıkmıştı. Yani kapasite 15 yıl içinde beş-altı katına çıktı. Yanılmıyorsam, Avrupa’nın en büyük odun işleme kapasitesine sahip ülkesiyiz. Bu sektör büyürken odun hammaddesini tamamen yurtdışından sağlıyordu. 2018 döviz krizi dönemi sonrasında ithalat zorlaşınca yurtiçine yöneldiler. Genel olarak, ormanlara baskı yapan madencilik ve diğer sektörlerin söylemleri hep aynıdır: “Şu kadar insana istihdam sağlıyoruz. GSMH’ya katkı yapıyoruz. Döviz kazandırıyoruz...” Bu söylemle iç piyasaya yönelip ormanlardan odun almaya başladılar. Hammadde planlaması yapmadan, önce ithalatla sonra da politik ilişkiler ve lobi faaliyetleriyle ormanlardan hammadde ihtiyacını karşılamaya başladılar. Bir salça fabrikası kursanız, ilk işiniz hammadde planlaması yapmak olur. Yıllık ne kadar domatese ihtiyacınız olduğunu, nereden, hangi maliyetle getireceğinizi planlarsınız. Hatta Türkiye’de örnekleri var, köylülerle alım garantisi anlaşmaları yapılıyor, destekle yetiştiriliyor. Bu sektörün bir hammadde planlaması yok. Kendi hammaddelerini yetiştirme yönünde bir girişimleri var mı? O da yok. Böyle bir tesis kurduysanız önce bir alanı alın, ağaçlandırın, kendi odununuzu yetiştirin, kesin. Ne güzel, doğal ormanlara baskı azalır. Ama hem uzun zaman alacağı hem maliyeti yüksek olacağı için bu işe de girmediler. Bursa Karacabey ve Çanakkale’de birkaç bölgede kendi odununu yetiştiren firmalar var. Bunlar da birkaç bin hektarlık küçük alanlar.
Doğal yaşlı ormanların ve sizin sağlıklı olarak nitelediğiniz, sıklığı yüksek ormanların karbon tutma kapasitesi daha yüksek. Orman seyreldikçe de bu kapasite azalıyor. Ormanları seyrelterek, tahsislerle kalıcı olarak orman alanı vasfını yok ederek karbon tutma kapasitemizi kaybediyoruz, bir yandan da toprağın ilk yarım metrelik derinliğinde hapsolmuş devasa miktarda karbonu açığa çıkartıyoruz. Bu da iklim açısından başka bir tehdit yaratmıyor mu?
Evet, toprağın tahrip edilmesi de bir sera gazı emisyon kaynağıdır. İklim değişikliği çalışan bilim insanlarının bu durumlar için kullandığı kavram “arazi kullanım değişiklikleri”dir. Ormanın kesilip maden alanına dönüştürülmesi, otlakların, sulak alanların kurutulup tarım arazisine dönüştürülmesi, tarım alanlarının arsaya dönüştürülüp üzerine binaların yapılması arazi kullanım değişikliğidir. 2011 verilerine göre, toplam sera gazı salımının yüzde 25’inin nedeni fosil yakıtlarken yüzde 24’ünün nedeni arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma ve tarımdır. Sanayi devriminden bugüne kadar fosil yakıtlar nedeniyle 2 trilyon ton eşdeğerinde salım olmuş. Bunun üçte ikisinden fosil yakıtlar, üçte birindense arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma ve tarım sorumlu. Doğal ekosistemler, ormanlar, meralar, otlaklar, hatta tarım alanları, sulak alanlar aynı zamanda karbon yutaklarıdır. Ormanlarda hem bitkilerde hem toprakta yüksek miktarda karbon tutulur. Verimli dediğimiz ormanlarda, çalılar hariç, ağaç kök ve gövdelerinde tutulan karbonun Türkiye ortalaması hektarda 50 tona yakındır. Otuz santimetre derinliğinde toprakta 55-56 ton civarında, bir metrelik toprakta ise 80 ton civarında karbon hapsolmuş durumdadır. Yani kabaca bir hektar verimli ormanda 110-120 ton civarında karbon vardır. Odun olarak kullanmak için ağaçları kestiğiniz zaman topraktaki karbon da atmosfere gidiyor. Toprağı alıp hafriyat olarak bir yere yığıyorsunuz. Topraktaki karbon, çürüyen ayrışan yapraklar sayesinde humusta bulunur. Bunu kaldırıp bir yere koyduğunuzda mikroorganizmalar bu organik maddeyi yiyor ve humus yavaş yavaş ayrışmaya başlıyor. Mikroorganizmaların solunumuyla karbondioksit olarak atmosfere gidiyor. Bu nedenle bir alanla ilgili arazi kullanım değişikliğine kalktığınızda bitki örtüsünün tahrip edilmesi sonucunda atmosfere karbondioksit verilir. Ama ulusal sera gazı envanter hesaplamalarında bu salım çok küçük gösteriliyor.
Çok aşırı odun üretilmeye başlandı. Bunun ciddi olarak sorgulanması lâzım. Çünkü öncelikle ağaçların tuttuğu karbon miktarını azaltıyorsunuz. Ormanı fazla seyrelttiğiniz için yağışın toprak yüzeyine inmesine neden oluyorsunuz. Bu erozyon ve sellerin artmasına neden olabiliyor.
Orman alanı kullanımlarının bir kısmı da fosil yakıtlara alternatif olarak gösterilen yenilenebilir enerji santralleri adına yapılıyor. Bunların arasında nehir tipi HES’ler, RES’ler de var, dev barajlar da… Bu santrallerin inşaatları da ciddi orman kaybına neden oluyor. Burada ciddi bir çelişki yok mu?
Bu dünyada da tartışılan konulardan. Avrupa Birliği’nde HES’lerin yenilenebilir enerji statüsü tartışılıyor. Belli bir kapasitenin üzerindeki HES’ler yenilenebilir enerji sayılmaz. Yenilenebilir enerji üreteceğim diye çok önemli bir karbon yutağı olan ormanları kaybediyorsanız, o santralin yenilenebilirliği sorgulanır. Buna İngilizce “mal-mitigation” deniyor, “yanlış azaltım” anlamında. Ben buna “yalancı azaltım” diyorum. Yenilenebilir enerjiyi doğal varlıklarınızı kaybederek yapıyorsanız, yenilenebilir değildir. Maden lobisi, lif yonga sektörü lobisi gibi bir de yenilenebilir enerji lobisi var. Onların baskısıyla sadece ormanlara değil, meralara, doğal alanlara da büyük zarar veriliyor. Doğal ekosistemi tahrip ederek yapılan bir tesisin ne kadar yeşil olduğu dünya genelinde sorgulanıyor. Türkiye’de henüz o aşamaya gelmedik.
İklim Değişikliği ve Ormanlar kitabınızda ısınma ve evsel tüketimde kereste ve odun kullanımının karbon ayak izimizi azaltmada etkili olabileceğini, hatta odunun aynı zamanda yenilenebilir bir enerji kaynağı olduğunu söylüyorsunuz. Bu fikir ilk bakışta doğa korumacılar için ürkütücü gelse de bir mantığa dayanıyor. Biraz açar mısınız?
İnsanlar, daha fazla odun yakalım, ağaç keselim dediğimizde tepki gösterebiliyor, ama bunun şartları var. Öncelikle doğal yaşlı ormanlarımız olmak üzere korumaya değer ormanlarımızı çok iyi korumamız gerekiyor. Ama diğer taraftan da toplum odun kullandığı için odun üretmemiz gerekiyor. Burada doğal ormanları değil, ağaç tarımı yapılarak plantasyonlarda yetiştirilmiş ağaçları kullanmak gerekiyor. Tüm dünyada da böyledir zaten. Biz maalesef bazı şeyleri içini boşaltarak kullanıyoruz. Endüstriyel plantasyonları doğal ormanları keserek yapıyorsanız onun adı endüstriyel plantasyon olmaz. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi kuzey ülkelerindekine benzer bir uygulamanın yapılması gerekiyordu. Hatta bu ülkelerde odunla çalışan termik santraller var. Aslında ağaçlar güneş enerjisini depolayan sistemler. Güneş ışınını alıp fotosentezle odun üretirler. Bunu alıp fosil yakıt yerine termik santralde kullandığınızda, doğal olarak güneş enerjisini kullanıyorsunuz. Odunun biyokütle santrallerinde yakılmasıyla enerji üretilmesinde bence hiçbir sakınca yok. Ama kapasiteyle ilgili bir şey. Çok büyük biyokütle santralleri kurup, hammadde incelemesi yapmadan, enerji üretimi yapmak için doğal ormanlardan sürdürülebilirliğe aykırı, artımdan fazla orman keserseniz, yenilenebilir özelliği kalmaz. Dünyada çeşitli sertifikasyon sistemleri var. Ormanların durumu, hayvanların üreme zamanında kesim yapılıp yapılmadığı denetleniyor. Endemik türler varsa onların korunması gerekir. Kesinlikle artımdan fazlasını kesmemeniz gerekir. Bunlar denetlenip sertifika veriliyor. Mart, nisan aylarında kesim yapılmaması gerekir. Ama uygulamada bunlara dikkat edilmediğini görüyoruz. Özellikle son üç yıldan beri, yılın 12 ayı tamamen orman kesmeye odaklanmış bir OGM görüyoruz. Temmuz ve ağustos yangınlar açısından en riskli zamanlardır. Bu zamanlarda Ege ve Akdeniz’de diğer ormancılık faaliyetlerinin bir kenara bırakılıp tamamen yangına odaklanılması gerekirken çatır çatır ağaç kesmeye devam ediliyor.
2011 verilerine göre toplam sera gazı salımının yüzde 25’inin nedeni fosil yakıtlarken, yüzde 24’ünün nedeni arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma ve tarımdır. Ormanlar, meralar, otlaklar, hatta tarım alanları, sulak alanlar aynı zamanda karbon yutaklarıdır. Odun olarak kullanmak için ağaçları kestiğinizde topraktaki karbon da atmosfere gidiyor.
O kitabı yazarken biraz romantik düşünmüşüz. İdealleri düşünmüşüz. İş uygulamaya geldiğinde bambaşka işler olduğunu görüyoruz. Ama kötü örnekler bir tarafa endüstriyel ağaçlandırma doğayı korumak için yapılabilecek uygulamalardan biridir. Orman dışı alanlarda odun üretmek için endüstriyel ormanlar kurulması gerekiyor.
İklim mücadelesinde tablo böyleyken neler yapmalı, nasıl hedefler koymalıyız?
Paris Anlaşması’nı imzalamak yetmiyor. Paris Anlaşması’nın imzalanmak üzere meclise gelmesinden iki gün sonra Enerji Bakanlığı’ndan kömürü öven, “şu kadar kömür çıkarttık, yerli-milli enerji” diye paylaşımlar yapıldı. Bir iklim politikamız olması gerekiyor. Kömür yerli-milli enerjimiz olabilir, ama aynı zamanda küresel ısınmayı artıran en önemli etken ve bir an evvel bundan vazgeçmemiz gerekiyor. Bu pat diye olmayacak, bunun farkındayız. Bunun için geçiş süreçleri var. Kömürden başka bir enerjiye geçildiğinde o alanda çalışanlara ne olacağına dair geçiş süreci çalışmaları yapılıyor. Çok geniş olarak düşünülmesi, sabırlı adımlar atılması gerekiyor. Türkiye 2030 yılı hedefini 920 milyon ton sera gazı salımı olarak açıkladı. Bu çok yüksek bir hedef. Şu an 500 milyon ton olan salımı 2030’da 300 milyon civarına düşürmek gibi bir hedef koyması gerekiyor. 2050 için sıfır salım hedefinin konması, bunun için yol haritasının oluşturulması gerekiyor.
Belli bir kapasitenin üzerindeki HES’ler yenilenebilir enerji sayılmaz. Yenilenebilir enerji üreteceğim diye çok önemli bir karbon yutağı olan ormanları kaybediyorsanız, o santralin yenilenebilirliği sorgulanır. Ben buna “yalancı azaltım” diyorum. Maden lobisi, lif yonga sektörü lobisi gibi bir de yenilenebilir enerji lobisi var.
Bunun gerçekleşebileceğine dair bir inancınız var mı?
Şirketlerimiz maalesef çok yeşil badana yapıyor. Özel sektörün de artık sıfır karbon meselesiyle ilgilenmesi gerekiyor. Bir şirketin sera gazı salımları artıyor, çevre kirliliğine neden oluyorken, buna karşı tek politikası “beş-on fidan diktik”se ben buna yeşil badana diyorum. Çok ciddi önlemler alınması gerekiyor. Karbon vergisi koyduğunuz zaman bu vatandaşa da yansıyabiliyor. Teşvik mekanizmalarının, karbon ayak izi mekanizmalarının bir politika halinde denetlenmesi gerekiyor. Şimdilerde bir hareketlenme var. Avrupa Birliği’nde yeşil mutabakat kapsamında AB dışı ülkelere sınırda karbon vergisi gibi bazı uygulamalar getiriliyor. Bu nedenle özel sektör biraz daha hareketlendi, ama sanayi politikamızda eksikler var. Üretim sırasında karbon ayak izini düşürmek, sertifikalandırmak gibi bir sistem oluşturup vergilendirme ve teşvikleri kendi içimizde halledebilirsek, AB’ye ödenecek karbon vergileri Türkiye’nin içinde kalabilir. İnsanlar “Ben kişisel karbon ayak izimi düşürdüm, ama tek başıma ne yapabilirim?” diyebiliyor. Çok klasik, fazla girmek istemiyorum ama toplu taşıma kullanmak, özel araçlarla fazla seyahat etmemek, evlerimizi yalıtmak, elektrik tüketimimizi azaltmak gibi hepimizin yapabileceği şeyler var. Ama bizim birey olarak yapabileceğimiz en önemli şey, politikacıları sorgulama kültürü oluşturmak. Hangi görüşte olursak olalım, siyasi parti ayırmadan, gönül verdiğimiz siyasi partiler dört-beş yılda bir oy istemeye geldiğinde iklim değişikliği konusunda ne kadar ciddi olduğumuzu onlara aktarmamız gerekiyor. Biz halkız ve en fazla biz etkileniyoruz. Talep edersek bu taleplerimizi dikkate alacaklardır. Ama bizim bunu siyasilere çok güçlü bir şekilde iletmemiz gerekiyor. Her seçim döneminde beka sorunları ortaya çıkar, Güneydoğu’da bazı problemler patlak verir. Siyasilere, bu ülkenin en önemli beka sorununun iklim değişikliği olduğunu hissettirmemiz gerekiyor.