HEYBELİADA’NIN ATLARI VE FAYTONCU AİLELERİN KADINLARI

Söyleşi: Siren İdemen
25 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

Alper, Çılgın, Dilber, Elfida, Gece, Nazlı, Oscar, Zeynep…  Sayıları yaklaşık 200. Her birinin yaşı başı, hali tavrı, huyu suyu ayrı, her biri başka bir âlem. 19 Aralık’tan beri karantina adı altında ahırlara kapatılmış durumdalar. Tıpkı Büyükada ve Burgaz’daki hemcinsleri gibi. Ruam salgını haberiyle başlayıp faytonların kaldırılması kararına uzanan süreçte neler oldu, öncesi nasıldı, bundan sonra atları nasıl bir gelecek bekliyor? Faytoncu ailelerin ömürleri atlarla iç içe geçen kadın üyeleri anlatıyor. 

 

19 Aralık’ta ruam salgını gerekçesiyle atlarınızın ahırlara kapatılmasının üstünden bir aydan fazla bir zaman geçti, şu anda ne durumda atlar?

Burcu Gök: Çok sıkılmış durumdalar. Salamıyoruz. Karantina kararından sonra üç adaya da (Burgaz, Heybeliada, Büyükada) otobüslerle çevik kuvvet geldi. Her yerde çok sayıda sivil polis de dolaşıyor. Bütün atlar ahırlarda kapalı. Karantinanın ilk başında, kapıda 24 saat makineli silahını doğrultmuş polis bekliyordu. Atarı ahırdan çıkarmamıza izin verilmiyordu.

Semiha Sarıgül Avcılar: Karantinanın üçüncü günü, birçok Adalıyla beraber topluca ahırlara gidip atları havalandırmak, dolaştırmak için tartıştık. Çünkü hayvanların ayakları şişmeye başlamıştı.

Ayşe Dinç [Burcu’nun annesi]: Üçüncü gün, fayton durağında, faytoncular, aileleri, atların durumunu merak eden Adalılar bir toplantı yaptı. Herkes atları görmek istedi. Çok kalabalık gittik ahırlara. Polis önce kesinlikle izin vermek istemedi. Görüntü çekmemizi istemediler. “Medyaya görüntü verirseniz soruşturma açarlar” dediler. Polislerin şefi “Benim de atların bu halini görmeye vicdanım dayanmıyor” diyordu, ama izin de vermiyordu salmamıza.

Atlarımızı sadece ahırın çevresinde gezdirmemize izin veriyorlar. Gezebilecekleri alan çok dar. “Yularlarından tutup dolaştırın” diyorlar. At dediğimiz varlık 500-600 kilo civarında.

Burcu: Sonuçta hepimizin, atseverlerin, faytoncuların, Adalıların ısrarı üzerine komiser kabul etmek zorunda kaldı. Ayakları şişen atları ahırlardan çıkardık. Hepsi gezdi, oynadı, koştu. Atlar güzel bir gün yaşadı. Herkes oradan çok mutlu ayrıldı. O günden sonra, bir aydan fazla zaman geçti. Bir iyileşme olmadı durumda.

Ayşe: Atlarımızı sadece ahırın çevresinde gezdirmemize izin veriyorlar. Gezebilecekleri alan çok dar. “Yularlarından tutup dolaştırın” diyorlar. Atların şu anki hallerinde bu mümkün değil ki. Çok uzun süre kapalı kaldıkları için huzursuzlar. Çifte atıyor, zıplamak istiyor, şahlanmak istiyorlar…

Burcu: At dediğimiz varlık 500-600 kilo civarında. En zayıfı 350-400 kilo. Onu zapt etmeye cüsse olarak, güç olarak yetemeyiz. Ahırların çevresi eğimli ve yağmurlardan ötürü kaygan olduğu için de bırakamıyoruz. Çok uzun süre kapalı kaldıkları için fazla kontrolsüz hareketler yapıp kayıp düşebilirler diye korkuyoruz.

Burcu Gök ile Alper

Ayşe: Yola çıkmalarına izin verseler, sorun azalacak. Atların burun ve kulağından tutarsanız, asla hareket edemez. Atın bütün gücü burun ve kulaktadır. Burun çevresinden bir ip bağlasanız, onu hafif sıktığınızda at durur. O şekilde yürütebilirsiniz. Ama ahır bölgesinin dışına çıkmanıza izin vermiyorlar ki. 

Şu anda sağlıkları nasıl?

Burcu: Heybeli’dekileri dolaştıracak alanımız biraz daha geniş olduğu için bizimkilerin durumu çok fena değil. Bir atımın, Çılgın’ın, ayağında ciddi bir şişlik var. Onun tedavi görmesi, belki dağlanması gerekiyor. Alper biraz sıkıntılı, bugün karnı epey şişti. Onun dışında, şartlara göre iyi durumda sayılırlar. Rüzgârlı, yağışlı havada da uzun süre dışarı çıkaramayız. Ciğerlerinin ıslanmaması gerekir. Biliyorsunuzdur herhalde, onların ciğerleri bellerinde. 

Ahırın içinde bağlı mı duruyorlar?

Ayşe: Bağlı duruyorlar, yoksa etrafa zarar veriyorlar, birbirlerine vuruyorlar. Çocuk gibiler.

Ayaklarında şişlik olmasının nedeni ne?

Burcu: Antrenmanlı atı birden ahıra kapatır, hareketsiz bırakırsanız, tendonları şişiyor. Şişince de ağrıları oluyor, o ayağını kullanamıyor. Genelde bu durumda ya enjeksiyon yapılıyor ya da dağlama denen geleneksel yöntemle tedavi ediliyor. Dağlamada sıcak uyguluyorsunuz. İlk başta canı acıyor atın, ama o sayede birikmiş sıvı, ödem dağılıyor. Fakat bunun üzerine, atın günlük antrenmanını yapması lâzım. Tırıs dediğimiz hızda üç ada turu dönmesi gerekir. Tırısta hayvan yorulmaz.

Annem, kardeşim, ben her gün ahıra giderdik. Yük arabaları vardı o zamanlar, onun içinde masa kurar, mangal yapar, orada yemek yerdik. O dönemde, ailesiyle birlikte ahırda yaşayan arkadaşlarımız da vardı. Bir kör atımız vardı, adı da Kör’dü. Yeliz vardı, bir de Saddam

Kaç atınız var?

Burcu: Şu an altı tane atım var. Gece, Çılgın, Elif, Alper, Oscar. Bir de en genç Elfida var.

Ayşe: Üç kayınbiraderim, kayınpederim, biz toplam dört-beş aileyiz faytonculuk yapan. Herkesin ahırında en az altı, bazılarımızda sekiz-dokuz at var. Beş-altı tane de koşulmayan, emekli ettiğimiz atlarımız var.

Semiha: Bizim yaşları 7 ile 12 arasında dört atımız var. Hepsi kısırlaştırılmış. Zeynep, Nazlı, Dilber, Dilberay.

Burcu: Atlarımın en genci 6 yaşında, diğerleri 10 civarı. Bir de 21 yaşında Oscar’ımız var. Hepsi Arap atı, ikisi yarış atı. Bir tek Elfida dişi. Haluk Levent’in o şarkısını sevdiğim için, adı oradan geliyor. En yeni atım o. Yeni dediğim, üç senedir bizimle. İlk başlarda çok yabanice yaklaşıyordu. Yavaş yavaş arkadaş olduk onunla da. Giderek kendini sevdirmeye başladı. Hepsi birbirinden tatlı. Çılgın’la Alper benim şımarıklarım.

Semiha Sarıgül Avcılar ile Dilber

Oscar emekli atlardan biri mi?

Ayşe: Yarı emekli. Arada bir dışlanmasın, yürüyüş olsun, açılsın diye onu da arabayla çıkartıyoruz. Bir-iki saat kalıyor arabada. Ama genelde ahırda. Sabahları çıkıyor, geziyor, koşuyor, hopluyor, zıplıyor, oynuyor… Sonra tekrar ahırına giriyor. Yiyor, suyunu içiyor, yatıyor.

Burcu: Oscar o kadar yaşlı değil. Ama diğerleri gerçekten yaşlı. Zeytin’imiz var mesela, 25 yaşında. O biraz yürüyünce zorlanıyor. En yaşlısı da olsa, hiçbir atı sürekli ahıra kapatamazsınız. Ahırda uzun süre kalırlarsa bacakları tutukluk yapar. Ayrıca, sindirim sistemlerinde, bağırsaklarında ölümcül sorunlar çıkar. O yüzden, kışın sabahtan akşama kadar salarız. Onlar hareket ihtiyacını karşıladıklarında otomatik olarak ahıra gelirler.

Adada atların ortalama ömürleri ne kadar?

Ayşe: Atın ırkına, cinsine göre değişiyor. En yaşlıları 20-25 civarında. Valla biz emekli atları satalım, edelim demiyoruz. Ölene kadar bizimle birlikte kalırlar. Ne zaman arka ayakları tutmaz artık, yürüyemez duruma gelir, o zaman veteriner gelir, daha fazla acı çekmesin diye uyutur. O da mecburi artık. 300-400, sırasında 600 kiloluk bir hayvanı nasıl kaldırabilirsin, çevirebilirsin?

Burcu: Şu anda adada nerdeyse hiç genç atımız yok. İki tay var ahırlarda. Genelde herkesin atları 9-16 yaşındadır, 4-5 yaşında at bulamazsınız. 

Neden?

Burcu: Genç atlar genelde hipodromda koşturuluyor. Mesela bizim Alper de, Gece de oradan gelme. Tayları genelde pek bu taraflara yollamıyorlar. Belli bir yaştan sonra, yedi yaşından sonra bize ulaşabiliyor atlar. 

Yeliz’le çok iyi arkadaştım. Yeliz yattığında dönemezdi, çok şişmandı. Ayağını uzatır, çevirmeni beklerdi, “gelin beni çevirin” diye kişnerdi. Sofrayı kurduğumuz zaman masada ne var ne yok yerdi. Yoğurtlu, sarmısaklı biber dolması yediğini hatırlıyorum.

Nerelisiniz, adada faytonculuğa başlamanız nasıl olmuş?

Semiha: Ben aslında Burgazadalıyım, Heybeli’ye 12-13 yaşında geldim. Babam Ordulu. Önce dedem gelmiş buraya, sonra babam.

Burcu: Doğma büyüme adalıyım. Burada okudum, Hep Heybeliada’da yaşadım.

Ayşe: Bizim ailenin göçü de aynı şekilde. Babam 16 yaşındayken dedem Ordu’dan adaya göçmüş. Daha önce Ordu’dan buraya gelmiş tanıdıklar varmış, dedem onların izinden gelmiş. O dönemde dedemin eşekleri varmış. Eşeklerle kum, çakıl taşımacılığı yaparmış. Burada doğdum, büyüdüm, okula burada gittim. Eşimle burada evlendik. Şimdi yıkıntı olan Panorama Oteli’nde olmuştu düğünümüz.

Burcu: Babamın ailesi de Ordu-Mesudiye’den adaya geliyor. Babam çocukluğunda ayakkabı boyacılığı yaparmış, su satarmış. O dönemde eşekler varmış adada, ben yetişemedim. Eşekle insanları gezdirip ekmeklerini kazanıyorlarmış. Babam 15 yaşında bir fayton almış, alış o alış. Hep faytonculuk yapmış. Bütün amcamlar da faytoncu. Bu alanda öncü babam, babamdan kardeşlerine, çocuklarına, hepimiz bu mesleğin içindeyiz. 

Ayşe Dinç ile Oscar

Sizin hayatınıza atlar ne zaman girdi?

Semiha: Eşim faytoncu. Eşimin babası da faytoncuydu, ona baba mirası. En az 45 yıldır eşim faytonculuk yapıyor. Hep dededen oğula, toruna geçmiş bu meslek. Babam okulda çalışıyordu, ama yazları faytonculuk yapardı. Atlar hayatıma eşimle girmedi ama, onlarla haşır neşir olmam eşimle başladı. Babamlarla yaşarken ahırın yolunu bile bilmezdim. Çocukluğumda, attan bir keresinde tekme yedikten sonra korkmuştum. Atın kuyruğunu çekmiştim, o da tekmeyi geçirmişti. (gülüyor) Eşimleyken çok sevdim atları, çok seviyorum, ama o korku geçmedi. Yine de elimle şeker, yiyecek veriyorum.

Ayşe: Çocukluğumdan beri atların içindeyim. Faytonculuk bizde dede, baba mesleği. Dedem, babam, eşim. Küçücük çocuktuk, atların içindeydik. Babam hem faytonculuk yapıyordu, hem de ahırların olduğu yerde bekçiydi.

Hayatta mı baban?

Rahmetli oldu. Çocukluğumuz hep ahırların orada geçti. İlk zamanlarda, papaz okulunun olduğu tepenin alt kısımlarında zeytinlik dediğimiz yerdeydi ahırların bazıları. Ahırlar şimdiki yerine taşındıktan sonra, orada iki odalı bir ev yapılmıştı bize. Babam bekçi olarak kalıyordu, biz orada, atların içinde büyüdük. Hayatımda atın olmadığı bir dönem hiç olmadı. Atların hayatımdaki yerini anlatamam, yaşamak lâzım bunu. Babamın iki atı vardı hiç unutamadığım, Abbas ve Lucy. Çok heybetli atlardı. Eskiden atlar şimdikilerden daha heybetliydi. Bana sanki insanlar da daha iriydi gibi geliyor. Babam onları koyverirdi, ahırların karşısındaki tepeye giderlerdi koşa koşa. Ahırdan bir ıslık öttürürdü, babamın ıslığına gelirlerdi hemen.

Suyun kenarında yatıp kalkıyorlar, yuvarlanıyorlar. Köpeklerimiz, atlarımız beraber denize giriyorduk hep. Onlarla yüzmek de çok güzel. Atlar yüzerken sana vurmamak için ellerinden geleni yapıyor. Çok da güzel yüzüyorlar.

Burcu: Aklımın erdiği zamandan beri atlar var hayatımda. O zamanlar ahırımız çok büyüktü. Babamın orada bir odası vardı, hafta sonları orada kalırdı. Annem, kardeşim, ben her gün ahıra giderdik. Yük arabaları vardı o zamanlar, onun içinde masa kurar, mangal yapar, orada yemek yerdik. O dönemde, ailesiyle birlikte ahırda yaşayan arkadaşlarımız da vardı. Bir kör atımız vardı, adı da Kör’dü. Yeliz vardı, bir de Saddam

Ayşe: Saddam vuran, insanı ısırabilen bir attı. Biraz huysuz bir hayvandı. Saddam adı oradan geliyor. Eşimi ısırmıştı bir sefer. (gülüyor)

Burcu: Annem ona su verirken elinde sopa tutardı, ısırmasın diye. Bayağı asabi bir hayvandı, ama zamanla biraz sakinleşti. Ben Yeliz’le çok iyi arkadaştım. Yeliz yattığında dönemezdi, çok şişmandı. Ayağını uzatır, çevirmeni beklerdi, “gelin beni çevirin” diye kişnerdi. Sofrayı kurduğumuz zaman eğer salıksa, ya da yularını bir şekilde açardı, masada ne var ne yok yerdi. Yoğurtlu, sarmısaklı biber dolması yediğini hatırlıyorum. Enteresan bir attı. Oburdu. (gülüyor) Ahırların olduğu tepenin altındaki koyda deniz çok güzeldi. Atlarla aşağı inerdik, ot yerlerdi, birlikte yüzerdik. Atlarla böyle tanıştım. Yeliz’le arkadaş olduktan sonra onları çok sevmeye başladım.

Çocukluğunda başka hayvanlarınız var mıydı?

Koyunlarımız oldu bir dönem. Koyunları olan bir Hüseyin abimiz vardı. Onun bir kuzusunu çok sevmiştim. İstedim kuzuyu. O kuzuya ve annesine bakmaya başladık. Her gün okuldan çıktıktan sonra, ödevimi alıyorum yanıma, kuzuları baştaki annelerine bağlıyorum, onlarla ormana çıkıyoruz. Yılda iki sefer, ikiz doğuruyorlardı. Sonra gittikçe, yedi-sekiz tane koyunumuz, koçumuz oldu. Onlarla da yakın bağımız olmaya başladı. Bir anne kız vardı, birinin adı Karanfil, diğerinin adı Fatoş’tu. Karanfil doğum yaptı. Annem, babam, hep birlikte başlarında beklerdik doğum sırasında. Doğum geç saatlere sarkarsa, babam ahırdaki odada yatardı, ne olur ne olmaz diye beklerdi. Fatoş çok gençti, hamile kalmasın diye annemle babam çok uğraşmıştı. Ama hamile kalmış. Doğum yaparken öldü. Bunun üzerine annem iki minik kuzuyu eve getirdi. Onlarla aynı odada yattık kalktık. Kuzular artık köpek gibi olmuştu. (gülüyor) Biri sağ omuzumda, diğeri sol omuzumda yatıyordu. Arkadaşlarım kuzuları göreceğiz diye bize gelirdi. Evin içinde sürekli iki tane mee mee diye dolaşan kuzu. Ayrıca, her zaman köpeklerimiz vardı. Hayvanlarla hep çok içli dışlıydım. Babam “sen onları anlıyorsun, onlarla konuşabiliyorsun” der. Gerçekten de öyle. Göz göze geliriz, bakışımdan ne istediğimi anlarlar. İnsanlar köpeklerini eğitim alsın diye birtakım yerlere götürüyor, bir sürü para harcıyor. Buna hiç gerek yok. Onunla arkadaşlık kurabiliyorsan, o bağı yakalayabiliyorsan seni anlıyorlar. Atlarla da öyle. Daha ahırın kapısını açmadan, gelenin ben olduğumu anlarlar. Yürüyüşümden, belki nefesimden hissediyor, pek çok şeyi anlıyorlar.  

Atların sadece tel örgülerle çevrilmiş kısıtlı bir alanda serbest dolaşmasına izin veriliyor

Beraber yüzerdik dedin, atlar sever mi yüzmeyi?

Kesinlikle. Sahile indiklerinde kendileri giriyor suya. Suyun kenarında yatıp kalkıyorlar, yuvarlanıyorlar. Köpeklerimiz, atlarımız beraber denize giriyorduk hep. Onlarla yüzmek de çok güzel. Atlar yüzerken sana vurmamak için ellerinden geleni yapıyor. Çok da güzel yüzüyorlar.

Atların genelde çocuklarla arası nasıldır?

Burcu: Atlar da insanlar gibi, bazıları çocukları sever, bazıları sevmez. Huysuz olanları da var. Bazı hayvanlar küçük çocuklardan korkuyor.

En sevdiğin ilk at Yeliz miydi?

Evet, bir de Kör. Kör’ün gözleri gerçekten görmüyormuş. Ben onun bacağına sarılıp yatarmışım. Bir gün beni arıyorlar, arıyorlar, bulamıyorlar. Polise haber vermeye kalkıyorlar. Sonra bir bakıyorlar, atın bacağına sarılmış uyuyorum. Sonuçta görmeyen bir hayvan, vurur, ezer diye korkmuşlar, ama hiçbir zaman incitmemiş beni. Bunu hep anlatırlardı. Çok atım oldu. Efe vardı mesela, onu da çok severdim. Burgaz’dan almıştık. Çok heybetli bir attı, gerdanı, yeleleri… Herkes hastaydı ona. Adadaki yumurtalıkları alınmamış tek erkek at, aygır oydu. Onunla da çok güzel zamanlarımız oldu. Efe’yle beraber bir de kurt köpeğim vardı, Paşa’ydı adı. Efe çok hareketliydi, koşmayı çok seviyordu. Sürekli şahlanırdı. Bir kişnerdi, herkes korkar, kaçardı. (gülüyor) Ama ayağının dibinde yat, öyle de uysaldı.

Dokuz yaşında atı çözerdim, yemini, suyunu, samanını verirdim, bakımını yapardım. Atlar da ne çifte atar, ne vurur, hiçbir şey yapmazdı. Tımarlarını yapardık. Benim boyum pek yetmezdi, üstlerini babam yapardı.

Bir gün, babam müşteri almıştı, tek bir kişi. Babam “sen de gel” dedi, yanına oturdum. Efe yokuş çıkmayı çok severdi, dört nala çıkardı. Paşa da yanımızda. Parkın hizasından geçerken, oranın köpekleri Paşa’ya doğru havlamaya başladı. Bir ordu köpek geliyor. Atlar birden, aralarını açtılar, Paşa’yı ortalarına aldılar. Bunu hiç unutmuyorum. Babam işe giderken Paşa hep onun yanına gelirdi. Faytoncunun koltuğunun altında, ayaklarını koyduğu, napolyon dediğimiz yer var. Paşa direkt faytonun içine atlar, napolyona çıkar, otururdu. Bir gün Büyükada’dan bir arkadaşım bana bir magnet getirdi. Bir baktım, babam, Efe’miz turistik magnet olmuş.

Senin ilk çok yakınlık kurduğun at hangisiydi?

Ayşe: Abbas’la Lucy. Babam koymuş isimlerini. Çok güzeldi ikisi de. Melek, Boncuk, Rüzgâr, hepsini severdim. Bir de İnci’yi çok severdim, simsiyahtı, sadece alnının ortasında beyaz bir leke vardı.

Ahırdaki işlere, atların bakımına yardım etmeye ne zaman, kaç yaşında başladınız?

Ayşe: İş üstlenmeye dokuz yaşında başladım. Dokuz yaşında atı çözerdim, yemini, suyunu, samanını verirdim, bakımını yapardım. Atlar da ne çifte atar, ne vurur, hiçbir şey yapmazdı. Burcu’nun anlattığı Saddam herkesi ısırmaya çalışırdı, kimseyi yaklaştırmazdı yanına, ama bana bir şey yapmazdı. İşten gelirdi babam, atları çözerdik arabadan, üzerlerindeki takımları çıkartırdık. Önce su verirdik, sonra yük arabasının içine yoncaları koyardık, iki saat boyunca yoncaları yerlerdi bir güzel. O arada kururlardı, tımarlarını yapardık. Benim boyum pek yetmezdi, üstlerini babam yapardı. Atlar gelmeden ahırların yerini tertemiz yaparız. Altlarında kesinlikle bir damla su, yaş gübre olmaz. Kupkuru olması lâzım, ıslak olduğu zaman zaten çoğu yatmaz. Tımarlarını yaptıktan, otlarını yedikten sonra tekrar su veririz. Sonra, yerlerine, dinlenmeye çekilirler.

Beslenme saati: Burcu’nun getirdiği nevaleden nasiplenmek için uslu uslu sıralarını bekliyorlar

Burcu: Ben de çok erken yaşta atlara bakmaya başladım. Annemle babam bir yere gittiğinde ya da babam rahatsızlandığında, ahıra ben giderdim. Önce, her gün atların dışkılarını temizlemek zorundasınız. Annem de söyledi, ıslakta yatmamaları gerekiyor, yoksa üşütür hasta olurlar. Sabah, öğlen, akşam, üç öğün yem vermek zorundasınız. Kışın, havalar soğuyunca çok az su içiyorlar. Sabah, öğle, akşam veriyoruz suyu da. Dışkıları temizleriz, yemini samanını koyarız, hayvanların üstünde gübre varsa bir fırça atar, kaşağıyla tımar ederiz. Atların kafasının yetişemediği tek yer popo kısmıdır. Temizlemezseniz rahat edemezler. Islak bir süngerle, bebek altı temizler gibi, cinsel organıyla popo kısmını temizleriz. Kışın günde bir kez yapmanız yeterli, yazın terledikleri için daha sık sileriz.

Ayşe: Yazın terledikleri için, pişik olmasın diye bacak aralarını süngerle sabunlu suyla yıkarız. Sıcakta zaten doğrudan tamamen yıkarız.

Yıkanmayı severler mi?

Burcu: Tabii, bayılırlar. Tek sevmedikleri kulaklarına su gitmesidir. Zaten zararlıdır kulaklarına su kaçması. Yıkanırken kulaklarını ya yatırırlar ya da suyun ters yönüne çevirirler. En sevdiğim özellikleri de onları dışarı çıkarttığınızda ya da bir şey vereceğiniz zaman, kulaklarını öne yatırıp önce sessizce etrafa bakmaları. Seni koklarlar, ondan sonra izin verirler.

Dışkıları temizleriz, yemini samanını koyarız, hayvanların üstünde gübre varsa bir fırça atar, kaşağıyla tımar ederiz. Atların kafasının yetişemediği tek yer popo kısmıdır. Temizlemezseniz rahat edemezler. Islak bir süngerle, bebek altı temizler gibi, cinsel organıyla popo kısmını temizleriz.

Küçükken bu işleri yapmaktan zevk alır mıydın, yoksa sana külfet gibi mi gelirdi?

Burcu: Hep çok zevk alırdım. Sevmezseniz bu mesleği yapamazsınız. Hayvanları sevmezseniz onlara bakamazsınız. Evdeki çocuktan daha meşakkatli. Çocuk belli bir yaşa geldiğinde kendi işlerini görür hale geliyor. Ama at öyle değil, at hep bir bebek. O bebeğe süt verirsen süt içer, yemek verirsen yemek yer. Altını temizlersen temizlenir.

Ayşe: Biz aslında “faytoncu eşi” değil, faytoncuyuz. Ben atların içinde büyüdüm, babadan faytoncuyum. Ben faytonu sürerim de.

Semiha: Ben fayton süremem. Ama pekmezle, yağla, yumurtayla atlara ihtiyaçlarına göre çeşitli ilaçlar hazırlarım. Yemlerini hazırlarım. Ayşe’nin, Burcu’nun atlara bir erkekten çok daha fazla, en az o kadar iyi baktığını, ilgilendiğini biliyorum.

At biner misiniz?

Ayşe: Tabii, tabii. Jokey gibi at biniyorduk küçükken, gençken. Herkes şaşardı. Atın üstünde sahile, çarşıya gelirdik, ekmek alır gelirdik örneğin. Çam Limanı’na inerdik at sırtında. Burcu da biner. Araba da koşardım. Hatta babam “sen benden daha iyi arabacısın” derdi. Terbiyeleri bana verir, yanımda otururdu.

Ayşe Dinç ile Oscar ve Alper


Araba koşmanın incelikleri nedir?

Ayşe: Atlara onları tuttuğunuzu hissettirmeniz lâzım. Boş bırakırsanız, gelişigüzel yönlere giderler. Elinizdeki terbiyelerle onlara komut verirsiniz.

Ağızlarındaki demir onlara acı vermez mi?

Vermez, canlarını acıtsa takmanıza izin vermezler ki. Koşu atlarında farklı numaraları varmış gemlerin, onlar acı veriyor olabilir. Bizim taktığımız gemler sadece durdurmak amaçlı, dizaynı ona göre yapılmış.

Atlar esas olarak ne yiyor?

Arpa, saman. Arpayla kepeği karıştırıp samanın üzerine dökeriz.

Biz “faytoncu eşi” değil, faytoncuyuz. Ben atların içinde büyüdüm, babadan faytoncuyum. Ben faytonu sürerim de. Jokey gibi at biniyorduk küçükken, gençken. Herkes şaşardı. Atın üstünde sahile, çarşıya gelirdik, ekmek alır gelirdik örneğin.

Günde ne kadar yem yerler?

Ayşe: Bir at günde ortalama, iki kilo sabah, iki kilo öğlen, iki kilo akşam altı kilo arpa yer. Pilav üzerine nasıl kuru fasulye konur, kepek de bunun üstüne katıktır. Esas yem arpa. Samanı da zaten var. Kışın iki kilo yerine üç kilo yiyebiliyorlar. Ortalama günde 6 veya 8 kilo kırım yerler.

En çok ne yemeyi severler?

Semiha: Havuç.

Ayşe: Havuç ve şeker, bayılırlar bu ikisine.

Şeker zararlı değil midir?

Ayşe: O köpekler için geçerli. Bizim ahırımızdan da, faytondan da eksik olmaz şeker. Faytonda oturağın altında mutlaka şeker vardır.

Semiha: Mevlitlerden sonra, okunmuş şekerler atlara gider, nazar değmesin diye.

Ayşe: Kuru üzüm, elma, kereviz, brokoli, hepsini severler.

Bir atın aylık ortalama masrafı ne kadardır?

Ayşe: İki buçuk lira kırmanın kilosu. Tek bir atın bir aylık masrafı 3 bin liranın altına düşmez. Kırması, kepeği, yoncası, samanı, nalı, ilacı, elektriği, suyu… Canın isterse, arada ödül olsun diye havuç da alırsın.

Semiha: Nal da ciddi bir gider. Yazın haftada bir nal değiştiriliyor.

Burcu: Nalsız olursa, ayakları acır.

Ayşe: Bir atın bir ayağının nalının değiştirilmesinin fiyatı bu sene 150 liraydı.

Semiha: Atlara eziyet ediyorsunuz diye, nallanmalarına tepki gösterenler de var.

Burcu: Atın tırnağının ön kısmında mantar gibi, hissiz bir kısım var, nal oraya çakılıyor, at bir şey hissetmiyor nallanırken. Eskiler, mesela babam kendi de yapabiliyor nalı. Omuzundan rahatsız olduğu için artık yapamıyor. Büyükada’dan nalbant geliyor, Yaşar abi, bütün adaların nalını o yapıyor. Nal yapmak da büyük maharet. At törpüsü mesela, kocaman, çok uzun. Atın ayağını bir kişi tutuyor, at üç ayağının üstüne basıyor. Tırnağı törpüleniyor, temizleniyor, ondan sonra nal çakılıyor. Bir ayağın bakımı, nalın çakılması yirmi dakika filan sürüyor. Yazın haftada bir yapılıyor bu işlem. 

Her atın kendine özgü huyu suyu, sevgisi çok farklı. Yüz tane at olsun, hepsinin duyguları, alışkanlıkları, sevdikleri başka olur. Bazı atlar duygularını hiç belli etmez mesela, bazıları da çok samimidir, her duygusunu paylaşmaya çalışır. Peşinden ayrılmaz, nereye gitsen seninle gelir.

Semiha: Kışın iki ayda bir vitamin iğnesi oluyorlar.

Ayşe: Bir de evde bazen ilaç hazırlarız. Mesela yeteri kadar yonca ya da dolaşıp yeşillik yemezlerse kabız olabiliyorlar. O zaman zeytinyağı, yumurta sarısı karıştırıp içiririz.

Atların kışla, yazla arası nasıl?

Ayşe: Atların soğukla, sıcakla ilişkisi hemen hemen aynı. Çok sıcağı da, çok soğuğu da sevmezler.

Burcu: Attan ata da değişiyor. Bazı atları hemen güneş çarpar, bazıları da üç gün kalsın güneşin altında bir şey olmaz.

Ayşe: Siyah atlar güneşi çok çektikleri için sıcağa daha az dayanıklıdır. Onlar yazın genelde akşam, öğleden sonra postalarda koşulur. Gündüz beyaz atlar koşulur.


Atların “mesai saatleri” nasıl?

Ayşe: Sabah yedi buçuk-sekize doğru koşulan atlar, saat iki buçuk-üç arası ahırlara götürülür, değiştirilir. Çocukluğumdan beri bu böyledir. Herkesin ahırında altı ya da sekiz at vardır. Şu anda bizim adada fayton başına ortalama altı at var. İşlerin en yoğun olduğu zamanlarda, sabah koşulan atlar öğlen 12’de değişilir, yoğunluk devam ediyorsa, saat 4’te tekrar değişilir.

Atlar insanlarla duygusal bir ilişki kuruyor mu?

Ayşe: Kesinlikle. At onu sevip sevmediğinizi hemen anlar, insanları ayırır.

Burcu: Atlarımın hepsiyle aram iyi, ama bana en düşkünleri Oscar’la Alper.

Sevgilerini nasıl belli ederler?

Ayşe: Koklar, gelir saçını öper, yanağını öper. Saçından çeker, tişörtünden tutar çeker. İlgilenmezsen, mutlaka sağdan gelir, soldan gelir, ilgini çeker.

Semiha: Bazen sen diğer atı severken, onu ısırmaya çalışır: “Onu bırak, beni sev”…

Ayşe: Kıskançlıkları mutlaka var.

Semiha: Her ahırda yem sıraları var, biri liderdir. Yemi, suyu önce ona vereceksin.

Ayşe: Sırayı bozarsan kıyameti koparıyorlar.

2006’daki ruam taramasında uyuttular Efe’yi. Çakır, Asi, Altın, Polat ve Şehmuz vardı bir de. Oscar da onlarla birlikte götürülüyor. Ona sıra geldiğinde, iğne kalmadığı için uyutamıyorlar. 15 yıldır bizimle yaşamaya devam ediyor.

Burcu: Bizde mesela, yemi mutlaka ilk Oscar’a vereceksin. Yanındakine önce verirsen yandın. Onu ısırmaya kalkar, kovasını dökmeye çalışır, sürekli kişner. (gülüyor) İkincisi de Alper’dir. Diğerlerinin sesi çıkmaz. Onlar daha mağrur. Mesela Çılgın’a bağır, “Hayır dedim!” de, biraz sert söyle, kinlenir, tepki duyar, küser. Ancak sevdiği bir şey vereceksin, havuç, bir parça şeker mesela, onlara hayır diyemez, o zaman barışır.

Atların birbirleriyle ilişkileri nasıldır?

Burcu: Bu karantina döneminin üçüncü günü, ahırlardan ilk defa dışarı çıkartacağımız an, Oscar’ı çekiyorum gelsin diye, Alper geride kaldığı için Oscar yürümedi, bekledi onun da gelmesini. Alper gelmezse, onu tek başına götüremezsin. Benimle bile gelmez.

Ayşe: Geçen gün, ahırdan ilk Oscar’ı çıkardım, biraz dolaşsın da ayakları açılsın diye. Karantina döneminde dolaşmalarına izin verilen tel örgünün içine koydum. Bırakmamla, benden önce dönüp ahıra girdi. Bağırıyor, arkadaşlarını istiyor.

Karakterleri dişi ya da erkeğe göre değişir mi?

Ayşe: Bence dişi ya da erkek olmalarına göre fark etmiyor. Her atın kendine özgü huyu suyu, sevgisi çok farklı. Yüz tane at olsun, hepsinin duyguları, alışkanlıkları, sevdikleri başka olur. Bazı atlar duygularını hiç belli etmez mesela, bazıları da çok samimidir, her duygusunu paylaşmaya çalışır. Peşinden ayrılmaz, nereye gitsen seninle gelir.

Birbirinizin atlarını tanır mısınız?

Ayşe: Tabii ki, herkes herkesin atını tanır, bilir. Hepsinin isimlerini bilmesen de, hangi at kimin bilirsin.

Atlarla konuşur musunuz?

Burcu: Tabii ki konuşuyorsun. Göz temasıyla da çok şeyi anlarlar. “Git” dedin mi gidiyor, “dur” dedin mi duruyor. Bu kelimeleri bilirler. “Geri bas” diyorsun, geri gidiyor. “Hadi gidiyoruz” diyorsun, seninle geliyor. Alper’e ahırda, “Hadi oğlum, dışarı çıkmak istiyor musun?” diyorum, kafa sallıyor, yeri eşeliyor. Yeri eşeleyen at ya yem istiyordur ya da dışarı çıkmak. Duygularını mutlaka çeşitli şekillerde belli ediyorlar.

Ayşe: Ben de onlarla çok konuşurum, söylediklerime karşılık verirler.

Atların en hassas duyuları hangisidir?

Ayşe: Sese de çok hassaslar, kokuya da.

Semiha: İnsanları seslerinden ayırt ederler. Ahırın içindeki atlar, dışarıda araba ahıra yaklaşırken arabanın kampana sesini duyuyorlar, kendi sahiplerinin arabasını ayırt ediyorlar. Hepsi kendi arabalarının sesini tanıyor.

Görevliler gelip iğneyi vuruyor, ölçümü yapıyor, gidiyor. Ne bilgilendirme, ne önlemler alma, ne rapor… Testi yapan ne kadar uzman veteriner, teşhis ne kadar doğru, bilmiyoruz.

En uzun yaşayan atınız kaç yaşına kadar yaşadı?

Ayşe: 25-26 yaşını geçiren atlarımız oldu. Ortalama ömürleri de 25-26 yıl. Biri vardı, epey yaşlanmıştı, ama belli bir şikâyeti yoktu. Çıkıyordu, geziyordu, ahıra girip yemini yiyordu… Bir sabah ölü bulduk. Ahırın halinden acı çekmeden gittiği belliydi. Ama yaşlılıktan ayağa kalkamayanları, veteriner gelip uyutuyor.

Semiha: Atlarımıza uyutulana kadar bakıyoruz, babadan öyle gördük. Eşlerimiz attan başka bir şey bilmez. Bir araya geldiklerinde başka şey konuştukları yok zaten. Hatta önce atları doyurur, sonra yemek yerler. Bu hep böyledir. Çocuklarından ayırmazlar atlarını.

Burcu: “Atına iyi bakan ardına bakmaz” diye bir söz var. Buna inanırız. O yüzden bu adada 20 yaşında, 25 yaşında yaşlı çok at var. Amcamların ahırında iki at var, beş yıldır fayton yüzü görmediler. Emekliler. Ama onların yediği yemeği esirgemeyiz, bakımından yüksünmeyiz, ölene kadar bizimle onlar. Babam ahırdan her çıkışımızda “Allah yokluğunuzu göstermesin” der. Bütün atlarımızın anısı bizde saklı. Yarı emekli Oscar var ya, o Efe’den yadigâr.


Efe
ne zaman, nasıl öldü?

Ayşe: 2006’daki ruam taramasında uyuttular Efe’yi. Çakır, Asi, Altın, Polat ve Şehmuz vardı bir de. Şehmuz da heybetli bir attı. O zaman hepsi uyutuldu ne yazık ki. Oscar da onlarla birlikte götürülüyor. Ona sıra geldiğinde, iğne kalmadığı için uyutamıyorlar. Altı ay sonra, bahar taramasına tekrar girdiğinde temiz çıktı. 15 yıldır bizimle yaşamaya devam ediyor. 2006’nın Ocak ya da Şubat ayıydı. Çöplüğün orada büyük çukurlar açıldı. O gün Heybeli’de tam 18 at uyutuldu.

O zaman, ruam nedeniyle öldürülen atlarınızın her biri için sorumlu veteriner hekimin imzasının olduğu birer rapor verilmiş miydi?

Ayşe: O dönem atların sağlık karneleri vardı. Sağlık durumları karneye işleniyordu. Ama ruam teşhisiyle ilgili bizlere, at sahiplerine bir rapor verilmedi.

Burcu: Bize atlarımızın ruam olduğu söylendi. Ahırın önüne kadar gittim, atlarımla vedalaştım. Hepsini sevdim, dudaklarından öptüm. Giderken iki kere geriye dönüp kişnediler. (gözünden yaşlar boşanıyor) Gerçekten ruam olsaydı, bana da geçerdi, babam ruam olurdu. Çünkü biz bakıyorduk onlara. 18 atta hastalık olduğu söylenmişti. Herkes sırayla götürüyor atlarını, çukurun başında zehiri vurarak uyutuyorlar. Babam da ben de dayanamadık. Oraya kadar gidemedik. İkimiz de ağlıyorduk. Herkes ağlıyordu. Ertesi gün babamla ahıra gittik. Bomboş ahır. Bir tek Oscar var. Oscar bize bakıyor, biz ona bakıyoruz. Sonra, kireçleme işlemi yaptık. Bütün gübreleri yok ettik. Koşum kayışlarını, bütün takımları günlerce kireçli suda beklettik. Ve Oscar o gün bugündür hayatta.

Çok büyük bir şaibe var ortada. Adalar’da çok büyük bir rant olduğu için her şey mümkün. Neden olmasın? Çok acı ki, bu sene öldürülen 100’den fazla ata ait bir belge de yok elimizde. Şu anki atlarımızın sağlıklı olduğuna dair belge var mı? O da yok.

Ruam taramaları nasıl yapılıyor, teşhis nasıl konuyor?

Ayşe: Yılda iki kere, ilkbahar ve sonbahar taramaları yapılıyor. Teşhis aşı yöntemiyle. Atın boynuna iğneyle hastalık yapan maddeden veriyorlar. 72 saat sonra, iğne yapılan yeri kontrol ediyorlar, ölçüyorlar. Şişlik varsa, atın uyutulacağını söylüyorlar. Kabarma olmuş, ama fazla değilse, o hayvanları 21 gün karantinaya alıyorlar. Karantina denen de, ata yine siz bakıyorsunuz, istediğiniz yerde tutuyorsunuz.  Ama biz durumu şüpheli denen hayvanı ayrı koyuyoruz. 21 gün sonra tekrar iğne yapıyorlar, yine üç gün bekletiyorlar, şişme olursa, uyutuyorlar. Görevliler gelip iğneyi vuruyor, ölçümü yapıyor, gidiyor. Ne bilgilendirme, ne önlemler alma, ne rapor… Testi yapan ne kadar uzman veteriner, teşhis ne kadar doğru, bilmiyoruz.

Bugüne kadar hastalık nedeniyle kaç atınız öldürüldü?

Ayşe: Bir tek 2006’da, altı atımız öldürüldü. Diğer yıllar, hiçbir taramada hastalık çıkmadı. O zaman yedi atımız vardı. Yedisinde de ruam olduğu söylendi. Oscar tesadüfen uyutulamayınca “haftaya gelip uyutacağız” dediler. Ama gelmediler o hafta. İkinci kontrole kaldı. O kontrolde de hasta olmadığı çıktı ortaya.

Burcu: Bence diğer atlarda da bir şey yoktu. Çünkü hasta olan hayvan belli eder; ya yelelerini döker, kuyruğunu döker, tüyü bozulur, tüyünün rengi değişir, hareketleri yavaşlar, halsizleşir… Bu atların hiçbirinde en ufak bir belirti yoktu. Şu an Oscar nasıl sağlıklıysa, çok şükür, hepsi onun gibiydi.

Ayşe: Hasta hayvan en azından zayıflar. Bizim atlarımızın boynuna kollarını kavuşturamazdın. O kadar kiloluydular. Güçten kuvvetten düşmemişlerdi. Normal yürüyor, koşuyorlardı, her zamanki gibi yemeklerini yiyorlardı. O atlara hasta dendi. Hepsinin fotoğrafları var. Şimdiki atların iki katıydı bazıları. Çok güzel hayvanlardı.

O uyutulan atlar yeni aldığınız atlar mıydı?

Ayşe: Hiçbiri yeni değildi. İçlerinde yedi senedir, sekiz senedir bizimle olan atlarımız vardı. 

Oscar’ın 2006’da başına gelen olayın tanıkları var mı?

Ayşe: İstisnasız bütün faytoncular tanık bu olaya. Hepsi bilir.

Uyutulmak için götürüldüğü gün Oscar’da ruam tespit edildiğine dair verilmiş bir rapor var mı?

Ayşe: Hayır, yok. Maalesef.

Semiha: Eşim bile çok ağlamıştı. O zaman, “Ertan’ın atları pisi pisine gitti” demişti.

Yıllardır yapılmayan şeyler ilk defa yapılıyor: Bütün gübreler toplandı, ahırlar temizlendi. Sözde karantinaydı. Atlar hasta idiyse ya da hastalık şüphesi varsa, nasıl olur gübreleri toplayıp satarlar?

Eşinize bunu dedirten neydi?

Semiha: Geride kalan atta ikinci iğnede hiçbir şey çıkmaması. Onun üzerine, öldürülenlerin de yanlış teşhisle öldürüldüğünü düşündük. Ama biz insanlara o kadar çok güveniyorduk ki, öyle bir şey yapmayacaklarını düşünüyorduk. Ama zaman içinde, yaşadıklarımızdan dolayı, artık şüphe duymaya başladık. Çok büyük bir şaibe var ortada. Adalar’da çok büyük bir rant olduğu için her şey mümkün. Neden olmasın? Çok acı ki, bu sene öldürülen 100’den fazla ata ait bir belge de yok elimizde. Şu anki atlarımızın sağlıklı olduğuna dair belge var mı? O da yok. 

O tarihte teşhisin doğruluğundan şüphelenmek aklınıza gelmiş miydi, şimdi geriye doğru düşününce mi şüpheye düşüyorsunuz?

Ayşe: O zamanlar şüphelendiğimiz oldu, ama emin olamadığımız için bir yorum yapamadık. Sonuçta, devletin gönderdiği veteriner ve onun yaptığı bir test var. Mecbur, güveniyorsunuz. Kabullenmek zorunda kalıyorsunuz.

Burcu:  Bir ay önce Büyükada’da öldürülen 105 atta ruam vardıysa, o ahırların hepsi zehirlenmiş olmalıydı. Ruam solunum yoluyla attan ata bulaşıyor. Ahırında 8 tane atın olduğunu farz edelim, bir başlığı iki at paylaşıyor genelde. Aynı kovadan su içiyorlar. Benim atlarımın hepsinin yemliği ortak. Yemeğini yiyor, karnı doyunca, diğerinin önüne atıyor burnuyla. O zaman, aynı ahırdan nasıl bazı atlar sağlam çıkıyor? Şimdi birkaç gündür ahırların etrafında bir temizlik faaliyeti var.
Çamur yüzünden atlar kayıyor, çıkaramıyoruz” dedik diye herhalde çakıl döktüler. Yıllardır yapılmayan şeyler ilk defa yapılıyor: Bütün gübreler toplandı, ahırlar temizlendi. Sözde karantinaydı. Atlar hasta idiyse ya da hastalık şüphesi varsa, nasıl olur gübreleri toplayıp satarlar? Belediye ilk defa gübreyi topluyor, ilk defa ahırların çevresi temizleniyor. Ahırların civarının süpürüldüğünü, çöplerin toplandığını ilk defa gördüm.

Faytoncuların kendi imkanlarıyla inşa ettiği ahırlar şimdilerde eleştiri konusu haline geldi 


Ahırlar derme çatma, çok bakımsız, sağlıksız. Bu nedenle de siz çok eleştiriliyorsunuz…

Semiha: Evet, ahırların durumu iyi değil, ama kaymakam ahırlarımıza geldiğinde, kendi imkânlarımızla yaptığımız ahırlarımızın devletin yaptırdığından daha iyi olduğunu söylemişti.

Burcu: Orman İdaresi ahırları iyileştirmek için bir şey yapmamıza izin vermiyor. “Faytoncular bugüne kadar hep homini gırtlak, sadece boğazlarını düşündü, ahırlarına hiç bakmadı” diyenler var. Bunu duymak beni çok üzüyor. Yok böyle bir şey. Bir şey yapmamıza izin verilmiyor. İzin verilse, kim bu durumu ister, herkes ahırını çok güzel hale getirir. Fayton durağında nasıl bir düzen var, kooperatif nasıl tertemiz, ahırlar da öyle olurdu.  

Ayşe: Zamanında ahırların yapımı için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’ndan belediyelere yüklü bir para aktarıldı. Ama o para hiçbir şekilde ahırlara, atların şartlarının iyileştirilmesine harcanmadı.

Semiha: Her seçim zamanı, ahırların yanına proje fotoğraflarının olduğu tabelaları asıyorlar, seçimden sonra kaldırıyorlar.

Atlar sana çok şey öğretiyor. Çok şey kazanıyorsun: Merhamet, vicdan, sakinlik. Çok üzgün, çok mutsuz olduğumda, onlara sarılmak beni mutlu edebiliyor. Ben onların yanında ağladığımda onlar da ağlıyor. Biri yüzümü yalıyor, biri saçımı yalıyor.

Ayşe: Bu yıllardır böyle geldi, gidiyor. Bizim ahırı gördünüz. Biz hayvanlar üşümesin, içeri soğuk girmesin diye o ahırı iki sefer yaptık, iki sefer belediye geldi, yıktı. Bir çivi çakmaya izin verilmiyor.

Semiha: Evden battaniye, yorgan, kilim ne varsa, getirip ahırın kapısına, bacasına çakıyoruz ki, hayvanlar üşümesin diye. Elektriğimizi, suyumuzu kendimiz bağladık. Yıllarca aşağıdan bidonlarla su taşıdık atlara. Elektrik yoktu, lüks lambalarıyla idare ediyorduk. Ahırlar biraz daha düzgün olsa, kadınlar da daha çok işin içinde olur. Kadın pislik içinde durmaz.

Burcu: O zaman, ayrıca seyise de ihtiyacın olmaz. Biz zaten hepimiz faytoncuyuz, hepimiz seyisiz. Atların bakımıyla ilgilenen, ilgilenebilecek çok kadın var.

Yazın başında at alıp, onu yaz boyunca çalıştırıp, mevsimin sonunda elden çıkarmak yaygın bir uygulama mı?

Ayşe: Bunun hiçbir mantığı yok. Böyle bir duruma bizim adamızda rastlamadım bugüne kadar.

Semiha: Bir atı zaten kış dönemince yetiştiriyorsun, otu, yemi, samanı, besliyorsun, besili bir hayvan haline getiriyorsun, güçleniyor kuvvetleniyor. Yaz sezonunda zaten aldığı o kiloyu vermiyor hayvan. Size, sizin eğitiminize, kullanma şeklinize alışıyor. Atlar çok zeki hayvanlar, el kokunuzdan, her şeyinizden sizi tanıyorlar. Diyaloğunu kurmuşsun. Üç-dört ay atı çalıştırayım, sonra onu başımdan atayım diyemezsin. Atımı yaz sonunda elden çıkarayım, sonra yeni at alayım riskine kimse girmez. Diyelim ki, atları sevmeyen bir insansın, o zaman bile bu mantıklı değil. Ticari amaçla bile anlamlı olmaz.

Ayşe: Bunun gerçekçi olmamasının bir başka nedeni de var, atlar genelde ilkbaharda çok pahalıya satılır. Yaz başında on bin liraya aldığı atı, kışın başında beş bin liraya satacak. Bunu kim yapar? Alıştığı atı kim bırakır? Sıfırdan bir atı eğitmek yerine, o sisteme alışmış bir atı ister herkes. 

Atların içinde bulunduğu kötü koşullarda faytoncuların sorumluluğu, hataları yok mu?

Burcu: Dışardakiler adına konuşamam, ama kendi adamın faytoncuları adına konuşabilirim, buradakiler atlarını çocukları gibi seviyor. Bir at hastalandığında herkes yardım ediyor. Biz burada yapayalnız kaldığımız için her şeyi kendi başımıza yapmayı öğrendik; serum bağlamayı, ilaçlarını hazırlayıp vermeyi… Babam nerdeyse bir veteriner kadar hastalıklarından anlıyor. Onların da bir sürü hastalığı var, insan gibiler. Mesela kışın, güneş olmadığı için iki ayda bir mutlaka D vitamini vururuz atlara, babam yapar iğnelerini.

Ayşe: Gelinen noktanın tek suçlusu yetkililer.

Semiha: Faytoncuların evet hataları var, oldu, ama, sadece onlara mal etmemek lâzım bu durumu. Ortalığı boş bulmuş adamlar. Bu adamlara hiçbir kural söylenmemiş. Bu sistem böyle gidemezdi zaten, kesinlikle her şey dört dörtlük değil, varolan durumu savunmuyorum ben.

Atların yaşadığı alanları çok güzel yapmak hiç de zor bir şey değil. Bir at hastanesi ya da hayvan hastanesi gerekiyor. En azından, her adada daimi uzman veterinere kesinlikle derhal ihtiyaç var. Her ata takılan chip’lerle atlar takip altına alınabilir. Kötü muameleler engellenebilir. Hayvanlara işkence, eziyet eden insanlar derhal işten men edilir, çok caydırıcı cezalar verilebilir.

Ayşe: Büyükada ile Burgaz ve Heybeli’nin durumu birbirinden çok ayrı. Büyükada’da hakikaten atlara kötü muamele var. Bu sorunların çıkma sebebi zaten Büyükada’daki insanların kiraladıkları faytonlardan paralarını çıkartabilmeleri için hayvanları aşırı çalıştırması. Ama, bunun önlemini almak da çok basit. Denetleyeceksin. Fakat, önlem almaya yanaşmadılar.

Burcu: Burada plaka kiralama işi yok. Herkes kendi işini yapıyor. Bazı faytonlarda sürücüler var, ama kiralama değil. Babam kalpten rahatsızlandı, anjiyo oldu, faytona çıkamadı. Eski faytonculardan Ahmet abimize “atlarla ilgilenir misin” dedik. “Tamam” dedi. Heybeli’de de Burgaz’da da dışarıdan gelip kiralama olayı yok. At kiralanır mı? Atını kiralamayacaksın, bu kadar basit. At kiralanmaz. İnsan evladını kiralayabilir mi? Bazen şöyle durumlar olabiliyor; atlardan biri biraz keyifsiz ya da rahatsız oluyor, yel dokunuyor. Amcamın ahırından ödünç at alabiliyorum. Alper geçen yaz iki sefer yemden zehirlendi. Ölümden döndü. İki ay hiç koşmadık onu. O zaman, Alper’in hızında bir at lâzımdı. Eş olarak koştuğumuz için, eşlerin adım olarak birbirine uyumlu olması lâzım. Böyle bir durumda, kendi aramızda at ödünç alıp verebiliyoruz. Ama benim atım onun atı, onun atı benim atım. At yine bildiği, alıştığı ahıra dönüyor. Atlar çok hassastır, ahır içinde yerlerini değiştir, yerini yadırgar. O gece uyumazlar.


Ayşe:
Mutlaka hatalar var, hata yapanlar var. İnsanla ve hayvanla uğraşıyorsun. İster istemez sinirlenirsin. Bu yaz bir gün, şöyle bir sahne gördüm: Üçüncü nöbet noktasında, bir bayan bir faytonu çevirdi, “Oğlum, beni bilmem nereye kaça götürürsün?” diye sordu. Çocuk çıkarttı tarifeyi gösterdi, “Abla, oranın fiyatı bu, gidiş-dönüşte sana düz şu kadar yaparım” dedi. İndirim de yapıyor. Kadın doğrudan “Allah belanızı versin hepinizin” dedi. Ben kaş göz yaptım çocuğa sakin ol diye. Bu küçücük bir örnek.

Burcu: Babama da sardılar yazın. Kadının biri diğerine bağırarak “Görüyor musun ayakları yara bere içinde” diyor. Bakıyorum, hiçbir şey yok. “Bu atın bacakları niye bu kadar zayıf!” diye çıkışıyorlar. E, onların bacakları ince. Bir kadın yine bu yaz, “Sen orospu çocuğusun, bu atların haline bak!” diye bağırıyor, çağırıyor. Ama atlarda bir şey yok. Adam neye uğradığını şaşırdı.

Faytonların kaldırılmasının sebebi çok açık: Rant. Adalar’da oynanan büyük bir oyun var. Bence bunu Erdoğan yazdı, İmamoğlu’na da oynaması için verdi. Faytonculara karşı zaten bir düşmanlık var. Bunu kullandılar. Sit statüsünden çıkaracaklar. Yani, Yassıada olacak bütün adalar.

Semiha: İnsanlar artık o kadar çok hakaret duyuyorlar ki, çok bunaldılar. Bizi görüyorsunuz, tanıyorsunuz, hepimiz faytoncuyuz. Nasıl insanlarız? Eşlerimiz bizden daha da efendi. Biz biraz daha cazgırız. (gülüyor)

Ayşe:Tecavüzcüsünüz siz, katilsiniz” diye bağırıyorlar eşlerimize. 

Çocukluğunuzda “Baban ne iş yapıyor?” diye sorulduğunda “faytoncu” demek sizi rahatsız eder miydi? Faytonculuk yapmanız bir sosyal dışlanma, aşağılanma nedeni olur muydu?

Ayşe: Biz hepimiz adada okuduk, yoktu öyle bir aşağılama.

Burcu: Hiç öyle bir şey yoktu. Öyle bir şey yaşamadım.

Bu meslek devam edecek olsaydı, çocuğunun bu işi yapmasını ister miydin?

Burcu: Önce, bir altın bilezik sahibi olmasını isterim. Neden önce altın bilezik? Daha medeni, daha kültürlü bir insan olabilmesi için. Okusun, okuduğu mesleği yapmak istemiyorsa, yine faytoncu olsun, ama önce okusun. Medeni olsun, düşünce yapısı daha farklı olsun. Buradaki faytoncuların çoğu okumamış, hepsi ilkokul terk.

Atlardan, atlarla haşır neşir olmaktan, faytonculuktan da öğrenilen bir hayat bilgisi yok mu?

Tabii ki var. Atların hareketlerinin, vücut yapısının, gelişmesinin, ruh halinin analizini öğreniyorsun. Atlar sana çok şey öğretiyor. Çok şey kazanıyorsun: Merhamet, vicdan, sakinlik. Çok üzgün, çok mutsuz olduğumda, onlara sarılmak beni mutlu edebiliyor. Ben onların yanında ağladığımda onlar da ağlıyor. Biri yüzümü yalıyor, biri saçımı yalıyor. O duygusal bağı geçiriyorlar, seni mutlu ediyorlar. Onların kişnemesi bile çok farklı. İnsanı içlerine alıyorlar. Kedi de seviyorum, yıllarca köpek de baktım, bakıyorum, ama hiçbiri atın yerini dolduramaz. Çok farklı bir duygu. Çocuk doğurmuşsun gibi. Köpeklere göre daha uzun yaşıyorlar. Daha çok ilgi istiyorlar. 

Faytonculuk devam edecek olsa, sizce atlar ve sizin açınızdan ideal şartların sağlanması için nelerin yapılması gerekir? 

Burcu: İlk önce, her adada uzman veteriner hekim, at hastanesi. İkincisi, ahırların komple yeni baştan daha güzel, daha sağlıklı yapılması, gübrelerin her hafta düzenli olarak alınması. Üçüncüsü, burada sürekli trafik polislerinin bulunması ve denetlemesi. Veterinerlerin atların güç durumunu ölçmesi, hangi at ne kadar koşabilir, hangisi hangisiyle eş olabilir, buna bakması lâzım. Bunların hiçbiri şu anda ne yazık ki yok.

Ayşe: Herkesin, yetkililer, belediye, faytoncular, Adalılar, veterinerler… Hepsinin birlikte çalışması lâzım. İlk önce, hayvanların kaldığı yerler. Atların yaşadığı alanları çok güzel yapmak hiç de zor bir şey değil. Bir at hastanesi ya da hayvan hastanesi gerekiyor. En azından, her adada daimi uzman veterinere kesinlikle derhal ihtiyaç var. Her ata takılan chip’lerle atlar takip altına alınabilir. Şikâyetlerin geneli, hayvanların hızlı koşturulması, uzun süre çalıştırılmasıyla ilgili. Bütün adanın tamamı kaç kilometrekare? Küçücük bir alandayız. İstanbul’da her yerde mobese kameraları var. Faytonların güzergâhlarına mobese kameraları konabilir. Bu şekilde takip altına alınabilir. Kötü muameleler engellenebilir. Hayvanlara işkence, eziyet eden insanlar derhal işten men edilir, çok caydırıcı cezalar verilebilir.

İneklerimizi yok ettiler. Atları da adada istemiyorlar. Ama öyle, ama böyle götürmeye kararlılar. İçlerinden iyilerini seçecekler. Çoğu yem olacak, insanların sofralarına salam, sucuk, sosis olarak gelecek. Ya da başka yerlerde telef olacak.

Semiha: Faytona çıkacakların adli siciline de bakılması lâzımdı. Mesela, cinsel tacizden yargılanmış bir adam faytona çıkamamalı. Tabii bu şehirde taksiciler için de geçerli olmalı. Faytonculuk yapan kişilerin sağlık probleminin de olmaması, belli kriterlere uyması gerekiyor. Faytoncular eğitilebilir. Turistik amaçlı güzergâh daha kısa, daha düz bir alanla sınırlanır. Heybeli’de son zamanlarda bu yapılmıştı. Faytonların görüntüsü, şekli bu maksatla daha uygun standartlara kavuşturulur. Denetmenler koyarak istihdam yaratılabilir. Bunlar önemli. Ama öncelikli olarak, bir denetim mekanizması şart. Daha ahırların çıkışında bir denetmen olmalı.

Sizce faytonların kaldırılmasının sebebi ne?

Ayşe: Adaları Sit alanından çıkarmak. Kaç yıldır zaten bunun için uğraşıyorlar. Sayın cumhurbaşkanı da yıllardır bunu söylüyordu. Bahaneyi faytoncularda buldular. “Atın boynundaki halkayı çıkaracağım” diyordu, zaman bu zamanmış.

Semiha: Faytonların kaldırılmasının sebebi çok açık: Rant. Adalar’da oynanan büyük bir oyun var. Bence bunu Erdoğan yazdı, İmamoğlu’na da oynaması için verdi. Faytonculara karşı zaten bir düşmanlık var. Bunu kullandılar. Sit statüsünden çıkaracaklar. Yani, Yassıada olacak bütün adalar. İnşaatlar başlayacak, betonlaşma olacak. Hiçbir faytonun girmediği taşlı dar yollara, merdivenli sokaklara, yol olmayan yerlere akülüler için asfalt yollar yapılacak. Patika diye bir şey kalmayacak. Her tarafa asfalt döktüler, daha da artacak. Beter olacak.


Bir pazarlık sürecinin sonunda, faytonculara araba başına 300 bin, at başına 4 bin lira verilmesi İBB meclisinde oy birliğiyle kabul edildi. Faytoncuların çoğuna da bu tatminkâr bir teklif gibi geldi galiba, öyle mi?

Burcu: Hepsi şöyle düşünüyor: Devlet kararı, devletin önünde kim ayakta durabilir ki? 300 bin lirayla bir faytoncu ailesi ne yapabilir? Çoğunun sigortası bile yok. Yine bu insanların çoğu 45-50 yaşlarında, lisede, üniversitede bir ya da iki çocuk okutuyorlar. Çocuğunun evi kira…

Bu mesele gündeme geldiğinden beri tarafların tavırlarını nasıl buluyorsunuz?

Semiha: Bu işi bitirmek için yıllardır uğraşıyorlar. Belediye bir kere tamamen başıboş bıraktı faytoncuları. Bu işi sessizce bitirmek için de Faytoncular Odası’nın başına o kişiyi getirdiler. Geldiğinde ilk iş yük arabalarını kaldırdı. Faytoncular Odası Başkanı faytoncu değil, ama fayton plakaları var. Lokanta, otel, plaj sahibi… Belediyeyle işlerini yürütmeyi mi tercih eder, faytoncunun haklarını savunmayı mı?

Ayşe: O zaten bu işleri bu noktaya getirmek için o göreve getirildi. Bu olay Ankara’dan çıkmış, valilik, kaymakamlık belediyenin önüne koymuş. İBB’nin bir sistem geliştirmesi gerekirdi. Adalar Belediyesi neden bir kriz masası oluşturmadı? Belediye Meclisi toplantısında bu konu gündeme dahi gelmemiş. Belediye Meclisi toplantısından sonra bu konuyu dile getiren Adalılara karşı belediye başkanının üslubu da hiç hoş değildi. Hepimiz görüntüleri facebook’tan izledik. Faytonlar kaldırılacaksa da bunun bir sistematiğinin olması lâzım. Belki faytonlar yine kalkardı, ama süreci yönetmek de önemli.

Madem başka yerde atların bakımını üstleniyor devlet, burada da üstlenebilir. Adadan götürülen eşeklerin de akıbetinin ne olduğu belli değil. Bir anda kayboldular. Eskiden burada katır da vardı. Şu anda Türkiye’nin hiçbir yerinde katır neredeyse kalmadı.

Burcu: 81 atın öldürülmesini o gün basına servis eden de kaymakamlık. Hayvansever topluluğunu da yanılttılar. Arşivlerdeki bütün görüntüler sanki son birkaç aya aitmiş gibi ortaya döküldü. Ve bizler suçlandık. Bir ay boyunca, kendi belediye başkanımız da dahil hiçbir yetkili bizimle görüşmedi, bilgi vermedi, bilgi almadı. Hepimizi aptal gibi beklettiler, istediklerini elde ettiler.

Ayşe: Bizleri Büyükşehirde, valilikte, belediyede temsil eden kurumun başındaki adam yanlıştı. Eşlerimizin, abilerimizin, babalarımızın da bizimle aynı fikirde olması gerekiyordu. Biz bayanlar olarak bunları söylüyoruz ama, adam “bitmiş bu olay” diyor. Bizimkiler de kabulleniyor. 

Bu süreçte, faytoncu ailelerde erkeklerle kadınlar arasında genelde bir tavır farkı gözlemlediniz mi?

Burcu: Kadınlar daha tutarlıydı, daha hazırlıklıydı her şeye. Bence kadınlar daha bilinçli.

Faytonlar kaldırıldıktan sonra, ada nasıl olur?

Burcu: Kesinlikle trafiğe açılacağını düşünüyorum. Rezalet bir şehir olur. Şu anda bile dışardan gelip kızları taciz eden, hayvanlara tecavüz edenler oluyor. Bunların artacağını, artık kapımızın üstünde anahtarla yatamayacağımızı düşünüyorum. Çocukluğumun adası zaten çoktan kalmadı. Sinemamız vardı, akşamları sinemaya giderdik. Daha gelişmiş, daha medeniydi ada. Atlarla denize girdiğimizi anlattığım koya kanalizasyon boruları bağlandı, adanın bütün lağımı oraya akıyor. Pırıl pırıldı oranın suyu. Oradan midye çıkartırdık. Şimdi hiçbirini yapamazsın.

Semiha: Fayton problemi diye bir şey yoktu bir kere. Bu kadar turist akını yoktu. Daha şimdiden, akülüler kedileri, kedilerin ayaklarını eziyor. Faytonlar kalkıp daha da çok akülü geldiğinde büyük facia olacak.

Burcu: Gübre kokusunu, atların kişnemesini çok özleyeceğiz. Benim çocuğum yine de at sevgisiyle büyüdü. Ama arkadan gelen çocuklar atı sadece televizyondan, videodan görecek. Çok acı verici.

Faytonlardan sonra atlar ne olacak?

Burcu: Eskiden burada inekler vardı. Annemin çocukluğunda, bir dönem ahırda yaşamışlar. Anneannem, annem, ben hep bu işlerin içinde büyüdük, yaşadık. İnek de güttüm, koyun da güttüm, evimde kuzu besledim, köpek de baktım, at da baktım. Erdoğan’ın başa geldiği dönemlerde bir yasa çıktı, “Adalar’da büyükbaş hayvan olmayacak, inekler kesinlikle kaldırılacak” dediler. Böylece, inekler yok oldu, gitti. Ata da bunu yapacak. “İstanbul’u marka yapacağım, metropol yapacağım” derken amacı bu zaten. Eskiden ne güzel sütümüzü sağıyorduk, kendi sütümüzü içiyorduk, tavuklarımızın yumurtasını yiyorduk. Başkalarına da veriyorduk ya da satıyorduk. İneklerimizi yok ettiler. Atları da adada istemiyorlar. Ama öyle, ama böyle götürmeye kararlılar. İçlerinden iyilerini seçecekler. Çoğu yem olacak, insanların sofralarına salam, sucuk, sosis olarak gelecek. Ya da başka yerlerde telef olacak.

Atlar günlerdir dört duvar arasında kapalı. Ağlıyorlar, resmen ağlıyorlar. Neden onlara bunu yaşatalım? Ne hakla? Bizim adamızda ruam çıkmadı, atlarımız niye hapis?

Ayşe: Atlarla çok şey yapılabiliyor, görüyoruz, okuyoruz. Otistiklerle çok güzel ilişki kurabiliyorlar, terapiler oluyor. Ama bizim buradaki atlarımız bunun için eğitilmiş değil. Ne yapılabilir başka tam bilemiyorum. İncelemek lâzım. Şu kesin, bu atların adadan çıkmaması lâzım. En azından şu anki mevcut atların yaşam sürelerince… Yoksa, biliyoruz, hepsi ölüp gider.

Burcu: Maddi olarak nasıl bakılacak o zaman atlara?

Semiha: Madem başka yerde atların bakımını üstleniyor devlet, burada da üstlenebilir. Adadan götürülen eşeklerin de akıbetinin ne olduğu belli değil. Bir anda kayboldular.

Burcu: Eskiden adada katır da vardı. Şu anda Türkiye’nin hiçbir yerinde katır neredeyse kalmadı. Ben kesinlikle devlete satmayacağım atlarımı. Ada’da tutmamız yasaklanırsa, babamın tanıdığı bazı çiftlikler var, onlardan birine gönderebiliriz. Bakımlarını yine biz üstleneceğiz. En azından, gidip görebileceğim. Atlarım birbirinden ayrılmayacak, bir arada olacaklar. Salam, sucuk olmayacaklarını bileceğim.

İBB’nin kararı sonrasında ruh haliniz nasıl?

Burcu: Faytoncuların hepsi üzgün, ama ne halleri varsa görsünler, hiçbiri umurumda değil. Neden kızıyorum biliyor musun? En azından bizim kadar çaba gösterselerdi, bizimle birlikte çabalasalardı, belki bir sonuç elde edebilirdik, atların ömrünü bir-iki yıl daha uzatabilirdik. Faytonlar kaldırılacaksa bile bir şekilde planlanarak, adım adım olabilirdi. Artık çok yoruldum, psikolojik olarak da çöktüm. Konuşmak bile istemiyorum. Konuşuyoruz, konuşuyoruz, hep aynı şeyler.

Semiha: Bu konu başladığından beri perişanız. Biz hadi yine bir şekilde stresimizi atıyoruz, bir sigara yakıyoruz, çarşıya iniyoruz. Ama atlar günlerdir, dört duvar arasında kapalı. Ağlıyorlar, resmen ağlıyorlar. Neden onlara bunu yaşatalım? Ne hakla? Bizim adamızda ruam çıkmadı, atlarımız niye hapis?

Ayşe: Her gece endişeyle yatıyoruz. Bir telefon geliyor: “Atları götüreceklermiş!” Hep telefon başındayız. Uyku uyumak yok. Ahırların oraya nöbetçi koyduk. Sabaha kadar bekliyor.

Semiha: Ben rüya görmeyen insanım. Kaç gecedir rüyamda atların yollarda koştuğunu görüyorum. Beş dakika gözümü kapatıyorum, sadece atları görüyorum.

^