7 Ekim Cuma günü Recep Tayyip Erdoğan Şahkulu Sultan Dergâhı’nda yaptığı konuşmada, cemevlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanacağı “müjdesini” verdi. Açıklamada Erdoğan, bakanlığın bünyesinde kurulacak Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’nın “muhtarlıklara, derneklere, belediyelere, federasyonlara bağlı cemevlerinin tamamının yönetimini” ve “cemevi hizmetlerinden eğitim faaliyetlerine kadar” cemevlerinin tüm çalışmalarını “yürüteceğini” ilan etti.
Ertesi gün, Alevi kurumları yaptığı toplu açıklamada, cumhurbaşkanının söylediklerini bir müjde veya demokratik açılım olarak değil, bir darbe olarak algıladıklarını çok net bir dille ifade ettiler. Alevilerden gelen bu ve benzeri sert tepkilere rağmen, tam da 8 Kasım’da Alevi çatı örgütlerinin Ankara’da yaptıkları büyük protesto yürüyüşünden hemen sonraki gün, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ihdas edildi. 17 Kasım’da da, cemevleri ile ilgili düzenlemeleri de içeren torba yasa TBMM’den geçti.
Tartışılması gereken “cemevleri neden Diyanet’e değil de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlandı” meselesi değil. Mesele “cemevleri neden devlete bağlanmak isteniyor, neden bir bakanlığın sultası altına sokulmak isteniyor” meselesi.
Geniş Alevi kamuoyunca şaşkınlıkla ve itirazlarla karşılanan Aleviliğin “devletleştirilmesi” yönündeki bu adım hem usulen hem içerik olarak son yıllarda gittikçe kesifleşen otoriter devlet geleneğinin tipik bir yansıması aslında. Bu zihniyetin alâmeti farikası, toplum içinde devletin doğrudan veya ideolojik kontrolü dışında kalan hiçbir özerk alana izin vermemesi ve şeffaflıktan uzak, konunun paydaşları dahil edilmeden, “ben yaptım oldu” mantığıyla yürütülen hızlı karar verme süreçleri.
Gerçi gelen haberlere göre, İçişleri Bakanlığı son birkaç yılda 1600’e yakın cemevi yönetimiyle görüşmüş, masa, sandalye, perde gibi ihtiyaçlarının neler olduğunu tespit edip birtakım yardımlarda bulunmuş. Ancak, bu arka kapı siyasetinin aracılığını yapan, Ali Arif Özzeybek adında, Alevi toplumunda tanınmayan ve hiçbir ağırlığı olmayan, Süleyman Soylu’nun danışmanı ve AKP’nin MKYK üyesi bir diş hekimi.
Nitekim, Erdoğan’ın cemevi ziyaretlerinde cumhurbaşkanının yanında toplum temsilcisi sıfatıyla resim verenlerin önemli bir kısmı da, cemevleri konusunun asıl muhatabı olan dedegan Alevilerle bağlantısı olmayan, çoğu Babagan Bektaşiliğine mensup kişilerden oluşuyor. Dahası, cemevi yönetimleriyle yapılan bu özel görüşmelerde cemevlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanmasına dair bir teklif sunulmamış, sadece cemevlerinin ufak tefek maddi eksikleri üzerinde durulmuş. Asıl sorunun cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi olduğuna vurgu yapan cemevi yöneticilerine rağmen, görüşmeler esnasında bu asli konulara girilmekten titizlikle kaçınıldığı da muhtelif Alevi kaynaklarca açıklandı ve teyit edildi.
Meselenin özü
Sürecin yürütülüş şekli gibi, bu yeni düzenlemeyle hedeflenen de maalesef aynı nobran devletçi zihniyetin izlerini taşıyor. Aleviler bu ülkenin vergi veren vatandaşları olarak elbette devletle ilişki kuracak, devletten hizmet ve hak talep edecektir, etmelidir de, ediyorlar da. Ama Alevilerin mücadelesi, devletin bir bakanlığının zapturaptı altına girme mücadelesi değildir. Alevilerin mücadelesi, demokratik bir ülkede eşit vatandaşlar olarak yaşama mücadelesidir.
Öyle görünüyor ki, Aleviliğin-Bektaşiliğin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanması tercihi yapılırken Mevlevilik modeli üzerinden gidilmiş. Zira Mevlevilik bir müzik topluluğuna dönüştürülerek aynı bakanlığa bağlandı. Bu toplulukla ilgili gelişmeler tam bir skandal niteliğinde.
Bunun için gerekli olan, zorunlu din derslerinin kaldırılmasından kamuda yaşadıkları ayrımcılığın son bulmasına ve cemevlerinin ibdadethane olarak kabul edilmesine kadar bir dizi talebi Alevi kurumları farklı platformlarda defaten açıkladı. Ayrıca, bu taleplerle ilgili alınmış, fakat ısrarla uygulanmayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Yargıtay kararları var.
Hal böyleyken, her biri son derece makûl ve haklı bu talepleri karşılamak yerine, tam aksi yönde ve Aleviliği devletleştirmek amaçlı yapılan hamleler meseleyi çözmek şöyle dursun, gittikçe içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Bu ters yöndeki gidişat ülkede demokrasinin geleceği açısından zaten karanlık olan tabloyu daha da karartıyor.
Kendisini muhalif olarak konumlandıran bazı kişilerin, konuyu “neden cemevleri Diyanet’e değil de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanmak isteniyor” sorusu üzerinden tartışmaları ülkedeki demokrasi kültürü adına vahim olan bir başka husus. Oysa tartışılması gereken “cemevleri neden Diyanet’e değil de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlandı” meselesi değil. Mesele “cemevleri neden devlete bağlanmak isteniyor, neden bir bakanlığın sultası altına sokulmak isteniyor” meselesi.
Elbette Aleviliğin bağlanacağı kurum olarak Diyanet yerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tercih edilmesinin bir önemi ve anlamı var. Alevilik Diyanet’e bağlanmak istense, özerk bir inanç veya mezhep olarak değil, Sünni/Müslüman hassasiyetleri incitmemek adına, ancak sıradan bir tarikat olarak tanımlanmak suretiyle bu yapılabilirdi. Ancak, böyle bir adım diğer tarikatlarla ilgili devrim yasalarını da içeren daha geniş ve çetrefil bir tartışmayı ve değişimi mecbur kılardı. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanarak Alevilik çok daha az iddialı, adeta folklorik bir renge indirgenmiş oluyor; bu da hem Sünni hassasiyetler açısından hükümetin elini rahatlatan hem de yasal süreci basitleştiren bir durum. Ancak her iki durumda da murad edilenin, deforme edilerek ehlileştirilmiş, devletin şekillendirdiği suni bir Alevilik meydana getirmek olduğu, bunun da ne laiklikle ne demokrasiyle uyuşmadığı açık. Esas eleştirilmesi gereken de bu.
“Mevlevilik modeli”
Öyle görünüyor ki, Aleviliğin-Bektaşiliğin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanması tercihi yapılırken Mevlevilik modeli üzerinden gidilmiş. Zira Mevlevilik bir müzik topluluğuna (Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu) dönüştürülerek çok daha önceden aynı bakanlığa bağlandı. Bu toplulukla ilgili son yıllardaki gelişmeler tam bir skandal niteliğinde.
KPSS sınavıyla Mehmet Fatih Çıtlak adında, Mevlevilikle bağlantısı olmayan biri 2020 yılında bu topluluğa “postnişin” olarak atandı. Sadece kendisinin başvurduğu sınavdan 100 tam puan alarak ataması yapılan Çıtlak, tesadüfe bakın ki, cumhurbaşkanının oğlu Bilal Erdoğan’ın eşinin dayısı.
Cemevleri ile ilgili yasal düzenlemelerin orta ve uzun vadeli hedefleri de olduğunu düşünmemiz için birçok neden var. Bu açıdan bakarsak, yapılan hamlenin gittikçe daha çok uluslararasılaşan Alevi hareketine yönelik olması kuvvetle muhtemel.
Yine ilginç bir tesadüf eseri olarak, İrfan ve İnsan Vakfı’nın da başkanı olan bu şahıs hakkında aynı yıl, şüpheli sıfatıyla adı karıştığı bir dolandırıcılık davasında takipsizlik kararı verildi. Kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede benzer bir durumun cemevlerinin başına gelmemesi için hiçbir güvence yok. Tersine, Bektaşiliğin ilgasını takiben Bektaşi dergâhlarının Nakşibendi şeylerine teslim edilmesi gibi başka vahim tarihsel emsaller de mevcut. Dolayısıyla, Alevi örgütlerinin hükümetin cemevlerine yönelik attığı bu müdahaleci adımla ilgili duydukları derin kaygı, nereden bakılırsa bakılsın oldukça anlaşılır.
AKP neyi amaçlıyor?
Birçok insanın kafasındaki soru, AKP’nin bu adımı neden şimdi attığı ve bununla neyi amaçladığı. Bu sorunun tekil bir cevabı olduğunu düşünmüyorum. Bence bu, hem kısa hem uzun vadeli birden fazla hedef gözetilerek atılan, karar sürecine AKP’yi de aşan dinamiklerin dahil olduğu bir adım.
Her şeyden önce, sıklıkla dile getirilen, hükümetin hamlesinin yaklaşan seçimle ilişkili bir çaba olduğu görüşüne katılmak zor. Zira AKP’nin veya Erdoğan’ın Alevilerden kayda değer miktarda oy alması, hele hele de mevcut şartlarda, imkânsıza yakın. Bununla birlikte, kısa vadeli olarak hedeflenen başka amaçların olması muhtemel. Bunlardan biri, cemevleri ile ilgili olarak meydanı CHP’li belediyelere bırakmamak, bilhassa da CHP’li belediyelerin desteğiyle kurulan cemevlerinin kontrolünü onlardan alıp bir bakanlığa aktarmak.
İlintili bir diğer husus, Ekrem İmamoğlu yönetimindeki İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin cemevleri ve cenaze hizmetleriyle ilgili yürürlüğe koyduğu ve Aleviler tarafından önemli oranda memnuniyetle karşılanan eşitlikçi ve çoğulcu uygulama. Bu yeni uygulamayla belediye, imamın yanı sıra cenaze hizmetlerini yürütmek üzere dede de istihdam ediyor, hatta bu dedelerden bazıları özellikle cenazelerini deyişlerle kaldırmak isteyen Alevilere hizmet veriyor. Cemevlerinin merkezi hükümete bağlanmasıyla, bir yandan CHP belediyelerinin etki alanları sınırlanırken, bir yandan da pekâlâ bu çoğulculuğun önü kesilmek istenmiş olabilir.
Cemevleri ile ilgili yapılan yasal düzenlemelerin bir başka kısa vadeli hedefi, Türkiye’nin 500’den fazla AİHM kararını henüz tam olarak uygulamadığı için yürütülen ve sonuçları Avrupa Konseyi’nden çıkarılmaya kadar gidebilecek ihlâl prosedürleriyle ilgili olabilir. Bunlar arasında AİHM’in cemevleri ve zorunlu din dersleri ile ilgili kararları da var. Bu düşünüldüğünde, yapılan bu son düzenlemelerin, Avrupa Konseyi’ne konuyla ilgli verilecek savunmalar için (ne kadar etkili olacakları sorusu bir yana) malzeme üretmek amacını güdüyor olması ihtimal dahilinde.
Ancak, cemevleri ile ilgili yapılan yasal düzenlemelerin bunları aşan, daha orta ve uzun vadeli hedefleri de olduğunu düşünmemiz için birçok neden var. Meseleye bu açıdan bakarsak, yapılan hamlenin esas olarak gittikçe daha çok uluslararasılaşan Alevi hareketine yönelik olması kuvvetle muhtemel.
“Böl ve yönet”
Bu noktada hatırlanması gereken, özellikle Avrupa’daki Alevilerin bir inanç grubu olarak yaşadıkları ülkelerde kazandıkları hakların hem hükümet hem de milliyetçi/ulusalcı çevrelerde yarattığı rahatsızlık. Kısmen bu hakları kazanabilmek adına, kısmen kökleri daha derinlere giden tarihsel ve dinsel nedenlerle ortaya çıkan, Aleviliğin İslâm’dan bağımsız bir inanç olarak tanınmasını ve örgütlenmesini amaçlayan bir akımın Aleviler arasında, özellikle de diasporada yayılması bu rahatsızlığı iyiden iyiye derinleştirmişe benziyor.
Nitekim, Erdoğan’ın “Alisiz Aleviler” diyerek özellikle Almanya’daki Alevi örgütlerini muhtelif kereler açıktan hedef tahtasına oturtması bu açıdan manidar. Erdoğan’ın bu minvaldeki çıkışları, Alevilerin kendi aralarında süregiden, inançlarının İslâm’la olan ilişkisi veya ilişkisizliğine dair tartışmalara devletin açık bir şekilde müdahalesi aslında. Muhtemeldir ki, Aleviler arasındaki tartışmalara böyle doğrudan müdahaleyle murad edilen, söz konusu tartışmaların keskinleşmesi ve toplumdaki bölünmüşlüğün derinleştirilmesidir.
Zira, böyle bir keskinleşme ve bölünme her şeyden önce Alevi toplumunun belli olaylar karşısında ortak tepki verme reflekslerini zayıflatacaktır. Son birkaç yıl içinde cemevlerine ve yöneticilerine yapılan saldırıların Alevi ve/veya sol kökenli kişiler tarafından gerçekleştirildiği yönündeki basına yansıyan, ama teyit edilemeyen haberler de bu çerçevede okunabilir.
AKP’nin izlediği “ehlileştirme ve disipline etme” siyaseti ne yeni ne de orijinal, devletlerin sıklıkla başvurduğu kadim bir yönetme metodu. Yeni düzenlemelerin AKP’yi ve Erdoğan’ı aşan bir “devlet aklı” boyutu olduğunu ve milliyetçi ve ulusalcı çevrelerin bu hamlenin itici dinamikleri arasında bulunduğunu görmek zor değil.
Daha açık söylemek gerekirse, bu tür gerçekliği şüpheli haberlerle topluluk üyelerinin birbirlerine ve kendilerini yakın hissettikleri sol kesimlere şüpheyle yaklaşmaları ve bu sayede kendilerine yönelik hakaret ve saldırılar karşısında birlikte hareket edebilme yetilerinin zayıflatılması amaçlanmış olabilir.
İlaveten, bizzat cumhurbaşkanının belli Alevi örgütlerine karşı yaptığı bu periyodik çıkışlarla, bir yandan Alevilerin “radikal” görülen bir kanadı öcüleştirilirken, öte yandan İslâm’a ve devlete daha yakın durduğu düşünülen “ılımlı” Alevilere “bizim derdimiz sizinle değil, aranızdaki radikallerle” mesajı veriliyor. Bu son çıkarılan yasanın asıl muhatabı da aslında bu “ılımlı” addedilen Aleviler.
Nitekim, cemevleriyle ilgili yapılan son düzenlemelere doğrudan veya dolaylı destek veren az sayıdaki bilinen Alevi şahsiyetin, eleştiriler karşısında kendilerini “gerçekçi ve reformist” olarak sunmaları da bu çıkarımla uyumlu. Devletten alacakları destekle güçlenmesi umulan Türkiye merkezli bu “ılımlılar” üzerinden, orta vadede Aleviliğin kabul edilebilir bir formda, deyim yerindeyse, yanmaz kokmaz bir folklorik renk olarak yeniden üretimi, daha uzun vadedeyse geniş Alevi toplumunun bu “mülayim” çizgiye çekilmesi hedefleniyor diye düşünmek aşırı şüphecilik olmasa gerekir.
Aslında, AKP’nin izlediği bu “ehlileştirme ve disipline etme” siyaseti ne yeni ne de orijinal, tersine devletlerin sıklıkla başvurduğu, kadim bir yönetme metodu. Nitekim, Alevi ve Bektaşilere karşı Osmanlı döneminde de sıklıkla kullanıldı. Bu açıdan bakıldığında, cemevlerine yönelik yeni düzenlemelerin fikir babalığı itibarıyla AKP’yi ve Erdoğan’ı aşan bir “devlet aklı” boyutu olduğunu ve bu meyanda bilhassa Cumhur İttifakı’nın parçası olarak hareket eden milliyetçi ve ulusalcı çevrelerin bu hamlenin itici dinamikleri ve destekçileri arasında bulunduğunu görmek zor değil.
Bundan sonra ne olur?
Her ne kadar geniş Türkiye kamuoyunun konuya ilişkin ilgisi hızla sönümlenmiş görünse de, cemevlerine yönelik yasalaşan bu yeni düzenlemelerin ne tür sonuçları olacağı önemli ve henüz cevabı bilinmeyen bir soru.
Bu açıdan öncelikli mesele, bahsi geçen yasal düzenlemelerin pratikte nasıl uygulanacağı, ki bu konuda bir netlik yok. II. Mahmud’un 1826’da Bektaşi tekke ve dergâhlarına el koymasında olduğu gibi, yapılan hamlenin hukuki zemini en iyi ihtimalle muğlak.
İbadethane olarak tanınmamalarından dolayı, cemevlerinin kâğıt üzerinde “kültür evi”, “sosyal tesis” gibi farklı başlıklar altında kuruldukları ve tüzel kişilik olarak kimisinin derneklere, kimisinin vakıflara, kimisinin muhtarlıklara, kimisinin de belediyeleri bağlı olduğu biliniyor.
Merkezi hükümet bütün bu farklı yasal zeminlerde varlığını sürdüren cemevlerini Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanmaları yönünde nasıl ikna edecek? Bağlanmak istemeyen cemevlerine herhangi bir yaptırım uygulanacak mı, uygulanacaksa ne tür yaptırımlar uygulanacak? Mesela bu cemevlerine, yeni kurulan Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı tarafından dışardan bir başkan veya kayyum atanması söz konusu olacak mı, veya bunun olmasının önünde bir engel var mı? Bu sorular halen tatmin edici bir şekilde yanıtlanmış değil.
Gerçi Süleyman Soylu’nun Alevilik danışmanı Ali Arif Özzeybek, bir TV kanalına yaptığı açıklamada, hiçbir cemevinin yeni kurulan Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’na bağlanmak konusunda zorlanmayacağını, sadece fiziki ihtiyaçların giderilmesi konusunda ve ancak cemevinin kendisi talep ettiği durumlarda bu yeni başkanlığın devreye gireceğini, zira bütün bu yapılanların “düzenleme değil, destek amaçlı” olduğunu söyledi.
Benzeri bir açıklama 18 Kasım’da, bizzat Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’dan geldi. Israrla hiçbir cemevinin bakanlığına bağlanmadığını vurgulayan Ersoy, “bu kuruma bir müracaat yoksa cemevleriyle ilişki kurulmuyor” diye de Özzeybek’in söylediklerini teyit etti.
Ancak, bu açıklamaların birden fazla sorunlu tarafı var. Her şeyden önce, bu sonradan yapılan açıklamalar, Erdoğan’ın Şahkulu Sultan Dergâhı’ndaki konuşmasıyla örtüşmüyor. Orada Erdoğan, Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’nın cemevlerinin tamamının yönetimini ve cemevlerinin tüm çalışmalarını yürüteceğini ilan etmişti.
Dolayısıyla, belki de gelen sert tepkilerin etkisiyle bakanlığa doğrudan bağlanmak yönünde cemevlerine kısa vadede açık bir baskı uygulanması düşünülmüyor olsa bile, daha uzun vadede bu tavrın değişmemesi için hiçbir garanti yok. Nitekim ilginçtir, Ersoy yaptığı açıklamada altını çizerek “hiçbir cemevi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanmadı” dedi, ama bundan sonra böyle bir şey olmayacağına dair bir söz vermedi.
Dikkat çekici bir diğer konu, hem Özzeybek’in hem de bakan Ersoy’un açıkladığı üzere, bir Alevi-Bektaşi danışma kurulunun kurulacak olması. Söylendiği gibi, ihdas edilen Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’nın “düzenleyici” değil, sadece cemevlerinin fiziksel eksikliklerini giderme konusunda “destekleyici” bir rolü olacaksa, bu danışma kurulu neden, ne tür bir işlev yerine getirmek için oluşturuluyor? Bunun görünür makûl bir açıklaması yok. Manidar bir şekilde 12 kişiden oluşacak bu kurulun aslında bir tür Alevi Diyaneti olarak düşünüldüğü yönündeki endişeler dolayısıyla hiç de yersiz değil.
Ayrıca, Özzeybek katıldığı TV programında bu 12 kişilik kurulun akademisyenlerden, kanaat önderlerinden ve cemevi yöneticilerinden seçileceğini söylemişti. Bakan Ersoy ise görev alacak kişileri, “Alevilik-Bektaşilik konusunda mastır ve doktorasını yapmış uzman arkadaşlar” olarak tarif etti; böylece devlette ilk defa “Alevi-Bektaşi cemevi kariyer uzmanlığı” kadrosunun da açılmış olacağı “müjdesini” verdi.
Her halükârda, yani kurulun üyeleri tam olarak kimlerden oluşursa oluşsun, bu kişilerin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı kadrolar olarak görev yapacak, devlet tarafından atanmış veya onaylanmış kişiler olacağı açık. Durum böyleyken, cemevleriyle ilgili yapılan yeni düzenlemeyle murad edilenin Alevi vatandaşlara hizmet götürmekten ziyade, Aleviliğe yeni bir kalıp biçmek olduğu açık.
Havuç ve sopa
Geldiğimiz noktada, Alevi kamuoyundan gelen yaygın itirazları göz önüne alarak hükümetin bu yeni düzenlemelerin uygulanmasında en azından kısa vadede yavaş hareket edeceğini tahmin edebiliriz. Zira sekiz büyük Alevi çatı örgütünün yapılan yasal düzenlemelere gösterdiği ortak ve sert tepki, bu hamlenin beklenenin aksine İslâm’la ilişkiler ve devletle işbirliği konusunda daha “uzlaşmacı” bir tavır içinde olan Alevileri bile “daha az uzlaşmacı” bir noktaya taşıması riski olduğunu gösterdi.
Bu meyanda, mesela Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanan cemevlerini boykot etmek, hatta yeraltı cemevleri kurmak gibi birtakım direniş yöntemlerinin ortaya çıkması ve Alevilerce benimsenmesi olasılık dahilinde. Dolayısıyla, hükümetin attığı bu beklenmedik müdahaleci adım, Alevi hareketi üzerinde 1993 Sivas katliamına benzer, toparlayıcı ve canlandırıcı bir etki yaratabilir.
Tepkilerin yumuşatılması ve belli oranda dindirilmesi adına, uygulama ağırdan alınıp zamana yayılsa bile, cemevlerine sunacakları parasal desteği havuç, yasanın çok daha katı uygulanabileceği olasılığını sopa olarak kullanarak arzu edilen hedefe ulaşmak için çaba gösterileceğinden şüphe duymamak gerekir.
Dahası, devletin makbul bir Alevilik tanımlama ve tesis etme çabalarında kendisine aracı ettiği kimi Alevi-Bektaşi kanaat ve inanç önderlerinin, zaten sınırlı olan Alevi toplumundaki etki ve ağırlıklarının iyice erozyona uğraması gibi bir tehlikenin de yükselen tepkiler ışığında fark edilmemiş olması mümkün değil. Bu kişilerin Aleviler nezdindeki güvenilirliklerini tamamen yitirmeleri arzu edilen hedefe ulaşılmasını güçleştirebileceği gibi, radikalleşme yönünde katalizatör işlevi de görebilir.
Bütün bunlar devletin Aleviliğe yönelik uzun soluklu amaçlarından cayacağı anlamına gelmiyor elbette. Tepkilerin yumuşatılması ve belli oranda dindirilmesi adına, uygulama ağırdan alınıp zamana yayılsa bile, maddi kaynakları sınırlı olan cemevlerine ve cemevi yöneticilerine sunacakları parasal desteği havuç, yasanın Erdoğan’ın Şahkulu’nda yaptığı açıklamanın ruhuna uygun şekilde, yani çok daha katı uygulanabileceği olasılığı sopa olarak kullanılmak suretiyle arzu edilen hedefe orta ve uzun vadede ulaşmak için çaba gösterilmeye devam edileceğinden şüphe duymamak gerekir. Nitekim, bu tür uzatmalı süreçlerde zaman çoğu durumda devlet gücünü elinde bulunduranların lehine işler. Bununla birlikte, tüm bu çabaların nasıl sonuçlanacağı en nihayetinde Alevi toplumunun ve örgütlerinin bu süreçteki tavrına ve kararlılığına bağlı olacak.