JEAN-LUC GODARD’LA DALDAN DALA

Derleyen: Siren İdemen
13 Eylül 2022
SATIRBAŞLARI

ANNE

Vaktiyle bizim yapamadığımız birçok şeyi bugün herhangi bir genç yönetmen yapabilir. O zamanlar kameralar çok hantaldı, teknik imkânlar çok kısıtlıydı, katı kurallar vardı, sinema çevresi kapalı bir ortamdı… Ben bu işe başladığımda annem çok çekiniyordu, çünkü sinema çevresi eşcinsellere ait bir dünya olarak görülüyordu.

BİYOGRAFİ

Antoine de Baecque’in yazdığı biyografime bir göz attım, hemen bıraktım. Hakkımda anlatılan ayrıntıların hepsi yanlış. Kimse edindiği bilginin kaynağını kontrol etmiyor. Ne kadar az iyi biyografi var, hele de hayatta olan kişiler hakkında. Beni en çok şaşırtansa, gençken kızların peşinden koşmaya meraklı olduğumu yazması. (gülüyor) Kızlarla hep başım belâda olmuştur halbuki, sonuncusu dışında tabii. O kadar çok reddedildim ki. Ama bunları anlatmak bana düşmez, Baecque arasın bulsun o kişileri.

“Darfur üzerine bir film yapıyorum” deniyor mesela. Halbuki Darfur ile yapman lâzım, ya da Darfur’un yanında. Kesin olan bir şey var ki, Darfur üzerine değil.

ÇAYLAK (Sinemadan çıkan genç adam olarak Godard)

Zürih’teydim, beş parasız, çaylak bir genç… Rosselini’nin Ingrid Bergman’lı İtalya’ya Seyahat (Viaggio in Italia, 1954) filminden çıkmıştım. Demek ki sinema yapmak için bu yetiyormuş dedim: Bir araba, bir beyefendi ve bir hanımefendi… İçim rahatlamıştı. “Önümde zaman var” diye düşündüm, “bir arabam ve bir kadınım olduğu zaman bir film yapabilirim belki”. (gülüyor)

DARFUR ÜZERİNE

Bugün insanlar kendileri varolmak için kameraya ihtiyaç duyuyorlar, filmin varolması için değil. Bir zengini ya da bir fakiri, bir garibanı alıp çekiyorlar. “Darfur üzerine bir film yapıyorum” deniyor mesela. Halbuki Darfur ile yapman lâzım, ya da Darfur’un yanında. Kesin olan bir şey var ki, Darfur üzerine değil. Arkada ve yukarıdalar; über kommando!

FELSEFE

Filmde bir felsefecinin konuşmasını istiyordum. Alain Badiou mu, Jacques Rancière mi diye düşündüm. Badiou çok nazik. Konuştuk. İlk rakamın niye 1 değil de 2 olduğunu ondan öğrendim. Bunu hep merak ederdim, niçin en ilk sayı 1 değil de 2? Yunan uygarlığında 1, bir sayı değil, bir birim, evrenin bütünüymüş. Böyle şeyler konuştuk işte. Ayrıca, çoğu durumda Badiou’nun tavrı hiç de fena değil, bence doğru yerde duruyor. Bazen biraz fazla edebi buluyorum. Bir de, her soruya hemen cevap veriyor; çok matrak.

Bugün sinemada tek bir şey geçerli: High definition. Zaten her şey ultra, her şey yüksek tanımlı. Bu “yüksek” hikâyesi oldum olalı bana acayip gelmiştir: Yüksek komiserlik, yüksek fikir, çok acayip…

GEMİ

Filmi (Film Sosyalizm’i) metroda çekmeyi düşünmüştüm, çünkü bu kadar yaşlanınca, insan gemiyle seyahate çıkmaya çekiniyor. “Her şeyi burada, yerimden kıpırdamadan yapamaz mıyım” diye geçiriyorsun içinden. (gülüyor) Hakikaten, metroda çekecektim, istasyonların adları Odessa, Napoli filan olacaktı. Sonra, bu çözüm fazla gayrıciddi geldi… Gemide herkes fotoğraf çekip duruyordu. Biz de küçük, fotoğraf makinesini andıran basit kameralar kullandık. Kamerayla çekim yaparken insanlar gelip de “ne çekiyorsunuz?” diye soruyor, ama fotoğraf çekerken kimse sormuyor. Film ekibi olduğumuzu bir tek gemi şirketine haber verdik. Herkes fotoğraf çekip durduğu için arada kaynayacağımızı düşündük. Soranlara turist olduğumuzu söyleyecektik. Ama daha ilk gün kamarama geldiğimde, Taylandlı bir garson kapıyı vurup “film ne hakkında?” diye sordu. (gülüyor)

Kimlik… Kesinlikle ortadan kaldırılması gereken bir kelime, kim kullanırsa kullansın; öldürücü ve kriminal bir kelime. Hayvanlara özenebiliriz bu açıdan, henüz kimlik kartları yok.

HIGH DEFINITION

Bugün sinemada tek bir şey geçerli: High definition. Zaten her şey ultra, her şey yüksek tanımlı. Bu “yüksek” hikâyesi oldum olalı bana acayip gelmiştir: Yüksek komiserlik, yüksek fikir, çok acayip… Yüksek otorite, yüksek sadakat, yüksek eğitim, yüksek sosyete, yüksek güvenlik, yüksek denetim, yüksek komutanlık, yüksek yargı, çok yüksek, majesteleri… Empresyonistler “high definition” değil miydi? Alçak Fransız resmi! (gülüyor)

KRİMİNAL KELİME

Kimlik… Kesinlikle ortadan kaldırılması gereken bir kelime, kim kullanırsa kullansın; öldürücü ve kriminal bir kelime. Hayvanlara özenebiliriz bu açıdan, henüz kimlik kartları yok. Gerçi, onlara da musallat oluyorlar; geçenlerde okudum, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra, üçüncü sırada geliyormuş hayvan kaçakçılığı… İnanılır gibi değil. Ne yapıyorlar? Kedi derisinden külot mu? (gülüyor) Nasıl üçüncü sırada olur ki!

Catherine Duport, Jean Pierre Leaud ve Jean-Luc Godard Masculin, Feminin setinde, 1966

LA

Başkaları genelde başlığı sonra koyar, ben başlıktan hareket ederim. Başlığı sonradan koyduğum tek film A bout de souffle (Serseri Aşıklar). O filme temel olan hikâye de zaten Truffaut’nundur. Ortada bir senaryo vardı, sonra onun onayıyla senaryoda değişiklikler yaptık. Benim zihnimde hep ilk önce başlık belirir. Çekebileceğim muhtemel filmler hakkında yönü başlık gösterir. Filmin fikrine başlık öncülük eder, tıpkı müziğe ses veren la notası gibi. Film Sosyalizm’de de öyle oldu.

METAFORUN METAFORU / MONTAJ

Sinema yapmak da sosyoloji yapmak gibi. Küçük bir olay, ufak bir topluluk genele dair çok şey söyler. Topluluklar Kendi Kuyularını Kazar gibi bir adı olan kalın bir kitap var, geçenlerde onu yeniden okurken Anne-Marie’ye gösteriyordum, “bak tam bugünü anlatıyor”. Film çekerken de küçük bir toplum oluşuyor, biçim değiştiriyor, üç-dört ay yaşıyor, sonra yok oluyor; içinde seks var, para var, toplumsal hareketler var. Karmaşık toplumun bir metaforu gibi ya da metaforun metaforu. Fikir ile metafor farklı. Sinema metaforik. Ama kısa sürede sadece bir fikre dönüştü, dolayısıyla da kelimelere, cümleye, senaryoya…

Kitap yazarken sayfa ekleyebilirsin, bina yaparken ekleme yapabilirsin, savaş yapıyorsan alanı genişletirsin, ama filmde yapamazsın: Geçmiş, bugün, gelecek, hepsi ellerinin arasında, ne yapacaksan onlarla yapacaksın. Montajda umut yoktur, ilk başta vardır, ama sonra yoktur, fakat bu umutsuz olduğumuz anlamına gelmez, her şey ellerinde.

Filmi çekersin ve sonra incelersin, kamuoyu araştırması gibi. Sinema bunun için yapılır. Sinema yapmanın çok kendine has bir yanı var. Bir gün yok olacağını ya da sona ereceğini bilmeyen toplumların aksine, montajda sonlu olduğunu, biteceğini biliyorsun. Bütün çektiklerin, her şey iki elinin arasında, gözlerinin önünde, hepsi: Başlangıç, orta, son. Ufak tefek değişiklikler yapabilirsin tabii, ancak bambaşka bir şey yapamazsın. Kitap yazarken sayfa ekleyebilirsin, bina yaparken ekleme yapabilirsin, savaş yapıyorsan alanı genişletirsin, ama filmde yapamazsın: Geçmiş, bugün, gelecek, hepsi ellerinin arasında, ne yapacaksan onlarla yapacaksın. Hayatın içinde bu durumda değilsin: Ne zaman yok olacağım, ne zaman öleceğim? Umut edersin. Montajda umut yoktur, ilk başta vardır, ama sonra yoktur, fakat bu umutsuz olduğumuz anlamına gelmez, her şey ellerinde. Dolayısıyla da çok ilginç bir şey, ama bu şekilde kullanılmıyor. Ben de öyle kullanmıyorum, film yapmakla yetiniyorum. (gülüyor) Sinema ile film arasında bir ayrım yapıyorum, edebiyatla kitap arasındaki ayrım gibi.

NASİHAT

Gençler gelip de benden tavsiye isterlerdi, hangi okula gitmeli, ne yapmalı… “Küçük, hafif kameralar var, film çekmekse derdiniz, herhangi bir şeyi çekebilirsiniz. Kendi bir gününüz hakkında film çekerek başlayın” diyordum. “Sabah uyandığınızdan akşam yatana kadarki zaman hakkında bir film yapın. Ama dikkat, gününüzü polisin çekebileceği gibi çekmeyin. ‘Sabah kalktım, pijamamı çıkardım, dişlerimi fırçaladım, otobüse bindim, şuraya gittim, şunu gördüm, bunu yaptım, onunla buluştum…’ Bunu senin peşindeki polis de çeker. ‘Kendi’ gününü çekmen lâzım. O zaman bir film yapmış olursun.” Soljenitsin’in Ivan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün’ü gibi. Ben bunu yapmalarını öneriyordum. “O zaman göreceksiniz, vazgeçeceksiniz. Bu kolay iş değil. Sinema okuluna gitmek, travelling yapmayı öğrenmek kolay’…”

O BEN DEĞİLİM

Bir yüzün gerçekliği nedir? Gerçek yüz… Çok ender olarak insanların yüzlerini görüyoruz. Gördüğümüz çoğu zaman bir fotoğraf. Aynada kendime bakmaktan hoşlanmadığımı farkettim; bu da bir psikanaliz konusu tabii. Aynada kendime baktığımda, onun ben değil, başkası olduğunu da farkettim. İnsanların herhalde dörtte üçü aynaya baktıklarında “bu benim” diyorlar, ya da demiyorlar, öyle hissediyorlar, öyle algılıyorlar. Ama benim ilk tepkim: “O ben değilim.” Bu, film yapma tarzımla da ilgili. Aynadakinin ben olması için, Alice’le birlikte aynanın arkasına geçmem, ben olmayan, ama beni görenin arkasına gitmem gerek, işte o zaman, “evet o beni görüyor; beni” diyebilirim ve ikisini kıyaslarım.

Sosyalizm mesela Lenin değil ki benim için. Ama bir cümlesi yeniyetmeliğimden beri aklımdan çıkmamıştır; ezberimdeki tek cümlesi: “Hepimiz izne çıkmış ölüleriz.” İnsanın zihnine kazınan böyle cümleler vardır, bu da onlardan.

ÖZYÖNETİM

Üç bin kişi vardı gemide, biz çekim ekibi olarak üç kişiydik. Günlük çekimden sonra, “yarın saat 10’da, şurada” diye randevulaşıyorduk, herkes kendi kafasına göre yaşıyordu. Çekimler çok sosyalistçe oldu. Hakikaten sosyalistçe; parayı kullanma biçimi, her bakımdan, tamamen özyönetimsel diyebiliriz. Cannes festivalinde dağıtımcıya sormuşlar: “Tamam, Godard’ı tanıyoruz ama, yönetmen diye geçen bu insanlar kim? Fabrice Aragno, Jean-Paul Battaggia… Kim bunlar?” Ben de “Yönetim Komitesi” diyorum. (gülüyor)

ROMANTİZM

Alman romantizmini hep sevmişimdir. Sosyalizmin de Alman romantizmi olduğu söylenebilir… Tabii bugünün Almanya’sından bahsetmiyorum. Mesela Yunanistan krizinde Almanları anlamak mümkün değil. Kaç kere işgal ettiler o ülkeyi, bugün de turistleriyle işgal ediyorlar. Yunanlıların çalışmak istememesi de gayet normal. Aklım hayalim almıyor. Madem öyle, “çok zayıf öğrencisin” deyip atsınlar Yunanistan’ı sınıftan. Ne olabilir ki, 27 kişiler, 26 olurlar. Sonra, 25, 20 diye gider… Belki tekrardan iki-üç ülke başbaşa kaldıklarında anlaşmaya varırlar.

SOSYALİZM

Geçenlerde bir dergi için Danny Cohn-Bendit’le bir araya geldik. Artık kesinlikle aynı dünyada değiliz. Bana “sen sosyalizme hâlâ inanıyor musun?” diye sordu. Ne alâkası var? İnançla bir alâkası yok. Sosyalizm mesela Lenin değil ki benim için. Ama bir cümlesi yeniyetmeliğimden beri aklımdan çıkmamıştır; ezberimdeki tek cümlesi: “Hepimiz izne çıkmış ölüleriz.” İnsanın zihnine kazınan böyle cümleler vardır, bu da onlardan. Bu film de izindeyken yaptığımız şeylerden. Size bir şey göstereceğim; bunu Danny’ye göndereceğim. (gülerek Mayıs ‘68’den Cohn-Bendit’in polislerle tartışırken gülümsediği ünlü fotoğrafı uzatıyor. Fotoğrafın üzerindeki yazı: “Sosyalizm? Âleme meydan okuyan tebessüm.”) İşte sosyalizm bu demek.

ŞİİR

İki fotoğraşa ya da iki desenle de sinema yapabilirsin, şiirle de sinema yapabilirsin. Rimbaud da yeni şiiri böyle yaptı… Vaktiyle hayatlarını şair olarak kazanan şairler vardı. Belki aileleri varlıklıydı, bilmiyorum, ama hatırlıyorum, böyle şairler vardı. Hatta Leconte de Lisle’in bir dizesi hâlâ aklımdadır: Sınırsız bir deniz gibi kızıl kum… Güzel, değil mi? Kızıl kum! (gülüyor) Kaldırım taşlarının altında plaj var, falan filan. (gülüyor) Bugün artık şiir kitabı bile kalmadı.

Dönem değişti, mesela “Bulantı”da Roquentin Beauville’de kafede bir herifi gördüğü anda “ah işte bir alçak” derdi. O “alçak” da kötü bir insan olduğunu bilirdi. Artık öyle değil.

TUTSİ-FLAMAN

Danny’yle anlaşmakta zorlanıyoruz… Ben yakınlıklar, çağrışımlar üzerinden giderim… Mesela bana soruyor: “Filmde niçin Yunanistan var?” Bir açıdan çok güncel bir film bu. Olanları öngördüğümü söylemiyorum tabii, ama tam Yunanistan’a yardım tartışmalarına denk düştü. Filmde şu cümle geçiyor: “Demokrasi ve trajedi Perikles zamanında, Atina’da evlendi ve tek bir çocuk verdiler: İçsavaş.” Oradan oraya atlıyoruz, ama hepsi birbiriyle bağlantılı. Lizbon Antlaşması ile Voltaire bağlantısını görseler, bugünkü sarsıntıları da öngörebilirlerdi. Her şey birbiriyle bağlantılı. Belçikalılar Tutsilerin kimliklerine Tutsi, Hutuların kimliklerine de Hutu diye damga vurmasaydı… Şimdi Tutsi Flaman, Hutu Wallon ya da tersini yapmak durumundalar. Bunlar hep imler, işaretler. Sinema da zaten bunun için var, ya da daha doğrusu vardı.

UFUK / UFKUN KÖKENİ

“Sosyalizm” diye başladım, ama film ilerledikçe ilk fikirden uzaklaştım, konu başkalaştı, ama “Sosyalizm” başlığı kaldı. Filmin adı “Komünizm” ya da “Kapitalizm” de olabilirdi. Ama matrak bir tesadüf oldu: Felsefeci dostum Jean-Paul Curnier’ye bir yıl önce hazırladığımız tanıtım broşürünü yollamıştım. Kapakta filmin başlığının önünde prodüksiyon şirketinin adı Vega Film yazılıydı, Curnier bu ikisini peşpeşe Film Sosyalizm diye okumuş ve filmin adı öyle sanmış. Bana heyecanla 12 sayfalık bir mektup yazıp fikrin ne kadar hoşuna gittiğini, ne kadar fantastik bulduğunu anlattı. Ben de “galiba haklı” diye düşünüp “Sosyalizm”in önüne “Film”i eklemeye karar verdim. Curnier bu ismi bir tür köken olarak görüyordu. Bence hem köken, hem ufuk, ufkun kökeni…

X+3=1

Filmin takibi zordu; Anne-Marie’nin önerisiyle, önce ikiye, sonra da üçe böldük, üç bölümlü oldu. Çok gururlandığım bir formülasyonum var: X artı 3 eşittir 1; her an, her yerde, aileyi, dünyayı, her şeyi izah ediyor… (gülüyor) Ama bunu bir formül olarak değil, bir hal, bir durum olarak düşüneceksin. Metaforlar gibi, Ruanda’ya da uygulanabilir, Yunanistan’a da. Bir kere parçaları doğru yerlere koyunca ya da tersine, yerinden oynatınca sorunları çözüyorsun. Ama bugün bunu yapamıyorlar, onun için de bu haldeler; Danny de bu halde. (gülüyor) Kaybedilmiş dava bile değil, bugün artık dava kalmadı. Filmde de geçiyor: “Bugün alçaklar samimi.” Dönem değişti, mesela Bulantı’da Roquentin Beauville’de kafede bir herifi gördüğü anda “ah işte bir alçak” derdi. O “alçak” da kötü bir insan olduğunu bilirdi. Artık öyle değil. (gülüyor)

YAZI-TURA

Yeni Dalga’nın başından beri benim için kurgu ve belgesel aynı şey. Yazı ve tura, paranın iki yüzü, ama para, aynı para, yani üçüncü şahıs. Annemin hocası ünlü filozof Brunschvicg’in dediği gibi: “Biri ötekinin içinde, öteki birinin içinde ve bunlar üç kişi.” Mesela, İsrail bağlamında söylersek, İsrail kurgu tarafında, diğerleri belgesel.

ZEYL

Eğer çekmeyi başarabilirsem, bir sonraki filmimin adı Adieu au langage (Dile Veda) olacak.

Bir+Bir, sayı 7, Ekim 2010

GODARD & DANIEL COHN-BENDIT

Kangurunun cebinde

Télérama dergisi “Film Sosyalizm”i bahane edip iki eski yoldaşı, ‘68 Mayısı’nın iki bayraktarını, Godard ve Daniel Cohn-Bendit’i bir araya getirmişti. Ortaya çıkan “sohbet”e rengini veren köprülerin altından akan sulardı. Cohn-Bendit malûm, Godard’sa hep olduğu gibiydi, “like a rolling stone”. Hiç yosun tutmuyordu maşallah…

Daniel Cohn-Bendit: Filminin müthiş bir enerjisi var. O kadar çok katmanı tasvir etmen beni büyüledi.

JeanLuc Godard: Yapım aşaması çok mutluluk vericiydi. Ama sonra dağıtımla, gösterim meselesiyle cebelleşiyorsun. O bambaşka bir dünya. Filmi yaparken hiç düşünmediğimiz, hedeflemediğimiz başka bir dünyaya dağıtıyorlar…

Ama film Cannes’a gidiyor…

“Onlar” Cannes’a yolluyor.

Sen gitmeyecek misin? Berlin’de, tören boyunca seni bekledik, Avrupa Film Ödülü’nü alacaktın. Wim Wenders güzel bir metin hazırlamıştı…

Wim’e gitmeyeceğimi söylemiştim. Neyse… Artık pek bir şey yapılamayacağı hissindeyim. Kendi seyirci grubuna ulaşmak, hayatını kazanmak için ne yapmak gerekiyor? ‘68’den önce Paris’te 100 bin seyircim vardı.

Serseri Aşıkların seyircisi çok daha fazlaydı!

Ama on sene sonra sayı bayağı düşmüştü. Hep 100 bin seyirciyi hedefledik, çünkü Pierre Overney’nin (25 Şubat 1972’de Renault fabrikasının bir bekçisi tarafından öldürülen Maocu militan) cenazesine bu kadar kişi katılmıştı. Bu sayıyı her zaman tuttururuz diyorduk. Ama sıkıntı şurada: O 100 bin kişi artık Paris’te değil, bütün dünyaya dağılmış durumda. Onun da en fazla yüzde 10’una ulaşabiliyoruz.

Sosyalizmde şöyle bir cümle var…

Sosyalizm değil, Film Sosyalizm.

Pardon, Film Sosyalizmde şu cümle var: “Biri diğerinin içinde, diğeri ise onun içinde ve bunlar üç kişi.” ‘69’da, kangurulu bir resim yapmış, kendini de kangurunun cebine koymuştun. Ve resmin altına o cümleyi yazmıştın. Onu tekrar duymak çok duygulandırdı beni, çünkü sen benim için devamlılığı temsil ediyorsun…

Sen de benim için öylesin. Seni ilk defa 1966 ya da ‘67’de Nanterre üniversitesinde görmüştüm, Strasbourg’lu sitüasyonistlerin “Öğrenci hayatının sefaleti üzerine” metninin tartışıldığı günlerdi. Ben Çinli Kız’ı hazırlıyordum. İkinci görüşüm 20 Şubat ‘68’de, Sinematek’ten Henri Langlois için düzenlediğimiz mitingdeydi; bir hareketlenme olduğunu görüp bize katılmıştın. Mayıs ‘68’in temellerini atan olaylardı. Seni Avrupa parlamenteri olarak görmek bende kesin bir taraf seçtiğin, daha doğrusu, bir taraf tarafından seçildiğin hissi uyandırıyor.

Film Sosyalizm bana çok dokunaklı geldi; mesela “Amerikalılar Avrupa’yı bağımlı kılarak bağımsızlığına kavuşturdular” dediğinde…

Onu diyen ben değilim, Malaparte. Yunanistan’a bak mesela, okulda temel bir dersti Yunan uygarlığı. Şimdiyse Yunanistan’ın borcundan bahsediyoruz sadece. Yunanistan’dan siyasetçilerin bahsettiği gibi bahsedemeyiz. Karşı çıkmayacaksak, üzerinde konuşmaya değer pek bir şey yok. Beni hep karşı çıkmakla suçluyorlar, ama zevk olsun diye karşı çıkmıyorum ki. Benim esas maksadım tartışmayı kışkırtmak, Yunanlıların anladığı anlamda tartışmayı kastediyorum.

Film Sosyalizm de zaten bunun için ilginç.

Filmde senin ilgini çeken ne?

Birçok şey. Özellikle Avrupa’yla kurduğun ilişki, Avrupa’nın sende yarattığı büyük hayal kırıklığı.

Kömür ve çelikle başladılar. Başka bir şeyle başlayabilirlerdi.

Avrupa’yı sorguluyorsun, başka bir şey olmasını istediğini söylüyorsun.

Başka bir şey olmasını isterdim! Ama yapamazsın. Sinemada bile bir avucuz, Fransa’da topu topu on bin kişiyiz. Bachelard iki çeşit imge var der, açık imge ve örtük imge. Ben örtük imge yapmaya çalışıyorum. Bunu da bilinçaltıyla yapmak gerekir.

Avrupa’nın ilk günahının Filistin olduğunu gösteriyorsun. Ve bunu çok eski bir fotoğrafla yapıyorsun.

Filistin’e ait elimizdeki en eski fotoğraflardan biri o. Daguerre, fotoğraf makinesinin atası dagereotipi 1839’da Bilimler Akademisi’ne sunmuştu. Bunun üzerine, bir sürü fotoğrafçı “kutsal topraklar”a akın etti. Niye başka bir yere değil de oraya? Büyük ihtimalle, İncil’deki sözlerin doğru olup olmadığını görmek için.

Sendeki bu Filistin saplantısı nereden geliyor?

Filistin tıpkı sinema gibi. Filistin demek, bağımsızlık arayışı demek.

Filmde o lamayı görünce, “bu JeanLuc olmalı” dedim.

O lama garajın yanında yaşıyordu, onu da oynatalım dedim. Birkaç hayvan daha ekleyebilirdim. Bilincinde olmadığımız bir dünya o, güya dilleri yok, ama aslında var; güya yüzleri yok, ama var. Her neyse, o lama çok inandırıcı.

Çocuğun üzerindeki SSCB tişörtü gibi mi?

İsmi Film Sosyalizm olan bir filmde, sosyalizmin sembollerini kullanabiliriz herhalde.

Sosyalizm senin için hâla bir anlam ifade ediyor mu?

İşin temelinden, denizin dibinden, Rousseau’dan bahsediyorsak, evet. Filme ilk başta Sosyalizm adını vermiştim, ama sonra fazla yan anlamlı geldi. Film sosyalizm farklı. Film ve sosyalizm, “umut” demek yine de.

Ben ekoloji derdim…

Film Ekoloji mi?

Evet. Denizin dibinden bahsediyorsak, bugün sosyalizm demezdim…

Avrupa ve ekoloji; takdir ediyorum, ama seni orada görmekten de esef duyuyorum. Acıklı geliyor.

Neden?

Bunlar hiçbir şeye yaramayacak.

İçinde sinemanın varolabileceği bir Avrupa yaratma fikri ilgini çekmiyor mu? Amerikan kültürüyle bağımlılık köprülerini atmak…

Eurimages desteğiyle bir film yapmaya kalktığında tonla evrak isteniyor; üstelik her şey tamamen yalan üzerine kurulu. 68 yaşına girdiğinde büyük bir parti vereceğini açıklamışsın, bu aklıma geldikçe bir tuhaf oluyorum!

Çünkü nihayet 68’li olacağım! Sen de mutlaka gelmelisin.

Hayatımda gece kulübüne gitmedim.

Öyle bir şey olmayacak! Önce film gösteririz. L’Equipe gazetesiyle sözleşme yaparım. Akıllıca işlenebilecek bir sürü sportif olay var. Dünya Kupası’na gideriz, sen de kameranı alırsın, sonra bunu Arte kanalına teklif ederiz.

Olmaz, numara bunların hepsi. Bu tür numaraların parçası olmak istemiyorum. Son günlerinde Chardin “resim, yavaş yavaş yaklaştığım bir ada, hâlâ çok flu gözüküyor” demişti. Ben her zaman kendi tarzımda “resim” yapacağım; ister kamerayla, ister bir kurşun kalemle, isterse üç tane fotoğrafla. Levinas galiba kendine asla aynada bakmamış. Herhalde bu yüzden, “insan yüzünü gördüğü bir kişiyi öldüremez” demişti. Birkaç senedir, aynada kendime bakınca, “bu ben değilim, başka biri” diyorum. Şimdi, kendimi arkamdan görüyorum. Başkalarının beni böyle gördüğünü kabul etmem gerek. İnsanlar genellikle, “ben benim, o da o” diye düşünüyor. Birbirimizle anlaşabilme şansımız çok az, ya da çok yüzeysel. Sonuçta, madem işler böyle yüzeysel gidiyor, tamam, ama o zaman şikâyet etmesin insanlar.

Bunu çok sık vurguluyorsun: İnsanlar kim olduklarından, ne olduklarından sorumludur; şikâyet etmeye hakları yoktur.

Hayatlarını yaşama cesaretleri var, ama onu tahayyül etme cesaretleri yok.

Seninse tahayyül etme cesaretin var, yaşama cesaretin yok.

Heyhat! Sırf hayal ediyorum!

Çeviren: Selen Şahin
Bir+Bir, sayı 7, Ekim 2010

^