Aklına birdenbire en yakın arkadaşı DanyaI Topatan geldi Sami Hazinses’in. Onun yapayalnız ve açlık içinde öldüğünü söyledi: “Cenazesi bile bomboştu, nasıl da üzülmüştüm, bu vefasızlığa çok kahroluyorum. Olur mu, böyle şey olur mu? Biz kimiz, vatan haini miyiz?” (Nebil Özgentürk, 5 Ekim 1995, Sabah)
Ne kadar sitemkâr olursa olsun, Türkiye’de Müslüman çoğunluktan hangi sanatçının aklına gelir, kendini vatan hainiyle karşılaştırmak?
Ermeniliği söz konusu edilmeyince yukardaki paragrafta eserekli biri gibi görünen Sami Hazinses (Samuel Uluç), Ermeni olarak doğdu, öldüğünde de Ermeniydi. Arada ise aramızda yaşadı, benim gibi 1960’larda doğanların iyi bildiği, bildiklerini sandığı “Türk sinemasının emektarları’’ndan biri olarak: Vahi (Vahe) Öz gibi, Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan) gibi… Bu insanlar kendilerini araziye uydurmasa ne olur? Örneği var: Ayhan Işık’ın ölümünden sonra gazeteye “Nubar amcan” imzalı ilan verince, “sen kim oluyorsun da bir Türkün amcası oluyorsun” diye hakarete uğrayan, küçük rollerin büyük oyuncusu Nubar Terziyan örneklerden biri.
Terzi Agop’un arkadaşı, meşhur artist
1968’de Taksim İlkokulu’na gittiğimde, babam da Mis Sokağı’nda kıraathane çalıştırıyordu, taksisi kahvenin önünde durur, müşteri çıkınca şoförlük de yapardı. Birlikte dükkânını sıkça ziyaret ettiğimiz, çok sevdiği bir arkadaşı vardı: Terzi Agop. Dükkânı hemen istiklal Caddesi üzerinde, Mis Sokağı ile Bekar Sokak arasında bir yerde, sanırım ikinci katta. İkinci kat ama yüksek, çünkü eski Beyoğlu binalarından. Babama hatırlattığımda, coşkuyla sözümü kesti: “Zamanın meşhur artisti Sami Hazinses de oraya gelirdi, seni çok severdi, hatırlarsın herhalde?”
“Ermeni olduğumu kim söyledi?” Durup durup bu soruyu tekrarladı, aynı kızgınlıkla. “Ermeni olmanızla ilgili konuşmak istemiyorsunuz?” “Katiyyen!”
Galiba, bilmiyorum. Babama Terzi Agop’u arayabileceğimi söyledim. Yıllar önce izini kaybetmiş, aman ne olur, bulursam kendisine haber vereymişim, onu bulmayı çok istermiş. (Birlikte bir bodruma atılıp polis dayağı yedikleri geceyi etraflıca konuşabileceği tek kişi.) Ben gazeteci olduğuma göre Sami Hazinses’i bulabilir, onun aracılığıyla da Terzi Agop’a ulaşabilirmişim belki. Hem Hazinses de Diyarbakırlı Ermenilerdenmiş.
Yaa? Hiç bilmiyordum.
Atatürk ne demiş?
Sami Hazinses’i bulmam zor olmadı. ÇASOD, SÖDER derken birkaç telefonla bir günde buldum ve hemen o gün (15 Aralık 1994) görüşebildim kendisiyle. Görüşmeye istekli değildi. Yakındayım, hemen geliyorum deyip, nasılsa adresi bende olduğundan, uzun uzun itiraz etmesine fırsat vermeden vardım yanına, telefon ettiğim kahveye.
Terzi Agop’tan söz açtığımda soğukluğunun yerini gerginlik aldı: “Niye arıyorsun, ne yazacaksın?” Diyarbakırlı bir gazeteciyim ya, Ermeni hemşehrilerimle görüşmeler yapmak istiyorum. Bu bakımdan sizden de röportaj rica edeceğim.
“Ermeni olduğumu kim söyledi!?”
“Babam” diye cevapladığım halde görüşmemiz boyunca durup durup bu soruyu tekrarladı, aynı kızgınlıkla.
“Ermeni olmayla ilgili konuşmak istemiyorsunuz?”
“Katiyyen!”
“Yani Ermeni olduğunuzun bilinmesini istemiyorsunuz?..”
“Ermeni olduğumu kim söyledi?”
“Peki, kendinizle ilgili konuşmak istemiyorsanız, bırakalım bunu. Terzi Agop’tan haberiniz var mı? Nerede şimdi o, ne yapıyor?”
“Amerika’da. Yazları gelir. Beni görmeye gelir.”
“Ermeni olduğu için rahat edemedi de mi gitti?”
“Maksadın ne?! Niye karıştırıyorsun bunları!”
Eliyle de sivri uçlu bir aletle bir yerleri karıştırıyormuşum gibi bir hareket yapıyor. Hani dış mihrakların kışkırtmasıyla kurumuş boku karıştırıp kokusunu çıkartmak gibi pis bir iş yapmaya çalışan birisin der gibi. Sinir küpü, öfkeli; hiç filmlerdeki gibi değil şu an. Devam ediyor: “Bak Atatürk ne demiş: Ne mutlu Türküm diyene!”
“Hayır, bence sadece ‘ne mutlu Türküm diyene’ olmaz, ne mutlu Kürdüm diyene, Ermeniyim diyene…” Daha devam edecektim ama, yüzünün ifadesinin tamamen değiştiğini, gülümsediğini görünce kestim. “Sen iyi bir kızsın, bunlarla uğraşma, sana zarar gelir.”
Diyaloğun imkânsızlığı burada işte… Türkiye’de bir Ermeniyle Türk ne kadar konuşabilirler ki?..
Ben etnik kimlikleri, bunların getirdikleri hakkında konuşmak istiyorum, ama kendini “etnik olarak Diyarbakırlı” hissediyor sanki. Sanatçı yanına ilişkin konuştuğumda dili çözüldü. Öyle ki, bana kendi uydurduğu fıkraları anlattı peşpeşe, “Diyarbakırlı adamın biri bir gün” diye başlayan, söz konusu Diyarbakırlıyı Kürtçe konuşturduğu fıkralar.
Öncelik sıralaması şöyle: Önce sanatçılığı, yani sinema oyunculuğu ve bestekârlığı, sonra Diyarbakırlılığı. Yanında taşıdığı eski parlak döneminde çıkmış gazete kupürlerini, fotoğraflarını gösterdi, bestelerinin sözlerini söyledi. Hatta bunları kasete kaydetmeme izin verdi, izin ne kelime, hoşuna gitti, mest oldu. Başını teybime yaklaştırarak, tane tane anlattı şarkı sözlerini.
Bu arada bana sayısız çay ısmarladı. Çok parasız olduğu belli, onun ödemesini istemiyorum, ama nafile, engel olamıyorum. Benimle kavga eder gibi başlayan bu ilk görüşmemiz dostça son buldu, kahvenin kapısına kadar geçirdi beni. “Yine gelirim” dedim. İçimden de, “ne hazin bir görüşme oldu, Hazinses’le görüşmem” dedim gazeteci gazeteci.
O ifade ki…
Neredeyse beş ay sonra (4 Mayıs 1995) Sami Hazinses’i görmeye ikinci kez aynı kahveye gittiğimde, Ahududu Sokak, Numara 3O-A’da yoktu. İlk görüşmemizde onu yaşlı, yorgun, bakımsız, yalnız, yaşama sevincini de eksik bulduğum için, alacağım cevaptan korkarak sordum. Karşı köşedeki bilardo salonuna gidiyormuş artık. Ay neyse. Bilardo salonundan çıkmakta olan biri, “ben de arıyorum, ama bir haftadır yok” dedi.
Niye yok, meraklandım. Ama adam benden daha meraklı: Hayırdır? Niye arıyormuşum onu? Nerden tanıyormuşum, ben nereliymişim? Kendisi ses sanatçısı Ali Ersöz’müş, Diyarbakır’da Dilan sinemasında söylemiş, nasıl, oraları biliyormuşum, değil mi? Silvan’dan buraya niye gelmişim peki, ne arıyormuşum? Kendisi Kütahyalıymış, adı lazım değil, bir kazasından.
Kütahyalı ses sanatçısı beni Gazeteci Erol Dernek Sokak’taki bir kahveye götürdü, camdan içeri baktı, “evet, Hazinses orda, işte bak, oturuyor”.
Ali Ersöz’le ayrılıyoruz, ben içeri giriyorum, o nereye bilmem. Teşekkür ederim.
“Söyle Margos, Nerelisen”den Taşçı Zifkar’ın mayasının ilk dizesini okuduğumda, ikincisini koro halinde söylüyoruz: “Altun yüzük barmağımda tuç olur!”
Kahve dolu. Oturduğu masada bir adam daha var, ama belli ki yer yokluğundan yan yanalar; ikisi de o anda masada tek başlarına oturuyorlarmış gibi. Konuşmuyor, birbirleriyle hiç ilgilenmiyorlar. Ne yapıyorlar? Hiiç, sigara içiyorlar. Sami Hazinses beni görünce yanına gidene kadar gözünü bendenayırmıyor, ama tanıdığına dair hiçbir işaret yok. Yüzünün ifadesi değişmiyor. O ifade ki, yine acıklı, yalnız. Kocaman kocaman açık gözlerindeki ise, korku sanki… Merhabama cevabını duyamadım. Cevap verdi mi ki?.. Zamanında çok içmiş, bundan dolayı hastalanmış, şimdi 70 yaşlarında olan bu yaşlı adam, belki de unuttu beni.
“Beni hatırladınız mı?”
“Bu kadar zamandır niye gelmedin?”
Oh, nihayet ağzını açıp bir şeyler söyledi. Ama bak, yine acıklı bir filmin içine düşüyoruz o böyle sitemli konuşunca. “İşim çoktu.”
“Demek işin çok?”
“Yaa. Burası kalabalık, bir yere gidip yemek yesek? Yakınlarda arkadaşımın bir yeri var.”
“Sen ye, gel.”
“Birlikte gidelim, konuşuruz, bir şeyler içersiniz.”
“Gelmem.”
Konuşmakta ısrar etmesem, saatlerce öyle suskun oturabiliriz. “Sizinle konuşmak istiyorum. Zamanınız varsa, biraz dışarıya çıksak?”
İşte, meğer sihirli kelimeyi bulmuşum: “Zamanınız varsa…”
Aslında böyle bomboş oturan birine ancak alay etmek için söylenebilecek bir söz, ama nasılsa, yerini buldu.
“Evet, zamanım yok.”
Sessizlik… Hâlâ gitmiyorum. “Yazı yazacağım.” İnanmadığımı bilerek söylüyor, oynuyor. Film çeviriyoruz ya. Peki, ben zamanınız olduğunda geleyim. “3’te gel.”
Yaşasın, benimle konuşacak!
“Peki, şimdilik hoşçakalın. Üçte burda olacaksınız değil mi?” “Evet.” Benim ona “nasılsınız” demediğim gibi, o da bana güle güle demiyor.
Taşçı Zifkar, Viktorya, Niso, Samo
Üçe beş kala aynı kahveye gittiğimde kapıdan içeri girmiyorum bile. Çünkü paltosunu giymiş, gözü kapıda. Beni görür görmez, davranıyor, çıkıyor. Bir âşığa benzetiyorum halini. Onu arkadaşımın yerine götürmeyi kafama koymuşum ya, önerimi tekrarlıyorum, orda bir şeyler içeriz. Rakı da var.
“Rakı içmem!”
Pek sert söyledi; tamam, tamam. Zaten ben de içkili bir adamla konuşmayı tercih etmem ki. İçiyordur diye düşündüğümdendi, içmiyorsa bu daha iyi. Bu sefer, nasılsınız falan diyorum. O konuşmayınca ben de susuyorum; bakalım nereye kadar. Küçük, ağır, ama emin adımlarla yürüdüğü için beni götürmek istediği bir yer var herhalde diye, onun tutturduğu istikamette yanında yürüyorum, sessiz. “Hava çok soğuk, değil mi?” Bak böyle havadan sudan konuşmaya itirazı yok işte:
“Çok rüzgâr var, hava ısınmıyor, bu ne soğuktur…”
“Samuel Uluç neden Sami Hazinses olmak için mahkeme kapılarına gitti? Neden Samuel’in bilin mesini istemiyor?” “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum… Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, simdi boşver.”
Onun bulunduğu mekânlar silme erkeklerin olduğu yerler; kahve, bilardo salonu. Bu yüzden belki de, Taksim’deki Borsa’ya gidiyoruz. Ya da gençler böyle yerleri sever deyip, beni de gençlerden sayıp buraya getirdi, kim bilir. Konuşmuyor ki bileyim. Neyse, bu sefer içecekleri ısmarlama konusunda baskın çıkıyorum. O kahve, ben çay.
Bir buçuk saat önce gördüğümde üstünde bu açık renkli giysiler olsaydı, dikkatimi çekmez miydi?.. Adam görüntüden ibaret olduğundan, sözle değil, gözle anlaştığından, sadece yüzüne, kocaman kocaman açılan gözlerine bakmış olduğumdan hatırlamıyorum, emin değilim. Evinin yakınlarda olduğunu söylemişti ilk görüştüğümüzde. “Yazı yazmak” yerine üstünü mü değiştirdi?..
Ona getirdiğim kitabı veriyorum. Ermeni hemşehrimiz Mıgırdiç Margosyan’ın Söyle Margos Nerelisen’ini. Ön ve arka kapağı uzun uzun inceliyor.
Belki de boş boş bakıyor deyip içerde fotoğrafın olduğu sayfayı açıyorum. Yine uzun uzun inceliyor, okuyor galiba. Evet, nitekim sayfadaki “Antranik” adını tekrarlıyor, tanıdığını ima ediyor. Karşısındaki yerimden kalkıp yanına geçiyorum. Kitabın Taşçı Zifkar’dan, yani babasından söz edilen sayfasını açıyorum. “Okumamı ister misiniz?” “İsterim.”
Gürültülü yerde insan yanındakine kitap okur mu, okursa sesini duyurur mu? Taşçı Zifkar’ın mayasının ilk dizesini okuduğumda ikincisini koro halinde söylüyoruz: “Altun yüzük barmağımda tuç olur!” Taşçı Zifkar’ın çocukları Viktorya, Samo (yani kendisi!) ve Niso’yla ilgili cümleyi okuduğumda elini yumruk yapıp ağzına götürüyor, gözlerime diktiği gözlerindeki dehşet mi? Bana güvenmemekte ısrar edişinden, aleyhine delil vermek istemezcesine hiç konuşmayıp gözleriyle her şeyi anlamamı beklemesinden, biraz da bıktığımdan, okumayı kesip haince gülümsüyorum. Hadi bakalım, ben de gözlerimle konuşuyorum, önce kim ağzını açacak?
“Sen büyük bir casussun.”
Gülüyorum. Evet, casusum, biz hemşehriyiz. “Okumaya devam edeyim mi?” “Oku, oku.”
İki sayfa okuyup bırakıyorum. “Bu Niso nerde şimdi?”
“Niso annesi ve babasıyla Beyrut’a gitti. Annesi babası ölmüştür artık. Niso ölmemiştir herhalde.” Bak bak, sanki komşularından söz ediyor. O da “Niso”nun gerçek adını söylemiyor. Kriminal tango filmimiz sürmekte. Oyunu bozmuyorum: Niso Beyrut’tan sonra başka bir yere gitmiş olmasın?
“Hayır, gitmedi.”
Yine bir önceki görüşmemizde olduğu gibi, eski gazete kupürlerini ve bir de MESAM üyelerinin listesinin olduğu broşürü gösteriyor. Kendi adının geçtiği yeri çarpıyla işaretlemiş. Diyarbakır’da Celal Güzelses ona kürdilihicazkâr gazel okumasını söylemiş, okumuş, Celal Güzelses ona “aferin” demiş. Konu bana dönüyor, ailem neredeymiş, kimmiş? Neyi öğrenmek istediğini anlıyorum: Biz “dacik”iz, Ermeni değiliz. Kitaptaki kendi resmini gösterip: “Bu adam hay mıdır?”
Benimle bu dilde konuşması iyiye işaret. Evet, haydır. Damdan düşer gibi devam ediyor: “Viktorya benim kardeşimdir. Çocuğunu doğurduktan sonra öldü. Kocası başka kadın aldı. Oğlu şimdi Hollanda’da.”
“Adı ne?
Yumruğunu dizine vuruyor, neydi adı, neydi, neydi… Yok, hatırlamıyor. Ama kendisini çağırıyormuş Hollanda’ya, “buraya gel” diyormuş. “Giderseniz, orda dil bilmeyince hayat zor” diyorum. “Ama özgürlük var” diye cevap verirken parmaklarıyla para işareti yapıyor.
“Esas adı ne?” diye sorduğunda eli hâlâ kitapta, fotoğrafın üstünde olduğundan yazarı soruyor sanıyorum: Esas adı bu: Mıgırdiç Margosyan.
“Hayır, senin esas adın ne?”
Benim başka adım yok; Yelda.
“Yok, sen dacik değilsin.”
Madem ısrar ediyor, beni ancak böyle yakın buluyor, peki: “Çok eskilerimizi bilmem; olabilir.” Yalan da değil hani…
“Yarın aynı saatte, aynı yere gel.”
Filmin arkası yarın demek. Ama ben yoruluyorum. “Ayrılalı ne kadar oldu?” Konuşmalarımız hep dağınık ve kesik kesik olduğundan ve bir süre önce medeni halim üzerine sorularına cevap vermiş olduğumdan “oğlum dört yaşındayken ayrıldık” diyorum. Yok, hayır, onu sormuyormuş, ben ona gitmeyeli çok olmuş, değil mi?.. Arsız sevimliliğimle hayatında bir yer açmışım demek ki kendime. Beklemiş demek. Terkedilmiş gibi olmuş. Hayatı film, kendisi film. Kendimi içinde bulduğum filmi seyrediyorum adeta. Ayrılırken tokalaşıyorum. Yarın üçte geleceğim. “Haydi tsi. Luys pah.” Oh be, yine yüzünde bir gençleşme, aydınlanma, gülümseme…
23 Ağustos, Surp Takavor, Hasanpaşa…
Bana duyduğu güvene güvenerek, artık doğrudan takır takır soruyorum, cevaplarını ses bandına kaydederken (İstanbul’daki Ermenilerle ilişkisi olmadığı, kimi kimsesi olmadığı için öldüğünde de Müslüman varsayılırsa, Ermeni mezarlığına gömülmek istediğini belirttiği belge bulunsun diye bu kez): “Samuel Uluç neden Sami Hazinses olmak için mahkeme kapılarına gitti? Neden Samuel’in bilinmesini istemiyor?”
“Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum… Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, simdi boşver.”
23 Ağustos 2002’de vefat ettiğinde cenazesine gidemezdim, son uykusuna Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nden gittiğini internet gazetelerinden öğrendim. Belki bir gün onu yine ziyaret edebilirim. Ve derim ki: Aramızdayken Ermeniliğini gizlemeni hak etmiştik biz, çok haklıydın, dediğin gibi oldu, Ermeniliğin öğrenildiğinde kimilerinin nezdinde eski sempatin kalmadı. “Niye ‘Sami Baba’nın cenazesiymiş’ diyorsun, Ermeniymiş o” diyenler olmuş sen buraya, Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na gelirken.
Express, sayı 28, Ağustos 2003