Beklenen felaket kapıya dayandı. Açık arayla önde giden Lula’nın engellendiği başkanlık seçimlerinin ilk turunu faşist Jair Bolsonaro kazandı. İkinci tur İşçi Partisi’nin adayı Fernando Haddad ile Bolsonaro arasında kıran kırana bir mücadeleye sahne olacak. Çeyrek asır süren askeri diktatörlüğün izlerini kazımak için bir çeyrek asır daha harcayan Brezilya demokrasisi, planlı biçimde adım adım sahnelenen neoliberal darbeye kurban gidebilir. Karabasandan kurtulmanın tek yolu, antifaşist seçmen cephesi oluşturmak…
İki yıl önce, Brezilya’nın ilk kadın başkanı Dilma Rousseff’in görevinden azledilmesi parlamentonun alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde oylandığı sırada, aşırı sağcı bir milletvekili çıkıp sandığa attığı “evet” oyunu Albay Carlos Alberto Brilhante Ustra’ya ithaf ettiğini haykırdı. Söz konusu albay, askeri diktatörlük döneminde 500’den fazla insanın öldürülmesi veya kayıp edilmesi, binlerce insanın işkence görmesinden sorumlu bir insanlık suçlusuydu.
Albay Ustra’nın yönettiği timin mağdurları arasında bizzat Rousseff de bulunuyordu; elektrik şoku, cinsel taciz ve darp yoluyla işkence görmüştü. Dünya, o güne kadar kirli savaş artığı marjinal bir siyasetçi olan Jair Bolsonaro’yu ilk kez bu küstah ithafla tanıdı. Eşzamanlı olarak gelen haberler, Brezilya’nın zenginleri ve iş çevreleri arasında yapılan anketlerde 2018 seçimlerinin en güçlü başkan adayı olarak onun adının geçtiğini bildiriyordu.
Şili ve Arjantin’in tersine, Brezilya diktatörlerini ve işkencecilerini hiçbir zaman cezalandıramadı. Şimdi sadist katil Ustra’nın hayaletiyle yüzleşmek zorunda. Brezilya tarihinin en derin siyasi kriziyle karşı karşıya. Latin Amerika’nın nüfus, yüzölçümü ve doğal zenginlik bakımından en büyük ülkesinin geleceği, 147 milyon seçmenin iradesini hiçe sayarak kendisinin kazanması dışında hiçbir sonucu kabul etmeyeceğini şimdiden ilan eden gözükara bir yüzbaşı eskisi tarafından tehdit ediliyor.
İki dönem başkanlık yaptıktan sonra ara verip tekrar aday olma hakkı kazanan İşçi Partisi (PT) lideri Luiz Inacio Lula da Silva’nın binbir entrikayla yarış dışı bırakıldığı başkanlık seçimlerinin 7 Ekim’de yapılan ilk turunu oyların yüzde 46’sını alan faşist aday Jair Bolsonaro kazandı. İkinci sırayı alan PT adayı Fernando Haddad’ın oyları yüzde 29’da kaldı. 28 Ekim’deki ikinci tur Bolsonaro ile Haddad arasında yapılacak. Seçime katılım oranının yüzde 79.7 olarak açıklandığı ilk turun ortaya koyduğu aritmetik başkanlık yarışının kafa kafaya geçeceğini gösteriyor.
Neofaşizm + Neoliberalizm = Bolsonarismo
Simgesi makineli tüfek olan bir seçim kampanyası yürütüyor Bolsonaro. Başkan olduğunda her yurttaşın beline bir silah koymayı vaat ediyor. Oğul Bolsonaro’ların komutasında uygun adım yürüyen sempatizan taburları Brezilya milli takımının formasını ve Albay Ustra’nın portresinin yer aldığı tişörtleri giyiyor. Aralarında emekli futbolcu Ronaldinho da var ve Rio’nun sefalet içinde yaşayan favela gençliğine kadar örgütlenmiş durumdalar. Brezilya bayrağı artık onların tekelinde.
Çevrimiçi trol ordusu, sosyal medyayı mütemadiyen faşist imge ve sloganlarla bombalıyor, ölüm tehditleri saçıyor. “Bu ülkede oylamayla hiçbir şeyi değiştiremezsin” diyen bir liderleri var ne de olsa: “Kesinlikle hiçbir şeyi. Ne yazık ki, bir şeyleri ancak iç savaşla değiştirebilirsin, askeri rejimin yapmadığı işi yaparak. FHC’den [Fernando Henrique Cardoso; eski Brezilya devlet başkanı] başlayıp 30 bin kişiyi öldürerek. Öldürerek. Eğer arada birkaç masum insan ölürse, o kadar da olacak artık.”
Brezilya’nın zenginleri ve iş çevreleri arasında yapılan anketler, 2018 seçimlerinin en güçlü başkan adayı olarak, o güne kadar kirli savaş artığı marjinal bir siyasetçi olan Jair Bolsonaro adının geçtiğini gösteriyordu. Şili ve Arjantin’in tersine, Brezilya diktatörlerini ve işkencecilerini hiçbir zaman cezalandıramadı. Şimdi sadist katil Ustra’nın hayaletiyle yüzleşmek zorunda.
İflah olmaz bir kadın düşmanı: “Sana tecavüz etmeyeceğim, çünkü çok çirkinsin” demiş bir kadın milletvekiline, Meclis’te. Kayıtlara geçmiş. Damarlarında gezen erkek şovenizmi sınır tanımıyor, kendi kızı için şu sözleri sarfedebiliyor: “Dört oğlum var, ama zayıf bir ânıma denk geldi, beşinci çocuğum kız oldu.” Elbette homofobik: “Oğlumun karşıma erkek sevgilisiyle gelmesi yerine bir otomobil kazasında ölmesini tercih ederim”.
Irkçılığı ayrı bahis. Örneğin, isyancı Afrikalı kölelerin soyundan gelen ve yaşam alanları anayasal koruma altında bulunan quilombola halkı için şunu söyleyebiliyor: “Hiçbir şey yapmıyorlar. Daha fazla üremeleri gerektiğini düşünmüyorum”. Brezilya’nın Nijerya’dan sonra en çok siyah nüfusun yaşadığı ikinci ülke olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Radikal ırkçılıktan çoğunluğu Amazon çevresinde yaşayan yerli halklar da nasibini alıyor: “Kızılderili rezervasyonlarına veya quilombola bölgelerine bir santimetrekare dahi toprak verilmeyecek”.[1]
Neredeyse ağzını her açtığında suç işleyen bu adamın, mahkemelik olmak şöyle dursun, 49 milyon seçmenin oyunu alması Bolsonarismo adıyla anılan bu yeni popülist retoriğin toplumsal etki alanı hakkında da fikir veriyor. Tuhaf, ama Bolsonaro’nun en büyük destekçisi, iyi eğitim almış, hali vakti yerinde, yaşam standardı yüksek, kentli, beyaz erkekler.[2] Konformizmin “örnek aile babası” profili yani. Varlıklı kesimlerin Lula ve PT’den nefret ettiğini (antipetismo) son yıllarda hobi haline getirdikleri sokak gösterilerinden biliyorduk. Bilmediğimiz nefretin ölçüsüydü. Orta ve üst sınıfların gözü öyle körelmiş ki, otoritarizmin kucağına oturmakta beis görmüyorlar. Bolsonaro’nun “Ben işkence yanlısıyım, ama halk da öyle” sözü o kadar da temelsiz değil galiba.
Oğul Bolsonaro’ların komutasında uygun adım yürüyen sempatizan taburları Brezilya milli takımının formasını ve Albay Ustra’nın portresinin yer aldığı tişörtleri giyiyor. Aralarında emekli futbolcu Ronaldinho da var ve Rio’nun sefalet içinde yaşayan favela gençliğine kadar örgütlenmiş durumdalar. Brezilya bayrağı artık onların tekelinde.
Bolsonaro’ya oy kazandıran bir başka etmen de evanjelist muhafazakârları etrafına toplaması, ki bu sosyolojik olgu üst ve orta sınıftan aldığı destekle de örtüşüyor. Zira evanjelizmin son on yılda daha çok bu kesimler arasında yaygınlaşan popüler bir akım olduğuna işaret ediliyor. Öte yandan, evanjelist trend, Bolsonaro’yu daha bir Amerikanlaştırıyor, sermayenin ve medyanın verdiği gazı cisimleştiriyor, “Tropikal Trump” yakıştırmasının içini doldurmasını sağlıyor. Bunlara yaslanıp Trump gibi davranabiliyor; örneğin, Paris İklim Anlaşması’ndan çekileceğini, gereksiz bulduğu çevre bakanlığını kaldıracağını küstahça ilan edebiliyor.
Faşizm kökeninde sadece işçi sınıfının bozguna uğratılmasına değil, aynı zamanda politik olarak imha edilmesine dayanan radikal burjuva çözümüdür. Orta sınıfın desteğini alarak, sermayenin üstün çıkarlarını gözeten, şiddeti yücelten örgütlü parti kurarak kitleler üstünde mutlak egemenlik kurma savaşı verir. Bolsonarizmin özü örgütlenmiş işçi sınıfına duyulan nefrete dayanıyor, bu da, iyice zayıflamasına, sosyalist devrim tehdidi oluşturmaktan hayli uzak olmasına rağmen, PT’de, onun da ötesinde Lula’nın imajında somutlanıyor.
Irkçı, kadın düşmanı, homofobik, şiddet yanlısı vs. olsa da, hızlı büyüme ve çabuk refah vaadleriyle pazarladığı neoliberal ekonomik projeler Bolsonaro’yu geleneksel faşistlerden ayırıyor. Çağımızda faşizm, siyaset bilimi terminolojisindeki adıyla neofaşizm, esas meselesi olan sınıf egemenliğini neoliberalizmi radikal biçimde uygulayarak kurabilir.[3] Nitekim Bolsonaro’nun ekonomi alanındaki başdanışmanı Paolo Guedes neoliberal ortodoksiye sıkı sıkıya bağlı bir iktisatçı. Bolsonaro, Lula ve Rousseff dönemlerinde kesintiye uğrayan neoliberal ajandayı roketlemek istiyor. Kampanyasında en fazla tekrarladığı temaların başında özelleştirme geliyor, “her şeyi özelleştireceğim” lafını ağzından düşürmüyor.
Neoliberal darbenin anatomisi
İşkencecinin âdetidir, işe koyulmadan önce kurbanının kolları, bacakları ve gözlerinin sıkıca bağlandığından emin olmak ister. Hareket kabiliyeti ve görme duyusu engellenen Brezilya, tam da böyle bir süreç yaşıyor. 2018 seçimleri, sonuç ne olursa olsun, tarihe demokrasinin önüne konan bariyerlerle geçecek.
Öncelikle sermayenin siyaset, bürokrasi ve medya mekanizmalarını kullanarak adım adım gerçekleştirdiği neoliberal darbeyi tespit etmek gerekiyor. Bunun için yakın dönemde yaşanan olaylar silsilesini ana hatlarıyla aktaralım.
Brezilya eliti Lula’nın halefi Dilma Rousseff’in 2014’te ikinci kez başkan seçilmesiyle birlikte, sol hükümetlerin önünü merkez sağ siyasetiyle kesemeyeceğini anlayıp strateji değiştirdi. Bu stratejinin merkezinde Lava Jato (oto yıkama) olarak bilinen geniş çaplı yolsuzluk skandalı yer alıyordu. Özetle, devlet petrol şirketi Petrobras ve onun ana tedarikçisi şirketlerin ilişkiler ağı deşildi, ortaya PT’den ve koalisyona girdiği merkez-sağ partilerden politikacıların ve bürokratların nemalandığı bir rüşvet ve talan şebekesi çıkarıldı.
Brezilya siyasetinin her dönemde yolsuzluk batağı içinde bulunduğunu söylemeye bile gerek yok. Ancak, “çürümeyle mücadele” şiarıyla varolan PT’nin bünyesinden kişilerin yolsuzluğa, rüşvete ve kirli siyasete bulaşması sermayenin eline büyük koz verdi. Solu kendi silahıyla vurma şansını elde ettiler. Lava Jato skandalı Lula, Rousseff ve PT’yi karalama kampanyasında kullanabilecekleri bir kaldıraç haline geldi.
Neoliberal darbenin ilk perdesi, Rousseff’in başkanlık görevinden azledilmesiydi. Çok uğraşmalarına rağmen şebekeyle ilişkisi olduğunu kanıtlayamadılar, Lava Jato’yla ilgili tek bir suçlama dahi yöneltemediler. Sadece eskiden Petrobras’ın başında bulunduğunu sık sık tekrar edip “bal tutan parmağını yalar” imasında bulundular.
Faşizm kökeninde sadece işçi sınıfının bozguna uğratılmasına değil, aynı zamanda politik olarak imha edilmesine dayanan radikal burjuva çözümüdür. Orta sınıfın desteğini alarak, sermayenin üstün çıkarlarını gözeten, şiddeti yücelten örgütlü parti kurarak kitleler üstünde mutlak egemenlik kurma savaşı verir. Bolsonarizmin özü örgütlenmiş işçi sınıfına duyulan nefrete dayanıyor.
Rousseff’e yönelttikleri asıl suçlama, kamu fonlarında kaydırmalar yaparak bütçeyi olduğundan iyi göstermesiydi. Tutturamadılar. Uygulamanın yasal olduğunu, başkanlık yetkileri arasında bulunduğunu, dahası önceki dönemlerde başkan Cardoso’nun da birkaç kez benzer uygulamalara gittiğini kanıtlayan Rousseff, Yüksek Mahkeme tarafından aklandı. Ancak, yargının göreve iade kararına rağmen konu parlamentoya taşındı. Kendi koalisyon ortakları tarafından sırtından hançerlenen Rousseff linç oylarıyla azledildi.
Senato’da Rousseff’in azledilmesi yönünde oy veren senatörlerin neredeyse tamamı hakkında soruşturma dosyası bulunması tarihe kayıt düşülen ironik detaylar arasındaydı. Parlamentonun alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde de durum farklı değildi. New York Times oylamaya katılan milletvekillerinin yüzde 60’ının rüşvet, seçim yolsuzluğu, yasadışı ağaç kesimi, adam kaçırma, cinayet gibi ciddi suçlarla karşı karşıya olduğunu yazdı ve ekledi: “Buna karşılık Rousseff’te Brezilya’nın önde gelen politikacıları arasında pek rastlanmayan bir şey var: Kendisi için çalmakla suçlanmıyor”.[4]
Rousseff’in koltuğuna geçen ve halihazırda Brezilya başkanı unvanını taşıyan Michel Temer bulaştığı yolsuzluklar Wikileaks ve Panama Belgeleri’nde tescillenmiş, “Amerikan muhbiri” lakabı takılmış, son olarak da koalisyon ortağı olan kadına ihanet etmiş bir adamdı… Amacımız Brezilya siyasetinin kirli çamaşırlarını sergilemek değil, Lava Jato skandalının azilden sonra bir anda anaakım medyanın gündeminden düşmesine dikkat çekmek. Ta ki, Lula’nın önünü kesmek üzere tekrar ısıtılana kadar…
İşkencecinin âdetidir, işe koyulmadan önce kurbanının kolları, bacakları ve gözlerinin sıkıca bağlandığından emin olmak ister. Hareket kabiliyeti ve görme duyusu engellenen Brezilya tam da böyle bir süreç yaşıyor. 2018 seçimleri, sonuç ne olursa olsun, tarihe demokrasinin önüne konan bariyerlerle geçecek.
Brezilyalı marksist iktisatçı Alfredo Saad Filho, Rousseff’in maruz kaldığı kumpası yalın bir ifadeyle yorumlamıştı: “Bu sınıf savaşıdır ve şu aşamayı onların sınıfı kazandı”.[5] Temer’in tamamı zengin beyaz erkeklerden oluşan sağcı koalisyon hükümeti hiç vakit kaybetmeden bir reform paketi çıkararak neoliberal ajandaya geri döndü. Sermaye istediğini almıştı, yakın gelecekte devreye sokulacak ikinci perdeye hazırlanıyordu.
Parlamentodaki siyasi linç blokunun esas motivasyonunun yolsuzluğu cezalandırmak değil, Lula’yı yarış dışı bırakmanın altyapısını hazırlamak ve Lava Jato’nun kendilerine uzanan uçlarını sumenaltı etmek olduğu bugün çok daha net anlaşılıyor. Lula bu ara dönemde tutarlı bir siyaset izledi, ısrarla Lava Jato’nun üstüne gidilmesini, kim olursa olsun yolsuzluğa bulaşan herkesin ortaya çıkarılıp cezalandırılmasını savundu.
Ve neoliberal darbenin ikinci perdesi açıldı. Sosyete partilerinde boy gösteren, medyaya şımarık pozlar ve sansasyonel röportajlar veren, sağcı ve antikomünist olduğunu gizlemeyen federal yargıç Sergio Moro başroldeydi bu defa. İddiaya göre, Lula yaklaşık 1 milyon 250 bin dolar değerinde bir yazlık evi bir inşaat firmasından rüşvet olarak almıştı. Ama ortada evin Lula’ya ait olduğunu ve bu evde yaşadığını kanıtlayacak tek bir belge, herhangi bir maddi delil yoktu. Suçlama şaibeli bir gizli tanığın ifadesinden ibaretti. Yerel mahkeme bu ifadeye dayanarak Lula’yı gıyabında 12 yıl hapse mahkûm etti.
Lula’nın avukatları temyiz için başvurdu ve dananın kuyruğu bu noktada koptu. Yüksek Mahkeme Lula’nın evrensel hukuk ilkesi habeas corpus üstüne kurulan temyiz başvurusunu reddetti. Oylamada 6 ret oyuna karşılık 5 kabul oyu çıkmıştı. Oysa bir gün önce durum 6-5 Lula’nın lehineydi. Tarih o gece neler yaşandığını mutlaka yazacaktır. Ama Yüksek Mahkeme davayı görüşürken Brezilya’da neler yaşandığını biliyoruz. Emekli bir general televizyona çıkıp Lula’nın temyize gitmesi durumunda askeri darbe olacağını öne sürdü. Hemen ardından genelkurmay başkanı bir tweet atarak darbe imasında bulundu.
İktisatçı Alfredo Saad Filho, Rousseff’in maruz kaldığı kumpası yalın bir ifadeyle yorumlamıştı: “Bu sınıf savaşıdır ve şu aşamayı onların sınıfı kazandı.”
Brezilyalı sosyolog ve siyaset bilimci Emir Sader durumu şöyle özetledi: “Suç yok, delil yok, habeas corpus yok; dolayısıyla hukuk da yok”.[6] Yüksek Mahkeme Lula’nın temyiz hakkını reddederken hukuksal değil siyasi bir karar almıştı. Seçimlerin açık ara en güçlü adayı, üstelik böyle bir hukuk parodisinden sonra, göz göre göre hapse girecekti. Lula teslim olmadan önce Sao Paolo’da hitap ettiği topluluğa şunları söyledi: “Mahkeme emrine itaat edeceğim ve hepiniz birer Lula olacaksınız. Hukukun üstünde değilim. Eğer hukuka inanmasaydım, siyasi parti kurmak yerine devrim başlatırdım”. Giderayak esprisini yapmadan duramadı: “Kısa bir boyunla doğmuşum, o yüzden başımı dik tutabiliyorum”.
Lula, Haddad ve “bizimkiler”
Lula’nın hapse girmesi uzun zamandır dağınık ve bezgin durumdaki sol kesimler arasında alarm etkisi yarattı. Sendikalar ve toplumsal hareketler yeniden mobilize olmaya başladı. PT sıcağı sıcağına başkanlık seçimlerindeki adayının Lula olduğunu açıkladı ve karmaşık bir hukuk savaşına girişti. Lula’nın durumu, seçimlere katılıp katılamayacağı hapisten yürüttüğü kampanya boyunca belirsizdi. Devlet tarafından bilerek sürüncemede bırakıldı.
Seçimlere bir aydan az bir zaman kalmışken neoliberal darbenin üçüncü perdesi açıldı: Yüksek Seçim Kurulu, Lula’nın seçimlere katılamayacağını bildirdi. Bu karar, teknik olarak mahkemenin Lula’yı hüküm giymiş bir mahkûm olarak kabul ettiği anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, Lula kendi çıkardığı “temiz sicil yasası” kapsamına alınmıştı. Yani, sermaye bir kez daha solu kendi silahıyla vurdu.
Böylece her şeyin baştan beri belli bir plan dahilde geliştiği bir kez daha kanıtlanmış oldu. Neoliberalizmin –Žižek’in isabetli kavramıyla– “totaliter doğası” tekrar kendini gösterdi; toz kondurmadıkları demokrasiden ve hukukun üstünlüğünden ne kadar kolay vazgeçebildikleri bir kez daha anlaşıldı.
Solun uzun zamandır tartıştığı B Planı seçimlere üç hafta kala yürürlüğe girdi. PT’nin başkanlık yarışındaki adayı eski Sao Paolo belediye başkanı, siyaset bilimi profesörü Fernando Haddad oldu. Partneri ise Brezilya Komünist Partisi’nden (PCdoB; iki komünist partiden Maocu olanı) gazeteci Manuela d’Ávila’ydı.
Eylül ayında, önde giden iki adaydan birinin hapiste, diğerinin hastanede olduğu bir “seçim manzarası” vardı. Bu kaosun iyice derinleşebileceğini, kim kazanırsa kazansın seçimden sonra da devam edeceğini, ağzımızdan yel alsın, neofaşist tehdidin başka boyutlara tırmanacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Bu iki aday ve ilk turda PSOL adına yarışan Guilherme Boulos, Lula’nın yıllardır kendi halefi olarak hazırladığı üç genç liderdi. Lula tarafından işaret edilmiş olsa bile Haddad’ın halk tarafından yeterince tanınmaması ciddi bir handikaptı. Dolayısıyla, Haddad’ın ilk turda %29 oy almasını dar zamanda kazanılmış bir başarı olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır.
İlk turda yüzde 12.5 oy alarak üçüncü gelen Ciro Gomes’in ve öteki sol adayların oyları toplandığında Haddad’ın yüzde 45’lere varan bir oy potansiyeline sahip olduğu söylenebilir. Yani, ikinci turun kafa kafaya geçeceği şimdiden belli. Öte yandan, 2016 yerel seçimlerinde elinde tuttuğu belediyelerin yüzde 60’ını –Haddad’ın bulunduğu Sao Paolo belediyesi dahil– kaybeden PT’deki erimenin devam ettiği de gözlemlenebiliyor.
7 Ekim’de ilk tur başkanlık seçimlerinin yanı sıra parlamento seçimleri de yapıldı. Temsilciler Meclisi’nde PT 13 sandalye kaybetmesine rağmen, 56 milletvekiliyle birinci parti oldu. İkinci sırayı 52 milletvekiliyle Bolsonaro’nun liderliğindeki Sosyal Liberal Parti (PSL) aldı. Daha önce sadece 8 sandalyeye sahip oldukları düşünülürse, rekor bir artış gösterdiler.
Brezilya’nın çok parçalı siyasi yapısı bu seçimde de kendini gösterdi, 513 koltuğun bulunduğu meclise tam otuz parti temsilci yolladı. Sol partilerin toplam sandalyesi çoğunluk oluşturmaya yetmese de, seçilmesi halinde Bolsonaro’nun başını ağrıtacak bir siyasi güç oluşturdukları söylenebilir. Statükonun sigortası konumundaki Senato’da ise ne PT (6 senatör) ne de PSL (4 senatör) üstünlük sağlayabildi. Merkez partilerden Brezilya Demokrasi Hareketi 12 senatörle birinci geldi.
1985’ten beri her seçim döneminin bir öncü toplumsal hareketi oldu. Önce işçi hareketi geldi, ardından Topraksızlar, La Via Campasina, LGBT vd. sola öncülük etti. Bu defa meydan kadınların. Bolsonaro’ya karşı Ele Não (O Değil) sloganıyla ülkenin her yerinde yürüyüşler, mitingler düzenleyen feministler, faşizme karşı birleşik cephenin kurucusu haline gelmiş durumda.
Tabii bütün bu rakamlar, rasyonel meclis aritmetiği izahları, olası ittifaklar, koalisyonlar vs. “normal koşullar altında” tanımlanabilecek olgular. Oysa Brezilya “anormal” bir seçim süreci içinde. Karşı tarafta, Haddad’ın kazanmasını asla kabul etmeyeceğini, iç savaş çıkarmaktan, kan dökmekten çekinmeyeceğini tükürükler saçarak haykıran, çevresi mütemadiyen “darbe” diyen yüksek rütbeli subaylar tarafından kuşatılmış bir manyak var.
Üstelik seçim kampanyası sırasında her türlü provokasyona davet çıkaran bir olay yaşandı, bir PSOL militanı Bolsonaro’yu karnından bıçakladı. Eylül ayında, önde giden iki adaydan birinin hapiste, diğerinin hastanede olduğu bir “seçim manzarası” vardı. Bu kaosun iyice derinleşebileceğini, kim kazanırsa kazansın seçimden sonra da devam edeceğini, ağzımızdan yel alsın, neofaşist tehdidin başka boyutlara tırmanacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Peki, bardağın dolu tarafına bakalım. “Bizimkiler” yani Brezilya’nın bütün dünyaya örnek olan toplumsal hareketleri sokağa indi. Brezilya’da 1985’ten beri her seçim döneminin bir öncü toplumsal hareketi oldu. Önce işçi hareketi geldi, ardından Topraksızlar, La Via Campasina, LGBT vd. sola öncülük etti. Bu defa meydan kadınların.
Bolsonaro’ya karşı Ele Não (O Değil) sloganıyla örgütlenen, ülkenin her yerinde geniş katılımlı yürüyüşler, mitingler düzenleyen feministler, faşizme karşı birleşik cephenin kurucusu haline gelmiş durumda. Brezilya’nın önde gelen kadınları çektikleri videoları sosyal medyada yayarak bu harekete destek veriyor. Mart ayında, Bolsonaro’nun seçim bölgesi Rio de Janeiro’da düzenlenen suikastta katledilen belediye meclis üyesi, insan hakları savaşçısı, favela aktivisti, feminist, lezbiyen Marielle Franco bu faşist dalganın ilk kurbanı olmuştu. Umarız sonuncusu da o olur.
Bu seçim kader seçimi. 2014’ten beri giderek tırmanan siyasi kaosa teslim olan Brezilya, Bolsonaro’nun karanlık planını bozacak demokratik alternatifi oluşturmak zorunda. Öte yandan, bu hiç de uçuk bir şey değil, Brezilya siyasetinin genlerinde var. 1964-1985 arasında ülkeye kök söktüren askeri diktatörlüğe demokratik güçlerin bir araya gelerek kurduğu Diretas Jà (Doğrudan Demokrasi Şimdi) hareketi son vermişti. Şu an faaliyet gösteren büyük siyasi partilerin tamamı bu hareketin içinde yer alıyordu. Ülkenin son otuz yılına Diretas Jà’nın içinden çıkan üç başkan, Cardoso, Lula ve Rousseff damga vurdu. Diretas Jà ruhu Ustra’nın hayaletini durdurabilir.
Cunta döneminde sürgün edilen üç büyük şarkıcı, Chico Buarque, Caetano Veloso ve Gilberto Gil’in başını çektiği ve Brezilya’nın önde gelen aydınları, sanatçıları, müzisyenleri, yazarları tarafından imzalanan Democracia Sim (Demokrasiye Evet) manifestosu bu yönde atılan önemli bir adım. Dolayısıyla esas soru şu: Demokrasi yanlıları Bolsonaro’ya karşı Haddad’ın etrafında toplanacak mı?
Halihazırda Brezilya turnesinde bulunan Roger Waters, konserlerinde Bolsonaro’yu işaret edip dinleyicisini dünyada yükselen neofaşist trende karşı direnmeye davet ediyor. Waters’ın konserlerinden biri de Lula’nın hapis yattığı Curitiba’da, manidar biçimde seçimden bir gün önce… Dünya’nın bütün demokratik güçleri onlarla birlikte olacak. Arkasından darbe gelse bile önce meşruiyet savaşını kazanmak gerekiyor. Haydi Brezilya!