ÖZER ŞENAY (1947 - 2007)

Söyleşi: Ulaş Özdemir, Derya Bengi
9 Eylül 2022
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu
SATIRBAŞLARI

Yıllar boyu birçok sanatçıdan bestelerinizi dinledik. İsminiz hep vardı ama, cisminiz hiç yoktu sanki. Fakat Ferdi Tayfur’un son albümünde şarkılanıza rastladık, üstelik Tayfur’un orkestrasının elemanı olarak televizyonlarda gördük sizi. Bunca zaman saklandınız, ama sonunda yakalandınız…

Özer Şenay: Sıradan bir hayatım var, ama çok mutluyum. Kimse rahatsız etmediği için çalışmaya zaman kalıyor. Kimi arkadaşlarım çok göze battıkları için bazen üretemiyorlar, bu durumdan çok şikâyetçi oluyorlar… Benim bu tür bir sıkıntım hiç­ bir zaman olmadı, ikinci adam olmak güzel. Hep ikinci adam olmak… Garanti ikinci adamsın çünkü. Üçüncü olmuyorsun, hep ikinci adam oluyorsun, bu güzel. (gülüyor)

Tayfur’la dostluğunuz eskiye mi dayanıyor?

Ferdi’yle arkadaşlığım ‘68 yılından bu tarafa gelir. ‘64’ten beri Gencebay’la, ‘65’ten beri de Arif Sağ’la arkadaşlık yapıyoruz. Geçen sene Ferdi’nin rahatsızlığı sırasında evine gittiğimde “Özerciğim, eski şarkıları yeniden bir toplayalım” demişti. Bu çıkardığımız İnceden albümünde, eski birkaç parçam var. Sonra Ferdi, “hoca, hadi nostalji yapalım” dedi, “televizyon programlarında aramızda ol, ekibi yönet”. Ama o kadar saat elimde çubukla ayakta kalmak zor geldi. Ferdi’ye “ben oturup saz çalmak istiyorum” dedim, işte siz beni bu pozisyonda buldunuz. “Aaa” dediniz, “bu adam o adammış, hadi şuna bir telefon açalım…” (gülüyor) Suat Sayın da devreye girdi geçenlerde. Şimdi onun da çalışmasını yapacağız. Yarın Gencebay’ın orada karşılaşabiliriz. Öbür gün bir başka yerde Sibel Can’ın işi vardır, yine fotoğraf karesine girebiliriz. Bir laf vardır, kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz”. Bu camiadaki kişilerle hayatımın belli dönemlerinde sanatla ilgili ilişkilerim oldu, o dostluklar diri diri bugüne geldi. Babam derdi ki: “Nerede ne iş yaparsan yap, ayrılırken, veda edeceksin. Bir gün tekrar dönecek olursan, o kapılar ardına kadar açık şekilde seni beklemeli.” O konuda şansım galiba yaver gitti. Hangi şirkete, hangi starın yanına gitsem, bir masam, bir sandalyem olmuştur.

Ailenize, çocukluğunuza dönüp ağır ağır ilerleyelim…

1944 Manisa doğumluyum. Bir efe çocuğuyum. Kuvayı Milliye’ci Nuri Efe’nin oğluyum. Biz, anne-baba, 12 kardeş –beşi kız, yedisi erkek, ben sekizinci çocuğum– bir evde, Manisa’da Topkale’de otururduk. Evin otuz-kırk metre yukarısında Manisa Tarzanı’nın kulübesi vardı.

Müziğe karşı ilgi var mıydı ailede?

Bizden önce Türk Beşleri vardı, çağdaş müzikte. Gencebay, ben ve Arif Sağ, biz de kendi bünyemiz içinde, Türk Üçleri olarak belki anılırız.

Babam celeplik yapardı, hayvan alıp satardı. Toprağını işlerdi. Gazel okur, yaylı tambur çalardı. Yunan Harbi yıllarında babamın kızanlarından birisi olan Haydar Bayçın, daha sonraki yıllarda hocam oldu. Haydar hoca, Manisa halk müziğini derleyen kişi olarak geçer literatürde. Bende mayayı atan kişi o oldu. Onun vasıtasıyla notayla mandolin çalmaya başladım. Sonra saza merak saldım. İlkokul yıllarında, mahallede, Giritli muhacirlerden yorgancı Nazif abimiz vardı. O da saz hocam oldu. Sonra İzmir’de radyonun koro şefi Yılmaz İpek vardı. Benim ilk ustam o olmuştur. Bana bağlamayı Nazif abi öğretmiştir, ama Yılmaz İpek yol gösteren kişidir… Şanslıydım, evimizde radyo vardı, mahallenin radyosu gibiydi. En çok Yurttan Sesler’i dinlerdim. Sabahleyin tarlaya giden köylüleri özendirmek için, bir de kuşluk vaktinde Tarla Dönüşü adı altında köy programları vardı. Onların gediklisiydim. Bakın şöyle bir şey var: Hem halk müziğini çok sevdim, Nazif abiden dolayı; hem de sanat müziğini çok sevdim, babamdan dolayı. Babamın bir gramofonu vardı, iğnelerini değiştirmeyi bana öğretmişti. Onu kurardım. Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Mualla Mukadder, eskilere gidelim, Münir Nurettin Selçuk, Hafız Burhan, Malatyalı Fahri Kayahan, Celal Güzelses gibi sesleri dinlerdim. Batı müziğine abilerimden dolayı merak saldım. Böyle bir harmanın arasında kaldım. Sıkıştım kaldım demeyeyim, ama birkaç renkli oldum. Alacalı bulacalı bir adam durumuna geldim. Bu durum, müziğime de yansıdı, fikirlerime de…

Efe çocuğuymuşsunuz. Çocukluğunuzun geçtiği 50lerde efe geleneği ne ölçüde sürüyordu? Nasıl hatırlıyorsunuz o dönemi, babanızı?

Sevilen bir ailenin ferdi olarak, özgür bir çocukluğum oldu. Kütüphaneden çıkmazdım. Okulun bahçesinde de eli yüzü toz toprak içerisinde koşan hareketli bir çocuktum. Ama hiçbir zaman için “ben bir efe çocuğuyum” tavrı takınmadım, ailemden dolayı sahip olduğum değerleri ön plana çıkarmadım. Çünkü babam öyle bir insan değildi. Sıradan bir hayatımız vardı.

Yani efelikten gelen otoritesini kullanmaz mıydı babanız?

Sevecen bir adamdı. Ama bize şunları öğretti: Söz vermeden önce bir kere düşün. Sonra bir daha düşün. Sonra bir daha… Sözünün eri ol. Bir grupta başkanlık yapıyorsan, herkesten fazla çalış. Önce sen başla, en son sen ayrıl oradan. Otoriterdi, ama hiçbir zaman kulağımızı çekmiş değildi. Çok kızdığı zaman “sizi gidi keratalar sizi!” derdi. Bu, babamızın aşırı kızmış haliydi. Yanardağ pozisyonu! (gülüyor)

Kaç kızanı vardı babanızın?

Hatırlamıyorum. Bir tanesi Yılmaz İpek’in babası rahmetli Mustafa amcaydı. O da tambur çalardı. Ona Kalın Mustafa derlerdi. Çok gür bıyıkları vardı, kapkalın, yüzünün yarısı kadar… Babamla yazın İzmir’e giderdik. Basmane’de garın yanındaki tahta baraka dükkânlardan biri Yılmaz abi ve Mustafa amcanındı. Mustafa amcayla babam orada meşk ederlerdi.

Anneniz?

Balkan Savaşı’ndan sonra Selanik Cumabala’dan gelen bir aileden. Annemin babası Kütahyalı Emin Ağa’nın kervanları varmış, Halep-İzmir arası halı, kumaş, baharat götürürmüş. Şeceremiz Konya Karamanoğulları’na kadar gidiyor. Babamız ise Romanya-Bulgaristan sınırında Deliorman-Şumnu doğumlu. Dedemin babası, Osman Paşa’nın zabitlerinden Kolağası Mehmet Efendi. Plevne şehidi. Saruhan Sancağı’na bağlı olduğumuz için Balkan Savaşı’ndan sonra mübadeleler başlamış. Babam gelmiş Saruhan bölgesine.

Abilerinizden Batı müziği sevgisi aldığınızı söylediniz…

Yılmaz ve Kemal abimin, Nato’nun kurulduğu 50’li yıllarda İzmir’de bir grupları oldu. Solistleri Tanju Okan’dı. Birinde akordeon vardı, diğerinde Amerikan askerlerinden aldığı bir gitar.

Öğrendiklerimi bir gitarcı gibi bağlamayla çalışan bir tiptim. Erkin Koray’la çok çalışmamız var. Güzel şeylere ve güzel adamlara iyi zamanda tesadüf ettim.

Batı müziğine karşı babanızın tav neydi?

At gözlüğü takmamıştı büyüklerimiz. Nasihat ve meselleriyle ışık yakarlardı. Hep yarını söylerlerdi, dünü göstermezlerdi. Ama “dünü öğrenin derlerdi, “yarını kurtarın. Annemin hatıra defterini okudum. Babamla sözlendikleri günü not düşmüş. Şöyle diyor: “Bana güneşten arsa almayı vaad etti. Ben de kabul ettim.Babam anneme, “Nadire Hanım, eğer benimle nişanlanırsanız, size güneşten arsa alacağım” demiş. (gülüyor) Böyle bir efe, düşünün artık…

Demek anneniz hatıra defteri tutuyordu…

Tabii. Annem o günlere göre çok güzel giyinen kadınlardan bir tanesiymiş. İzmir’de Bayraklı’da oturan, Selanik Cumabala mahallesinden Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kapı komşusu –Zübeyde Hanım daha sonra Karşıyaka’da vefat etmiştir– büyükannem Ülfet Hanım’dı.

O yılla konuşurken, aman Manisa Tarza atlamayalım.

Manisa Tarzanı, Kurtuluş Savaşı’yla birlikte Türkiye topraklarına dolmuş insanlardan biri, Yemen tarafından gelen bir prens. Çocukluğumuzda kulübesine giderdik. Merak ederdik, hiç mi üşümez bu adam, biz paltoyla üşüyoruz… Evimizin üstündeki Topkale’den Manisa’daki hükümet binasına iki dakikada iner, beş dakikada çıkardı. Gazete kâğıtlarıyla yaptığı bir gürültü makinası vardı, saat tam 12:00’de top diye onu patlatırdı. “Hacı topu patlattı!” derlerdi. “Hacı” lafına kızardı, “Tarzan” denilmesinden hoşlanırdı. İstiklal gazisiydi. Madalyası, kılıcı vardı kulübesinde. Gazeteler, mecmualar, kitaplar okurdu, bilgili bir insandı. Şarkı söylerdi, sesi güzeldi. Yeşili, ağacı çok severdi. Mevlevi tarikatına bağlıydı. Konya’dan gelmiş, Manisa’ya aşık olmuş, gidememiş. Manisa, Yunanlıların çekilirken yaktığı kentlerimizden bir tanesi. Taş taş üstünde kalmamış Manisa’da… Her tarafı ağaçlandırdı. Bir filmini çekmişlerdi, Talat Bulut oynamıştı. O filmde ağaç diken çocuklar var. İşte tam bizim dönemimizi yansıtıyor. Orada hepimizin adına dikilen ağaçlar vardı. O fidanlık, Tarzan’ın ölümüne sebep oluyor zaten. Orayı kırıyorlar, buldozerlerle yıkıyorlar… Saygın bir insandı Tarzan.

Hiç meczup olarak görülmez miydi?

Asla. Demokrat Parti’nin ikinci defa seçimleri kazandığı yıllarda, Manisa’da Tarzan’ın varlığından dolayı partiye bakış açısının değiştiğini yazar toplumbilimciler. Celal Bayar’ın Manisa’dan milletvekili olup cumhurbaşkanlığına kadar gitmesinin nedenlerini araştırdım bir zamanlar, Tarzan karşıma çıktı.

Aileniz Demokrat Partili miydi?

Hayır, Halk Partilidir. Ancak babam Menderes’in Yassıada mahkemelerini her akşam dinlerdi. Son zamanlarda çok üzgün olduğunu hatırlarım. Çok üzülüyordu, “haksızlık ediliyor, böyle bir insana bu yapılmamalı” derdi.

Bağlamayı elinize aldığınız ilk günlerde sizi ilk etkileyen türkü hangisiydi?

Orhan Subay’ın söylediği, “Varın da söylen Mahmuduma / Çiftliğini çubuğunu satsın aman / Evladım Mahmudum desin / O kurtarsın beni zindandan” türküsü. Orhan abiyi bir kere Manisa’da görmüştüm. Kocaman kocaman elleri vardı. Sazı benim boyumdaydı. Türküde adı geçen Mahmut bir kız kaçırıyor. Jandarmalar Mahmut’u yakalayıp zindana atıyor. Annesi de Mahmut’un ağzından türkü yakıyor.

İstanbul’a gelişiniz ne zaman, nasıl oldu?

11 yaşımdaydım. İstanbul aklımı başımdan aldı. Tek başıma, evden kaçarak gelmiştim posta kamyonuyla. Merak ettiğim şuydu: İstanbul’da çok iyi saz çalanlar varmış. Bütün sanatçılar İstanbul’dan yetişiyormuş. Türkiye’de sadece İstanbul’da plak yapılabiliyormuş.

Temelli olarak ne zaman geldiniz?

14-15 yaşımdaydım. O dönemde İzmir’de ismimi ustaların arasında “Küçük Özer” olarak duyurmuştum.

Bağlama taşıyanlar hep ara sokaklardan giderlerdi. Bu imajdan utanırlardı. Biz bağlamayı ana caddeye çıkardık. Elimizdekini herkes görsün istedik.

İzmir’de o yaşa kadar hangi ortamlarda bulunup bu ünü elde ettiniz?

Yazlık sinemalarda, çay bahçelerinde konserler verilirdi. Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün, Ahmet Sezgin gibi sanatçılara eşlik ederdim. Manisa’da Halk Eğitim Merkezi’nde çalıyordum. Bir de çocuk tiyatrolarına merak saldım. Halkevlerinde tiyatro oynadım. İzmir Radyosu’nda skeçlere katıldım. Bazı kişiler böyledir, merak eder, her şeyi öğrenmek ister. Ben öyleyim. Mesela resim merakı: Yılmaz abimin arkadaşı Fuat abi (Özçelik) sonradan Mimar Sinan’da öğretim görevlisi oldu. “Senin resimlerinde şiir tadı var, resim yapmıyorsun, şiir yazıyorsun” derdi bana.

Resim yapmayı sürdürdünüz mü?

Hayır. Resim için tual alacaksın, bez gereceksin, ağaç, fırça, boya, tiner… Müzikte fazla garnitüre gerek duymuyorsun. (gülüyor) Müzik, hayatımda hep birinci sırada oldu. Müzisyenlerle beraber olmam tesadüfidir. Tesadüfler çok önemli arkadaşlar. Hiç yabana atmayın. Benimki böyle tam “cuk oturdu” cinsinden oldu.

Nasıl bir arayışınız vardı gençliğinizde? O yıllar bağlamada Yılmaz İpek, Bayram Aracı gibi ustaların yeniliklerle ortaya çıktığı yıllar. TRT’nin Yurttan Sesler korosunun dışında bir şeyler yapılmaya başlandığı dönemler…

Durun, daha erken. Bu anlattıklarım çocukluğuma denk gelir. Bizim TRT’nin dışında bir şeyler yapmaya başlamamız, 1967-68 yıllarıdır: Resmen bayrak açtığımız dönemdi. Radyo bünyesinde yapılan çalışmalar bize yetmiyordu: Orhan Gencebay, Arif Sağ, ben, Ömer Şan, Şener Önaldı, bizim tarzımız farklıydı. Bağlama çalıyorduk. Ama bağlamayı Türk sanat müziğinde de kullanıyorduk. O zamana kadar bağlamayla kanun ya da ud taksimi gibi şeyler yapmazdınız, gitar doğaçlaması gibi çalmazdınız. Biz bağlamayla duyulmamış şeyleri yapabilme gayretine girdik. Bağlamacılar o günlere kadar, meyhanelerde, masaların üstünde kadın oynatan imajı bırakmışlar. İzmir’de dikkatimi çekerdi. Bağlama taşıyanlar hep ara sokaklardan giderlerdi. Çünkü bu imajdan utanırlardı. Yumurta topuk ayakkabı, ökçelerine basmışlar, biraz külhanvari, her birinin elinde mutlaka tesbih var, kaytan bıyıklı ve sigara tüttüren tipler. Karanlık kişiler. Biz grup arkadaşlarımızla üstümüze başımıza dikkat ettik. Kravat taktık, ütülü gömlek giydik, güzel konuşmayı öğrendik. Bağlamayı ara sokaklardan ana caddeye çıkardık. Elimizdekini herkes görsün istedik. “Bu böyle çalınır” dedik. Bizim grup nota bilen adamlardı, beste yapmaya gayret eden, söz yazan adamlardı. Örnektik.

Bağlamayla her müziği çalmakta ısrar edecek yerde, mesela abilerinizin aletlerini öğrenmek cazip gelmiyor muydu? Hiç kurcalar mıydınız onların aletlerini?

Akordeonu severdim. Körüğü büyüktü, ben küçüktüm. Bir gün yere düşürdüm, abim dedi ki, “bunlarla uğraşma, pahalı aletler bunlar, bir daha alamayız”. Mandolinimi yere düşürebiliyordum, bir şey olmuyordu. Küçük abim Batı müziğini sevmemdeki sebeplerden bir tanesidir. “Bağlamayı bırak, sana gitar alalım” derdi.

Niye?

“Onunla akor çalarsın, çoksesli. Bağlama teksesli. Bağlamayı gitar gibi çalma hevesi o yaşlarda başladı. Bağlamada hem ritm, hem melodi, hem armoni kullanıyorum. Talebelerimi de öyle yetiştirmişimdir. Mesela İsmet Topçu benim talebem. Dört telli bağlama çalar. Bazı erişemediğim şeyleri İsmet’e öğretmişimdir. Emellerime onunla gitmişimdir. Daha çok yazmaya, çizmeye meyilliyim ben. Düşünen, araştıran kişi olmak, yazan, belge bırakan olmak istiyorum.

İlk bestenizi ne zaman yaptınız?

İlk türküm ne biliyor musunuz? “Yarim yarim”: “Sen kâğıt ol ben de kalem / Yaz beni yarim / Çöz beni yarim…” Söz ve müzik benim. Söze bak: “Giyin demir çarık / Düş ardım sıra”. Böyle bir laf olur mu? O yaşta çocuk sevgilisine böyle tavsiyede bulunuyor! (gülüyor) Yıl ‘57 olması lâzım.

İstanbul’da hemen müzisyen çevrelerine girebildiniz mi?

Abdullah Nail Bayşu diye bir büyüğümüz vardı. Taşradan gelmiş gençleri Beyoğlu’ndaki evinde toplar, barındırırdı. Orası sanatçıların gidip geldiği büyük bir vitrindi. Oraya Arif Sağ, Orhan Gencebay, Selami Şahin, Ahmet Sezgin, Yıldız Tezcan, Azize Gencebay, Sevim Emre, Nuri Sesigüzel, Recep Kaymak, Zeki Müren, Yılmaz Güney ve daha kimler gelip gidiyordu. O evde radyo imtihanlarını kazandık. 1968 civarında, TRT haricinde çalışmaya başladığımız grup çatısı orada kuruldu.

Abdullah Nail Bayşu nasıl biriydi? Onca insanı mıknatıs gibi çektiğine göre.

Çok sayılan biriydi. Hoşsohbet. Müthiş bir koordinatör. Söz yazmaya meyilliydi, müzikal yanı yoktu. Bazen sözü mırıldanırdı. Bayşu Baba’nın mırıldamasını biz melodi olarak kaydederdik, söz ve müzik olarak onun adını yazardık. Bakıyorum oradaki arkadaşlarımızın çoğu, kendilerini kanıtlamış kişiler olarak bugün karşımıza çıkıyor.

Siz Vedat Yıldımbora’yla İzmir’den tanışıyor musunuz?

Vedat’la burada tanıştık, hemşeri olduğumuzu Bayşu Baba’nın evinde farkettik. O da o evin kadrosundadır Mine Koşan’la birlikte. Vedat, sahne orkestrasıyla ilgili müthiş yatırımları olmuş biri. Metronom diye bir grup kurdu o yıllarda, o grup gibisi bir daha gelmedi. Gelmez de. Bütün kazancını oradaki müzisyenler çalışabilsin, ortam olsun diye harcamıştır Vedat.

Siz Metronom’da bulundunuz mu?

Hayır. Metronom’un kurulduğu yıllarda biz Erol Büyükburç’la çalışıyorduk. Seven Ambassadors diye bir grubumuz vardı. Yedi Elçi grubu. Klavyede Altan İrtel vardı. Metronom’a da devam ediyordu Altan Abi. “Anlatamıyorum” diye çok güzel bir şarkısı vardı, Orhan Veli’nin şiirinden, Mine Koşan’ın okuduğu. Fevzi Mumkale, Ohannes Kemer de bizim gruptaydı. Şu anda Kanal 7’de Şakacı programını yapan Çetin Çiftçioğlu, o yıllarda grupta yaygara yapardı. Gürültü makinasıydı. Hâlâ gürültü makinalığına devam ediyor. (gülüyor)

İlk elektro bağlama Erkin Koray’ın gitarının manyetiklerinin Orhan Gencebay’ın bağlamasına takılmasıyla elde edilmiştir. Onunla da “Hey gidi goca dünya” çalınmıştır. Bu böyle biline.

Sizin kendinizi Batı müziği orkestrasında bulmanız nasıl oldu?

Beyoğlu’nda Kerem Güney’in Sürat Reklam diye bir kayıt stüdyosu ve Elif Plak adında bir şirketi vardı. Onun eserleri okunurdu, aynı zamanda reklam müzikleri yapılırdı. Süheyl Denizci, Ümit Aksu, Şerif Yüzbaşıoğlu orada çalışırdı. Bu hocalar beni severdi. Oraya Batı müziğini, caz akorlarını öğrenmeye giderdim. Öğrendiklerimi akşamları bir gitarcı gibi bağlamayla çalışan bir tiptim. Ersen, Cem Karaca, Barış Manço beni çok istedi, ama bir türlü olmadı. Ama Erkin Koray’la çok çalışmamız var. Her bir renkten bir damla değmiş gibi müzikal hayatıma. Güzel şeylere ve güzel adamlara, iyi zamanda tesadüf ettim.

Ensemble Oriental

Farklı tarzlarda besteleriniz var galiba…

Her tarz, her şablona girecek eserler ürettim. Türk sanat müziği, halk müziği, hafif Batı müziği, tango, Latin müziği, dini müzik, sentezler… Mesela Almanya’da Ensemble Oriental adında Doğu-Batı sentezi yapan bir grup kurdum. O yıllarda dışarıda epey kişi vardı. Mesela Mesut Yılmaz bile o zamanlar Köln’de, siyasal master’ı yapıyor… Yaşar abi (Kemal) dışarıda. Fakir abi (Baykurt) dışarıda. Zülfü (Livaneli), buradan bir şekilde kaçmış, İsveç’e gitmiş. Yılmaz Güney daha gelmemişti, ama Tuncel Kurtiz, Ayla Algan orada.

Hangi şehirdeydiniz? Nasıl bir gruptu Ensemble Oriental?

Essen şehrindeydim. Grupta iki Türk müzisyen vardı. Ben bağlama çalıyordum. İzmirli Çetin Serçe darbuka çalıyordu.

70’lerin başına dönersek, Orhan Gencebay’la, Arif Sağ’la birlikteliğiniz var…

Gencebay bizim jenerasyonun liderliğini üstlendi. Sazıyla kendini kabul ettirdi. Virtüözdür. Başka bir tavır getirdi bağlamaya. Fikirleri de çağdaş. Arif usta da halk müziğindeki öncülerimizden biri. O da kuralları değiştirdi. Unutulmaya yüz tutmuş zenginliklerimizi çıkardı. Halk müziği enstrümanlarını yeniden inşa etti. Biz üç arkadaş kadim dostuz. Çok şeyler yapmak istedik, ama hâlâ çok bir şey yapamadık. Zaman eziyor insanı. Hayat çok çabuk bitiyor. Ömür ancak altmış-yetmiş sene. Bunun faal olarak 15 senesini kullanıyorsun. Uyku, istirahat, çocukluk dönemi, gençliğinde hiçbir şeyin kıymetini bilmediğin haylazlık dönemi var. 15 seneye ne sığdırabilirsin? Ben 700 civarında eser sığdırdım. 400 civarında da eskizim var.

Bu 700’ün içinde kaçının sözleri sizin?

500’e yakını benimdir. Gerisinde arkadaşlarımızın şiirlerinden kullanmışızdır… Eserin sözlerini ve müziğini yazdığımda, anatomisi derli toplu görünüyor. Kolu, bacağı, kafası, köprücük kemiği yerinde. Kaburgları sağlam. Kaval kemiği çatlak değil. Dengeli. Ama mesela şiiri başka biri, müziği başka biri yazdığında nakil yapıyorsun. By-pass olduğu belli. Söz ve müziği birlikte yaparsa besteci daha mutlu oluyor.

Bestelerinizi kimler okudu bu zaman zarfında? Saymaya başlasak epey sürer herhalde: Erkin Koray, Neşe Karaböcek, Mine Koşan, Biricik, Ferdi Tayfur…

Esengül, Adnan Şenses, Vahdet Vural, Müslüm Gürses…

Müslüm Gürses’in “Benim Meselem”i de sizin, öyle değil mi?

Evet. Orada bir şair arkadaşımız var, talebelerimden biri. “Hatırım çiğnendi, kalbim kırıldı” mısraını ekleyince, şarkının sözlerine Ali Mamaraşlı yazma ihtiyacı hissettim. Gerisi benim. Ama Ali’nin adını yazmam iyi oldu. Çünkü Ali’ye bir ara gazı verdi, “ben şiir yazabilirim” dedi. En son İbrahim Tatlıses’in okuduğu “Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali”nin sözlerini yazdı. Bazen arkadaşlarımıza ara gazı olsun diye böyle yapıyoruz. Ama değecek arkadaşlara yapıyoruz. Pas veriyoruz, “al da at” diyoruz. Bir atıyor, gol… Ve “vay anasına, golcü olabilirim diyor.

70’lerde kalıp Biricik’ten bahsedelim istiyoruz. O dönemdeki plaklarını çok seviyoruz, ama şimdilerde izini bulamıyoruz…

Biricik, Burhan Tonguç’un üvey kızıydı. Burhan Baba Adanalı. Biricik’in babası Muammer abi de Burhan Baba’nın teyzesinin oğlu. Muammer abi tumba çalardı, Burhan Baba davul… Ben Burhan Baba’yı tanıdığım yıllarda, İstanbul’da kendimi kanıtlamaya çalıştığım yıllardı, Burhan Baba Beyrut’tan gelmişti.

Niye gitmiş Beyrut’a?

Ferit El Atraş’ı bilirsiniz. Lübnanlı bir prens. Meşhur besteci, ses sanatçısı, ud çalar. Burhan Baba, Ferit El Atraş’ın gazinosunda davul, timbal çalıyor. Kimi zaman Ferit El Atraş’a da eşlik ediyor… Aynı dönemde ben de, Halit Araboğlu’yla beraber gelen Müslüm Gürses’e “Özür Diliyorum Senden / Sevda Yüklü Kervanlar” plağını yapıyorum. Müslüm 14-15 yaşlarında o zamanlar. Burhan Baba yaz tatilinde Adana’ya geliyor, Müslüm’ün 45’liğini alıyor, Beyrut’a gidiyor. Orada dinlerken Ferit El Atraş ona diyor ki, “bu çocuk aynı benim ses tınılarımı taşıyor, iyi bir şarkıcı olacak”. Burhan Baba o yıllar içinde İstanbul’a geldi, tanıştık. Bize ritmi öğreten hocamız oldu… Bu arada, barak havalarının ustası, Neşet Ertaş’ın en çok sevdiği yorumculardan Arap Hüseyin, benim Yılmaz İpek ustamın ustasıdır. Halit Araboğlu’nun da babasıdır. Ben Hüseyin amcayı çocukluğumda Basmane’de bir kez gördüm. Ona bir bağlama yapmışlar, üstünde 74 perde var. Perdeden başka bir şey görünmüyor. Onu akord etti. Ama akord ederken neler çaldı, benim aklım başımdan gitti. Burhan Baba’nın Beyrut’ta olduğu zamanlarda, ben Hüseyin amcanın izini arıyordum. Hüseyin amca Şam Radyosu’nda çalıyormuş. Onun izini ararken Suriye’den buzukici Matar diye bir adama rastlıyorum. Yanında da Setrak diye darbukacı bir arkadaşı var. Hüseyin amcanın en büyük rakibi bunlar.

O dönemlerde farklı tarzlardaki bütün yenilikçi insanlar Etiler civarında evlerde denemeler yapıyorlar. Siz de aralarındasınız, değil mi?

Biz o sırada Orhan Gencebay’la Etiler’de Güvercin Sokak’ta oturuyoruz. Burhan Baba da bir ileriki sokakta. Biricik aramızda yetişiyor. Vedat’la Mine de orada, Moğollar orada, Cem Karaca orada. Tam teşkilat. Atış serbest. (gülüyor)

İsmet Sıral da oralarda galiba…

İsmet de oralarda. Okay Temiz, Cezmi Başeğmez, Onno Tunç… Kardeşi Arto da aramızda büyüdü. Metronom grubunda Biricik yetişti. Küçücük daha, vokal yapıyor, Muammer abiyle Burhan Baba’nın arasında perküsyon çalıyor, sesi de çok güzel. Mine’nin şarkılarının İstanbul Plak’tan çıktığı zamanlar. O zamanlar Gencebay’la Kervan Plak’ı kurduk İstanbul Plak’tan ayrılarak. Benim katkım müzisyen olaraktı. Mine bize plak yapamayacağını söyleyince dedik ki, “Biricik’e plak yapalım”. Ve yaptık. Hatta o yıllarda Sezen Aksu İzmir’de, büyükannem Ülfet hanıma maniküre, pediküre gidiyor. Annem bana telefon açıyor, “burada kara kuru bir kız var, bunu alın yanınıza” diyor. Ülfet hanım, İzmirli plakçı arkadaşımız Fedai’yi araya sokmuş, “torunum Özere söylüyorum, oralı olmuyor, al bu kızı İstanbul’a götür” demiş. Sezen’i bana getirdi Fedai. O zaman Atilla Özdemiroğlu’yla Şanar Yurdatapan’ın kurduğu Şat Yapım’a gittik. Sezen’in ilk 45’liğini orada yaptık, “Haydi Şansım”… Aslında Kervan Plak’ta çıkacaktı, ama Gencebay dedi ki, “hem Biricik’e hem de Sezen’e yapmayalım”. Sezen arabesk okumaya gelmişti buraya. Bak, nereden neler çıkıyor şimdi…

Biricik’ten devam edelim…

‘74’te Biricik’e 45’lik yaptık, “Aşk Bence Sen Demektir / Dermansın Gel”. Çok sevildi. Arkasından longplay’ler geldi. Tesadüfler dedim ya, iyi şeye tesadüf ederseniz, çok güzel bir görüntü oluyor duvarda. Kötü bir şeye tesadüf ederseniz fotoğraf kötü oluyor. Sanırım Biricik uygun olmayan ortamlarda kötü şeylerle tefadüf etti. Müzik hayatı da bitti belki. Biz de haber alamıyoruz.

Erkin Koray’ın da Kervan Plaklı yılları var… “Cümbür Cemaat”in sözü müziği sizin, değil mi?

Evet. Orada bir espri vardır: “Es cümbürü cüm cümbürü bürücüm”… (gülüyor)

Kimi anlatıyor “Cümbür Cemaat”in sözleri? O “gidip de gelmeyen” kimdir?

Hani İzmir’de küçük abim var ya, akordeonunu düşürdüm ya, sonra bana “saz çalmayı bırak” dedi ya, o abim Kemal, “şurup” içmeyi çok severdi. Hep bir cebinde tuzlu leblebi vardı. Bazen rakı bulamadığı zaman güneşin altında şarap içerdi. Güneşin altında şarap içilir mi? O inadına içerdi. Bir an evvel sarhoş olmak için. Çok komik bir adamdı. Ben o şarkıda “dün yine seni andık” diye yazmıştım, o sırada yurtdışındaydı, “sen yoksun aramızda / şüphe var kafamızda”. Nerelerdesin? Haber vermiyorsun, adresin de belli değil, nereye kayboldun gibilerinden… Aralarda bir de “es” veriyorduk… (gülüyor)

Siz de sever misiniz “şurup” içmeyi?

70’li yıllarda çok içerdim. Şimdi bıraktım, sigarayı bile. Yaşlılığı kabullenip tadını çıkarmak ve hayattan bir nefes daha istifade edebilmek için bazı şeylerden fedakârlık edeceksiniz.

70’lerin başla elektro bağlamanın yoğun olarak kullanılmaya başlandığı yıllar. Herkese soruyoruz, farklı cevaplar alıyoruz. İlk elektro bağlamayı kim kullanmıştı?

O güne kadar sazlar oyma olduğu için arkaları kapalı. Biz orayı deldirip mikrofon sokuyoruz. Sonra mendille kapatıyoruz, ama ötüyor. Bir gün eşik altına, pikap iğnesi gibi kristal uçlardan takmayı düşündük. Tutmadı. O sırada Erkin Koray’ın “Hey gidi goca dünya / Kızları da atın askere” plağını yapıyorduk. Gencebay bağlama çalacak. Erkin dedi ki, “elektro gitar manyetiğini bağlamanın üzerine koyalım, elektro yapalım”, ilk elektro bağlama Erkin Koray’ın gitarının manyetiklerinin Orhan Gencebay’ın bağlamasına takılmasıyla elde edilmiştir. Onunla da “Hey gidi goca dünya” çalınmıştır. Bu böyle biline.

Yurtdışında yaşamaya ne zaman karar verdiniz?

Türkiye’de yapılan müzikten tatmin olamama başladı bende. Türkiye’de çoksesli müzik yoktu. En çoksesli müzik, arabesk dedikleri, bizim orkestraların yaptığı müziklerdi, ki popüler oldu, ama yetmiyordu. Dışarıdan plaklar getiriyorduk. Karajan’ı, Ravi Shankar’ı, Menuhin’i inceliyordum. 1976 yurtdışına ilk firarımdır. Gelmemek üzere gitmiştim. İşe Werner Müller’le başladım. Köln’de WDR’de çalışıyordu. Bizdeki Nevzat Atlığ gibi bir hoca. Alman klasik müziğinin patronlarından biri. Benim hocam, Werner Müller’in arkadaşı Prof. Hans Graff’dı. Zürih’te onun asistanlığını yaptım.

Sonra Berlin’e gittim. Karajan’ın etrafında 13 ay çöplerini topladım, Berlin Filarmoni provaları sırasında. Estrüman bakım atölyelerini gördüm, kayıtlarını inceledim… O yıllarda Ensemble Oriental’ı kurdum. Türk halk müziğini Batılı müzisyenlere çaldırdım. Geçen gün televizyonda bir konser vardı, Ankara’da yaşayan Japonlar Türk müziği öğreniyorlar ve konser veriyorlar. Japonlar Türk müziği okuyor, Türkler de Japon müziği. Çok enteresan, çok güzel. Ben Fransız, Alman, Avusturyalı, Çekoslovak, Macar ve Türklerden oluşan bir orkestrayla Türk müziği yaptım. Doğulu olarak bir bağlama ve darbukaydı. Diğerleri Batılıydı, hem enstrümanları, hem de kendileri. Bir çello, bir saksofon, bir keman, bir bas gitar, bir bağlama ve bir darbuka. “Ben sana yandım Zühtü”, “Hey gidi goca dünya”, “Süt içtim dilim yandı”… Ama aralarda caz, doğaçlama kaptırıyoruz. Bremen Senfoni Orkestrası’yla konserler verdik. Üniversitelere çağırırlardı. Üç de longplay çıkardık. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde o orkestrayla 200’e yakın konser verdik. ‘76 ile ‘84 arası… Sonra Türkiye’ye geldim. Evlenmiştim. Eşim ikinci çocuğumuza hamileydi.

Türk mü eşiniz?

Evet. Psikoterapisttir. Alkol ve uyuşturucu bağımlılarını tedavi eden bir merkezde çalışıyordu. Neo-Naziler “siyah saçlılar, yabancılar dışarı” diye kampanya başlatınca, beş yaşındaki kızımız Beste etkilenmesin diye Türkiye’ye dönme kararı aldık.

Buraya geldiğinizde ortam nasıldı?

Döndüğümde, “benim geldiğim nereden belli olacak?” diye düşündüm. Tuttum, orkestranın yazı şekillerini değiştirdim, kemanlara göre bir tarz geliştirdim. Onno’nun da dikkatini çekti. Ona derdim ki, “Batı sazlarının içine Türk sazlarını solist olarak koyalım”. O bunu uyguladı. “Hadi bakalım kolay gelsin”le bu işi patlattık. Onu Sezen’e okutmuştuk. Onno’nundur o çalışma…

Buraya döndükten sonra yaylı orkestrayı değiştirmek, daha armonik yazmak ve çaldırmak istedim. Piyasada, senfoni harici müzisyenler yazıları okumakta zorluk çektiler, ama sonunda başardık. Şimdi hepsi çok iyi birer müzisyen. Artık onların çocukları da yetişiyorlar. Nereden buluyorlarsa, benim eski yazdığım orkestral parçaları da fotokopi yapıp dağıtıyorlarmış aralarında. Hoşuma gidiyor…

Ben yaylılarla uğraştım. Bir de mümkün olduğu kadar Batı müziği ritmleri üstüne Türk müziği enstrümanları kullandım. Bugün de modadır. Bütün pop sanatçısı arkadaşlarımızın çalışmalarına bakınız, mutlaka kanun, kaval, bağlama, darbuka vardır. Eskiden yoktu bunlar. Ben dışarıda şunu farkettim arkadaşlar: Bizim müziğimiz teksesli müzik. Biz çoksesli müziği hâlâ öğrenmeye çalışıyoruz, öğrenemiyoruz. Fransız arkadaşım estetik cerrahı Philippe de Funes bir gün bana dedi ki…

Hani Erkin Koray’la grup kurmuştu…

Tabii. Ünlü aktör Louis de Funes’in oğlu. Philippe bana bir gün takıldı. “Ya hoca, hep araştırıyorsun, bütün akorların kareköklerini çıkarıyorsun, akorun köklerini ne yapacaksın? Dünyanın en güzel müziğini sen yapıyorsun.” Nedir dünyanın en güzel müziği? “Teksesli müzik” dedi. Dünya şu anda teksesli müziğin peşinde. Bizim müziğimiz de teksesli müzikte hakikaten büyük bir birikim. Benim gelecekte yapmak isteyeceğim şey, halk müziklerimizi çoksesli hale getirebilmek. Nasıl olabilir? Teksesliliğini bozmadan… Eldeki repertuara bakarsak, onu Türk Beşleri yapmışlar. Ama az materyal bulabilmişler. Bakmışlar ki materyal yetmiyor, kendi sonatlarını, konçertolarını yazmaya gayret etmişler. Ben ne yapabilirim, yapabileceksem eğer? Fırsatını bulursam, halk müziği kökenli besteler yapabilirim. Onları caza uyarlanabilecek şekilde değerlendirebilirim.

Türkiye, müziği hep biraz kamplara bölünmüş olarak yaşadı. Bir tarafta mutlak Batıcılar var ve arabeske karşılar. Arabeskçiler de benzeri bir dışlama içinde. Sizin iki tarafın da tam göbeğinde olmanız büyük şans… Mesela 70’lerde arabeske olan tepkileri nasıl göğüslüyordunuz?

Biz Arif Sağ, Özer Şenay ve Orhan Gencebay olarak çok çalıştık, çok emek verdik. Bize “tu kaka” dediler. Radyolara sokmadılar. “Yoz müzik yapıyorlar” diye horladılar bizi. Oysa biz bağlamacıydık. Türk sanat müziğinde de beste yapıyorduk, halk müziğinde de. Ama o zamana kadar Türk müziğinde yapılan kayıtların hiçbirinde ne bas gitar ne de davul vardı. Biz halk müziği çalarken de bası, davulu getirdik. Onno bizim ilk bas gitarcımızdı. İlk davulcumuz Burhan Baba’ydı, ilk klavyecimiz, gitarcılarımız, Zafer Çotal, Cengiz Coşkuner’di. Biz bunu birleştirdikten sonra bir baktık ki, yaylı sazlar az. Bizim coğrafyamıza baktığımız zaman, Kahire bizden önde…

Flamenko kültürüyle bizim Avşar kültü birbirine çok yakın. Birisi gitarla çalınan hali, diğeri bağlamayla. Aynı mahallenin değişik sokaklarında dolaşan üç-beş tane delikanlıyı düşünün yani…

Kahire’yle bizden önce kim ilgilenmiş? Saadettin Kaynak, film müzikleri yapmış. “Aşkın Gözyaşları” diye Abdülvahab’ın eserini Türkçeye çevirmiş. Saadettin Kaynak kimmiş? Sultanahmet Camii’nin baş imamıymış. Çok güzel sesli bir adam. Besteci aynı zamanda, ilk uyarlamalar öyle yapılmış. Bize “Kahire’den müzik çalıyorsunuz, hırsızsınız” diyen adamların gizli gizli müziğimizi dinlediklerine çok şahit olduk. Sonradan bize dediler ki, “Evet, biz sizin yaptığınız müzikleri dinliyorduk. Boş bir tarafınızı yakalamak istiyorduk, ama bulamadık. Kusura bakmayın”. Biz de onlara dedik ki, “o müziğin ismini arabesk diye biz koymadık, bizim yaptığımız Türk müziğidir. Kaldı ki Arapların yaptığı müzik de Türk müziğidir. Bağdat da Türk müziği çalıyor, Kahire de…” Onlar 400 sene bizim kültürümüzle yaşadılar. Hep kültür alışverişi oldu. Bizim onlara, onların da bize sanat yönünden sirayetleri oldu.

Kahire’de, devlet konservatuarının kurucusu Abdülhalim Noveyra hocamızın evine gitmiştik, Mine Koşan ve Vedat Yıldırımbora’yla beraber. Noveyra Baba, “biz Türk müziğini çalıyoruz bizim orkestralarla. Siz utanmadan İstanbul’dan geliyorsunuz, bizim şarkılarımızı öğrenmeye çalışıyorsunuz. Biz İstanbul’u çalıyoruz” demişti… Mısır’daki farklılık şu: Mısır’ın Fransız ekolünü transfer etmesi bizden yetmiş sene öncesine dayanır. Onlar çoksesli müzikte bizden önde… Madem arabesk müzik “tu kaka”, o zaman Mısırlılar da Türk müziği yapmasın. Hâlâ konservatuar imtihanlarında Türk peşrevlerini, saz eserlerimizi soruyorlar… Gencebay’ın, benim ve Arif Sağ’ın çalışmaları bir gün etüd edilecek olursa görülecektir. Bizden önce sivri olan Türk Beşleri vardı, çağdaş müzikte. Biz de kendi bünyemiz içinde, Türk Üçleri olarak belki anılırız. (gülüyor)

İstanbul’un ve Anadolu’nun o dönemden bu yana kozmopolit yapısını unutmamak gerekiyor, değil mi?

Türk müziğinin içerisinde de Orta Asya’daki kopuz kültünün, Dede Korkut Destanı’nın yeri var. Türklerin gelenek ve göreneklerinde, getirdiklerinin yanısıra, burada ilave ettiklerini hesaba katmalıyız. Onlar da bu hamurun içinde. Düşünün ki, yüzlerce yıl Akdeniz Türk gölü olmuş. Bilgi alışverişi yapmışız. Akdeniz kültürlü olmak, medeniyetlerin devamlılığını getirir. Bütün medeniyetler, bütün dünya tarihi Akdeniz çevresinde olmuş. Anadolu köprü. Hep buradan gelmiş geçmiş bir yığın medeniyet. Demek ki Akdenizli olmak, doyumsuzluk mânâsına gelebilir… İspanyol halk müziğine bakın arkadaşlar. Flamenko diye bir hadise var orada. Kırşehir’de de bozlak var. (sazıyla birkaç örnek çalıyor) Flamenko kültürüyle bizim Avşar kültü birbirine çok yakın. Birisi gitarla çalınan hali, diğeri bağlamayla. Aynı mahallenin değişik sokaklarında dolaşan üç-beş tane delikanlıyı düşünün yani…

Bizim de serbest çalışmalarımızı yaparken Türk sanat müziğini, Türk halk müziğini ve Batı müziğini hatmetmemiz ve onu bağlamayla yansıtmaya çalışmamızın yadırganmaması lâzım. Dönüp arkama baktığımda, bıraktığımız izlerde karanlık bir şey yok. Tualimizdeki renkler, berrak, şeffaf. Pembe pembe gibi duruyor. Sarı da sarı gibi…

“Türk Üçleri” meselesini biraz açabilir miyiz? Siz bu konuda ciddisiniz çünkü.

Evet. Onun öyle değerlendirileceğine şahsen inanıyorum. Deforme olmamış bir hayatın, hümanizmi baştacı etmiş bir düşüncenin devamından yanayım ben. Arkadaşlık, yardımlaşma… Bizim Anadolu’da bir köy kültürü vardır, imece kültürü. Sanatta da böyle olmalı. Bir koreograf, bir halk oyunları şefiyle arkadaş olabilmeli. Bir yağlı güreşçi, bir golfçüyle rahatlıkla arkadaşlık yapabilmeli. Niye Jimi Hendrix’in gitar solosunu ben yapmayayım, gitar çalıyorsam? Jimi Hendrix İngilizse İngiliz, ben de Türküm. Madem dünyada yaşıyoruz, illa Jimi Hendrix mi çalmalı o gitarı? Türk de çalmalı, Nijeryalı gitarist de çalmalı. Kültürde hudut olur mu? Kültürün bayrağı, milliyeti olur mu? Sanat ne için? Bütün insanlık için yapılan bir şey değil mi? Futbol mesela, İngilizler bulmuş, bu sene Kore’de ve Japonya’da dünya şampiyonası yapılacak. İngilizler buldu diye hep İngiltere’de oynanmıyor.

“Bu müziğin ismini arabesk diye biz koymadık” diyorsunuz. Orhan Gencebay da sık sık aynı şeyi söyler ve ısrarla “serbest çalışma” tabirini kullanır. Bu lafı ilk kim telaffuz etti?

Gencebay.

“Arabesk” denmesine tepki olarak mı kullandı, yoksa başından beri adı böyle mi kondu?

Rahmetli Şerif Yüzbaşıoğlu’nun 70 ‘li yıllarda bana sorduğu bir soru vardı: “Oğlum sen bağlama çalıyorsun. Ama bağlamayla kanun taksimi yapıyorsun. Bir de minörü, majörü de götürüyorsun. Sen bağlamacı mısın? Gitarcı mısın? Kanuncu musun? Nesin sen? Sonra bestelerine bakıyorum, folklorik koku var, makamsal ifadeler var, ama akorların da var. Bir de yazıyorsun. Davulu da yazıyorsun, bası da. Ne yapıyorsun oğlum sen?” Ben de o zaman demiştim, “Şerif abi, kendimize göre serbest çalışmalar yapıyoruz”. Daha sonra bu “serbest çalışma”, bazen de “özgün çalışma” ifadesi, içimizdeki en sivri kişilik olan Gencebay’ın dilinde doğrulandı.

Rock’la ilginiz ne düzeyde? Hendrix’i örnek verdiğinize göre epey aşinalığınız var.

Çok severim. Uriah Heep’i severim, işte Led Zeppelin, Jimi Hendrix, Bob Marley… 68 kuşağı dediğimiz Moğollar, Kardaşlar, Dadaşlar gibi grupların olduğu yıllarda, Seyhan Karabay, Cahit Berkay, Taner Öngür, Sedat Avcı, Asım Ekren, Okay Temiz gibi insanların yanında müzisyen olarak da bulunuyordum. Gitar-bağlama pozisyonunda, Anadolu rock pozisyonunda bağlama çalıyordum. Bu arkadaşlara hep daha sıcak oldum. Rock’la olan dostluğum o yıllarda başladı. O bitmez. Devam edecek. Kravatlı bir rocker olunabileceğini de kanıtladım. Rockçular da kravat takabilir, fular takabilir. Saçlarımı da iki hafta önce kestirdim. Keşke iki hafta önce gelseydiniz. Şöyle bir pozisyonum vardı. (omuzlarını işaret ediyor)

Fularınız her zaman boynunuzda mıdır? Çok yakışmış…

Ara sıra takıyorum işte. Genç olmak istediğim zamanlarda… Adamdan olayım hesabı. (gülüyor) Hay allah… İşte rock müzikle arkadaşlığım öyle. Bütün branşlardaki kişilerin birbirlerine saygısı olmalı. Ama gerçekten olmalı yani. On yaşında bir çocukla seksen yaşında bir delikanlı karşılıklı oturup arkadaşlık yapabilseler… O zaman rock müzikçisiyle mevlit okuyan kişinin birlikte nargile içmesini hayal edebiliriz… Eskiden bir bağlama, bir gitar teli bulamayan bir jenerasyondan gelen ben, bugün bir halk müzikçiyle cazcının bir kafede oturup kapuçino içtiklerini rahatlıkla görebiliyorum. Eskiden bunları pek yaşayamadık. Bir popçuyla bir operacı bile bir araya gelemedi. Halbuki Batı kökenli her ikisi de, değil mi? Bugün var o. Birçok fedakârlıklar yapıldı. Aralarda ara kablolar bulundu. En azından bakın, bir sürü konservatuarımız oldu. Belediye konservatuarlarını saymazsak, 1974’te İTÜ’deki Türk Müziği Devlet Konservatuarı’yla başladı. Kötü mü oldu? Yüzlerce talebe yetiştirdi konservatuarlar. Ama durup dururken yetmişin üzerinde üniversite kurduk. Bastırdık parayı, kurduk. Öğrencilerin hiçbirine laboratuar hazırlayamadan ellerine diplomayı verdik… Parayla kültür satın alınmış oldu. Üniversite kurmakla olmuyormuş. Esas arena, uygulama sahasıdır. Okullar değil.

Umutlu bir tablo çizdiniz ya, inşallah siz haklısınızdır. “Birtakım ara kablolar bulundu” dediniz. Tam tersine, bazen mevcut ara kablolar da kopuyor gibi geliyor bize. Demin anlattığınız Etiler atmosferi türünden deneysel bir kültürel ortam bugün pek yok.

Bence şu anda bütün dünyada müziği bozan bir bilgisayar ortamı var. Elektrikten müzisyen olmaz ki. Edison sayesinde oluyor her şey. O bilgisayardaki orkestra, yemek istemiyor, kahve istemiyor, refakat parası istemiyor. Bedava hepsi. Sen çellistsin, sen gitaristsin, sen davulcusun… Vallahi ben sizin yaptığı işi tek başıma Edison’la yapıyorum. Halbuki etle enstrüman sevişmeli. Beyin ve yürek de onlara ortak olmalı. Şahidi olmalı. Oradan müzik çıkmalı… Bir ara beni Ozan Çolakoğlu çağırmıştı. Bir şeyler dinletti. Yaylı sazları bir dinliyorum arkadaş, ne biçim çalıyorlar, biliyor musun? Ordu gibi! “Bunlar bilgisayar mı oğlum?” dedim, evet baba” dedi, “şimdi bunlara loop diyorlar; senin sazından da yapayım mı?” diye sordu. Bana tıngır mıngır bir şeyler çaldırdı, loop’ladı onu. Sonra makineden bağlamayla bir taksim çaldırdı. Bir baktım, hakikaten ben çalıyorum. Aynı benim mızrabım gibi. Dedim, “oğlum bunu ben mi çalıyorum?” “Sen çalıyorsun tabii hocam.” (gülüyor) Ben de bazen bilgisayarla müzik yapıyorum, ama yapmak istemiyorum. Bilgisayarda bir sürü ritmler var. Ne yapayım ben o kadar ritm aletini? Perküsyoncu bir arkadaş otursun, koltuğa şöyle vursun, bana daha çok zevk veriyor. İnsan hissedecek, düşünecek ve uygulayacak. Edison çok faydalı, ama kalkıp da bir klarinetçi ya da bir davulcu gibi olmasın. Edison Edisonluğunu bilsin. Çellist de çellistliğini.

Konuşmanın en başında ikinci adamlığın nimetlerinden söz ettiniz, ama sizin de birinci adam olmak istediğiniz anlar olmuş herhalde. Bizde bir 45’liğiniz var: “Sen mi Bendesin / Derdi Sevdiren.”

Hay allah. (gülüyor) Tek plak yaptım, Türküola için. O zamanlar Türküola’nın müzik direktörlüğünü yapıyordum Türkiye’de ve yurtdışında. Patronumuz, güzel abimiz Yılmaz Asöcal bir gün bana demişti ki, “herkese şarkı besteledin, o kadar plaklar yapıyorsun, kendine yapmıyorsun”. Sesim güzel değil, plak okuyamam, yorumcu değilim. “Hatıra olarak bana bir 45‘lik yap.” Bir yaz günüydü. Sanırım 1977 yılıydı. Özer Şenay olarak sesimin olduğu o tek 45’liğin kaydı için arkadaşları plajdan toplamıştık, mayolarla çalmıştık. (gülüyor)

Almanya yıllarınızda Türküola adına da çalıştınız mı?

Tabii, Almanya’da da çalıştım. Amerika’yla da ilgilendim. Mesela Arif (Mardin) abi çok istemiştir Amerika’ya gitmemi ve onun asistanı olmamı. Ama olmadı. Türkiye’ye döndükten sonra “ben serbest çalışmak istiyorum” dedim, Türküola’dan ayrıldım. O gün bugündür serbest çalışıyorum.

Serbest çalışarak, serbest çalışmalar yapıyorsunuz…

(gülüyor) Evet, serbest çalışarak, serbest çalışmalar…

Roll, sayı 64, Mayıs 2002

^