“KAHVERENGİ VEBA”NIN GÜNCEL SURETLERİ

Foti Benlisoy
14 Mart 2023
"High Noon"da Gary Cooper
SATIRBAŞLARI

Bizde “Kahraman Şerif” adıyla bilinen High Noon (1952), tüm zamanların en iyi western filmlerinden biri olarak nitelenir. Senaryosunu Carl Foreman’ın yazdığı, Fred Zinnemann’ın yönettiği film, ilk bakışta kişisel tutarlılık, cesaret ve azmin önemine ilişkin, politik imalardan yoksun bir “kovboy” hikâyesidir.

Will Kane (Gary Cooper), Hadleyville kasabasının şerifidir ve müstakbel eşi Amy (Grace Kelly) ile evlenip emekli olmaya hazırlanmaktadır. Ancak, Will’in yıllar önce yakalayıp hapse gönderdiği azılı bir cani olan Frank Miller’ın serbest bırakıldığı ve intikam almak için kasabaya geri dönmekte olduğuna dair haberler şerifin planlarını alt üst eder. Will kalıp kasabayı Miller’a karşı korumaya karar verir, Miller ve çetesiyle yapılacak mücadelede kendisine katılacak yardımcılar aramaya başlar.

Fakat Şerif Kane’in tüm çağrıları yanıtsız kalır. Kasabadaki hemen herkes çeşitli gerekçelerle Miller ve çetesine karşı Kane’e yardım etmeyi reddeder. Filmin en kritik sahnelerinden birinde, şerif kilisedeki ayine katılır ve kasaba halkından Miller’la yapılacak mücadeleye destek olmalarını ister. Başta herkes şerifi destekler gibidir, ama kısa zaman sonra kilisedeki tartışmanın havası değişir. Frank Miller ve çetesiyle bir silahlı çatışmaya girişmek kasabaya yatırım yapmak isteyen kuzeyli işadamlarının hevesini kıracaktır. Bu nedenle Hadleyville için en hayırlısı, Miller’la çatışmaktan kaçınmak, onun dönüşüyle oluşacak yeni duruma uyum göstermektir. 

“High Noon” faşizmin tekerrürüne dair hayli karamsar ve ürkütücü bir varsayımda bulunur: Geri gelen faşizmi belki daha da korkunç kılan, antifaşizmin gerilemiş olması, dolayısıyla da faşizmle uzlaşmanın, faşizmi normalleştirmenin pekâlâ gerçekçi bir seçenek haline gelmesidir.

Neticede, Şerif Kane, Miller ve çetesiyle tek başına mücadele etmek zorunda kalır. Bir Quaker olan Amy bile dini inançlarını öne sürerek şerifin yanında yer almaz. Kane, Frank Miller ve adamlarını alt eder (ona sadece, şiddet karşıtlığının Miller gibiler karşısında anlamı olmadığını anlayıp fikir değiştiren Amy yardım eder). Filmin sonunda, Kane ve Amy kasabayı terk ederken, şerifin göğsündeki yıldızı koparıp kasaba halkının riyakârlığına bir tepki olarak yere atmasını izleriz.

High Noon, Senato’ya bağlı Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’nin bir Holywood kara listesi oluşturmasının ve komünizmle bağlantılı olduğu iddia edilen kişilerin sektörden tasfiyesine girişilmesinin ardından çekilmişti. Filmin senaryo yazarı Carl Foreman da bu şüphelilerden biriydi. Bu bağlam dikkate alındığında, High Noon’u faşizmin tekerrürüne dair bir alegori olarak yorumlamak pekâlâ mümkün. Bizzat Foreman, daha sonra, Frank Miller’ın Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi, Hadleyville kasabasının da Hollywood yerine geçtiğini söyleyecekti.

Aslında Frank Miller tıpkı faşizm gibi bir kez yenilmiştir. Ancak, anlaşılan bu yenilgi kati değildir. Miller bir süre sonra geri gelecektir, tıpkı faşizmin, bu defa McCarthy’cilik formunda geri gelişi gibi. Üstelik, daha önce faşizme karşı savaşmış, yani Miller’a karşı şerifle birlikte mücadele etmiş insanlar, bu kez faşizm/Miller ile bir uzlaşı arayışındadır. Mesele sadece korku değildir. Kilisedeki tartışma sahnesinde söz konusu olduğu gibi, “ekonomik büyüme” ya da “ilerleme” argümanları tekerrür eden faşizmin normalleştirilmesi için seferber edilebilmektedir artık.

High Noon faşizmin tekerrürüne dair hayli karamsar ve aslında ürkütücü bir varsayımda bulunur: Geri gelen faşizmi belki daha da korkunç kılan, antifaşizmin gerilemiş olması, dolayısıyla da faşizmle uzlaşmanın, faşizmi normalleştirmenin pekâlâ gerçekçi bir seçenek haline gelmesidir.[1]

Brezilya’dan Gelen Çocuklar

Alında High Noon istisnai bir örnek sayılabilir. Faşizmin tekerrürü ihtimali sinemada çoğu zaman faşizmin / Nazizmin bir biçimde “dirilişi”, faşist canavarlığın eski bedeninde insanlığın karşısına yeniden çıkması olarak ele alınmıştır. Örneğin, Franklin J. Schaffner’in yönettiği The Boys From Brazil (1978) filminde, Gregory Peck’in canlandırdığı meşum Dr. Mengele öncülüğünde bir Nazi teşkilatının Hitler’in klonlarını III. Reich’ı diriltmek amacıyla yetiştirdiğine tanık oluruz. Adolf Hitler’den aldığı kan örneğiyle onun 94 genetik kopyasını üretip dünyanın dört bir yanına dağıtan Mengele’nin amacı, kendi deyişiyle, “1990’lar, 2000’ler için hazırlanmış orijinal bir Hitler yaratmak”tır.

Schaffner’in üç Oscar ödülü alan The Boys From Brazil’i aynı temayı ele alan filmlerden ayrılan nitelikli bir örnektir. Dünyanın ıssız bir köşesinde Nazizmi diriltmek için çılgın deneyler yapan sadist Nazi bilimadamı teması aslında sıklıkla düşük bütçeli B-filmler âleminin konusu olmuştur. Örneğin, Birleşik Krallık yapımı The Frozen Dead (1966) filminde Dr. Norberg adlı Nazi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dondurduğu Nazi savaş suçlularını yirmi yıl sonra canlandırıp Nazizmi diriltmeye çalışır.

The Boys From Brazil‘de Gregory Peck

1968 yapımı They Saved Hitler’s Brain (“Hitler’in Beynini Kurtardılar”) adlı filmdeyse habis Nazi bilim insanları, ileride Nazizmi canlandırmak için Hitler’in beynini çalıp muhafaza etmeyi becerirler. 1970’lerin ortalarında yayınlanan bir televizyon dizisi olan Wonder Woman’ın bir bölümünde, kahramanımız Adolf Hitler’in bir klonu öncülüğünde IV. Reich’ı kurmaya çalışan Nazilerle mücadele eder.

Alistair MacLean’in aynı adlı romanından uyarlanan 1989 yapımı River of Death’te ise yine kaçak bir Nazi bilimadamının öncülüğünde Amazon’un ortasında III. Reich’ı diriltmeye çalışan Nazilerle karşılaşırız.

Benzer bir şekilde yenilmiş/ölmüş faşizmin “zombi” suretinde dirilmesi teması “pulp” romanlar ve bilhassa korku türünden B-filmler âleminde bir hayli popüler olmuştur. Aslında, daha savaş sürerken ve Nazizmin akıbeti meçhulken, 1941 yılında çekilen bir zombi-komedi filmi olan The King of Zombies’de, zombileri Amerikalı subaylardan istihbarat sızdırmak için kullanan Dr. Sangre çıkar karşımıza. Savaştan sonraysa, faşizmin “yaşayan ölüler”, yani zombiler olarak yeniden insanlığın karşısına çıkması teması, zombi filmlerinin adeta bir alt türüne dönüşür ve günümüze kadar gelir.[2]

Antifaşist konsensüs

Bu filmlerin çoğu, Marx’ın büyük tarihsel olayların önce trajedi olarak cereyan edip daha sonra bir fars olarak tekerrür ettiğine dair alaycı ifadesini andırırcasına, herhangi bir gerçeklik hissi uyandırmaktan uzak, hatta bazen düpedüz gülünçtür. Faşizmin geri gelme ihtimali belki de gerçekten çok zayıf görüldüğünden olacak, bu filmler ne kadar ürkütücü olmaya çalışsalar da ikna edicilikten yoksundur. Faşizmin tekerrürü tehlikesini hatırlatsalar da, tersinden aslında bir tarihsel anomali olarak tahayyül edilen mağlup edilmiş faşizmin gerçekçi bir güncel seçenek olarak insanlığın karşısına dikilmesi ihtimalinin zayıflığını hatırlatırlar.

Bunun belki de en önemli nedeni, faşizmin tekerrürünün pek gerçekçi görünmediği bir çağa ait olmalarıdır. High Noon’un işaret ettiği tehlike, yani antifaşizmin güç kaybederek sahneyi faşizme bırakması, McCarthy’cilik örneğindeki gibi, kimi önemli geri çekilişler yaşanmışsa da pek olacak şey değildi. Soğuk Savaş devrinde, Nazi artıklarını kullanma ve neo-Nazi grupları sola ve işçi hareketine kaşı seferber etme yönündeki girişimlerle ne kadar tırpanlanmış olsa da, antifaşizm, III. Reich’ın yenilgisinden sonra çoğu demokratik rejimin paylaştığı bir ethos’tu.

Enzo Traverso’nun deyişiyle: “Antifaşizm, ideolojik ve politik bölünmelerin ötesinde tehdit altındaki uygarlığı savunmak gibi müşterek bir hedefe sahipti. Faşizm ile antifaşizm, her biri kendi değerlerini, kuruluş mitlerini, anma törenlerini, bayraklarını, marşlarını ve ritüellerini seferber ederek karşı karşıya gelmişti. Faşist güce ilişkin politik dine karşı antifaşizm, insanlığın, demokrasinin ve sosyalizmin sivil dinini çıkarmıştı. Hıristiyanları ve ateist komünistleri, liberalleri ve kolektivistleri istisnai ve zorunlu olarak geçici bir tarihsel bağlamda bir arada tutmayı mümkün kılan ortak ethos buydu.[3]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve “sosyalist blok”un çözülmesiyle birlikte, giderek faşist terörle antifaşist direniş arasındaki farkı muğlaklaştıran, faşist şiddetle antifaşist özsavunmayı adeta özdeş sayan bir tutum yaygınlaştı. “Post-antifaşist paradigma” antifaşizmi artık geçmişte kalması gereken ideolojik dogmatizmin bir yan ürünü addediyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşizmin mağlubiyeti, bu ethos’un bütünüyle bir kenara bırakılması ve faşizm öncesi statükoya otomatik dönüş anlamına gelmiyordu. Birbirinden farklı siyasal hareketleri ve toplumsal eğilimleri belirli bir tarihsel konjonktürde bir araya getirmiş bir çimento olarak antifaşist birliğin savaş sonrasında da aynı şekilde devamı mümkün değildi elbette. Ancak, antifaşizm savaş sonrasında bu farklı ve birbirleriyle çelişen siyasal akım ve toplumsal eğilimlerin içerisine hareket ettiği kamusal alanın sınırlarını önemli ölçüde belirlemeye devam etti.

Soğuk Savaş’ın başlamasıyla “antifaşist ittifak” dağılmış olabilirdi, ama antifaşist birlik, Eric Hobsbawm’ın hatırlattığı üzere, “bazı bakımlardan kalıcı oldu. İdeolojik olarak Aydınlanma’nın ve Devrim Çağı’nın paylaşılan değerlerini ve özlemlerini temel aldı: akıl ve bilimin uygulanmasıyla ilerleme; eğitim ve popüler hükümet; doğumu ya da kökeni temel alan eşitsizliklere son verilmesi; geçmişten çok geleceğe bakan toplumlar.”[4]

Bu iddiaların çoğu kâğıt üzerinde kalmış olsa da “savaş sonrası konsensüs”, faşizmin tanımlayıcı politik-programatik karakteristiklerinin gayrimeşru addedilerek savaş sonrası siyasal atmosferin kıyısında kalmasını sağlıyordu. Faşist güçler zaman zaman “komünist tehdide” karşı seferber edilseler de siyasal alanın meşru bir bileşeni olamazdı. Savaş sonrasının antifaşist konsensüsü siyasal meşruiyetin dış sınırlarını tayin etmeyi uzun yıllar boyunca sürdürdü.

Luciano Canfora, demokrasinin tarihi üzerine kaleme aldığı çalışmada, antifaşizmin demokrasinin derinleşmesinde kritik bir işlev gördüğünü vurgular. Canfora’nın belirttiği üzere: “Anti-faşizm (kurumlar açısından son derece verimli olan) bir dizi yıl boyunca, en başta faşizmi doğurmuş olan eski ‘liberal demokrasileri’ yeniden canlandırmamak gibi ortak bir amaç doğrultusunda, faşizme karşı savaşmayı seçtikleri için faşizmden sağ çıkmayı başarmış siyasi kültürler için ortak bir zemin sağladı.”[5]

Savaş sonrasına sirayet ettiği ölçüde, antifaşist konsensüs faşizmi yaratan toplumsal ve siyasal koşullara geri dönüşün önünü tıkamayı hedefliyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında demokrasinin tüm kısıtlarına karşın hem siyasal hem de toplumsal açıdan görece derinleşmesini sağlayan husus, antifaşist mücadele ve birliğin açığa çıkarmış olduğu toplumsal enerjiydi.

The Madmen of Mandoras (1963) filminde Hitler’in Nazilerce dünyayı yeniden fethetmek için saklanmış kafası

Anti-antifaşizm

Bu durum 1980’lerle birlikte değişmeye, savaş sonrası konsensüste çatlaklar oluşmaya başladı. Antifaşizmin toplumsal omurgasını oluşturmuş işçi hareketinin gerileyişi, devrimci ve radikal solun uzatmalı krizi ve dahası, faşizm ile komünizmi iki “totalitarizm” olarak eşleyen liberal antitotalitarizmin yükselişi, eski antifaşist mutabakatın temellerini zayıflattı. Antifaşizmin “kahverengi totalitarizmle” eşdeğer addedilen bir “kızıl totalitarizm” olarak damgalanan komünizmle özdeşleştirilmesi, onun meşruiyet iddiasının altını oydu. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve “sosyalist blok”un çözülmesiyle birlikte, giderek faşist terörle antifaşist direniş arasındaki farkı muğlaklaştıran, faşist şiddetle antifaşist özsavunmayı adeta özdeş sayan bir tutum yaygınlaştı. 

Bu görüşe göre, antifaşizm “komünist totalitarizmi” örtmeyi, komünizmin “suçlarını” perdeleyerek ona samimi demokratlar nezdinde sempati kazandırmayı hedefleyen bir mit, bir ideolojik vasıtaydı. Antifaşistler Stalin’in “kullanışlı aptalları”ndan ibaretti. Antifaşizm komünistlere “iktidarı ele geçirmek olan nihai hedeflerini maskeleme imkânı sağlayan”, karşıtlarını bastırmak için elverişli bir mazeret sunan bir propaganda aletiydi.[6] 

Antifaşist geleneğin bir İtalya, Yunanistan ya da Fransa kadar tarihsel derinliğe sahip olmadığı Türkiye’de, 1990’lı yıllardan itibaren “post-antifaşist” paradigma kanıksandı. MHP hızla muteber bir siyasal aktör halini aldı. Ülkücülük merkeze adeta hücum ederek “pop” bir kisveye büründü.

“Post-antifaşist paradigma” olarak adlandırılan bu görüşler bütünü, antifaşizmi artık geçmişte kalması gereken ideolojik dogmatizmin bir yan ürünü addediyor, antifaşist “mitlerin” dağıtılması gereğini öne sürüyordu.[7]

Güya değer yargılarından bağımsız ve “tarafsız” olma iddiasındaki yeni bir tarihyazıcılığı faşist ve antifaşist şiddet arasında eşdeğerlik olduğunu iddia etmeye, antifaşist “suçları” görünür kılmaya koyuldu. İtalya’da faşistlerin ve antifaşist direnişçilerin, Yunanistan’da Naziler ve işbirlikçilerinin terörüyle antifaşist direnişin, İspanya’da Frankocularla cumhuriyetçilerin silahlı mücadelesi eşitlendi.

Faşistlerin de, antifaşistlerin de aynı anda hem “fail” hem de “kurban” addedildiği bir “antifaşizm sonrası” söylem medyada giderek daha fazla alıcı buldu. Enzo Traverso’nun dediği gibi, “anti-totaliter simetri artık kusursuzdur, ve bunun sonucu, tamamen farklı nitelikteki suçları birbirine katarak […] kurbanların eşitliğini ‘uğruna öldükleri davaların eşitliği’ne dönüştürmek”tir.[8]

1980’lerden itibaren, “uğruna ölünen ve öldürülen davaların” farklılığına dair kritik ayrım giderek unutuldu, unutturuldu. Faşist şiddetle antifaşist özsavunmanın eşdeğer kılınmasıyla birlikte faşizm de utanılacak bir şey olmaktan çıktı, “ayıp” sayılmaz oldu. Faşist geçmişe ilişkin sinizm ve görecelilik giderek yaygınlaştı. 2003 yılında, İtalya başbakanı Silvio Berlusconi’nin “Mussolini o kadar da kötü değildi aslında” diyebilmesini sağlayan işte bu koşullardı.[9] Kökleri klasik faşizmde olan siyasal eğilimlerin olağanlaşarak ana akımlaşması böylece mümkün hale geldi.

Antifaşizmin gerileyişi, faşizmin çeşitli hallerinin siyasal merkezi kuşatıp işgal etmesiyle sonuçlandı. Bu süreçte Nihal Atsız gibi açıkça ırkçı figürler dahi yeniden keşfedilerek saygınlık kazandı ve merkeze taşındı.

Bu durum Doğu Avrupa’da çok belirgindi. Soğuk Savaş sonrasında Ion Antonescu (Romanya’nın II. Dünya Savaşı dönemindeki lideri), Jozef Tiso (Slovakya’nın “klerikal faşist” lideri), Miklós Horthy (Macaristan’ın savaş dönemindeki lideri), Ferenc Szálasi (Macaristan’daki faşist Ok Haç Partisi önderi) ya da Stepan Bandera (Ukrayna’daki savaş zamanı faşist örgütlenmenin lideri) gibi savaş suçluları ve Nazizm işbirlikçilerinin itibarı iade edildi, onları anma etkinlikleri düzenlendi, adları caddelere verildi, heykelleri dikildi. Dahası, antifaşist hafıza mekânları olan anıt ya da mezarlıklara yapılan saldırılarda bu dönemde artış yaşandı.

Özgür Sevgi Göral’ın Mostar’daki Partizan Mezarlığı’nda yedi yüzden fazla mezarın tahrip edildiği faşist saldırıdan hareketle yazdığı gibi: “Klasik antifaşizmin anıtları, mezarlıkları ve ölülerinin fiziksel ve politik olarak tahribi bu hareketlerin alameti farikası. Yükselen (yeni) faşizmler kendilerini her tür anti faşizm anıtının karşısında konumlandırır; klasik faşizmin ölümle olan takıntılı ilişkisini tekrar ederek anti faşizmin sembollerini ve faşizme direnmiş ya da faşist şiddetin tahrip ettiği tüm kesimlerin ölülerine, mezarlarına saldırmaya önem verir.[10]

Mostar Partizan Mezarlığı’nda tahrip edilen mezarlar

“Ülkücülüğün” normalleşmesi

Benzer bir süreç Türkiye’de de söz konusu oldu elbette. 1960’ların sonunda başlayıp 1970’lerde yaygınlaşan faşist şiddetin bir “sağ-sol çatışması” şeklinde tanımlanması, özellikle 12 Eylül askeri darbesinin ardından yerleşiklik kazandı.

“Sağcı” gençlerin de, “solcu” gençlerin de “karanlık odakların” kurbanı sayıldığı bu anlatının 1980’lerden itibaren hızla yaygınlaşması, “ülkücülüğün” ve MHP’nin rehabilite edilmesinde kritik bir rol oynadı. Faşist terörü antifaşist direnişle eşdeğer kılan bu yorumlama biçimi, bir yandan faşist şiddetin kurbanlarının anısını depolitize etti, diğer yandansa faşistlerin makûl ve meşru siyasal aktörler olarak yeniden tanımlanmasını kolaylaştırdı.

Yeni ve eski suretleriyle faşizm 50’lerin, 60’ların, 70’lerin dünyasındaki gibi “ürkütücü” bir imge olmaktan çıktı, anaakımlaştı. “Neo”, “proto”, “post” sıfatlı türlü faşist akımların semirdiği, muhafazakâr akımların sağa doğru radikalleştiği, radikal sağın siyasal yelpazenin tümüne sirayet eden bir basınç uyguladığı bir dönem böylece mümkün oldu.

Oysa söz konusu olan elbette bir “sağ-sol kavgası” değildi. Faşist şiddetin failleri “kandırılmış”, ama “idealist” gençler filan da değildi. Faşist şiddet gelişen toplumsal hareketleri sindirmeye dönük terörizmin açık bir örneğiydi. Ömer Laçiner, 1970’lerdeki faşist şiddetin özgünlüğünü ve ona karşı bir direniş olarak gelişen karşı-şiddetle olan ve bugün büyük ölçüde unutturulmuş niteliksel farkını şu şekilde vurguluyor:

1960’ların sonlarından itibaren, her yılın yazında, MHP güdümünde açılan komando kamplarında eğitilen, yakın dövüş, suikast, pusu, bomba teknikleri öğretilen ülkücü gençler, sol dalganın yükseldiği üniversite ve liseler ile işçi hareketleri üzerine salındı. Öğrenci ve kitle hareketlerinde ölümlerin, silahla öldürmelerin fitili böylece ateşlenmiş oldu.

Bu durum çok geçmeden sol öğrenci hareketini de silahlı savunmaya itti. Ama 1971 Mart’ına kadarki dönemde, ilk ‘ülkücü’ öldürüldüğünde o zamana kadar ‘ülkücü’ler tarafından pek çoğu pusu kurularak otuzu aşkın devrimci genç öldürülmüştü. 1973 sonrasında solcu/devrimci – milliyetçi/ülkücü çatışması daha da sertleşip yaygınlaşarak 12 Eylül’e kadar sürdü ve öldürülenlerin toplam sayısı binleri buldu, ama oran pek değişmedi.

Ve eklemek gerekir ki, öldürülen ülkücülerin/milliyetçilerin –pek az istisnayla– hepsi silahlı vuruşmaların kurbanı olmuşken, sol/devrimci cenahtan pek çok kişi milliyetçiler tarafından pusu kurularak, planlı suikastlerle, bombalı saldırılarla ya da, Malatya, Maraş ve Çorum’da olduğu gibi, önceden tasarlanmış kitlesel linç kışkırtmalarıyla öldürülmüşlerdir. Bu yöntemler onların alâmet-i farikaları gibidir.”[11]

Antifaşist geleneğin zaten örneğin bir İtalya, Yunanistan ya da Fransa kadar tarihsel derinliğe sahip olmadığı Türkiye’de, bu süreç 1990’lı yıllardan itibaren hız kazandı, “post-antifaşist” paradigma kanıksandı. Türkeş ana akım medya tarafından “bilge lider” olarak anılır oldu, MHP hızla muteber bir siyasal aktör halini aldı. Ülkücülük merkeze adeta hücum ederek “pop” bir kisveye büründü.

Can Kozanoğlu ülkücülüğün popülerleşerek normalleşmesi sürecini şöyle tarif ediyordu: “MHP’nin milliyetçiliği, stadlardan sokaklardaki futbol konvoylarına, asker uğurla­ma törenlerinden konserlere, aktif, tantanalı, çoğu zaman da eğlenceli biçimlerde dışavurulan bir milliyetçilik halini almıştı. Cazipti.[12]

2010’larla birlikte Nihal Atsız kitapları da popülerlik kazandı

Kozanoğlu’na göre, 1990’larda “ülkücülük” giderek daha esnek hale gelmiş, kendini farklı bağlamlara adapte edebilme kabiliyeti hayli gelişmişti:

Ülkücü kimliği, camiye ve kışlaya, ayrıca stada, konsere ve yatağa ‘serbest giriş’ sağlıyordu. Gereğinde Doğu’ya, gereğinde Batı’ya çevrilebiliyor, hoşgörü edebiyatında rakip tanımazken şiddet duygularının tatminine de imkân sağlıyordu. (…) Ülkücü kimliği bir ‘üst aidiyet’ şemsiyesi olacaktı. Fenerli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı, popçu, Ferdici, Müslümcü, cuma namazlarını kaçırmayan, oruç bile tutmayan, çırak, öğrenci, gecekondu garibanı, lumpen, Bağdat Caddesi fırlaması… ‘Milliyetçi’ olmak koşuluyla, her Türk’e kapı açıktı.

Devlet suçlarının yerli dizilerde militarist bir övünç nesnesi haline getirilebilmesi ya da tribünlerde “Yeşil” ve “Beyaz Toros” pankartlarının açılabilmesi bu normalleşmenin, faşizmin farklı renk ve suretleriyle ana akımlaşmasının bir ürünü.

Kürt hareketine bir tepki olarak milliyetçilik yükseliyor­du, pop çağı kültürü yaygınlaşıyordu, o kültürün gençleri adı konmuş bir kimlik arıyorlardı ve MHP, siyasi merkez boşalırken, hem merkeze yanaşarak eski kötü imajını sil­meye çalışıyor hem de merkezin dışında, sosyolojik anla­ma yüklenerek siyaset yapmayı deniyordu. Ortam, o eski kötü imajın silinmesine, MHP’nin ürkütücülükten sıyrıl­masına müsaitti.[13]

Medya MHP’nin merkeze taarruzunu, “ürkütücülükten” sıyrılma hamlesini o yıllardan itibaren istikrarlı bir biçimde destekledi, “ülkücülüğün” ana akımlaşması sürecine iştah ve şevkle çanak tuttu. Medya organlarında Kürt meselesini bir “etnik iç savaşa” dönüştürmediği (!) için MHP’ye teşekkür etmek gibi insanın kanını donduran yorumlar yaygınlaştı. Tanıl Bora bu süreçte medyada hâkim olan ve MHP’ye dönük her türden siyasal rezervi bir nevi “dogmatizm” ya da “değişimi anlayamamak” olarak mahkûm eden “asabi MHP muhibi” söylemi haklı olarak “anti-antifaşizm” olarak tanımlıyordu:

Antianti-faşizm denebilecek bir tabu, bu. MHP’yle ilgili, değişti güzelleşti destanından gözü kamaşmamış her türlü yorum, içeriğini ölçüp tartma gereği duymaksızın, bağnaz bir MHP karşıtlığı, dogmatik bir anti-faşistlik hamâseti olarak damgalanıyor.[14]

5 Mart 2023’te oynanan Amedspor maçında Bursaspor tribünlerinde Beyaz Toros, Kurtlar Vadisi dizisi karakteri Pala ve Yeşil pankartları

“Ülkücülüğün” normalleştirilmesine dönük her türlü itirazı marjinalleştiren bu “anti-antifaşizm” giderek kanıksandı, egemen hale geldi. Hikâyenin gerisi malûm ve bu yazının sınırları dışında. Günümüzde kökeni MHP’ye uzanan bir dizi siyasal parti gerek iktidarı, gerekse muhalefet içi dengeleri böylece belirler hale geldi: “Kök” faşizme doğru bir dönüş yaşayan MHP, “post-faşist” olarak tanımlanabilecek çelişkili bir dönüşüm içindeki İyi Parti ve rahatlıkla “neo-faşist” olarak tanımlanabilecek Zafer Partisi.

Antifaşizmin gerileyişi, faşizmin çeşitli hallerinin siyasal merkezi kuşatıp işgal etmesiyle sonuçlandı. Bu süreçte Nihal Atsız gibi açıkça ırkçı figürler dahi yeniden keşfedilerek saygınlık kazandı ve merkeze taşındı.

Bu durum, geçmişte faşist şiddetin hedef aldığı siyasal eğilimlerin dahi “ülkücülüğü” meşru addedip içermeye çalıştığı bir sonuca yol açtı. Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yakın zamanda çeşitli vesilelerle sarfettiği şu cümleler, “post-antifaşizmin” ne ölçüde mesafe katettiğinin açık bir işareti:

Günümüzün çoğul ve esnek faşizmi farklı kalıplara rahatlıkla girip çoğalabiliyor, ilk bakışta birbiriyle çelişkili, ama son tahlilde birbirini besleyen siyasal konumlar alabiliyor. Bursa’da Amedspor’u hedef alan provokasyon ya da deprem bölgesinde kimi grupların göçmen avına çıkması, tehlikenin elle tutulur yakınlıkta olduğunun güncel işaretleri. 

Ben bütün ülkücüleri seviyorum. Ülkücülük ne demektir? Bir insanın ülküsü kadar değerli bir şey olabilir mi? Vatan ülküsü, bayrak ülküsü, insan sevgisi, bütün herkesi kucaklamak. Eğer bunlar ülküyse ben de ülkücüyüm. Ne var bunda yani?[15]
Eğer benim bildiğim vatanseverlikse ülkücülük, bayrak severlikse ülkücülük; bir numaralı ülkücü benim, milliyetçi de benim.”[16]
CHP’de çok ciddi sayıda ülkücü arkadaşımız var. İsterseniz tanıştırırım, gerçek ülkücü görürsünüz.”[17]
“Açık ve net söylüyorum, ülkücü kardeşlerime de söylüyorum: Sizin yeriniz Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
[18]

Post-antifaşist konsensüsün bu her yanı kaplayan ağırlığının belki de en trajik örneklerinden biri, 17 Haziran 1980’de, CHP Nevşehir İl Başkanı avukat Zeki Tekiner’i katledenleri azmettirdiği için hüküm giymiş Ömer Ay’ın İyi Parti Nevşehir İl Başkanı yapılmasının CHP tarafından sessizlikle geçiştirilmesi, dahası bizzat Kılıçdaroğlu’nun Nevşehir ziyareti esnasında Ay’la görüşmesiydi. Zeki Tekiner’in kızı Aylin Tekiner’in vurguladığı gibi, “celladını taltif, takdir ve terfi” ettiren, “celladıyla siyaset yapmakta beis görmeyen” bu “politik aymazlığın” faşizmin suçlarını normalleştirmekteki rahatlığı ürkütücüdür.[19]  

Zeki Tekiner ve Yavuz Yükselbaba’nın cenaze töreninde dönemin CHP genel başkanı Bülent Ecevit ile Rahşan Ecevit

Faşizm sığınağı

“Anti-antifaşizm” neoliberal karşı devrimin tamamlayıcı bir unsuru, onun eşlikçisi aslında. Sermayenin önüne 20. yüzyılın ikinci yarısında konan bütün sınırları berhava eden neoliberalizm, demokrasinin toplumsal temellerinin yıllar içinde tahrip olmasına yol açtı. “Anti-antifaşizm” de faşizmin muhtelif suretlerini bu tahribat sürecinde diriltme ve normalleştirme imkânı buldu.

Sonuçta, yeni ve eski suretleriyle faşizm 1950’lerin, 60’ların, 70’lerin dünyasındaki gibi “ürkütücü” bir imge olmaktan çıktı, ana akımlaştı. “Neo”, “proto” ya da “post” sıfatlı türlü faşist akımların semirdiği, muhafazakâr siyasal akımların sağa doğru radikalleştiği, radikal sağın siyasal yelpazenin tümüne sirayet eden bir basınç uyguladığı bir dönem böylece mümkün oldu.

Faşizmin normalleşmesi, faşizmin suçlarına dair hafızanın da tahrip edilmesi anlamına geliyor. Özgür Sevgi Göral’ın hatırlattığı gibi, “neo-faşist hareketlerin en önemli politika akslarından birini, sömürgecilik nostaljisi, Holokost ve soykırım apolojisi, inkârcılık ve devlet suçlarını üstlenerek hamasi bir milliyetçilik ve militarizm övgüsüyle özetlenebilecek bir ‘geçmişle gurur duyma’ çerçevesi olarak tanımlayabiliriz.”[20]

İşte devlet suçlarının yerli dizilerde militarist bir övünç nesnesi haline getirilebilmesi ya da tribünlerde “Yeşil” ve “Beyaz Toros” pankartlarının açılabilmesi bu normalleşmenin, faşizmin farklı renk ve suretleriyle ana akımlaşmasının bir ürünü.

Clara Zetkin 1923 yılında, faşizmin “siyaseten başını koyacak yeri olmayanların bir tür sığınağı” haline geldiğini yazıyordu. Böylece faşizm, sadece krizle başı dönmüş “orta sınıfları” değil, “sosyalizme ve hatta kendi sınıflarına dair inançlarını yitirmiş” emekçi kesimleri de ardından sürükleyebilmişti.[21]

Farklı koşullarda, ama benzer bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Günümüzün çoğul ve esnek faşizmi farklı kalıplara rahatlıkla girip çoğalabiliyor, ilk bakışta birbiriyle çelişkili, ama son tahlilde birbirini besleyen siyasal konumlar alabiliyor. Bursa’da Amedspor’u hedef alan provokasyon ya da deprem bölgesinde kimi grupların göçmen avına çıkması, tehlikenin elle tutulur yakınlıkta olduğunun son güncel işaretleri sadece. 

İşin kötüsü, High Noon’daki karamsar ihtimalin gerçek olması, ellerini kollarını sallayarak aramızda dolanan günümüz Frank Miller’larının artık makûl ve muteber siyasal aktörler halini alması, etrafımızın faşizmin iktidardaki ya da muhalefetteki versiyonlarıyla kuşatılmış olmasıdır. Michael Löwy’nin hatırlattığı üzere, “kahverengi vebanın” bu yeni dalgasıyla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair sihirli bir formül yok: “Geçmişin anti-faşist geleneklerinden –uygun bir eleştirel mesafeyi muhafaza ederek– ilham almalıyız, ama aynı zamanda bu fenomenin yeni biçimlerine yanıt verebilmek için neleri yenilememiz gerektiğini de bilmeliyiz.[22]

Faşizmin güncel suretlerinin çoğulluk ve esnekliğine uyarlı, güncel bir antifaşizmle bu kuşatmayı yarmak, “post-antifaşizmin” faşizmi sıradanlaştırmasına itiraz etmek hepimizin boynunun borcu. Aksi takdirde, deprem bölgesinde ya da Bursa’da tanık olduğumuz üzere, milliyetçiliğin bir başka “kara baharıyla” karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacak.


[1] Hank Kennedy, “ ‘Do not forsake me, comrade’ The continuing relevance of High Noon”, Tempest, 31 Aralık 2022

[2] Zombi-Nazi filmlerine dair daha detaylı bir tartışma için bkz. Foti Benlisoy, “Bonapartist ‘Zombi Faşizm’”, 1+1 Express, 25 Eylül 2021

[3] Enzo Traverso, Ateş ve Kan –Avrupa İç Savaşı: 1914-1945, çev. Onur Gayretli, Heretik Yayınları, Ankara, 2021, s. 346.

[4] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 –Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 208.

[5] Luciano Canfora, Democracy in Europe A History of an Ideology, Blackwell, Oxford, 2006, s. 174.

[6] Örneğin, bkz. Stéphane Courtois, “Komünizmin Suçları”, Komünizmin Kara Kitabı içinde, çev. B. Tanatar, I. Özcan, Y. Topoyan, C. Odakan, E. Sunar, Doğan Kitap, İstanbul, 2000, s. 39-40.

[7] “Post-antifaşist” paradigmanın İtalya bağlamında ele alınışı için bkz. Luca Pocci, “Autobiografia di una nazione Memory and the Italian Resistance”, The Concept of Resistance in Italy (ed. Maria Laura Mosco ve Pietro Pirani) içinde, Rowman & Littlefield, Londra, 2017. Özellikle Avrupa’da hâkim olan “ulusal antifaşist” gelenek mitlerden azade değildi elbette. Faşizme karşı “tüm ulusun” seferber olup direndiğini varsayan ulusal antifaşist mitoloji, Holokost’un ya da sömürge karşıtı direnişlerin hafızasını bastıran, faşizmin “ulusal” köklerini yok sayan bir etkide bulunabilmişti.   

[8] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul, 2009, s. 39-40.

[9] David Renton, The New Authoritarians Convergence on the Right, Pluto Press, Londra, 2019, s. 29-32.

[10] Özgür Sevgi Göral, “Ölülerimiz Toplanacaktır”, Yeni Özgür Politika, 7 Ağustos 2022.

[11] Ömer Laçiner, “MHP’nin İstisna Hali”, Birikim, 26 Ocak 2023.

[12] Can Kozanoğlu, Pop Çağı Ateşi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 140.

[13] Kozanoğlu, age, s. 137-8.

[14] Tanıl Bora, “Neo-Faşizmin Yükselişi… Anti-Faşizmin Krizi… MHP Tartışmaları”,Birikim

[15] Kemal Kılıçdaroğlu: “Ben bütün ülkücüleri seviyorum”

[16] Kemal Kılıçdaroğlu: “Bir numaralı ülkücü benim”

[17] Kemal Kılıçdaroğlu: “İsterseniz tanıştırırım, gerçek ülkücü görürsünüz”

[18] Kemal Kılıçdaroğlu: “Ülkücülerin yeri CHP”

[19] Aylin Tekiner, “Bir politik aymazlık öyküsü: Celladını taltif, takdir ve terfi”, Bianet, 10 Ağustos 2020

[20] Özgür Sevgi Göral, “Geçmişin hayaletleri, bugünün bekçileri”, Bianet, 6 Ekim 2022

[21] Clara Zetkin, “The Struggle Against Fascism”

[22] Michael Löwy, “Ten theses on the far right in Europe”

^