BİYOÇEŞİTLİLİK SON SÜRAT AZALIYOR

Bülent Şık
13 Mayıs 2018
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin özgül gündeminden ötürü belki çok farkında değiliz, ama dünyanın en büyük sorunlarının başında iklim değişikliği ve küresel ısınma geliyor. Tarım ilaçları ve monokültür tarım gıda güvenliğini tehdit ederken, kimyasal atıklar doğanın dengesini alabildiğine değiştiriyor. Üstelik henüz dünyadaki türlerin altıda birini bile tanıyabilmiş değiliz. Ve bir şeyler yapmazsak, bu yüzyılın ortasında canlı türlerinin yarısı ortadan kalkacak. Yani, çok alâmetler belirdi: Başta arılar olmak üzere uçucu böceklerin hızla yok oluşu bu yönde en büyük işaretlerden biri. Bu böceklerin tükenişinin çevre ve gıda kaynakları üzerinde dehşet etkileri söz konusu. Biyolojik çeşitlilikteki vahim durumu mercek altına alıyoruz.

Desenler: Cath Hodsman

Yeryüzündeki biyolojik çeşitlilik hızla azalıyor. Biyolojik çeşitlilik tüm dünyada veya belirli bir bölgede yaşayan canlı organizmalar arasındaki farklılıkları ifade eder. Genetik çeşitlilik, tür çeşitliliği ve ekosistem çeşitliliği olmak üzere üç bileşenden oluşur. Son yıllarda moleküler çeşitlilik adı verilen yeni bir bileşenin de biyoçeşitlilik için çok önem taşıdığı vurgulanıyor.

Çeşitlilik doğal hayattaki düzensizlikler, beklenmedik felaketler, hastalık ve zararlıların artışı gibi olumsuz durumlara karşı hayatın devamlılığını sağlamak için bir güvencedir. Biyolojik çeşitlilik en temelde bir canlı türünün diğerlerinden farkına işaret etse de, aslında moleküler düzeyde bütün canlı türlerini birbirine bağlayarak, hayatın idamesi için gerekli madde ve enerji çevrimlerini mümkün kılan bir işlev görür. Bitkisel yaşamın sürekliliği için önemli olan tozlaşma, iklim süreçlerinin düzenlenmesi, toprak oluşumu ve verimliliği, gıda maddeleri, yakıt, lif, çeşitli kimyasal maddelerin üretimi, atıkların ve ölü unsurların giderimi gibi hayatın devamlılığı için vazgeçilmez önemde pek çok olay biyolojik çeşitliliğe yaslanır.

Yeryüzünde yaşayan canlı türü sayısını tam olarak bilmiyoruz. En son yapılan bir tahminde bu sayının 8.7 milyon olduğu belirtildi.[1] Eğer rakam doğruysa dünyada yaşayan canlı türlerinin sadece yüzde 14’ü tanımlanmış durumda. Ama bu tahminlere bakteriler ve bazı diğer mikroorganizmalar dahil değil. Onlar da işin içine katıldığında tür sayısının çok yüksek rakamlara ulaşacağı kesin. Yeryüzündeki mikroorganizma türü sayısının bir trilyon civarında olduğu tahmin ediliyor.[2]

Yeryüzünde yaşayan canlı türü sayısını tam bir kesinlikle bilmek belki de hiçbir zaman mümkün olmayacak. Mevcut sınıflandırma kataloglarına sürekli yeni canlı türleri ekleniyor. Ama giderek belirginlik kazanan ve yeryüzündeki hayatın geleceğini olumsuz etkileyeceği kesin olan bir başka gerçek var: Biyoçeşitlilik hızla azalıyor. Bu yüzyılın ortalarına gelindiğinde var olan canlı türlerinin yarısının yok olacağı tahmin ediliyor.[3]

Biyoçeşitlilik kaybı küresel ölçekte seyreden en önemli sorunlardan biri. Canlı türleri birbiriyle bağlantı içinde olduğu sürece hayatın devamlılığı mümkün. Devasa örgüden bazı türler çekildiğinde ya da yok olduğunda bunun yıkıcı etkileri diğer türler üzerinde de görülüyor. Bu konuda yakın zamanda Almanya’da yapılan bir çalışmada, yıkımın eşiğinde olabileceğimiz dile getiriliyor. Geçtiğimiz yıl ekim ayında yayınlanan bu çalışmada, Almanya’da korunaklı alanlarda son 27 yıl içinde uçucu böceklerin toplam biyokütlesinde yüzde 75 oranında bir azalma tespit edildiği belirlendi.[4]

Geçtiğimiz yıl ekim ayında yayınlanan bir çalışmada, Almanya’da korunaklı alanlarda son 27 yıl içinde uçucu böceklerin toplam biyokütlesinde yüzde 75 oranında azalma tespit edildiği belirlendi.

Kitlesel yok oluşlar

Popülasyon genellikle belli bir bölgede yaşayan aynı türe mensup canlıların birey sayısını ifade eder. Bir bölgede birden fazla canlı türü ayrı ayrı popülasyonlar oluşturabilir. Dolayısıyla biyokütle belli bir türün veya çeşitli türlerden oluşan bir canlı topluluğunun herhangi bir zamandaki toplam kütlesine verilen ad. Araştırmada ifade edilen biyokütle azalması arı, sinek, kelebek, kınkanatlı gibi çeşitli böcek türlerinin her birinin popülasyonundaki azalma anlamına geliyor. Bu durum bir türün hayatta kalması için en gerekli unsurlardan biri olan genetik çeşitliliğin tehlikeye girdiğine işaret eder. Bu da zaman içinde türlerin neslinin tükenmesinin çok olası olduğu anlamına gelir. Araştırmada korunaklı alanlarda gözlenen azalmanın dünya genelinde bir azalmaya işaret edeceği dile getiriliyor. Bu durum yeryüzündeki hayatın geleceği için bir dönüm noktası olabilir.

Uçucu böcek türlerinin biyokütlesinde gözlenen azalmanın ne gibi olumsuz sonuçlara yol açabileceği hakkında şunlar söylenebilir: Yeryüzündeki hayvanların yüzde 70’ini böcekler oluşturuyor. Böcek türleri birbirini kontrol eder, herhangi bir böcek türünün sayısal olarak çoğalması diğerleri tarafından engellenir. Biyolojik çeşitlilikteki azalmanın “insanlar için” dramatik etkilerinden biri, tarımsal faaliyetlere musallat olan “zararlıların” çeşit ve sayısında patlamalar yaşanması. Sadece böcekler değil, gıda ürünlerine zarar veren çeşitli mikroorganizmalar da, örneğin küfler de sorun oluşturabilir. Bu sorunlarla baş etmek için elde mevcut ve kullanılabilecek yöntemlerse, tarımsal ürün yetiştiriciliğinde belli bir bölgede tek ya da az sayıda bitkinin ekimi ve dikimi yapılmasına dayanan monokültür tekniğinin yaygınlığı nedeniyle sınırlı bir etkiye sahip olacaktır. Bu teknik tohum çeşitliliğinin azalmasına, toprağın yapısının bozulmasına ve kullanılan toksik tarım kimyasalları yüzünden su varlıklarının kirlenmesine yol açtığı için uzun bir süredir eleştiriliyor. Monokültür tekniğine dayalı tarım, gıda üretim kapasitesini zararlıların etkileri karşısında daha kırılgan bir yapıya evriltti. Bu üstesinden kolay gelinemeyecek bir sorun, ama çok daha büyük bir başka sorun var. O da, tozlaşmanın tehlikeye girmesi.

Dünya genelinde insanların yediği gıda kaynaklarının yüzde 35’i tozlaşmayı gerçekleştiren böcekler tarafından sağlanıyor. Bu kaynaklar gıda çeşitliğinin yüzde 65’ini temsil ediyor. Yabani bitkilerin yüzde 80’inin tozlaşma için böceklere bağımlı olduğu tahmin ediliyor. Tehlike sadece insanlar değil, diğer canlı türleri için de ciddi. Örneğin kuşların yüzde 60’ının besin kaynağı böcekler. Böceklerin yokluğu kuşların da yokluğu anlamına gelecek.[5] Kuşların yokluğu ise tohumlarını kuşlar vasıtasıyla tabiata yayan ağaç türlerinin ve o ağaç türleri üzerinde yaşayan sayısız canlının da yok olması demek. Daha başka nelerin yok olacağını tam mânâsıyla kavramaksa olanaksız. Dolayısıyla tozlaşma yapan böceklerde tür çeşitliliğini ve popülasyon büyüklüğünü korumak yeryüzündeki hayatı korumak anlamına geliyor. Burada iki kritik mesele üzerinde durmak gerekiyor: Uçucu böceklerde gözlenen kayıpların nedenleri ve bu kayba engel olmak için neler yapılabileceği.

Uçucu böcekler neden azalıyor?

Uçucu böceklerin azalmasının çeşitli nedenleri var. En önemli nedenlerden biri insanların yeryüzündeki yaşanabilir alanların büyük bir kısmına yayılması, kendi yaşam alanlarını diğer canlıların aleyhine büyütmesi. Bu büyümeye sadece nüfus artışı ya da kentleşme üzerinden bakmamalı; dikkate alınması gereken başka nedenler de var, örneğin madencilik, tarım ve çeşitli endüstriyel faaliyetler ve bu faaliyetler sonucu açığa çıkan atıkların yayılımı gibi. Son yüzyıl içinde olağanüstü miktarlara ulaşan toksik kimyasal kullanımı ve bunun yol açtığı kirlilik de önemli nedenlerden biri. 1930’lu yıllarda dünya genelinde 1 milyon ton olan toksik atık miktarı günümüzde 400 milyon ton civarında seyrediyor.[6] On binlerce toksik madde insan ve çevre sağlığı için ne gibi sorunlara yol açacağı ile ilgili herhangi bir araştırmaya tabi tutulmadan kullanıma sokuluyor. Kimyasal kirlenme sadece uçucu böcekleri değil, doğada yaşayan bütün canlı türlerini etkiliyor. Olumsuz etkilerinin yıldan yıla daha çok belirginlik kazandığı küresel ısınma ya da iklim krizi canlı türlerinin sayısının azalmasında önemli rolü olan bir başka neden.[7]

Canlı türleri sürekli var kalacak diye bir kural yok. Dünyadaki hayatın tarihi, belli dönemlerde yaşamış ve yok olmuş canlı türleriyle dolu. Biliminsanları belirli bir zaman aralığında kaç tane canlı türünün yok olmasının beklenmesi gerektiğine dair bir ölçü geliştirdi. Şu anda canlı türlerinin yok oluş hızı normalin 50 katına ulaştı. Bunu “Altıncı Kitlesel Yok Oluş” olarak tanımlayan çok sayıda biliminsanı var. Yeryüzündeki hayatın son 550 milyon yıllık dilimi içinde, göktaşı çarpması, süper volkanik hareketler ya da güneşin olağandışı faaliyetleri gibi nedenlerle canlı türlerinin soylarının tükenmesine neden olan beş büyük yok oluş olayı gerçekleştiği belirtiliyor.[8]

Günümüzde altıncı kitlesel yok oluş olarak nitelenen hadiseye insani faaliyetlerin yol açtığı düşünülüyor. Hangi nedenlerin biyolojik tür kaybına yol açtığını kesin olarak söylemek zor. Ama bu noktada doğruluk ve kesinlik tartışmaları değil, bu kötü gidişatın neden engellenemediği üzerinde daha çok durulması gerekiyor. Bu yüzden meselenin çerçevesini daraltmak bir zorunluluk. Dolayısıyla bir örnek olay üzerinden konuyu ele alarak onca bilgiye karşın biyolojik tür çeşitliliğindeki dramatik azalmaya neden engel olunamadığı sorusuna bir yanıt vermek olanaklı gözüküyor. Arıların dünya genelinde gözlenen kitlesel ölümlerine daha yakından bakarak hem uçucu böceklerdeki azalmanın nedenlerini hem de çözüm üretmekteki başarısızlıkların hangi noktalardan kaynaklandığını göstermek mümkün. Öyleyse dünya genelinde balarısı kolonilerinde gözlenen kitlesel arı ölümlerine odaklanalım.

Balarıları yok olduğunda

İnsanın bal ve balarıları ile kurduğu ilişki neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İspanya’da milâttan önce 8 binli yıllarda yapıldığı tahmin edilen, ilk bal avcılarını ve bal çalmak için kullandıkları aletleri gösteren bir taş resmi var. Sevilerek yenen besin maddelerinden biri olan balı üreten arılar, aslında doğal hayatın göz kamaştırıcı çeşitliliği ve devamlılığının sağlanması için vazgeçilmez bir öneme sahip. Tozlaşmanın gerçekleşmesinde en önemli rollerden birini arılar oynuyor. Tozlaşma, çiçekli bitkilerdeki erkek üreme organları olan polenlerin rüzgâr ve böcek gibi etkenlerle aynı türden bir başka çiçeğin dişi organının yer aldığı bölüme taşınmasıyla gerçekleşiyor. Dünya ölçeğinde gıda maddelerinin üçte biri, arılar gibi bitkisel âlemde çoğalmayı sağlayan böcekler vasıtasıyla meydana geliyor. Dolayısıyla arıların yok olması gıda üretiminde çok ciddi bir düşüşe yol açacak, felaket boyutunda bir olay. Bir semt pazarında görebileceğimiz bitkisel ürün çeşitliliğini yarı yarıya azaltacak bir felaket bu.

Arı ölümlerinden sorumlu olanların başında, daha önce de belirttiğimiz gibi toksik kimyasallar, arıların doğal yaşam alanlarının kaybı ya da küçülmesi, iklim değişikliği ve arılara musallat olan bazı parazitler geliyor.[9] Ancak son yıllarda bu yok oluştaki en önemli şüphelinin neonikotinoid (neonicotinoids) grubunda yer alan pestisitler olduğuna dair bir görüş birliği oluştu. Geçtiğimiz yıl dünya çapında yapılmış bir araştırmadan elde edilen bulgular neonikotinoidlerin arılara olan zararlı etkilerine dair şüpheleri daha da çoğalttı. Ama bu bulgulara değinmeden önce pestisitler hakkında kısa bir bilgi verelim.

Pestisitler 1950’li yıllardan bu yana tarımsal üretimde kullanılan toksik kimyasal maddeler. Sayıları 1000 civarında ve kimyasal yapılarına göre klorlu, fosforlu, ditiyokarbamatlı gibi çeşitli gruplara ayrılıyorlar. Dünya genelinde her yıl milyonlarca ton pestisit kullanılıyor. Pestisitler gıdalarda kalıntı bırakıyor ve bu kalıntının beslenme yoluyla insan vücuduna alınması sağlık sorunlarına neden oluyor.

Pestisitler doğadaki diğer canlılar için de büyük bir sorun. Tarımsal arazilere uygulanan pestisitlerin büyük bir çoğunluğu uygulama bölgesinden yüzlerce kilometre uzaklara taşınabiliyor. Herhangi bir bölgeye uygulanan pestisitlerin yüzde 80-90’lık kısmının ilk birkaç gün içinde uygulama bölgesinin dışına taşıp doğaya yayıldığı, yani havaya, suya ve toprağa, oradan da çeşitli canlılara geçtiği söylenebilir.[10] Kutup bölgelerinde yaşayan penguenlerin kanında bile pestisit tespit edilmesi bu yayılımın ne kadar geniş ölçekte gerçekleştiğini gösteriyor.

Pestisitlerin doğal hayata karışması bazı canlı türlerinin popülasyonlarını ciddi şekilde tehdit ediyor. En çok etkilenenler bitkisel dünyada tozlaşmayı, yani bitkilerin döllenmesini sağlayan ve “polinatör” olarak adlandırılan uçucu böcekler. Bu böceklerin en başında da arılar geliyor. Son on yıl içinde dünya genelinde gözlenen arı kolonilerindeki kitlesel ölümlerin nedeninin pestisitler olduğuna dair giderek artan kanıtlar var.

Biliminsanları belirli bir zaman aralığında kaç canlı türünün yok olmasının beklenmesi gerektiğine dair bir ölçü geliştirdi. Şu anda canlı türlerinin yok oluş hızı normalin 50 katına ulaştı. Bunu “Altıncı Kitlesel Yok Oluş” olarak tanımlayan çok sayıda bilim insanı var.

Büyük tehdit: Neonikotinoidler

Yapılan çalışmalar doğada çeşitli bitkilerin polen ve nektar gibi unsurlarında pestisitlerin kalıntısının bulunduğunu gösteriyor. 2012-2016 yılları arasında dünya genelinde çeşitli bölgelerden temin edilen ballar üzerinde yapılan bir araştırmada, analiz edilen balların yüzde 75’inin neonikotinoid grubuna ait pestisit kalıntısı içerdiği belirlendi.[11] Bu çarpıcı sonuç neonikotinoidlerin dünya genelinde çiçekli bitkilerin büyük bir çoğunluğuna bulaştığını gösteriyor. Sadece tarımsal alanlara değil, yaban hayata da büyük bir bulaşma söz konusu. Bu çalışmanın sonuçları uçucu böceklerin sayısındaki büyük azalmaya dikkat çeken çalışmayla birlikte ele alındığında, neonikotinoid kullanımının uçucu böceklerin sayısındaki azalmanın en önemli nedenlerinden biri olduğunu söylemek mümkün.

Neonikotinoid grubu pestisitler, 1990’lı yılların başından bu yana, zararsız olduğu iddiasıyla dünya genelinde en çok kullanılan pestisitlerin başında geliyordu. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), uzun tartışmalardan sonra 2013 yılında bu pestisitlerden bazılarının (clothianidin, imidacloprid ve thiamethoxam) kullanımına kısıtlamalar getirmiş, ancak nihai kararını 2018 yılı şubat ayında vereceğini açıklamıştı.

Toksik kimyasalların kullanımına sınırlamalar getirilmesi ya da bütünüyle yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar bazen onyıllar sürebiliyor. Örneğin neonikotinoidlerin arılara zarar verdiğini dile getiren ilk çalışmalar 25 yıl öncesine kadar gidiyor. Bu konuda 1999-2000 yıllarında yayınlanmış çok sayıda çalışma mevcut. Özellikle 2011’den sonra konuyla ilgili çalışmaların sayısında büyük bir artış gözleniyor.[12]

Özetle, bu kimyasal maddelerin zararını yirmi yıldan bu yana dile getiren çok sayıda çalışma var. Öyleyse bu kimyasal maddelerin kullanılmasına neden engel olunamıyor? Bu soruya, toksik kimyasalların zararı kesin olarak ispatlanmadığı sürece kullanılmasına bir sınırlama ya da yasak getirmenin genellikle mümkün olmadığı yanıtı verilebilir. İnsan ve çevre sağlığı ile ilgili konularda düzenlemeler yapmak, kararlar almak üzere oluşturulmuş politik kurumlar çok ağır hareket ediyor. Bu kurumların politik karar alma süreçlerini bilimsel doğruluğu ve kesinliği üzerinde uzlaşılmış verilere dayandırarak iş görmeleri ilk bakışta son derece akla uygun görünse de, kamu ya da çevre sağlığını koruma konularında gecikmiş kararlar zararların tazminini ya da onarımını çok zorlaştırıyor.

Elli yıllık bozuk düzen

Mevcut kanıtların sarih olmaması politik karar alma süreçlerini uzatıyor. Toksik kimyasallarla ilgili geçmişte tartışma konusu olan pek çok konuda gözlendiği gibi, çoğunlukla iş işten geçtikten sonra karar alınabiliyor. Bu tip konularda kesin kanıtlar toplamak bilimin doğasından kaynaklanan ciddi sorunlar içeriyor. İnceleme konusunun karmaşıklığı, birbiriyle ilişkili öğelerin neler olduğunu sınırlamaktaki zorluklar, bir toksik kimyasalın bir organizmaya girdiğinde nelere yol açtığını tam olarak bilememek, deneysel kanıtları toplamakta kullanılan analitik yöntemlerin yetersizliği gibi çeşitli etkenler zararlı madde ile yol açtığı sonuç arasında neden-sonuç ilişkileri kurmayı zorlaştırıyor. Mesele çoğu zaman oldukça belirsiz bir noktada duruyor ya da bir belirginlik kazanması yıllar sürebiliyor. Bu belirsizliğin piyasanın işine yaradığını, işleyişini kolaylaştırdığını düşünmek mümkün. İşin aslına bakılırsa, pratikte de öyle oluyor. Neonikotinoidler piyasaya sürüldükten sonra açığa çıkan sorunları tartışarak önlem alınıp alınmaması değil, bu pestisitlerin nasıl olup da bu kadar kolay piyasaya sürülebildiği üzerinde durmak daha doğru bir politik tutum olur. Bu pestisitler piyasaya sürülmeden önce tabiattaki tozlaşma yapan uçucu böceklere zarar verip vermedikleri araştırılsaydı, bugün bu sorun hiç ortaya çıkmayacaktı. Üstelik bu konuyu araştırmak çok zor değildi. Ama masraflı bir işti.

Neonikotinoid kullanımı yasaklandığında sorunun çözüleceğini düşünmek de ne yazık ki doğru değil. Uygulamada yasaklanan bir toksik kimyasalın yerine derhal bir başkası piyasaya sürülüyor. Zaman içinde o kimyasalın zararlarına dair bilimsel çalışmalar ve kanıtlar birikiyor, sonra yasaklansın / yasaklanmasın tartışmaları başlıyor… Süreç üç aşağı beş yukarı son elli-altmış yıldır bu şekilde işliyor. Neonikotinoid grubunda yer alan toksik kimyasal sayısı sadece yedi tane, oysa geçtiğimiz yüz yıl içinde dünya genelinde dolaşıma giren toksik kimyasal sayısının yüz bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bütün bunlar olurken bir yandan da dünyanın kitlesel ölçekte vuku bulacak bir yok oluşun eşiğinde durduğu giderek daha belirginleşiyor.

Herhangi bir bölgeye uygulanan pestisitlerin yüzde 80-90’lık kısmı ilk birkaç gün içinde uygulama bölgesinin dışına çıkıyor, yani havaya, suya ve toprağa, oradan da çeşitli canlılara geçiyor. Kutup bölgelerinde yaşayan penguenlerin kanında bile pestisit tespit edilmesi bu yayılımın ne kadar geniş ölçekte gerçekleştiğini gösteriyor.

Başka şansımız yok

İklim değişikliği, küresel ısınma, kimyasal kirlilik, deniz suyu sıcaklıklarının artışı gibi nedenlerle dünya genelinde gözlenen canlı türü kayıpları gezegendeki hayatı ciddi bir krize sokacak. Bu krizden çıkmak, gezegeni kurtarmak hâlâ mümkün mü, o bile belli değil. Bir şeyler yapmak konusunda çok geç kalındığı ortada. Yaşanan sorunlar herkesi aynı ölçüde etkilemiyor. Farkındalık yaratacak göstergeler de her yerde geçerli ve homojen bir yapıya sahip değil; üstelik öyle olsa bile sorunların çözümü için harekete geçirici bir etki ve kolektif tavır doğuracağının bir garantisi yok.

Öyleyse bunca çaba neden ya da bir çaba göstermenin hâlâ bir anlamı var mı diye sorulabilir. Bu soruya Chasing Coral (Mercanların Peşinde) isimli bir belgeselde yer alan bir biliminsanının sözlerini aktararak yanıt verelim.

Dünya deniz ve okyanuslarındaki mercan resifleri hızla yok olan canlı türlerinden biri. Bütün bir ömrünü bu resifleri incelemeye adamış, pek çok mercan resifini biyolojik bir tür olarak tespit etmiş, sınıflandırmış olan Charlie Veron, mercan resiflerinin yok olmasının kaçınılmaz olduğunu fark etmesine rağmen yine de bu sürece engel olabilmek için bir şeyler yapmaya devam ediyor olmasını şöyle gerekçelendiriyor: “45 yıldır dalıyorum. Tamamen yaşlanana kadar dalmaktan vazgeçmeyeceğim. İnsanları etkileyebildiğim sürece dalmaya devam edeceğim. Başka şansımız yok. Devam etmelisin. Mecbursun. Yoksa yaşlandığında kendini pek sevmeyeceksin. Ama şunu söyleyebilirsen kendini seveceksin: Olup bitenleri değiştirmeyi denedim.”

[6] Cribb J., 2017. Surviving the 21st Century, İsviçre: Springer International Publishing, s. 103-123.
[9] Potts S.G. et al. 2006. “Plant-Pollinator Biodiversity and Pollination Services in a Complex Editerranean Landscape”, Biological Conservation, Volume 129, sayı 4:519–529.
^