Ömer Faruk Gergerlioğlu ısrarla, yılmadan, tehditler karşısında pes etmeden cezaevlerindeki binlerce mağdurun sesi olmayı sürdürüyor. Ve rejimi çok rahatsız ediyor, dört koldan susturulmaya çalışılıyor. Yıllardır üzeri açılmayan cezaevlerindeki çıplak arama uygulamalarını dile getirmesiyle ve Boğaziçi Üniversitesi’nin kayyum-rektörüne karşı protestolara verdiği destekle son günlerde iktidarın hışmını iyice üzerine çekmişken Yargıtay da akıl almaz gerekçeli bir kararla hakkındaki iki buçuk yıllık hapis cezasını onayladı. Gergerlioğlu’nun kararlı, ayrım gözetmeyen, ilkeli hak ve adalet mücadelesi milletvekili seçilmesinin öncesine uzanıyor. 2018’in başında sözcüsü olduğu Hak ve Adalet Platformu 15 Temmuz 2016 Sonrası OHAL’de Yaşanan Toplumsal Sorunlar ve Hak İhlâllerinin Sosyal Boyutları araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı: Hukuksuzluk, toplumsal linç, tecrit, aşağılanma, ekonomik ve psikolojik yıkım… Bu vahim tabloyu kendisi de KHK ile kamu görevinden ihraç edilen ve hekimlik mesleğini yapması engellenen Gergerlioğlu ile konuşmuştuk. Bugün de katmerlenerek geçerliliğini koruyan söyleşiyi Express’in 159. sayısından naklediyoruz.
Hazırladığınız OHAL raporunu açıklamanızdan üç gün önce, 24 Aralık’ta, çok ciddi sonuçlar doğuracak iki yeni KHK Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Son KHK’leri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Vahim bir gelişme. Tamamen hukuk dışına çıkmış çok vahim bir Türkiye tablosu görüyorum. En çarpıcı olan, darbe veya terörle ilgili olaylarda müdahil olan sivil kişilerin yargıdan muaf tutulacağı maddesi. Kasımdaki KHK’da resmi görevliler için yargı muafiyeti getirilmişti, demek ki yeterli gelmemiş.
Bu maddeyle murad edilen ne sizce?
Paramiliter güçlere bir süredir önemli bir alan açıldığını biliyoruz. Tek-parti döneminde, darbe dönemlerinde, sonrasında yakın geçmişte paramiliter güçlerin işlediği faili meçhul kalan çok sayıda olayı, devletin bizzat görevlendirdiği kimselerle yurtdışındaki muhalifleri imha ettiği vakaları biliyoruz. Cumartesi Annelerinin gösterileri halen devam ediyor. 6-7 Eylül olaylarını, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını unutmuş değiliz. Gerçek failleri ortaya çıkarılmadan bu olayların hepsi kapatıldı. Bu vakalarda “göstericilerin heyecanı hoş görülmelidir” anlayışıyla karşılaştık.
Hrant Dink öldürülmeden bir buçuk yıl önce, 2005’te, Trabzon’da bildiri dağıtan devrimci gençlerin linç edilmeye kalkışılması üzerine, Tayyip Erdoğan “Halkımızın hassasiyeti çok önemli. Halkımızın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes tavrını belirlemeli, halkımızın milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır” demişti… Hep kollanan o hassasiyet bu KHK’yle açıkça yasal korumaya alınıyor…
“Halkın hassasiyeti” gibi ifadelerle birçok suç örtbas edildi. Hafızasında bunca acı olay olan bir toplumda, “darbe veya terör olaylarına müdahil olan sivillerin yargıdan muaf tutulmasını” getirmek ülkeyi ateş çukuruna yerleştirme ameliyesidir. Artık bu tür güçler istediklerini yapabilmelerinin önünde hiçbir engel olmadığını bilerek müdahil olacaklar. Bunun antrenmanları da yapıldı, yapılıyor. Malûm, dernek olarak kurulan Halk Özel Harekât (HÖH) büroları açılmaya başlandı. Alevi evlerinin kapılarına işaret konduğunu görüyoruz. Hrant Dink katledilmeden önce, onu katledenlerin nasıl teşvik edildiğini, cinayetten sonra katleden kişiyle polislerin nasıl poz verdiğini, Hrant katledilirken etrafta nasıl gözcüler olduğunu kamera kayıtlarıyla bile izledik.
“Halkın hassasiyeti” gibi ifadelerle birçok suç örtbas edildi. Darbe veya terör olaylarına müdahil olan sivillerin yargıdan muaf tutulmasını getirmek ülkeyi ateş çukuruna yerleştirme ameliyesidir.
HDP milletvekili Garo Paylan geçtiğimiz günlerde Avrupa’daki muhalif Türkiyelilere suikast planları yapıldığına dair ciddi istihbarat bilgilerinin kendisine iletildiğini duyurdu ve bunları yetkili ve ilgili mercilere bildirdi…
“Barış çağrısı yargılanırken, cinayete azmettirme baştacı..!” başlıklı yazımda da bu konuya değindim. Ülkenin durumunu maalesef özetleyen bir hal. “Bu suça ortak olmayacağız” diyerek barış bildirisine imza atan akademisyenler ağır ceza talepleriyle yargılanıyor. Cem Küçük isimli gazeteci çıktığı her TV programında normal bir hukuk devletinde hakkında soruşturma başlatılması gereken sözler sarf ediyor. İşkence tarifleri veriyor, onu bunu öldüreceksin diyor. Cinayete azmettiriyor. Suç duyuruları yapılıyor, ama Cem Küçük dozunu daha da artırıyor. “Yurtdışındaki gazetecilerin adresleri dahil bütün bilgileri biliniyor. MİT suikast için neyi bekliyor!” diyor. İktidarın en itibarlı gazetecilerinden biri Cem Küçük. HDP milletvekili Garo Paylan “Avrupa’ya gönderilen üç kişilik bir infaz timi çok sayıda akademisyen, gazeteci ve kanaat önderine suikast yapacak” diyor, kimsede ses seda yok. Tabii ses seda olmayan bizim ülkemiz; Almanya bu iddiaları çok ciddi bulduğunu belirterek önlem aldığını açıklıyor. Sonra, bir bakıyorsunuz, KHK’da “darbe veya terör olaylarına müdahale eden sivillere bir şey yapılmasın” deniyor. Şu âna kadar üstü kapalı, belki gayriresmi dönen işlerin resmiyete kavuşturulması son derece tedirgin edici.
Bir iç savaş durumuna yönelik bir nevi tahkimat yapıldığı söylenebilir mi?
Maalesef. O tür endişeler akla geliyor, dile getiriliyor. Acaba bir iç savaş durumunda birilerini yok etmek için birilerine yol verme düşüncesi mi var diye soru işaretleri beliriyor. Türkiye ve Ortadoğu kaynayan bir kazan. Ülke içinde barış süreci, çözüm süreci bitirildi. Ortadoğu’da her sorunlu alana tehlikeli bir biçimde müdahil olundu, birçok dünya ülkesiyle kavgalıyız. Rusya’yla ilişkilerimiz gayet iyi, ama öyle bir ülkeyle yakın ilişki kuruyorsunuz ki, bu tür ihlâlleri düzenli olarak açıkça yapan bir ülke…
Putin’in yıllardır muhalif siyasileri, gazetecileri ortadan kaldırtması bir sır değil…
Burada da kaç Çeçen lideri öldürttüğü apaçık ortaya çıktı. Rus ajanları gelip Türkiye’de bu işleri yaptı. Şimdi siz böylesi bir liderle kol kola giriyorsunuz, güç ittifakı yapmaya çalışıyorsunuz.
OHAL araştırmasını hazırlamaya sizi yönelten ne oldu?
Bir buçuk yıldır devam ettirilen OHAL ve KHK’lar bir kere en başta anayasal sisteme uygun değil. OHAL ve KHK’lara, evet, anayasal bir izin var. Ama bunun gerekçesi, kapsamı, süresi çok net belirlenmek zorunda. Süresi ve konusu itibariyle çok büyük ihlâller yapılıyor. OHAL ve KHK ile anayasal sistem dışı uygulamanın her alana yayılmasını ve süreklileşmesini yaşıyoruz. Kış saati düzeninden rektör atamalarına, taşeron işçilere kadro verilmesinden şeker kurumunun kapatılmasına, yasalarla halledilebilecek konular da KHK’larla geçiriliyor. Bunların OHAL ilan edilmesinin gerekçesiyle ne ilgisi var Allah aşkına?
OHAL öncesinde de birbiriyle ilişkisi olmayan konulardaki onlarca yasayı aynı torbanın içine koyup bazı maddeleri gözden kaçırma yolu epeydir benimsenmişti.
Evet, uzun süredir bu benimsenmişti. OHAL bir hukuksuzluk sistemi olamaz. Temel hukuki haklar askıya alınmaksızın, olağanüstü durum nedeniyle bazı kararların alınması hızlandırılabilir, bazı haklarda kısıtlamalara gidilebilir, ama bunun çerçevesi çok tanımlıdır. KHK’ların işleyiş metodu, süresi, konusu hepsi anayasaya aykırı. Bütün KHK’lar iptal edilmeli, OHAL bir an önce kaldırılmalı. Saygın anayasa hukukçularının hepsi bunu açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Ama, anayasaya aykırılık iktidar için bir sorun teşkil etmiyor, anayasa epey bir süredir fiilen ortadan kalkmıştı…
Evet, mesele de bu. Biz bunları söylüyoruz, ama itibar eden var mı? Çok açık bir şekilde yasalar ve anayasa çiğneniyor. Cezaevlerinde 5275 sayılı yasa uygulanmıyor bir kere. Hamile hanımlar, altı aya kadar bebeği olan hanımlar tutuklanamaz diye açık bir yasa var…
Olay popüler bir televizyon programında cereyan ettiği için kamuoyu tarafından çok bilinen Ayşe öğretmene verilen hapis cezası da iki aylık bebeği olmasına rağmen kesinleşti.
Daha binlerce insan var böyle cezaevlerinde. Hamileliğinin beşinci ayında, altıncı ayında içeri girmiş, doğumu yapıp tekrar cezaevine dönmüş; kırk günlükken cezaevine girmiş, on dört aylık olmuş bebekler…
Mağdurlarda İslâmcı iktidara, dindar camialara, cemaatlere karşı çok büyük bir hayal kırıklığı görüyoruz. Maalesef bir İslâmofobi oluşmaya başlıyor doğrusu. Birilerinin habire elinde Kuran, ağzından ayetler, hadisler eksik olmuyor, ama ortada büyük bir hukuksuzluk, zalimlik var.
Bir de, iki kolu olmayan Ergin Aktaş’ın hücrede tutulması, 15 ameliyat olan Sibel Çapraz’ın tutukluluğunun devam etmesi gibi işkence tanımına giren vakalar; ciddi sağlık sorunları olan yüzlerce kişi var cezaevlerinde.
Evet, bunlar artık cezaevinin içinde ikinci bir ceza boyutlarında. Böylesi bir ortamda bu KHK’lar çıkınca, demokrasiyi, barışı, hukuku isteyen insanlar tedirgin olmayalım da ne yapalım?
Tektip elbisenin yürürlüğe girmesi sizce ne gibi sonuçlar doğuracak?
Bir kere, cezaevlerindeki binlerce insan mahkûm değil, suçları ispatlanmış değil. Masumiyet karinesini ihlâl ediyorsunuz. İnsan haklarını ihlâl ederek psikolojik olarak aşağılamaya çalışıyorsunuz. Tektip elbiseyi reddedenlerin aile görüşlerini kaldırıyorsunuz. Cezaevinde olan bir insan için ailesiyle, çoluk çocuğuyla görüşmek çok özel, çok kıymetli bir şeydir. Dört duvar arasındaki bir insanın bu hakkının elbise yüzünden kısıtlanması cehennem gibi bir şey…
Bu uygulama, ayrıca, cezaevindekilerin yakınlarına da kesilen bir ceza…
Tabii. Zaten yakınlar sersefil vaziyette, görüş günlerinde inanılmaz eza çekiyorlar. Öte yandan, cezaevleri tıka basa dolu, 180 bin kapasite var, 230 bine yakın tutuklu ve mahkûm içerde. Koğuşlar iki-üç katı insanla dolu. Tuvalet kapılarının önünde, betonun üzerinde yerde yatanların şikâyetlerini dinliyorum. İnanılmaz vaziyetler. Bu şartlardaki insanlara “tektip kıyafet giyeceksin” diyeceksiniz. Düşünebiliyor musunuz?
Tektip uygulaması nedeniyle daha önce yaşanan açlık grevleri tecrübesi geliyor akla…
Türkiye tarihinde, cezaevi tarihinde tektip elbise uygulaması nedeniyle cezaevleri karıştı, insanlar öldü… Sorgulamadan, yargılamadan içeri attığınız insanları, tutuklu veya mahkûmları bir de aşağılamaya çalışıyorsunuz. Ayrıca, bu kararın ifade edilme tarzı da çok vahim. Cumhurbaşkanına konuyla ilgili soru sorulduğunda “Guantanamo’da ayaklarına zincir de vuruluyor; biz onu yapmıyoruz” diyor. Guantanamo olmaya mı çalışıyoruz? Allah aşkına Guantanamo nedir ya? Guantanamo’yu ya da Waterboarding işkence metotlarını mı örnek alacağız? Bu metotlar bizde yok diye sevinecek miyiz?
Ocak ortasında OHAL sizce altıncı kere uzatılacak mı?
Mutlaka.
Yaptığınız OHAL araştırmasında size en çarpıcı gelen hususlar neydi?
Bir buçuk yıldır zaten bu konuyla çok yoğun bir şekilde ilgileniyorum. Ortaya çıkan tablo maalesef beklediğimden farklı değil: Müthiş bir sosyal tecrit, korkunç bir sosyal linç. KHK’lılar hem devlet, toplum, hem konu komşu, akrabalar, arkadaşlar, aile tarafından yalnız bırakılmış. Geceyarısı darbesi gibi, geç saatlerde evin üzerine kâbus gibi çöken KHK’larla, yargılanmadan, sorgusuz sualsiz, bütün aile bir anda perperişan oluyor. Yıllarca devlet memuru olarak çalışmış, başka yapacak işi olmayan asker, polis, savcı, öğretmen… Özelde ne iş yapsın? İşe alınanlar da SGK girişi yapıldığı anda KHK’yla ihraç edildiği görülünce işten çıkarılıyor. “Seni çalıştıramayız.” “Neden?” “Devleti karşımıza alamayız.” Birtakım devlet kurumları gayriresmi olarak işyerlerine bildiriyor: “KHK’lıları işe almayın, bunlar vatan hainidir, teröristtir, bunlara ekmek vermeyin…” Korkunç bir durum. Adamın evinin önündeki arabası tozlanmış biraz. Yıllardır komşuluk ahbaplık ettiği insan arabanın üzerine “Defol buradan terörist” yazmış mesela. Anne çocuğuyla oturduğu sitenin bahçesine iniyor, yukarıdan komşu üzerlerine yumurta atıyor. Ya da kapının önündeki ayakkabısının içine işeyenler… Akıl almaz bir sosyal linç, müthiş bir tecrit olayı var.
Sol çevrelerden, kültürden gelen KHK’lilerden farklı olarak, muhafazakâr kesimden KHK’liler çevrelerinin desteğinden, dayanışmasından yoksun kalmanın yanısıra, araştırmanıza da yansıdığı gibi, savunma hakkına erişmekte de büyük zorluklar yaşıyor…
Hukuki destek sorunu başlarda daha da çok yaşanıyordu. Avukat, parasıyla davayı almıyor. İnanılmaz! Bir süre sonra davaları almaya başladılar, ama ailelerin belini kıran astronomik ücretlerle… Ödeme zorluğu çekenleri icraya verip evindeki eşyalara el koyduran avukat vakalarını biliyorum. Ağlayarak anlatıyorlar hep. Beş kuruş parası yok, adam zaten işten atılmış, yiyecek ekmeği yok. Parasızlıktan avukat tutamayan büyük bir grup var. Onlara barodan avukat atanıyor.
Raporunuzda, bu avukatların bir kısmının davalarla ilgilenmediği, müvekkilleriyle görüşmedikleri ya da onları itirafçı olmaya teşvik ettikleri gibi şikâyetler var.
Avukatların ilgilenmediği yönünde çok şikâyet aldık. Sonuçta, avukat sorunu, işsizlik, genel olarak ekonomik mağduriyet, sosyal linç, izolasyon, ağır psikolojik sorunlar, ciddi travmalar, hepsi çok yaygın… Karı-koca ikisi birden işini kaybedenler… Bu insanlar ne yesin, ne içsin? Zekâtla, sadakayla ayakta duran çok kişi var. Evini kapatıp kayınvalide ya da annesinin babasının yanına taşınanlar…
“Demokrasi, hukuk, açılım, çözüm süreci” denirken herkes destekledi, çözüm için omuz verdi. Şimdi en ufak eleştiride, maaşlı troller “Erdoğan düşmanı, vatan haini, terörist, PKK sevici” diye sosyal medyada insanları damgalıyor. McCarthy döneminin cadı avcılığı gibi.
Bunu yapamayanlar, ailesi tarafından istenmeyenler de raporunuza yansımış…
Tabii, ailelerin istemediği çok vaka var. Kardeşi tarafından ispiyonlanmış mağdurların anlattıklarını dinledim. “Kız kardeşim FETÖCÜ” diye erkek kardeş ihbar ediyor. Kızcağız anlatıyor, “Baktım, hakkımdaki şikâyet dilekçesini ağabeyim vermiş”. Çok sayıda intihar vakası var. Üstü örtülen intihar vakaları da çok fazla. Benim bildiğim, basına verilmeyen vakalar var. Müslüman toplumunda intihardan utanır insanlar. Dinen cehennemlik olduğu anlamına geldiği için “Yakınım intihar etti” demek istemez kimse, gizlemeye çalışır. O yüzden, tam rakamlara ulaştığımızı düşünmüyorum.
Kasımın son günlerinde, çaresizlikten yurtdışına çıkmaya çalışırken üç çocuklarıyla birlikte iki öğretmen Ege sularında can verdi… Bütün bu yaşananlar devlete, aile değerlerine bağlı, dindarlara güvenen muhafazakâr insanlarda bir değer kaybına, güvensizliğe yol açmadı mı?
Büyük bir hayal kırıklığı var. Toplumda değer yargıları müthiş bir deprem geçirmiş. İnsanlar dine, dindara, akrabasına, muhafazakâr çevresine güvenini kaybetmiş. Mesela, adam sağcı, “Eskiden hiç hoşlanmadığım insanlar, solcular bana sahip çıktı” diye anlatıyor. Adamın bütün değer yargıları altüst olmuş; ailesine, dostuna, iş arkadaşlarına, her şeye bakışı 180 derece değişmiş. Kardeşinizin sizi ihbar ettiğini düşünün. Böyle bir durumda değer mi kalır?
Sizce bu manzara 15-16 yıldır muhafazakâr, dindar bir partinin yönetiminde yaşayan toplumumuzun, toplumsal ilişkilerimizin genel durumuna dair bize ne söylüyor?
Kulağımla duymasam inanamam, ama kadıncağız bana anlatıyor: “Eşim on altı aydır tutuklu. Kayınpederim eşime kızgın olduğu için, evimize gelip beni de, torunlarını da görmedi bile, perperişan durumdayız.” Akıl mantık alıyor mu? İnanılmaz bir çıldırma boyutu. Toplumda önemli yarıkların oluştuğu anlamına geliyor bu. Ahlâki değerler çiğnenerek siyasi açıdan “sen şucusun, bucusun” diye insanlar ötekileştirilmiş, böyle bir hale getirilmiş… İslâmcı bir iktidar döneminde İslâmofobinin zirve yaptığını da görüyoruz. Maalesef, değerler bu kadar ayak altına alındıktan sonra, insanların dindara bakışında da çok önemli soğumalar olacaktır, olmuştur. Bu bir gerçek. Bunun nedeni dini kendi siyasi emelleri için kullanma, insanları kutuplaştırma anlayışı maalesef.
Bir yanda IŞİD uygulamaları, bir yanda içerdeki yolsuzluk, hırsızlık, adaletsizlik, gaddarlık… Dindar çevrelerde bu durumdan yaygın bir rahatsızlık, huzursuzluk gözlemliyor musunuz?
Mağdurlarda İslâmcı iktidara, dindar camialara, cemaatlere karşı çok büyük bir hayal kırıklığı görüyoruz. Maalesef büyük bir soğuma, uzaklaşma tavrı da var. Bir İslâmofobi oluşmaya başlıyor doğrusu. Bakıyorsunuz, birileri habire elinde Kuran, ağzından ayetler, hadisler eksik olmuyor, ama öte yandan ortada büyük bir hukuksuzluk, zalimlik var. Hesap soran da yok. Sonuçta, 15 yıllık iktidar İslâmcılar açısından çok büyük bir hayal kırıklığıdır. 28 Şubat’ın 20. yıldönümünde de Hak ve Adalet Platformu olarak bir basın açıklaması yapmış, büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğumuzu söylemiştik. Geldiğimiz noktada, İslâmcılık adına yapılanlar büyük bir iflası, büyük bir hüsranı gösteriyordu. Önemli bir dejenerasyonu, yozlaşmayı, çürümeyi görüyorduk. İktidarda mutlak güç olma yönünde artan bir isteği görüyorduk. Siyasal İslâmcılığın hem iç politikalarda hem dış politikalarda iflas yaşadığını, ama dini argümanları ön plana çıkararak durumu kurtarmaya çalıştığını görüyorduk. Bugün yaşananların 28 Şubat’ta yaşananlardan çok daha büyük baskılar olduğunu söyledik. Ben 12 Eylül’ü de gördüm, 28 Şubat’ı da gördüm; öylesine demokrasiden, hukuktan uzaklaşma var ki, şu an toplumun yaşadığı, dindarların yaşadıkları 28 Şubat’tan beter bir baskı ortamını gösteriyor. Bugün yapılanlar bir yana, OHAL’den, 15 Temmuz darbesinden önce durum iyi miydi? O zaman sanki hukuka uygun işler mi yapılıyordu? Ülkenin gidişatı son beş-altı yıldır iyiye doğru değil ki. “Demokrasi, hukuk, açılım, çözüm süreci” denirken herkes destekledi, çözüm için omuz verdi. Şimdi en ufak eleştiride, maaşlı troller “Erdoğan düşmanı, vatan haini, terörist, PKK sevici” diye sosyal medyada insanları damgalıyor. McCarthy döneminin cadı avcılığı gibi. Dünyayı eleştiriyor, ABD’yi, İsrail’i eleştiriyor… Türkiye’de bu kadar hukuk dışı işler olurken başkasını eleştirmeye ne hakkın olabilir?
Dindar, muhafazakâr kesimdeki sözünü ettiğiniz hayal kırıklığı esas olarak Cemaat’e yönelik uygulamalarla mı başladı, başka nedenler de etkili oldu mu?
Dünün mazlumlarının, İslâmcıların bugünün zulmedenleri olması büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bugün yapılan haksızlıkları, ihlâlleri 460 sayfalık raporumuzda tüm ayrıntılarıyla anlattık. Gerçekten ahlâki, vicdani, adalet eksenli düşünen dindar insanların hayal kırıklığı sadece 15 Temmuz sonrası hukuksuzluklarla ilgili değil, öncesinde de yolsuzluklar, haksızlıklar, güç sahibi olarak zulmetmeler, yozlaşmalar, ahlakın devreden çıkması, gücün hâkim olması zaten vardı. Tek kriter güç olduğu için zaten Gülen cemaatiyle kol kola girdi. Ergenekon davaları döneminde de çok haksızlık yapıldı. Ortağınızla kavga ettiniz, şimdi onlara ya da suçsuz günahsız insanlara aynısını yapıyorsunuz. Kürt meselesinde çözüm bulunacak diye çok sevinmiştik. Sonuçta, barış değil, çatışma yolu tercih edildi. Ortalık toz duman oldu. Din adına çok kötü icraatlar yapıldı. Bir kere, dindarın adı batırıldı. Şu anda dindar insan muteber insan olarak görülmüyor ki toplumda. Eskiden “dindar adamdan zarar gelmez” denirdi. Ama hem yönetimsel hem ekonomik hem hukuki anlamda güç elde etmenin ahlâki yozlaşması yaşandı.
Dindar görünen, ayetlerden hadislerden alıntı yapan, ama biraz konuştuğunda en lumpen tavırların, küfürlerin, aşağılık lafların ortaya saçıldığı insanlar… Hayrete düşüyorsunuz, “Bu tavırlar bu insandan nasıl çıkar?” Ciddi bir lumpenleşme olayı var.
Dini söylemle, dini gerekçelerle kadının aşağılanması, kadına yönelik baskı, şiddet de bu dönem çok arttı. Aynı şekilde, çocuklara yönelik cinsel istismarlar, tecavüzler… Bir de, cinsel ilişkiye girme, evlenme yaşını kız çocukları için mümkün olabilecek en küçük yaşa çekme gayreti var. Hep tecavüzcüyü, istismarcıyı kollamaya yönelik açıklamalar, bu doğrultuda mahkeme kararları…
Denetimden uzak bir İslâmi hâkimiyetin olması, ahlâkın gözardı edilmesi bunları hep getirir. Biz bunu İslâm tarihinde de yaşadık. Emeviler başa geçti, din adına ülkeler fethettiler, camiler yaptılar, cihat peşinde koştular. Ama, güç elde edip gayriahlâki işler yapıyorlardı, “ahlâka, adalete, vicdana gelin” diyen âlimleri katlediyorlardı, muhalefeti mahvediyorlardı. Yine aynı şey. Bakıyorsunuz, hâkim olan şey gelenekler, güç. Halbuki dinin özü ahlâktır, adalettir, vicdandır. Din nedir ki? Başka niye dindar olunur ki? Gelenekler, güç sahibi olmanız size gayriahlâki işler yaptırıyorsa, mazlumu ezdirtiyorsa, sahip olduğunuz yurtta cinsel istismara göz yumdurtuyorsa, kadın cinayetlerine sesinizi çıkarttırmıyorsa…
Biraz önce “Hiçbir yakınım bana destek olmazken solcular sahip çıktı” diyen birisinden bahsettiniz.
Böyle çok kişi var.
Acaba bu mağduriyetler dindar kesimi daha önce pek kulak vermedikleri başka kesimlere, solculara, Kürtlere, Alevilere daha açık hale getirebilir mi? Ortak bir mücadele zemininin yaratılmasına katkıda bulunabilir mi bu ortak mağduriyet?
Bu önemli bir soru. Sağcı, muhafazakâr olup da bugün devletin bir ton sopasını yiyen, hukuksuzluğuna maruz kalan insanlara ben de epeydir bunu soruyorum. Eski tanıdığım, mesela Gülen cemaatine yakın, sağcı, muhafazakâr, devlete toz kondurmayan insanların şoke olduklarını görüyorum. “Solcuya, Kürde karşı koruduğumuz devlet bu muymuş? Demek ki solcular, Kürtler haklıymış, demek ki doğru söylüyorlarmış” diyen çok insana rastladım. İnsan hakları aktivisti olarak bunu çok önemsiyorum. KHK’lılar, Gülen Cemaati’ne yakın olanlar, solcular, herkes birbirine yapılan haksızlığa ses çıkarmazsa, sana yapılan haksızlık, zulüm yanına kalır. İstenen oranda olmasa da bu yönde bir gelişme görüyorum. Mesela, Diyarbakır’da görev yapan KHK’lı bir komiser hanıma rastladım, “Bana anam babam, kardeşim sahip çıkmadı da burada Kürtler sahip çıktı, konu komşum ‘geçmiş olsun’ dedi. Buradan ayrılıp Kayseri’ye gitmiyorum” diye anlattı. “Kürtlerin neler yaşadığını şu anda çok daha iyi anlıyorum” dedi. Başka birçok kişiden de benzer şeyler duydum. Cezaevlerindeki ihlâller mesela şu anda sağ-muhafazakâr anlayışın en çok uğraştığı mesele. Mazlum-Der’de her ay hak ihlâlleri açıklamaları yapardık. Sağcı, muhafazakâr gazetelerin muhabirleri bize bozuk atardı, “İşiniz gücünüz, yok yargısız infazmış, yok şu solcuya kötü muamele yapılmış, yok işkence varmış… Bu kadar da eleştirmeyin devletinizi…” diye sitem ederlerdi. Şu anda bakıyorsunuz, o insanlar için en önemli gündem maddesi cezaevlerindeki ihlâller. Bu şok yaşandıktan sonra, “sana bana değil, bir hukuk devleti olalım” anlayışında bir kıpırdanma var. Mağdurlar bunu anlamış durumda. Bir musibet bin nasihatten evladır denir; maalesef öyle oldu.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevleri, OHAL araştırmasını açıkladığınız basın toplantısına da katılan Veli Saçılık’ın sürdürdüğü mücadele muhafazakâr, dindar kesimlerde bir yankı buluyor mu?
Sağ-muhafazakâr anlayışta, biliyorsunuz, protesto, gösteri yapmak, direniş geleneği pek yoktur. Eskiden beri bu noktalarda çok sakin ve geri dururlar. Ama bugün benim gördüğüm, Nuriye ve Semih’e sempati duyuluyor, en azından saygıyla izliyorlar. Nuriye, Semih, Veli Saçılık hayranlıkla izleniyor. “Onlar gibi olamadık” laflarını çok duyuyorum. “Adamlara helâl olsun” deniyor, önemli bir değer vererek izleniyor. Nuriye ve Semih’e destek vermek için Kadıköy’de Kalkedon Meydanı’nda yapılan dönüşümlü açlık grevine bir gün katılmıştım. O gün, namazında abdestinde birçok sağcı-muhafazakâr KHK’lı arkadaş geldi. Orada yer aldılar, destek verdiler. Ben önemli bir sempatinin olduğunu gözlemliyorum.
Açlık grevi direnişi onların hayatına mâlolmadan sonuç alabilmek için bizler ne yapabiliriz sizce?
Bu konuda “Nuriye ve Semih komisyonun ilk iadeleri olmalı” başlıklı bir yazı yazdım. Bu insanlar büyük bir fedakârlık yaptılar; insanın nefsinden fedakârlık yapması kolay değildir. Cezaevine atıldılar, hırpalandılar… Onur mücadelesi veriyorlar. “Onların durumunu öne alın” dedim yazılarımda, çeşitli ortamlarda, Meclis’teki girişimlerimizde bunu dile getirdik. Komisyonun ilk raporunda ya da ilk çıkarılacak KHK’da bu yönde bir adım atılacağını umuyordum. Ama maalesef, insanın umutlarını kıran, daha kötü yönde adımlar atılıyor. İki insanın hayatı mevzubahis. Hiç umurlarında değil. Cezaevlerinde yakınları olanlardan duyuyorum, kimseye derdini anlatamıyorsun, duvar! Sağlık raporun var, içerden çıkamıyorsun. Hasta tutukluların hali vahim. Ama tık yok. Umurlarında değil. Cezaevlerinde 17 bin kadın, yüzlerce bebek var. Bebeklerin içerdeki fotoğraflarını gördüğümde kahroluyorum.
Yaşadığımız bunca ağır gelişmelere rağmen toplumsal düzeyde bir tepkinin yükselmemesini, bu suskunluk halini siz nasıl açıklıyorsunuz?
Valla, şu anda büyük hayal kırıklığı yaşıyorum tabii açıkçası. Bunu sadece sağ kesimden değil, sol kesimden de duyuyorum. Mesela, arkadaşı sendikalı olduğu için işten atıldı diye, solcu adam sendikadan istifa ediyor. Sol sendika zaten zor durumda, üyelerine zar zor destek olmaya, maddi katkıda bulunmaya çalışıyor. Bu o sendikanın güç kaybetmesi, gelirinin azalması demek. Veya dindar camiaya bakıyorsun, bütün bu mağduriyetlerin, kadınlara, çocuklara çektirilenlerin, bu hukuksuzlukların dinde, kitapta yeri var mı? Ama insanların umurunda değil. Bir, iki, üç değil, binlerce durum gösteriyorsun, tınmıyor adam. Başkasının başına gelen umurunda değil. Toplumun genelinde böyle bir rahatsızlık var. Kendisi işten atılmamışsa, işten atılan adamın sıkıntısı onun umurunda değil. “Yapmıştır bir şey, teröristtir herhalde…” diyor. “Suçsuzsan, çıkar ortaya” diyor.
Din adına çok kötü icraatlar yapıldı. Bir kere, dindarın adı batırıldı. Şu anda dindar insan muteber insan olarak görülmüyor ki toplumda. Hem yönetimsel hem ekonomik hem hukuki anlamda ahlâki yozlaşma yaşandı.
Üç-beş ay önce birlikte aynı camiye giden, ailece görüşüp beraber yiyip içen, işyerinde birlikte çalışıp sohbet eden insanlar, Hizmet hareketi dedikleri yapı bir anda terör örgütü ilan edilince bunu nasıl hemen benimseyebiliyor? Bu ani ve hızlı değişiklikleri Suriye’yle, Rusya’yla ilişkilerde, Kürt açılımından Kürt düşmanlığına geçişte ve daha pek çok konuda yaşadık. Hükümete destek veren topluluğun ikna olma kabiliyetini, bu bağlılığı açıklayan ne?
Hiçbir zaman demokratik bir hukuk devletinde değildik ki, insanlar birbirine anlayışla, hoşgörüyle yaklaşsın. Ortada bir ateş vardı zaten. Ateşin üzerine benzin dökülüyor şimdi. Kutuplaşmalar daha da keskinleşiyor. Bugün ezilen yarın galibiyeti ele geçirse, o da aynı şeyi yapacak diye korkuyor insan. Hakikaten hastalıklı bir toplum. Sadece dindarda değil ki, her kesimde bu hastalık var: “Karşıtlarım o kadar kötü ki, kendi tarafımın hatalarını görmemeliyim.” Dindar bir adamın, AK Partili bir adamın mesela Rıza Zarrab olayı çok mu hoşuna gidiyor? Besbelli ki bir hırsızlık var ortada, yolsuzluk var, alavere dalavere var, paralar havalarda uçuşuyor… Peki, neden görmezden geliyor? “Karşı taraf benim için daha tehlikeli” diye düşünüyor, “o hâkim olursa, benim canıma okur”. Gücü ele geçiren hukuksuzluk yapar zemininde kurulmuş mekanizma. “Niye gücü ona vereyim? Hataları görmezden gelirim.”
Ama 7 Haziran seçimlerinde, her şeye rağmen iktidardaki parti tek başına hükümet kuramayacak kadar geriletildi. Fakat seçim sonuçları tanınmadı. Referandum oylamasında, gizleme gereği dahi duyulmadan, iktidarın uygun gördüğü bir sonuç ilan edildi. Seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atanıyor, kimisi zorla istifa ettiriliyor. 2019’da resmi takvime göre üç seçim yapılacak. Bu şartlarda seçimler için ne düşünüyorsunuz?
Bütün hukuksuzluklara rağmen, AK Parti önemli bir oy kaybına uğramıyor. Otoriter bir tek-adam rejimi hüküm sürüyor. Ekonomi de iyi gitmiyor. Sosyal ilişkiler iyi değil. Eğitim iyi değil, hukuk iyi değil. İnsanların bundan rahatsız olması lâzım. Ama AK Parti’nin oyu yine yüzde 45’lerde. Benim gördüğüm, AK Parti içinde büyük bir çürüme yaşanmasına rağmen, korkularla ayakta duruyor. İnsanlar korkularından dolayı, içinde önemli çürümeler, kokuşmalar olan bir yapıyı ayakta tutuyor. Böyle gidersek, Erdoğan’ın tekrar başkan olmaması için bir neden yok açıkçası. Gidişat onu gösteriyor. Ama daha da kötü ihtimaller de konuşuluyor. Seçimlerin yapılmayabileceği bile söyleniyor. Ortadoğu coğrafyasında, Rusya’yla kol kola giren bir ülke barışçıl, demokratik yöntemler kullanacağa benzemiyor. Hem içeride hem dışarıda izlenen yolu insanın gözü tutmuyor açıkçası. Komşu ülkelerle alınan pozisyonlar, AB’yle ilişkiler, içeride ve dışarıda meselelerin çözümünün rafa kaldırılması… Bunlar ne demek? Seçim bile yapılmayacak şekilde olağanüstü durumlar yaratılacak belki. Benim gördüğüm, bizi çok parlak bir istikbal beklemiyor maalesef. Muhalefet son derece dağınık. Eğri oturup doğru konuşmak lâzım. Bu gidişatı düzeltecek bir parti, camia, oluşum görünmüyor ortada. Herkes yerinde sayıyor.
Partileri de yönlendirebilecek, harekete geçirebilecek tabandan bir hareketlenme, sivil bir mücadele hattı yaratılabilir mi? Referandum kampanyası sürecindeki kıpırdanmalar, DİB, sizin platformunuz, Hayır Meclisleri, diğer oluşumlar canlandırılabilir, güçlendirilebilir ve bu yönde etkili olabilir mi?
Bizim için önemli girişimler bunlar, ama yeterince güçlü olamıyor, ülkedeki bu kavgada ayak altında kalıyor. Demokrasi, barış, hak hukuk diyenler, ağzını açtığı anda kafasına balyozu yiyor. Öte yandan, bu sürdürülebilir bir şey de değil. Tamam, şu anda umutsuz bir karanlıktayız ama, sonuçta bir şekilde aydınlık olacak, başka yolu yok. İkinci Dünya Savaşı öncesini düşünün, o gerilimi, ne oldu? Beş-altı yıl savaşıldı. Sonunda, “Biz ne yaptık?” dendi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hazırlandı. Bu gibi durumlardan mutlaka bir çıkış olur. Ya birbirinizi yersiniz, ortalık tuz buz olur, birbirinizi mahvedersiniz ve “Biz ne yaptık?” dersiniz veya ona gerek kalmadan “Bu gidişat gidişat değil” dersiniz, farklılıklar içinde birlikte yaşamak için bir konsensüse varırsınız. İnşallah ikinci yolu buluruz. Gayretimiz o yönde ama, siyasi tansiyonun bu kadar yükseldiği bu ülkede kolay değil. Çok yoğun bir şekilde körüklenen bir kutuplaşma var maalesef.
Alevi-Sünni ekseninde bir iç-savaş tehlikesi görüyor musunuz? Orada çok derin tarihsel bir gerilim var ve son zamanlarda yine o çatlak çok kurcalanıyor…
Olabilir. Çünkü Türkiye’de kaşınmaya müsait zeminlerdir bunlar. Alevilik-Sünnilik, Türk-Kürt, sağ-sol, bunlar her an kaşınıp birbirlerine girdirilecek unsurlardır. Takip ediyorum; Alevilerin beş-altı yıl önce hâlâ bir umutları vardı, şu anda kabuklarına çekilmiş durumdalar. Sünni kesim ise yine eski modlarına girmiş durumda; düşmanlaştırma modunda. Kim olacak düşman? Ya solcu olur ya Kürt olur ya Alevi olur. Standarttır memleketin düşmanları. Elde hazırdır bunlar. Bunları gerdikçe iç savaş ortamına doğru gidersiniz. Ben yine de böyle bir iç çatışma durumunu çok yakın görenlerden değilim. Mevzi düzeyde kalır belki böyle şeyler. Toplumsal bir cinnete toptan kolay kolay gidemeyiz diye umuyorum.
“Solcuya, Kürde karşı koruduğumuz devlet bu muymuş? Demek ki solcular, Kürtler haklıymış, demek ki doğru söylüyorlarmış” diyen çok insana rastladım. İnsan hakları aktivisti olarak bunu çok önemsiyorum.
Bir yandan da, başta da konuştuğumuz gibi, HÖH’ünden Sadat’ına çeşitli paramiliter güçler ortaya sürülüyor, silahlanma teşvik ediliyor. Ayrıca, MHP ile AKP ittifakı, MHP gençliğiyle AKP’nin buluşması, bu “reis” söylemi, eski bildik dindar muhafazakâr gençlerden farklı bir tipoloji çıkardı ortaya. Büyük bir lumpenleşme var…
Doğru bir tespit. Biz İslâmi camiadan olduğumuz için bunları çok yakinen görüyoruz. Sosyal medyada, çeşitli ortamlarda dindar görünen, ayetlerden hadislerden alıntı yapan, ama biraz konuştuğunda en lumpen tavırların, küfürlerin, aşağılık lafların ortaya saçıldığı insanlar… Hayrete düşüyorsunuz, “Bu tavırlar bu insandan nasıl çıkar?” diyorsunuz. Ciddi bir lumpenleşme olayı var. Maalesef böyle bir gençlik oluşmuş durumda.
Hak ve Adalet Platformu olarak önümüzdeki dönem için gündeminiz ne?
Biliyorsunuz, Mazlum-Der’in genel başkanıydım eskiden, Mazlum-Der İslâmi cenahın en yoğun iktidar eleştirisi yapabilen kurumuydu. Ona da bir darbe yapıldı, kayyım atandı, o da susturuldu. Hak ve Adalet Platformu olarak tabii soldan, liberal kesimden oluşumlarla, DİB’le, demokrasi, hukuk diyen her kuruluşla yan yana durmaya çalışıyoruz. Dindar camia içinde demokrasi ile hukukun sesini yükseltecek her türlü çalışmayı elimizden geldiği kadarıyla yapmaya çalışıyoruz. Normalleştirilmiş, sakinleştirilmiş bir siyaseti teşvik etmeye çalışıyoruz. Şu anda İslâmi camianın birçok kuruluşu iktidara embedded durumda. STK’ların durumu kahredici. İktidardan gelecek üç-beş kuruş için hakkı, hakikati bir kenara iten, eleştiri yapmayan, büyük ahlâksızlıkları görmezden gelen bir ton cemaat, bir ton vakıf, dernek var. Beraber yürümüş olduğumuz arkadaşlarımızın mazlumdan yana olmak, güçlüye karşı hakkı haykırmak, adalet yanlısı olmak, merhamet, insaf, vicdan sahibi olmak gibi değerleri unuttuğunu görüyoruz. Ama, bunlar bir gün hatırlanacak ve o zaman bugün yaptıklarından, bugünkü fanatikliklerinden çok utanacaklar. Bugün güce yapışmışlar, embedded olmuşlar. Güç de bundan memnun. Huzursuz olan bir tek biziz. Bizim durumumuz sizden daha vahim. Biz hain görülüyoruz; “İslâmi iktidarımıza eleştiri getiriyorsun, vay hain!” “Bu vahim dönemde, küresel güçler Tayyip’e saldırırken, sen de mi Ömer?” Allah Allah! Camide belki aynı saftayız, ama dünyalarımız ne kadar farklılaşmış. Ne diyebilirim? Bütün topluma aklıselim diliyorum. Benim bütün umudum, dünkü muhafazakâr statükocuların kafalarına balyozu yiyip “Herkese yapılan haksızlığa karşı durmak lâzımmış” deme noktasına gelmesi. Bunun peşindeyim ben. Benim üflediğim ateş bu. Kimlikler üzerinden değil, hak, hukuk, adalet üzerinden bir bakış açısı geliştirmemiz lâzım, başka kurtuluşumuz yok.
KHK MAĞDURLARI ANLATIYOR
Sivil ölüm
Hak ve Adalet Platformu’nun 460 sayfalık araştırmasının ağırlık merkezini oluşturan KHK mağdurlarının anlatımlarından derlediğimiz temsili kesitler…
Yapılan haksızlığı içime sindiremiyorum. Bazen kendime patlayıcı madde bağlayıp patlatmak geliyor içimden.
Artık camiye dahi gitmek istemiyorum. Müslümanlardan tiksinti duyuyorum. Vatan, bayrak gibi kavramlar benim için hiçbir şey ifade etmiyor.
Hâkim soru bile sormadı. Israrla “niye tutuklandım” diye sordum. “Senin masum olduğunu biliyorum, ama liste var, ona bakıyorum” dedi. 27 kişinin sorgusunu bir saat on dakikada tamamladı.
Baro tarafından atanan avukat daha suçlama ne bilmeden, “isim verirsen, etkin pişman olduğunu söylersen serbest kalırsın” dedi. “Suç işlemedim ki, neden etkin pişman olayım” dedim.
Bütün bu yaşananlar dünya görüşümü değiştirdi. Ahlâk ve vicdan kavramlarının dinle alâkası olmadığını öğrendim. Hatta dinin menfi mânâda kullanıldığında insanları canavarlaştırdığını gördüm. Mütedeyyin kesimden soğumaya başladım. Sol görüşlü, aynı okulda görev yaptığım arkadaşlar aradı. Mütedeyyin kesimden arkadaşlarım ise ne aradı ne sordu. Allah’a yakın gibi görünen insanların çok korkak olduğunu, ateist derecesinde olan insanların ise çok cesur olduklarını gördüm.
Üç defa gözaltına alındım, ikinci gözaltında tecrite maruz bırakıldım. 14 yaşındaki kızım bu sıkıntılı ve depresyona sokan ortamdan bunalıp intihar ederek hayatını sonlandırdı. Sigortalı bir işte çalışamıyorum. Bir kamyoncunun yanında sigortasız çalışıyorum.
24 haftalık hamileyken gözaltına alındım. Adli kontrol ve haftada iki gün imzayla bırakıldım, sonra ayağıma elektronik kelepçe takıldı. Kelepçe doğumuma yakın çıkarıldı. Ebeveynlerimiz de dahil herkes bize sırtını döndü. Sivil ölüme mahkûm edildik.
İfade esnasında savcının yanında oturan bir vatandaş, ben adliye çalışanı sandım, meğer avukat olarak oradaymış. Hiç sesi çıkmadan ifademi izledi.
Sorgulamamda avukat bulunmasına müsaade edildi, fakat avukatla görüşmeme izin verilmedi.
Sorgulamam sırasında avukat cep telefonuyla oyun oynadı. “Yapabilecek bir şey yok, sonuç belli” dedi.
36 yaşında yüksek tansiyon çıktı. Sürekli ambulans çağırıyoruz, acile götürüp tansiyonu düşürüyorlar. Eşimi cezaevinde benden başka ziyaret edecek kimse yok. Çocuklara bakacak kimsem yok. Çocuklar uyuduktan sonra, evde paketleme işi yaparak sabahlara kadar çalışıyorum. Etiketleme makinesi ile bin tane etiket yapıyorum, ambalaj 100 lira. Bir gecede 100 adet yapabiliyorum, günlük 10 lira, ayda 300… Kiram 500. Bir de eşime cezaevine para yatırıyorum. Tek korkum, eşim gelmeden bana bir şey olursa çocuklarımın ortada kalması.
Kızım 53 günlük hasta bebeğiyle gözaltına alınıp delilsiz, boş dosyadan tutuklandı. Yedi buçuk ay tutuklu kaldı. Bebeği tedavi edilmedi. Aylarca mama verilmedi. Avukatı yoktu. Yazdığı dilekçeler çöpe atıldı. Ekimde, ev hapsi verilerek tahliye oldu, damadım halen tutuklu.
Eşim işten çıkarılınca iki çocukla ortada kaldık. Kimse iş vermek istemedi. Elimizde avucumuzda ne varsa satıp, ikimiz de üniversite mezunu olmamıza rağmen, köye yerleşip hayvan bakmaya başladık. Bunlar iyi günlermiş. İşimizi yeni yeni düzene sokmuşken, eşimi ve beni gözaltına aldılar. Dört yaşındaki kızımı ablama emanet edip 14 aylık bebeğimle yedi gün gözaltında kalıp denetimli serbestlikle bırakıldım. Eşim tutuklu. İki çocuğumla hiçbir gelirim olmadan ailemin yanında kalıyorum.
Kapıma polislerin gelip gitmesi çocuklarda travma oluşturdu. Büyük oğlum artık konuşmuyor. Çok elzem olursa söyleyeceklerini yazarak belirtiyor.
En zoruma giden SGK bilgilerime “KHK ile görevine son verildi” yazılması. Sosyal güvencem yok. Hastalansam hastaneye gidecek param da yok. Bu sıkıntılar iyi ki ölüm var dedirtti bana.
Beş kişilik koğuşlarda yirmi kişi kaldık, yerlerde yattık. Pis ve çok rezil durumdaydık. Kişisel temizlik yapamadık. Açlıktan kaslarımız eridi, yürümekte zorlandık.
26 yıl üniformasını giydiğim polislik mesleğinden nefret ettim. Polis görünce yere tükürüyorum.
Hiçbir gerekçe gösterilmeden Isparta E tipi cezaevinde on ay yattım. Gene hiçbir gerekçe gösterilmeden tahliye oldum. İddianame yazılmadı, dava açılmadı.
15 aydır eşim cezaevinde. İki kez, çocuklarımı emzirme döneminde, gözaltına alındım. İki çocuğumun da psikolojisi bozuldu. Kişisel günahlarım olabilir, ama hiçbir zaman terör örgütü üyesi olmadım. Namazlarıma dikkat etmezdim, ona bağlıyorum yaşadıklarımı. Ama çocuklarım bunu hak etmediler.
Sekiz aylık hamileyken eşim içeri alındı. İhraç olduğu gün eşimin sigortasını kesmişler. Doğumda hastanede rehin kaldım. İki ay çıkışımı yapmadılar. Depresyona girdim. Yemek yiyemez, çocuklarıma bakamaz hale geldim. Doktora da gidemedim sağlık güvencemiz yok diye.
25 yıllık öğretmenken işsiz kaldım. Sigortasız bile iş vermeye korktu insanlar. Arkadaşlarım telefonlarından beni sildi, akrabalarım selamı sabahı kesti. Bu halime de şükrediyorum. En azından içeride değilim.
Express, sayı 159, Ocak 2018