TARİHÇİ HOWARD ZINN’İN KALEMİNDEN SAVAŞ

24 Ağustos 2022
Francisco Goya, "3 Mayıs Katliamı", 1808
SATIRBAŞLARI

Bundan 500 yıl evvel Erasmus şöyle diyordu: “Savaştan daha rezil, daha feci, daha tahripkâr, daha nefret edilesi bir şey yoktur. Ve bir kere sa­vaş ilan edildi mi, bütün devlet işleri bir azınlığın iştahının insafına kalır.”

Erasmus’un bu sözleri, modern ortodoks düşün­cenin itibar ettiği bir tavır değildir. Örneğin, İngiliz akademisyen Michael Howard, 1970’lerde, Oxford Üniversitesi’nde verdiği konferansta, Eras­mus’un “basit, rafinelikten uzak’’ bir şahsiyet ol­duğunu ve savaşın yüzeydeki tezahüründen öte­sini göremediğini söylüyordu: “Erasmus, bütün dehasına rağmen, kayda değer bir siyasi analist olmadığı gibi, hükümet etme sorumluluğu da ta­şımamıştı. Hümanist düşünürler zincirinin ilk halkasıydı ve savaşın dehşetini dile getirip kınamayı yeterli görüyordu.”

Haklı savaş iddiası, genellikle savaşa angaje olan tarafın sosyal sistemine dayandırılır. “Liberal” bir devlet “totaliter” bir devlete savaş ilan etmişse, o haklı bir savaştır.

Howard’a göre, Ütopya’nın yazarı Thomas More’un savaşa bakışıysa övgüye değerdi: “O, kendisinden sonraki düşünürlerin iki yüzyıl boyunca kabul ettiği gibi, daha yüksek ve ortak bir hukuk olmadıkça, savaşın anlaşmazlıkların çözümü için kaçınılmaz bir süreç olduğunu düşünüyordu. Hal böyle olunca, insanlığın, dinin ve sağduyunun gereği, savaşların en az hasar verecek şekilde yürütülmesidir. Savaş, uluslararası sistemden elimine edilemeyecek bir kurumdur. Yapılabilecek tek şey, amaçlarını rasyonelleştirmek, araçlarını medenileştirmektir.”

Makyavel, “Prens’in amaçlarını sorgulamayın, araçlarını etkili hale getirmesini öğütleyin” diyor­du. Thomas More’a göre de, amaçlara dair yapılabilecek bir şey yoktu, araçların ahlâkileştirilmesi için çalışılmalıydı.

Pablo Picasso, Kore’de Katliam, 1951

Makyavel ve More’dan bu yana geçen dört yüzyıl bo­yunca, liberal “realistler”in başlıca meselesi, savaşı insanileştirmek oldu. 20. yüzyılın başında, The Hague ve Cenevre’de savaşın nasıl yapılaca­ğına dair uluslararası konferanslar toplandı. Ne var ki, realist yaklaşımların savaşın realitesi üze­rinde pek etkisi olmadı. Savaşlar daha da denetlenemez hale geldi. Birinci Dünya Savaşı’nda ze­hirli gaz, İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombası, Vietnam’da napalm, 1980’lerde de İran-lrak sa­vaşında kimyasal silahlar kullanıldı.

Albert Einstein, 1932’de Cenevre’de, altmış ülkenin katıldığı ve hangi silahların kabul edilebilir, hangi­lerinin kabul edilemez olduğunun tartışıldığı kon­feransın dinleyicileri arasındaydı. Utangaç, içine kapanık mizacına ters düşen bir şey yaptı, bir ba­sın toplantısı düzenledi. Rölativite teorisiyle dün­ya çapında ünlü bir fizikçi olduğu için onun söyleyeceklerine uluslararası basın büyük ilgi gösterdi. Einstein, “kullanılacak silahları tartışarak savaşa son verilemez” dedi ve ekledi: “Savaş insanileşti­rilemez, yalnızca ortadan kaldırılabilir.”

Atina, özgür ve erkek yurttaşlarına karşı ne kadar liberalse, savaştaki kurbanlarına karşı o kadar acımasızdı. Kurbanlar savaştıkları Ispartalılardan ibaret değildi, iki ateş arasında kalan herkes Ati­nalıların zulmünden nasibini alıyordu.

Cenevre konferansı “insani” savaş tartışmalarına devam etti, kapıdaki İkinci Dünya Savaşı’nda mü­temadiyen ihlâl edilecek olan savaş kurallarını saptadı.

90’ların başında George Bush nükleer başlıklı füzelerin kullanımını onayladıktan sonra (ABD 30 bin civarında nükleer başlıklı füzeye sahipti), SSCB’nin nükleer denemelerin durdurulması önerisini reddetmekle beraber, kimyasal silahla­rın imha edilmesini kabul etti, ancak bir şart koştu: Bu, on küsur yıl sonra gerçekleştirilecek­ti. Savaşın “insanileştirilmesi” saçmalığı böyle bir şey işte.

Haklı savaş iddiası, genellikle savaşa angaje olan tarafın sosyal sistemine dayandırılır. “Libe­ral’’ bir devlet, “totaliter” bir devlete savaş ilan etmişse, o haklı bir savaştır.

José Clemente Orozco, Savaş, 1920

“Özgür insanlar”ın savaşı

Eski Atina en çok hayranlık toplayan toplumsal sistem olagelmiştir. Demokratik kurumları ve muhteşem kültürü takdirle anılmıştır. Açık fikirli devlet adamları (Solon ve Perikles), öncü tarihçi­leri (Herodot ve Tukidides), büyük filozofları (Efla­tun ve Sokrat) ve olağanüstü oyun yazarları (Akilleus, Sofokles, Euripides ve Aristophanes) vardı. M.Ö. 431’de, Isparta’ya savaş açtığında, bu, demokratik bir toplumla askeri bir diktatörlük arasındaki savaş olarak görülüyordu. Atina’nın üstün nitelikleri, savaşın ilk günlerinde yapılan bir askeri törende Perikles tarafından dile getiril­mişti. Perikles’in konuşması Tukidides’in Pelepones Savaşları adlı eserinde kaydedilmişti:

“Ölenleri anmadan önce, hangi ilkeler ışığında iktidar olduğumuzu, hangi kurumlar ve hayat tarzı sayesinde büyük bir imparatorluk kurduğu­muzu hatırlatmak isterim. Demokratik olduğu­muz doğrudur, çünkü yönetim azınlığın değil, çoğunluğun iradesidir. Herkes adalet önünde eşittir, yoksul olmak bu eşitlikten yararlanmaya engel değildir. Hayat tarzımız rafinedir. Dünya­nın bütün zenginlikleri şehrimize akmaktadır. Düşmanlarımızın kendi yurtları için savaşmalarına ve bizim yabancı topraklarda olmamıza rağ­men, onların üstesinden gelmekte zorlanmıyo­ruz. Sizlere Atina’nın büyüklüğünü anlattım, çünkü biz, sözünü ettiğim ayrıcalıkların hiçbiri­ne sahip olmayanlardan daha büyük bir ödülün peşindeyiz.”

Atina’nın siyasal demokrasinin bazı niteliklerine sahip olduğu doğruydu. On kabilenin her biri elli­şer temsilci seçiyor, bu temsilcilerden oluşan 500 kişilik konsey kenti yönetiyordu. Ancak bu demokrasi, nüfusun çoğunluğu için geçerli değil­di. 225 bin kişi olan yetişkin nüfusun 125 bini köleydi. “Özgür insanlar”ın da sadece erkek olan­ları seçme ve seçilme hakkına sahip yurttaşlardı. Kölelerin 50 bini imalathanelerde (bu rakam ABD’de, 1990 itibarıyla sanayide çalışan köle sayısını, 50 milyonu çağrıştırıyor), 10 bini ise ma­denlerde istihdam edilmişti.

Savaş karşıtı bir gösteride Howard Zinn, 1967

Eski Yunan uzmanı ve Atina hayranı H.D. Kitto şöyle diyor: “Madenciler son derece insafsız şartlarda çalıştırılıyordu, bu Atinalıların genel hüma­nizmi içindeki yegâne kusurdu. Köleler ölene kadar çalıştırılıyordu.” (Kitto ve benzerlerine göre, kölecilik bu harikulâde toplumda bir kusurdu sa­dece.)

Atina’daki yargı sistemi, hiç kuşkusuz, despotla­rın iki dudağı arasındaki adalete tercih edilecek bir uygulamaydı. Ancak, yine de Sokrat, düşünce­lerini gençlere anlattığı için ölüm cezasına çarptırılmıştı.

Atina Isparta’dan daha demokratikti, ama bu si­lahlanmaya müptelâ olmasına, yayılmacı siyasetine, savunmasız insanlara acımasızca saldır­masına engel değildi. Modern zamanlarda da parlamenter demokrasilerin, anayasal cumhuri­yetlerin en azgın emperyalistler arasında yer aldıklarına tanık olduk. 19. yüzyılda Britanya ve Fransa imparatorlukları, 20. yüzyılda ABD dünyanın baş­lıca emperyal güçleri olarak tema­yüz etti.

Tom Paine, savaşı, hükümetlerin yarattığı bir mahlûk olarak görmüştü: “İnsan insanın düşmanı değildir, sahte bir hükümet sistemiyle düşman haline gelir.” George Orwell’sa her savaşın aslın­da bir içsavaş olduğunu söylemişti.

Isparta’yla yaptıkları uzun savaş boyunca Atina’nın demokratik ku­rumları ve sanatsal faaliyetleri var­lıklarını sürdürdü. Ama ölü sayısı da hızla artıyordu. Savaşı önleye­bilecek tavizlerden kaçınan Perik­les, muharebelerin ikinci yılında, kayıpların iyice artması üzerine verdiği söylevde, yurttaşlarına gev­şememelerini öğütlüyordu: “Biz büyük bir kentiz. Büyük bir itiba­rımız var. Bunlara lâyık biçimde davranmalıyız. Dünyanın yarısı sizindir. İmparatorluğumuzun alter­natifi köleliktir.”

Perikles’in savı (“biz büyük bir milletiz, onun uğruna ölmeye hazırız”) bugünle­re kadar ulaşmış ve takdir görmüştür. Kitto, Perikles’in söylevini yorumlarken hayranlığını gizlemez: “Bu konuşmanın yapıldığı sırada, Atina’da büyük bir veba salgını olduğunu da hatırlama­mız gerekir. Savaşa ilaveten şehri saran bu bela­ya rağmen, yurttaşlarına böyle bir söylev çeken adama ve bu söylevi dinlemekle kalmayıp ikna olan insanların büyüklüğüne hayran kalmamak elde değil.”

Atinalılar öyle ikna olmuşlardı ki, Isparta’yla 27 yıl savaştılar. Atina, veba ve savaş nedeniyle, Kitto’nun hesaplamalarına göre, nüfusunun dörtte birini yitirdi.

Atina, özgür ve erkek yurttaşlarına karşı ne kadar liberalse, savaştaki kurbanlarına karşı o kadar acımasızdı. Kurbanlar savaştıkları Ispartalılardan ibaret değildi, iki ateş arasında kalan herkes Ati­nalıların zulmünden nasibini alıyordu. Savaş sürdükçe, Kitto’nun ifadesiyle “bir tür sorumsuzluk” meydana geldi. Melos adası sakinlerinin başına gelenler “bir tür sorumsuzluk” olarak telâkki edilebilir mi acaba? Atina, Meloslulardan hükümranlıklarına boyun eğmelerini talep etti. Melosluların cevabı, Tukidides’in naklettiğine göre, şöyleydi: “Bizim efen­dimiz olmanız sizin çıkarınıza olabilir, ama bu bizim çıkarımıza olabilir mi?” Meloslular boyun eğmediler, çarpıştılar ve yenildiler. Tukikides olanları şöyle anlatıyor: “Atinalılar askerlik ça­ğındaki herkesi katletti, çocukları ve kadınları köle yaptı.” (Bu olaydan kısa bir süre sonra, Eu­ripides ünlü savaş karşıtı oyununu, Troyalı Ka­dınlar’ı yazdı.)

Edouard Manet, Maximilien’in İnfazı, 1867

Savaşın iki yüzü

Atina tecrübesi, bir ülkenin içeride göreli olarak li­beral, dışarıdaysa tamamen zalim olabileceğini gösteriyor. Bütün bir ulus lejyonerleştirilebilir, içe­rideki bir parmak demokrasi karşılığında dışarıda katliama sevkedilebilir.

Tom Paine, savaşı, hükümetlerin yarattığı bir mahlûk olarak görmüştü: “İnsan insanın düşmanı değildir, sahte bir hükümet sistemiyle düşman haline gelir.” George Orwell’sa her savaşın aslın­da bir içsavaş olduğunu söylemişti.

Savaşın en belirgin etkilerinden biri, ifade özgür­lüğünü yok etmesidir. Vatanseverlik parola haline gelir, savaşı sorgulayanlar vatan haini olarak görülür, susturulur, hapsedilir.
Mark Twain, 20. yüzyılın eşiğinde ABD’nin Küba ve Filipinler’de yaptıklarına bakarak Mysterious Stranger (Es­rarengiz Yabancı) adlı eserinde geniş kitlelerin önce gereksiz gördükleri sa­vaşları sonradan nasıl haklı bulduklarını şöyle anlatmıştı: “Bir avuç çığırtkan, savaş çağrısı yap­maya başlar. Halkın temsilcileri bıkkın ve dikkatli bir şekilde karşı çıkarlar önce. Halkın büyük çoğunluğu uykulu gözlerini oğuşturur ve niçin savaş ge­rektiğini anlamaya çalışır. Samimiyetle ve hiddetle itiraz eder: ‘Bu haksızlık ve onursuzluk; savaşa gerek yok.’ Sonra, çığırtan azınlık daha yüksek ses­le bağırmaya başlar. Çok geçmeden, tuhaf bir sahneye tanık oluruz. Savaş karşıtı konuşmalar yapanların kürsüleri taşa tutulur ve özgür ifade, öfkeli bir güruh tarafından boğulur. O öfkeli adamlar aslında konuşmacılarla aynı şeyleri düşünmektedirler, ama bunu bir türlü kabullenmezler. Sonra da devlet adamları ucuz yalanlar icat et­meye başlar. Herkes bu yalanlardan memnun kalır, çünkü bu yalanlar vicdanları yatıştırır. Giderek, herkes savaşın haklı bir savaş olduğuna kendini inandırır. Ve daha rahat uyuyabildiği için tanrıya şükreder; kendini kandırmanın tadını çıkarır.”

Mark Twain, 1914’te vefat eder. 1917’de ABD, Avrupa’daki savaş mezbahasına katılır. Ve tam da Twain’in öngördüğü gibi muhalefet susturu­lur, katliam haklı bir savaş olarak sunulur. Baş­kan Woodrow Wilson, haçlı seferi söylemiyle ulu­su harekete geçirmeye çalışır. “Bu savaş” der, “bütün savaşlara son verecektir”. Ancak Ameri­kalılar savaşa katılmaya gönülsüzdür. Bir milyon gönüllü asker gerekmektedir, savaşın ilanını mü­teakip altı hafta içinde gönüllü sayısı 73 bindir. Ancak hapis korkusunun insanları savaşa ikna edeceğine karar verilir ve Kongre, zorunlu asker­lik kanununu çıkarır.

Savaş bittiğinde, toplam 10 milyon ölü ve en az bir o kadar yaralı vardır. Savaş sonrasında acı ve hayal kırıklığı hâkimdir. Bu, o günlerin edebiyatın­da yankısını bulur: Ernest Hemingway’in Silahla­ra Veda’sı, John Dos Passos’un A.B.D.’si, Erich Maria Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u ilk akla gelenler.

1935’te, Fransız oyun yazarı Jean Giradoux Troya Savaşı Olmayacak’ı (La guere de Troi n’aura pas lieu) yazar. İngilizceye Kapıdaki Kaplan ola­rak çevrilen oyun, İsa’dan bin küsur yıl önce cereyan eden ve efsaneye göre güzel Helen’in Troyalılar tarafından kaçırılması yüzünden çıkan sa­vaşı konu alır. Öykünün bir safhasında, Giradoux, Hecuba adlı ihtiyar bir kadınla Demokos adlı Troyalı bir asker arasında geçen bir diyalogla sava­şın çirkinliğine dikkat çeker:

Demokos: Gitmeden önce söyle bize Hecuba, savaş neye benziyor?

Hecuba: Şebeğin götüne. Şebek ağaca çıktığında, arkası bize dönükken gördüğümüz manzara savaşın ta kendisidir: Kırmızı, pul pul, şeffaf, iğrenç bir perukla çerçevelenmiş…

Demokos: Savaşın iki yüzü var yani: Biri He­len’inki, öteki de anlattığın gibi.”

Çeviren: Yücel Göktürk
Express, sayı 24, Nisan 2003

^