“Göç/mültecilik sorunu” denen, konjonktüre göre “kriz” olarak da adlandırılan ve sosyal uyum, entegrasyon gibi ana akım tartışmalara konu olan hadise, aslında “Avrupa” sorunu ve hatta “krizi” değil mi? Avrupa ne, Avrupa neresi, Avrupalı kim? Bu kritik soruları, kişisel tarihi ile akademik çalışmaları “göçün otonomisi”nde kesişen araştırmacı Nicholas De Genova’ya sorduk.*
Göç konusuna ve eleştirel göç çalışmalarına ilginiz nasıl başladı?
Nicholas De Genova:[1] En başından beri göçmen dayanışma aktivizminin bir parçasıydım. Çok gençken, Meksika’dan gelen göçmenlerle birlikte aktivist siyasetin içindeydim. Bu deneyim siyaset anlayışımı şekillendirmeye başlamıştı. ABD’deki sınıf ve ırk politikalarıyla çok ilgiliydim ve aktivist siyasete dahil olma sürecinde, göçmen yoldaşlarımın deneyimlerinin, radikal siyaseti düşünme biçimleri içinde bile sorgulanmadan kabul edilen varsayımları sarsabileceğini anlamaya başladım. Sorunuza şöyle de cevap verebilirim: Meksika’dan doğup büyüdüğüm şehir olan Chicago’ya göçün yükselişi aşağı yukarı doğumumla aynı zamana rastladı ve hayatımla örtüştü. Yani, ırk denkleminin “siyah” ve “beyaz” üzerine kurulduğu bir şehirde büyüdüm. Hayatımın seyri içinde de Meksikalılar her geçen gün bu denklemi dönüştüren ana aktörler haline geldiler ve şehirdeki baskın ırk anlayışı içinde çok önemli bir “üçüncü grup” oldular. Yani, göç çalışmalarına dahil oluşum bir anlamda kişisel biyografimin ve içinde büyüdüğüm toplumsal bağlamın kesişmesiyle oldu. Göçe dair sorular bende ilk başta politik olarak önem kazandı, daha sonra doktoradaki yaklaşımımı da belirledi. Doktora başvurum doğrudan aktivist çalışmalarımla alâkalı oldu. Yani, kişisel aktivizm tarihim ve bu aktivist bağlılıklardan çıkan entelektüel sorular akademik kariyerimin ilk kısmını belirledi.
Aktivizmle akademiyi nasıl bir araya getiriyorsunuz?
Benim için akademide kalma seçimi, radikal siyasi angajmanlarımla ilişkimi bir entelektüel olarak sürdürmenin bir yoluydu. Akademisyen olmak, pek çok anlamda, çok naif bir seçim olmuş olabilir. Çünkü, bir akademisyenin çok daha fazla özgürlüğü olduğunu hayal ediyorsun. Ayrıca, akademisyen olmak, bu soruları ve kaygıları yaptığım şeylerin merkezinde tutarak sorgulamaya devam etmemi sağlayacak bir iş demekti. Ama tabii ki, akademik maceramda, bunun aynı zamanda bir profesyonelleşme ve çeşitli kurumlara tabi olma süreci olduğunu keşfettim. Hem maddi hem de pratik anlamda üniversite sistemine dahil olmaktan ve orada bir kariyer yapmaktan kaynaklanan çatışma ve çelişkilerle karşılaşıyorum. Tabii ki basit ve dolambaçsız bir süreç değil, bu türden politik taahhütleri dengelemek de kolay değil.
“Militan/eylemci araştırma”[2] için nasıl bir metodoloji önerdiğinizden bahsedebilir misiniz? Bu tür bir metodolojinin sonuçları ve imkânları ne olabilir?
Bu tartışmadaki pozisyonum daha az dogmatik veya daha az kemikleşmiş diyebilirim, çünkü her araştırma zaten seçim yapmayı gerektiriyor. Herhangi bir araştırma, sosyal ve politik duruşumuza ilişkin çok şey söylüyor. Hal böyle olunca da mesele “militan araştırma” gibi bir kavramı yahut özel olarak adlandıracağımız başka bir metodolojiyi seçmekten çok militan olmayı seçmek ve sonra araştırmayı yapmakla ilgili.
Politik duruşlarımıza, yapacağımız araştırmadan bağımsız karar veriyoruz. Bazı aktivist bağlamlarda ya da kampanya çalışmalarında, araştırma projesinin o aktivist bağlamın gündemi tarafından yönlendirilmesi elbette mümkün. Ama daha genel anlamda, eğer akademinin içindeysek ve araştırma yapıyorsak, bu politik bir şey. Asıl soru şu: Hangi politikayı savunuyorsun, hangi politikanın yanında duruyorsun?
Avrupa’da göç, ırk kavramını ikame ediyor: “Irk” demenize gerek bile yok, çünkü “göçmenler”den bahsettiğiniz sürece, zaten ırksallaştırılmış bir özneden bahsediyorsunuz. Ama, bunu sistematik bir şekilde araştırıp tartışamıyorsunuz, çünkü analitik bir kavram olarak “ırk”a çok az müracaat ediliyor.
Asıl mesele, adına eylemci ya da militan demek istememizden bağımsız olarak, yaptığımız işlerin politikliği konusunda sorumluluk almamız. Ana akım araştırmalar, yapacağım herhangi bir araştırma kadar politikler. Meselenin bir parçası da kimi araştırmaların “politik”, “militan” ya da “eylemci” olarak etiketlenmesi; bu, o araştırmaları biraz marjinalize etmeye, yaftalamaya veya daha az nesnel oldukları için meşruiyetlerinin olmadığını ima etmeye yarıyor. Ama nesnellik miti, sosyal bilimlerin tam da merkezinde yatan genel bir mesele. Soyut bir nesnellik kavramına bağlılık aslında bir nesneleştirme (objectification) halini alıyor. Bu durumda sormamız gereken soru da şu: Bir özne olarak, diğer öznelerle kurduğumuz ilişkide nerede duruyoruz ve özneler-arası bir katılım ve karşılaşma olarak bir işbirliğine de dönüşebilecek araştırma gayretimizi ve uğraşımızı nasıl anlıyoruz? Bunun da bir çeşit militan ya da eylemci araştırma formülasyonu olduğu söylenebilir, fakat bu, araştırma için gereksiz bir nitelendirme. Çünkü şu temel anlayışla başlamak gerekiyor: Araştırmanın nesnelliğinin koşulu aslında o araştırmanın olanaklılık koşullarının samimi ve dürüst bir açıklamasını üretmekten geçiyor ve bu, araştırmacının, araştırmayla olan ilişkisinde hangi sosyal ve siyasi pozisyonu aldığı bilgisinin dürüst bir şekilde verilmesini de kapsıyor.
“Göçün otonomisi” literatürü nasıl ortaya çıktı, neden böyle bir müdahaleye ihtiyaç duyuldu?
Bu kavram Avrupa bağlamında formüle edildi. Radikal bir politika için, politik bir mesele olarak göç sorusunun etrafındaki bir tartışmaya dahil olan, farklı yerlerden, ama aşağı yukarı birbiriyle paralel şekillerde bunu tartışan bir grup aktivist-akademisyen ya da akademisyen-aktivist vardı. Öncelikle İtalya ve Almanya’da, bu konu etrafında önemli bir tartışma dönüyordu. ABD’den gelen biri olarak onlarla özel bir ilişkim yoktu, ama çalışmalarımda öne sürdüğüm şeylerle göçün otonomisi tartışmaları çerçevesinde çalışmalarını yürüten insanların düşünceleri arasında bir yakınlık olduğu ortaya çıkmıştı. Bu da benim ABD bağlamında görece tek başıma yaptığım çalışmalarla Avrupa’da daha kolektif ve işbirliği içinde üretilen işler arasında doğal bir yakınlık olduğunu gösterdi.
Avrupa bağlamında bu tartışmayı fitilleyen kaygılardan biri hem “Avrupa Kalesi” (Fortress Europe) kavramına hem de Avrupa sınırlarına ve göç politikalarına dair baskın tahayyülün yalnızca dışlama/dışarıda bırakma üzerine olmasına karşı çıkmaktı. Göçmenlerin her geçen gün Avrupa’daki yaşamın daha da merkezi bir parçası olmalarıyla birlikte, emek, sınıf oluşumu ve nihai olarak da Avrupa bağlamında ırkçılık politikalarına dair yeni sorular ortaya attıklarını belirtmek için “farklandıran içerme” (differential inclusion) kavramı formüle edildi.
Farklı bir anlamda ise, göçün otonomisi kavramı, Avrupa’da post-kolonyal durumla yüzleşmeye yol açtı. Çünkü bu sorunlar, Avrupa toplumsal bağlamında açık uçlu ve çözülmemiş ihtilaflar olarak ortaya çıkıyordu. Bunlar, emeğin otonomisi fikriyle akla gelen Otonomist Marksist gelenekten doğan kaygılardı. Bu gelenek artık özellikle göçmen emeği sorusuyla karşı karşıya kaldığı için, bu fikir “göçün otonomisi” olarak yeniden formüle edildi.
“Avrupa”nın anlamının tehlikede olduğunu iddia ediyorum: “Avrupa” nedir? “Avrupa” neresidir? “Avrupalı” kimdir? “Avrupalı” kabul edilen nedir? Bunlar Avrupa’yı ve Avrupalıları rahatsız eden sorular. Avrupa Sorunu, her şeyden önce, bir ırk ve post-kolonyalizm sorunu.
Avrupa’da süregiden bu tartışmalarla benim kaygılarım arasında önemli paralellikler vardı. O yüzden, adına göçün otonomisi demeden çok önce, ABD’ye Meksikalı göçü üzerine çalıştığım zamanlarda, göçün toplumu dönüştüren bir rol oynadığını ve göçmen emeğinin sınıf ve ırk politikası hakkında temel soruları sormak için önemli bir alan olduğunu öne sürüyordum.
Önceki çalışmalarınızda ABD bağlamına odaklanıyorsunuz, ama sonraki işleriniz daha çok Avrupa ile ilgili. Araştırma alanınızı Avrupa olarak mı değiştirdiniz?
Araştırma anlamında ABD’yi ardımda bıraktığımı düşünmüyorum. ABD’yle daha doğrudan bağlantılı meselelerdeki araştırmalara ilgimi devam ettirdim. Ama kendimi hem mesleki hem de fiziksel olarak Avrupa’ya yerleşmiş buldum ve aynı sosyal ve politik sorulara Avrupa bağlamında daha fazla dikkat etmeye başladım. Çünkü zaten hayatım boyunca doğrudan dahil olduğum ve yaşadığım yerlerle daha yakından ilgili olmayı tercih ettim. İlk çalışmalarım kelimenin gerçek anlamıyla doğduğum ve tüm hayatımı geçirdiğim şehirde konumlanmıştı; 11 Eylül 2001’den sonra, başka bir istikamete, “anti-terörizmin metafiziği” dediğim bir yöne ve ABD’de ulusal güvenlik devletinin yükselişine evrildi. Aslında pek çok anlamda aynı temel meselelerin tam merkezinde olan bu sorular üzerine epey kafa yordum: Asıl çalışmalarım göç politikaları, vatandaşlık, ırk ve daha çok da göçmen “yasadışılığı”, “sınırdışı” ve “sınırdışı edilebilirlik” politikaları üzerineydi. Fakat bunlar giderek alıkonma/kapatılma/gözaltı sorularıyla ilgili bir kaygı haline gelmeye başladı, çünkü bütün bu sorular aslında sözde “terörle mücadele” bağlamında yeniden düzenleniyordu. Yani aslında çalışmalarımdaki temel meşgalelerim genelde bütün bağlamlarda aynı kaldı, fakat farklı tarihsel anlara odaklandı, yeni yerlerle ve yeni durumlarla karşılaştı.
Avrupa’yı bir araştırma konusu olarak belirlememe gelince, Avrupa bağlamında kendimi sınırlar ve göç konusunda bir dizi konuşma ve tartışmanın içinde buldum, çünkü oradaki meslektaşlarım çalışmalarımdaki bazı kavramlarla ve teorik yaklaşımlarla ilgileniyorlardı. Fakat zaten ırk ve ırkçılık meselesi çalışmalarımda en başından beri üstünde durduğum bir konuydu ve bana Avrupa bağlamında bu konuyu düşünen insanların konuyu tartışma biçimlerinde bir eksiklik var gibi göründü.
Öyle olunca da, ırk ve ırkçılık, Avrupa’yla ilgili çalışmalarımda daha da inatçı bir şekilde kendini belli etmeye başladı. Avrupa’da göçle ilgili çalışmaların ırk ve ırkçılık sorularıyla daha kapsamlı ve daha radikal bir şekilde ilgilenmesi gerektiğini hissettim. Çünkü, bence, Avrupa’da göç, ırk kavramını ikame ediyor: “Irk” demenize gerek bile yok, çünkü “göçmenler”den bahsettiğiniz sürece, zaten ırksallaştırılmış bir özneden bahsediyorsunuz. Ama, bunu sistematik bir şekilde araştırıp tartışamıyorsunuz, çünkü analitik bir kavram olarak “ırk”a çok az müracaat ediliyor.
Böyle olunca da, ırka dayanmayan bir ırkçılık karşıtlığıyla kalıveriyorsunuz, bu da bu yürütülen siyaseti kan kaybetmiş bir ırkçılık karşıtlığına sıkıştırıyor. Bu bağlama odaklandım, ama bu tartışmalara yeni ve aciliyet arz eden bir şey getirmek istedim ve sonuç olarak Avrupa’nın kendisiyle ilgili soruyu formüle ettim. “Avrupa Sorunu” diye adlandırdığım meseleyi ortaya attığımda, aslında “Avrupa”nın anlamının mevzubahis ve tehlikede olduğunu iddia ediyorum: “Avrupa” nedir? “Avrupa” neresidir? “Avrupalı” kimdir? “Avrupalı” kabul edilen nedir? Bunlar yalnızca benim “Avrupalı olmayan” biri olarak sorduğum sorular değil, aynı zamanda Avrupa’yı ve Avrupalıları da rahatsız eden sorular. Avrupa Sorunu, her şeyden önce, bir ırk ve post-kolonyalizm sorunu, fakat son dönem bağlamında, göçün kurucu etkisiyle birlikte yeni şekillerde ortaya çıkıyor.
Avrupalı olmayan biri için, Avrupalıların, Avrupa’nın tarihsel anlamda güç, refah ve prestij üretimini anlamanın tek yolu olan sömürgeci mirasın kasten unutulmasına nasıl kolektif bir şekilde dahil olduklarını görmek çok ilgi çekici.
“Avrupa Sorunu” derken ne demek istediğinizi ve bunun post-kolonyal bir yer olarak Avrupa’yla olan ilişkisini biraz açabilir misiniz?
Avrupalı olmayan biri için, Avrupalıların, Avrupa’nın tarihsel anlamda güç, refah ve prestij üretimini anlamanın tek yolu olan sömürgeci mirasın kasten unutulmasına nasıl kolektif bir şekilde dahil olduklarını görmek çok ilgi çekici. Yani aslında yüzyıllardır sömürgecilik, Avrupa refah, güç ve prestijinin temeli ve kaynağı oldu, ama yine de olağanüstü bir post-kolonyal tarihsel bellek yitimi diyebileceğimiz bir şey var. En nihayetinde, bu kasti bir unutma: Buna Avrupa’yı kendi tarihinin merkezinde yeniden tahayyül etmek için bir arzu ve kasıtlı bir çaba demek daha doğru. Bu da insanların göç sorununu tartışma şekilleri üstünde çok derin sonuçlar yarattı; göçü bir çeşit istila, “uzak diyarlardan” gelen ve yanlarında her türden belayı ve sözüm ona patolojileri getiren insanların istenmeyen (arzu edilmeyen) –ve gizemli bir şekilde beklenmeyen– gelişleri olarak sunmak gibi bir ısrar var.
Halbuki, bu “uzak diyarlar” kısa bir zaman önce Avrupa’ya aitmiş gibi anlaşılıyordu. Bu göçler ve mülteci hareketleri ve de bunları üreten koşullar, çok ciddi bir anlamda Avrupa gücünün eseri. Yani Avrupa’nın dünyanın tüm kurgusuna ve daha küresel anlamda post-kolonyal sefalete bulaşmışlığı ve dünyayı ayrıştıran radikal eşitsizlikler, çoğunlukla daha önce Avrupa’nın sömürgeleştirdiği yerlerden gelen göçmenlerin Avrupa’nın tarihsel mekânı ve kolonilerdeki insanlar tarafından üretilmiş olan refah iddiasıyla kurdukları ilişkiyi anlayabilmenin tek yolu. George Orwell, Avrupa işçi sınıfının çok büyük bir çoğunluğu Avrupa’da yaşamıyor demişti ve bu durum yüzyıllardır geçerliliğini koruyor.
Bu post-kolonyal bakış açısı, bir anlamda, farklı bir toplum için herhangi bir sosyalist tasavvur hakkında düşünürken nelerin söz konusu olduğunu hayal etmemizi gerektiriyor. Sınıf politikası ne demek; bu tarihsel başlangıç noktaları olmadan, Avrupa bağlamında radikal bir emek politikasını düşünmek ne demek olabilir?
Bana öyle geliyor ki, Avrupa bağlamında şimdiye kadar önem verilmemiş ve sessizleştirilmiş göç ve post-kolonyallik meseleleri bir aciliyet ve zorunluluk arz ediyor. Yani, bu meseleye “Avrupa Sorunu” demek aslında bilinçli bir provokasyondu. “Yahudi Sorunu”, “Zenci Sorunu”, “Milliyetler Sorunu” ya da “Kadın Sorunu” gibi 19. ve 20. yüzyılın toplumsal hareketlerinin tarihinde, bu ünlü “sorunların” hep bir şekilde sorun olarak formüle edilmesi örnek alınarak oluşturuldu.
Şu anki koşullar bizi Avrupa bağlamında, artık açık bir şekilde bir sorun olarak ifade edilen en normatif olguya dair yeni bir soru sormaya zorluyor: Avrupa sorunu nedir ve Avrupalı kimdir? Aslında, bu sorunun Avrupalıların kendileri için de can sıkıcı bir sorun olduğuna dair kanıtlar ortada: Şu anki tüm meşgaleleri Avrupa’nın ne olduğunu, Avrupa’nın ne olabileceğini, Avrupalının kim olduğunu ve kimin Avrupalı olamayacağını anlamaya çalışmak. Ve bunlar aslında Avrupa entegrasyonu ve uyumu/ ahengi projesinin, Avrupa Birliği projesinin kalbinde yatan, bir anlamda kurumsallaşmış sorular. Fakat bunu bir sorun olarak adlandırmak ve Avrupa hakkındaki soruyu ortaya atmak, bizim Avrupa’nın ne olduğunu ve ne olabileceğini/ne olamayacağını anlamanın bir yolu olarak Avrupa’nın şimdiye kadar (tarihsel olarak) ne olduğu sorusuyla yeniden irtibat kurmamızı sağlıyor.
2015’te Avrupa’da gördüğümüz sözde “mülteci” ya da “göçmen” krizi, bir anlamda Avrupa’nın da kriziydi. Bu sürecin Avrupa’nın sizin az önce bahsettiğiniz sorular üzerinde yeniden düşünmesini sağladığını düşünüyor musunuz?
En dolaysız biçimiyle diyebiliriz ki, 2015 yılında çok güçlü bir şekilde bir araya gelmeye başlayan çeşitli göçmen ve mülteci hareketliliklerinin otonomisi, Avrupa sınır rejimi için bir kriz başlattı: Bu bir kontrol krizi, bir egemenlik kriziydi. Bu böyle olduğu ölçüde de, Avrupa birleşmesi ve entegrasyonu projesinin kendisi, yani AB projesi, bir anlamda kendi krizine gark oldu. Çünkü, bu olaylar sırasında açıkça ifşa olan şey, farklı AB üye devletleri arasındaki eşitsizlikler oldu. Pek çok Avrupa ülkesi, en müreffeh Avrupa ülkelerinin göçmen ve mülteci gelişlerinden korunması için çok çeşitli şekillerde sınır devriye muhafızı görevi gördüler. Yani aslında, Avrupa bağlamı içindeki belli hiyerarşileri tahkim eden ve daha az güçlü ve daha yoksul Avrupa ülkelerini ortaklığa ve rıza göstermeye zorlayan, geçtiğimiz 10-15 yılın büyük bir kısmında yürürlüğe konan bir dizi kurumsal düzenleme var. Bu ülkelerin hiçbirinin kontrol edemediği ya da yönetemediği bir şeyle karşılaşıyorsunuz: İnsan hareketliliğinin saf gücünün akıl almaz bir dışavurumu ve göçün otonomisiyle gelen yıkıcı bir güç. Farklı AB üye devletleri arasındaki ilişkiler ve AB’nin sözde “komşuluk” adı altında çeperindeki ülkelerle kurduğu ilişki, Avrupa sınırlarının “kriz”inin, kendilerine Avrupa olarak ve Avrupa için konuşma yetkisi veren kişiler tarafından çok yoğun bir şekilde deneyimlendiğini gösterdi: Onları, kimlikleri ve projelerinin ne olduğuna dair algıları konusunda gerçek bir krizle karşı karşıya bıraktı.
Bu post-kolonyal bakış açısı, bir anlamda, farklı bir toplum için herhangi bir sosyalist tasavvur hakkında düşünürken nelerin söz konusu olduğunu hayal etmemizi gerektiriyor. Sınıf politikası ne demek; bu tarihsel başlangıç noktaları olmadan, Avrupa bağlamında radikal bir emek politikasını düşünmek ne demek olabilir?
Benim kafamda, sözde “mülteci krizi” ya da “göçmen krizi”nin, her şeyin ötesinde, bir Avrupalı kimliği ve Avrupa’nın politik ve ekonomik gücünün krizi olduğuna dair hiçbir soru işareti yok. Diğer yandan, bu tabii ki herkesin bu tür bir sorunla eleştirel ve öz-düşünümsel bir şekilde iştigal edeceği anlamına gelmiyor. Egemen Avrupa politikası içinde, Avrupa’yı sınırlaştırma (bordering Europe) –veya yeniden sınırlaştırma (re-bordering Europe)–, Avrupa’yı kendisinin aslında merkezi bir oyuncusu olduğu küresel krizlerden izole etme taktikleri ve stratejisi konusunda güç ve etki rekabeti içinde ortaya atılan çok çeşitli iddiaları görüyoruz. Ama ne yazık ki, “Avrupa”nın kimliği ya da “Avrupalılık” hakkında eleştirel sorularla yaygın bir şekilde meşgul olunduğunu düşünmüyorum.
“Göçmen krizi” ya da “mülteci krizi” diye adlandırılan olayların sonucunda, Avrupa otoritelerinin en önemli ve acil görev olarak, mümkün olduğunca çok kişiyi defetmenin, çeşitli dışlama ve izole etme mekanizmalarını yeniden ayarlamanın ve şekillendirmenin yollarını bulmaya çalıştığı reaksiyoner bir yeniden yapılanma gördük. Sonuç olarak, Türkiye gibi “küçük” ortakların sınır koruma (border policing) görevini taşeron olarak üstlenmesi yoluyla sınırların yeniden dışsallaştırılabilmesini sağlayan bir dizi yenilikle tanıştık.
Diğer yandan, Avrupa’nın içeriye dönük olarak sınırlaştırılmasını da gördük –Avrupa’nın yeniden sınırlılaştırılması ve sınırların yayılması, bir dizi yorumcuyu Schengen Anlaşması’nın ve özellikle de Avrupa içi serbest dolaşım mefhumunun sonuna gelip gelmediğimizi sorgulamaya ve –çeşitli Avrupa ülkelerinin sınırları ve sınır kontrollerini yeniden tesis etmesini de düşünürsek– iç sınırları olmayan bir Avrupa idealinin imkânlarını yeniden sorgulamaya itti. Sözde göçmen ve mülteci kriziyle ilişkilendirilmiş olaylar, kaçınılmaz olarak, Avrupa sorunuyla ilgili kaygı üreten, provokatif bir dizi sonuç doğurdu. Fakat bu, “Avrupa”nın kendisine dair eleştirel sorular sormaktan farklı bir şey ve bence, sonuçta, söz konusu olan imparatorluğun hasadıyla yüzleşmek.