AKDENİZ KİMLİĞİ YA DA “MARE NOSTRUM”: BÜTÜN MÜMKÜNLERİN KIYISI -II

Söyleşi: Kavel Alpaslan
23 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

Asırlardır kıyılarında yaşadığımız deniz üzerimizde sandığımızdan çok daha fazla iz bırakabiliyor. Bugün Akdeniz bir denizin yarattığı en yoğun mikro-dünya olarak bilinse de artık kendisinden çok dünyanın geleceğine dair olasılıkları hatırlatıyor. “Akdeniz Kimliği ya da Mare Nostrum: Bütün Mümkünlerin Kıyısı” dizimizin ikinci bölümünde, Akdeniz’in kimliğini ve dünyaya sunabileceği alternatifleri dinlemek üzere, Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nde Akdeniz çalışmaları yürüten öğretim üyesi Eyüp Özveren’e bağlanıyoruz.
Bedri Rahmi Eyüboğlu

Niçin Akdeniz üzerine yapılan çeşitli çalışmalar diğer denizlerden daha fazla karşımıza çıkıyor? Bu denizi farklı kılan ne?

Eyüp Özveren: Akdeniz adı üstünde bir deniz, ama bu deniz çok özel bir deniz. Adından anlaşılacağı üzere, anakaralar arasında bir denizden, Mediterraneum’dan bahsediyoruz. Üç kıtanın arasında yer alan aşağı yukarı bir iç deniz gibi. Cebelitarık daracık bir boğaz, Süveyş Kanalı ise zaten 19. yüzyılda açılmış yapay bir su yolu. Bu deniz tarih boyunca etrafında topladığı nüfusun kendi büyüklüğüne oranı bakımından dünyada başka bir benzeri olmayacak kadar da önemli bir deniz. İnsanların kafasını hiçbir deniz Akdeniz kadar yormamış. Durum böyle olunca, Akdeniz akademik anlamda da en çok çalışılmış deniz. Ayırdında olsak da olmasak da, aslında başka denizlere Akdeniz’le karşılaştırmalı olarak bakıyoruz. Bu bakımdan Akdeniz bir model olmakla kalmıyor, ister istemez bir ölçüt de oluyor aynı zamanda. Baltık Denizi’ne, Karayip Denizi’ne, Hint Okyanusu’na, yanıbaşımızdaki Karadeniz’e, hatta Kızıl Deniz’e bu gözle bakan çalışmalar olması Akdeniz’in bir mihenk taşı olduğunu gösteriyor. O çalışmalar, “Akdeniz’e göre şusu eksik, busu fazla” diye saptamalarda bulunuyor. Ama o çalışmaların hiçbiri benzer özelliklerin diziliş ve oranı bakımından ikinci bir Akdeniz bulamamış şimdiye kadar. Demek ki, Akdeniz’in eşi eşidi yok, olsa olsa benzerleri var. Akdeniz bir tane. (gülüyor)    

Hâlâ aynı yorumu yapabiliriz herhalde?

Eyüp Özveren

Evet, ama burada oran çok önemli tabii. Pasifik Okyanusu’nun ya da Hint Okyanusu’nun çevresindeki nüfusu toplarsak çok daha fazla, ama orada söz konusu olan okyanus. Akdeniz bir okyanus kadar büyük değil. Bunun da önemi Akdeniz’in tarih boyunca gidiş ve dönüşlere elverişli bir deniz olagelmesi. Yani insanların rahat rahat, salla, sandalla, yelkenliyle, gemiyle açılıp, açıldıkları yere de geri dönebildiği büyüklükte bir deniz. Bu bakımdan bunun bir benzeri dünyada yok. İklim olarak da buna elverişli bir deniz. Bunlardan kaynaklanan bir yapısı ortaya çıkıyor. Coğrafyası iletişime, bağ kurmaya, erişmeye, etkileşime uygun. İnsan ölçekli bir deniz. İnsanlar bu farkın uzun zamandır ayırdında.

Yalnız burada 19. yüzyıldan kalma çok yaygın bir Akdeniz romantizmine kapılmamak gerek. 18. yüzyılın son çeyreğinde Almanya’dan İtalya’ya gelen Goethe, pek çok bakımdan gıpta edilecek gerçek bir hümanist ve romantik. Akdeniz’in iklim ve coğrafyasında insanın kendisini doğal ve sıcak bir ortamda bulduğunu, neşeli, azla yetinen, ama güzel bir yaşam sürdürdüğünü gözlemliyor. Bunun Kuzey’in soğuk ve yaşama elverişsiz koşullarının insana varlığını sürdürebilmesi için dayattığı düzenden farkını ayırt edebiliyor. Ama Goethe ve çağdaşları Kuzey’den gelen kültürel ve teknolojik olarak “gelişmiş” insanlar. Onların arkasından çığ gibi büyüyen kuzeyli bir insan seli Akdeniz’in keşfine koşuyor. Bu insanlar için Akdeniz çekici bir coğrafya, yaşanacak yer.

Oysa Akdeniz coğrafyası aslında insanlara doğal olarak çok elverişli bir yer değil. İnsanlık tarihinin tarihöncesi devirlerinde, insanlar Afrika’dan göçlerle dünyaya dağılırken Akdeniz’i es geçiyorlar. Akdeniz’i kullanmak belli bir teknoloji bilgisi, olgunluk ve daha üst düzey bir örgütlenme düzeni ve becerisi gerektiriyor. Bu düzeye ulaşmanın öncesinde, Akdeniz yabanıl bir doğa ve göçer bir insan topluluğunun kıyısında barınarak yaşamını sürdürebilmesine uygun değil. Bu nedenle, çok uzun bir zaman etrafında insanların yerleşmediği bir deniz. Ne zaman ki insanlar antik çağın hemen öncesindeki dönemlerde burada tutunabilir duruma geliyorlar, o zaman Akdeniz birdenbire bizim kanıksadığımız insan dostu özellikleriyle ortaya çıkıyor. Kimileri yalnızca Akdeniz tarihinin antik çağda edindiği o özellikleri bildiği için, sanki hep öyle olduğunu varsayıyor. Bu bakımdan Akdeniz, öykümüzün başında insanlığı ağırlamaya elverişsiz olduğu gibi, sonunda da artan nüfus ve beklentileri karşısında yetersiz kalan bir yer.

Akdeniz, göz alıcı yanlarıyla gözümüzü de kamaştırarak kimi olumsuzlukların da öncülü olduğunu gözden kaçırmamıza yol açıyor. Örneğin, köle emeğinin kâr amaçlı üretim için büyük ölçekli işletmelerde kullanımı da Akdeniz’in Yeni Dünya’ya kazandırdığı utanılası bir “yenilik.”

Bunun ötesinde, Akdeniz’in başka özellikleri var. Elimizdeki alfabelerin hemen tümü buradan çıkma. Tek tanrılı İbrahimî dinler buradan çıkma. Klasik edebi, felsefi ve bilimsel metinler adıyla bilinen ve insanlığı en çok etkilemiş kaynakların büyük bir kısmı –tabii ki modern dönemden daha eski olanları kastediyorum– yine buradan çıkma. Kültürel olarak da çeperinde yaşayanların ve genel olarak insanlığın üzerinde çok büyük ve derin bir iz bırakmış bir deniz. Bütün bunlar çağlar boyunca Akdeniz’in daha çok çalışılmasına, düşünülmesine, gezilmesine, her anlamda dikkate alınmasına yol açmış. Akdeniz bu şekilde bizim gözümüz, olmadı gözlüğümüz olmuş. Güzelliği ve benzer göz alıcı yanlarıyla gözümüzü de kamaştırarak zaman zaman kimi olumsuzlukların da öncülü olduğunu gözden kaçırmamıza yol açıyor. Örneğin köle emeğinin kâr amaçlı üretim için büyük ölçekli işletmelerde –ilkin şeker ve sonra pamuk plantasyonlarında– kullanımı da Akdeniz’in Yeni Dünya’ya kazandırdığı utanılası bir “yenilik”. Uygulama ölçeği Yeni Dünya’nın oranlarına göre kat kat artırılınca vicdanları rahatsız edecek kadar göze batmış.      

Çevresindeki insanlar deniz üzerinden etkileşiyorlar, ama çok büyük bir kısmı doğal olarak karada yerleşik. Denizin çeperinde oluşan daha geniş coğrafi-beşeri birime “Akdeniz Dünyası” diyoruz, yani deniz odaklı bir dünya. Çoğu zaman denizin kendisinden değil, bu dünyadan söz ediyoruz aslında. Ama bu dünyayı bir arada tutan manyetik güç, denizin sağladığı bir kolaylılık, bir elverişlilik oluyor: Erişilebilirlik ve geri dönülebilirlik. Okyanuslar böyle bir etkileşime 19. yüzyıla kadar elverişli değiller. Gitmesi, dönmesi öyle kolay değil. Osmanlı Suriye’sinden Amerika’ya 19. yüzyılda göçenlerin büyük çoğunluğu bir daha yurtlarını görmüyorlar, İtalya’dan Amerika’ya göçenlerin çoğu da öyle. Ancak çocukları, torunları bir daha gezip görmeye geliyorlar, o da isterlerse. Akdeniz derken, gidiş ve dönüşlerin düzenli sürdürülebilirliği olan bir denizden söz ediyoruz. Doğal olarak bütün bunlar görece.

Santorini (Thera) adasında bulunan ve dönemin denizciliğine dair fikir veren bir fresk (M.Ö. 16. Yüzyıl)

Akdeniz’in saptadığınız farkını kuramsallaştırabilmek mümkün mü? Akdeniz’le ilgili “Akdeniz insanı”, “Akdeniz kimliği” gibi sıkça kullandığımız tanımların içini nasıl doldurabiliriz. Akdeniz coğrafyası, o denizi paylaşan toplumlara ne gibi bir yazgı ortaklığı getirdi, Akdeniz kıyılarındaki kentlerde yaşayan insanları birbirine bağlayan ve ayıran yönler nelerdir?  

Sorunuzun iki kısmı var, biri “Akdeniz nedir?”, diğeri “Akdeniz kimliği nedir?” Bunun bir yapısal boyutu var, bir de bilinçle ilgili boyutu. İkincisi, Akdenizlilerin ne ölçüde ve ne zamandan beri ortak kimliklerinin bilincinde olduğu. Şimdilik bilinçle ilgili soruyu bir yana bırakalım. Önce yapısal boyut üzerinde duralım.

Aynı coğrafyada yaşayan insanların gündelik yaşamları da birbirine benziyor. Bunun temel nedeni günlük geçimliklerini sağlarken aynı sorunlarla boğuşmaları. Buna “maddi uygarlık” diyoruz. Akdeniz’de aynı maddi uygarlığın çerçevesinde gündelik yaşamını biçimlendiren insanlar birbirlerinden hiç haberdar olmasalar da zamanla birbirlerine benziyorlar. Burada bir ayraç açıp bir de şunu ekleyelim: Akdeniz coğrafyasında aslında birbirinden haberdar olmamak gerçekdışı bir varsayım. Akdeniz dünyasında insanların denizin öte yakasındaki insanların üç aşağı beş yukarı kendilerine benzer canlılar olduğundan haberdar olagelmiş. “Ben” ve “öteki” arasında Amerika’nın keşfinde karşılaşılan durumu anımsatan bir uçurum yok. Dahası, bir kıyıdaki insanlar yukarıda söz ettiğimiz gidiş ve dönüşleriyle denizötesinden bin yıllardır haber götürüp getiriyorlar. Bu bilgi akışı nedeniyle, yalnız gündelik yaşamın teknikleri ve malzemeleri değil, inanç ve düşünceler, masallar, söylenceler, inançlar da benzeşiyor. Kısacası, Akdeniz uygarlığının maddi boyutunun yanısıra öteki boyutu da güçlü bir etkileşime giriyor ve bunun sonucunda benzeşiyor. Sonuçta, tek bir Akdeniz uygarlığı ve onun getirdiği gündelik maddi yaşamdan beslenen bir üst-kimlik var. Üst-kimlik bilincinin kimlerin arasında ne ölçüde yayıldığı ve güçlendiği ayrı bir konu. Burada vurgulamak istediğim temelin ortak ve sağlam olduğu.

Bundan başka iki ortak payda daha var. Sırasıyla, Akdeniz dünyasını bir arada tutan ayırıcı ilk yapısal özellik, Fransız tarihçi Fernand Braudel’in İkinci Dünya Savaşı sırasında kafasında şekillendirmeye başladığı gibi, denizaşırı tek bir iktisadi işbölümünün siyasal devletlerin çokluğuna ve sınırlarına karşın, savaş zamanlarında bile hep iyi kötü işlemiş olması. Bu işbölümünün taşıyıcıları öncelikle tüccarlar. Ticaretin sınır tanımaz ve yatay ağlara elverişli niteliği Akdeniz dünyasının değişik uçlarını bir kilim gibi peşpeşe düğümlerle dokuyor. Akdeniz tüccarların görece güçlü olduğu bir dünya. Aslında Hint Okyanusu da 18. yüzyıl sonlarına kadar öyle. Demek ki, bu özellik Akdeniz’i istisnai olarak Roma İmparatorluğu zamanında olduğu gibi bir imparatorluk denizi –mare nostrum / bizim deniz– yapmamak bakımından çok önemli, ama başlı başına yeterli değil.

Akdeniz’de kural olarak hep birden çok devlet bir arada, yan yana söz sahibi, hiçbiri kendi koşullarını dayatacak siyasi güce sahip değil. Akdeniz tek bir imparatorluğun denizi olmamış, bir siyasi otoritenin her şeyi belirlediği bir deniz olmamış. Siyasal ve kimliksel melezlik Akdeniz’de bir istisna değil, bir kuraldır.

Akdeniz’i başka denizlerden ayırmak için bu köklü ticaret örüntüsüne bir başka unsuru eklemek gerekiyor. Nicholas Purcell ve Peregrine Horden’ın geliştirdikleri kuramsal çerçeve bu bakımdan Braudel’inkini pekiştiriyor. Onlara göre, Akdeniz’in çevresindeki mikro-bölgeler birbirinden, toprak yapısı, bitki örtüsü, su kaynaklarının niteliği bakımından, karşılaştırılabilecek başka yerlere göre çok büyük farklılık sergiliyorlar. Akdeniz ikliminde yağışların da yıldan yıla çok büyük farklılıklar sergilemesi buna eklenince, farklılıklar büsbütün artıyor ve hareketleniyor. Bunun sonucunda, mikro-bölgeler sık sık kıtlığın eşiğine sürüklenebiliyor ve varlıklarını sürdürebilmek için bile denizaşırı olanaklara gereksinim duyuyor. Başka bir deyişle, kendi yerel koşullarının döngüsel elverişsizliğinde ancak Akdeniz dünyasının genel dengesi sayesinde varlıklarını sürdürebiliyorlar.

Burada ticaret veya göç artık daha iyi ve rahat bir yaşam arayışı olmaktan çıkıyor, bıçak sırtı dengelerde sürdürülebilirliğin önkoşulu oluyor. Purcell ve Horden Akdeniz dünyasını başka benzeri birimlerle bu bakımdan karşılaştırmayı amaçlayan dev yapıtlarını henüz tamamlayıp yayımlayamadılar. Ama leb demeden leblebiyi kavrayan kimi akademisyenler bu izleri sürerek yukarıda özetlediğim sonuca geldiler. Ticaret ve genel anlamda bağlantılılık –connectivity– her yerde bir artı, Akdeniz dünyasında ise olmazsa olmaz bir varoluş koşulu. Tabii bütün bunlar 19. yüzyılda Süveyş Kanalı’nın açılması gibi olaylarla Akdeniz dünyasının daha büyük bir dünyanın parçasına dönüşmesiyle, artık Akdeniz dünyası gittikçe kendine yeterli bir birim olmaktan çıkarıyor.

Ulus devletlerin sahneden inmeye niyetli olmadığı, devletler arası çıkar çatışmalarının tam da Akdeniz sularında kızıştığı bir dönemde böyle bir ortak üst-kimliğin gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

“Ulus-devlet” dendiğinde hepimiz farklı bir şey anlıyoruz. Arasında olması gereken tireyle birlikte bu terimden kasıt, devlet ile onunla eşleşmiş ulusun eşzamanlı bir etkileşim içinde, birlikte evrilerek oluşmuş olması. Bu fark önemli olduğu için “ulusal devlet” demiyoruz, çünkü bu ikinci terim ilkinden farkı olarak ulusun devletten önce var olduğunu varsayar.

Tarihte üç farklı bileşimin de örnekleri var. Kimi örneklerde, önce ulus bilinci “milliyetçilik” hareketleriyle gelişiyor, sonra devlet kuruluyor. Kimisinde önce devlet gelişiyor, sonra kendine göre bir ulus yoğuruyor. Çok ender durumlarda da ikisi eşzamanlı gelişiyor. Ağırlıkları farklı da olsa, iki yönlü bir belirleniş her örnekte karşımıza çıktığı için “ulus-devlet” terimini genelleştiriyoruz. Kafamızda bir de ulus-devletle örtüştüğünü varsaydığımız bir toplumsal yapı algısı var. Buna göre üstte bir devlet, altında sınıflar yer alıyor; bir de bunların bire bir örtüştüğü sınırlar ile ulusal ve uluslararası siyasetle belirlenmiş bir ekonomik birim var. Bu bir bütün ve kimilerinin inandığı gibi ilk kertede aşağıdan yukarı doğru belirlenecek bile olsa, yukarıdan aşağı doğru hiyerarşik bir yapı oluşturuyor. Bütün bunların arkasında yatan model, Fransız Devrimi sonrasında Fransa’da ortaya çıkan tarihsel sürecin kuramsallaştırılması. Ondan sonra da bunun tarihsel koşullarından soyutlanarak kimi değişikliklerle başka ülkelere analitik olarak uygulanması. Bu kurama bakarak Alman devletini, İtalyan devletini, Latin Amerika devletlerini ve başka örnekleri bu modelin ışığında anlamaya çalışıyoruz.

Şimdi, Akdeniz’in niteliklerinden ikisini hatırlayalım. Birincisi, iktisadi olarak Akdeniz’in ortak bir işbölümüne dayanan tek bir birim oluşturması. İkincisi, Roma İmparatorluğu’nun belli bir dönemi dışında hiç tek bir siyasi otoritenin egemenliğine konu olmaması. Başka bir deyişle, Akdeniz’de bu istisnai örnek dışında, tek bir devlet ile tek bir ekonomi ulus-devlet modelindeki gibi örtüşmemiş hiç. Örtüşseydi ulus-devletinkiyle benzer bir hiyerarşik yapı ortaya çıkardı. Tek istisnai örnek de kendi ağırlığı altında ezilip önce Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları olarak ikiye bölünmüş, sonra da zamanla parçalanıp dağılmış.

İzmir-Urla’da, 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği tarafından bire bir ölçülerle yeniden inşa edilen ve denize açılan binlerce yıllık Fenike gemileri (Fotoğraflar: Selva Egeli)

Özetle, Akdeniz’de hep birden çok devlet bir arada yanyana söz sahibi, hiçbirisi de kendi koşullarını dayatacak siyasi güce sahip değil. Akdeniz tek bir imparatorluğun denizi olmamış, bir siyasi otoritenin her şeyi belirlediği bir deniz olmamış. Bu bakımdan bunun kuramsallaştırılmasından tek bir siyasi yetke altında kalmayan, yatay düzlemde yoğun biçimde etkileşen ve işleyen, bünyesinde çoğulculuğu barındıran farklı bir yapının modelini elde ediyoruz. Bu da bizim ulus-devlet veya benzeri oluşumlardan daha farklı bir insan toplumu ve siyasası düşünebilmemizi, onun ışığında ulus-devlet deneyimlerimizi yeniden değerlendirebilmemizi sağlıyor.

Bununla da kalmıyor ama, Akdeniz başka bir dünyanın olabilirliğini gösteriyor. Bilgi birikimi ve bilinç olsa bile bunu görecek göz ve yürek olup olmadığı ise ayrı konu. Bugün Akdeniz’e baktığımızda, eğer iyi bir gündeysek, her şeyden önce üzerinde kaçak göçmen taşıyan en küçük bir fırtınada batacak kadar dayanıksız ve aşırı yüklü tekneleri, motorları ve onları en insanlık dışı yöntemlerle etkisiz kılmaya yeminli “güvenlik” görevlilerini, daha kötü bir gündeysek Aylan Kurdi’nin kıyıya vuran cesedi ile zihinlerimize bir daha silinmemek üzere kazınan nice kaçak ve göçmenin can kavgasının ve istenmedik ölümlerinin resmini görüyoruz.          

Peki, bugün biraz genelgeçer bir şekilde bahsedilen Akdeniz kimliğini daha detaylı olarak nasıl tanımlamak gerekir?

Özveren: Akdeniz kimliği, biraz önce tanımladığımız Akdeniz gerçeğinin bilincimize işleyişi ile ilgili bir şey. İnsanlar çok uzun zaman bir şeyin nasıl işlediğini, mantığının ne olduğunu, yapısının ne olduğunu bilmeyerek de onun sürmesine araç, felsefecilerin deyişiyle “taşıyıcı” olabiliyorlar. Örneğin, şimdi dünyada hemen herkes piyasa ekonomisinin güdümünde. Ama bunun içinde piyasa ekonomisinin ne olduğunu, nasıl denge fiyat ve miktarlarını belirlediğini bilen herhalde yüzde 1-2’yi geçmez en iyimser tahminle. Akdeniz dünyasının işleyişinde yer almak ile bunun bilincini taşımak arasında da benzer bir fark var.

Akdeniz dünyasında “Akdeniz kimliği” ile ilgili belli dönemlerde ortaya çıkmış özellikler var. Çok bölük pörçük olarak antik çağda bile var. Platon “Biz bir gölün kenarında toplanan kurbağalarız” diyor. Ama onun kurbağa algısında Yunan olmayan kurbağa pek yok. Bu da ayrı bir konu. Bu kimliğin bilinci çok sonra büyük ölçüde 18. yüzyıl sonu-19. yüzyıl başında Romantiklerle birlikte ortaya çıkıyor. Akdeniz’i bir yaşam biçimi olarak görüyorlar. Daha sonra, Saint-Simon’cular bunu benimsiyor. İlerlemeci bir felsefeye yakışır biçimde, ekonomik bir gelişme ve bütünleşme içinde, barış içinde bir arada yaşamaya temel oluşturmak üzere buna hizmet edeceğini düşündükleri “büyük projeler” oluşturuyorlar. Bu tür büyük projeler arasında bizim açımızdan en önemlisi Süveyş Kanalı’nın açılması. 19. yüzyılın ilk 30-40 senesinde oldukça güçlü bir akım Saint-Simonculuk. Onlar için bu anlamda bir Akdeniz modeli aslında yeni bir dünya düzeninin ilk adımını oluşturuyor.  

Asıl kritik soru şu: Akdeniz’deki insan-insan, toplum-toplum ilişkileri gibi tarihsel olarak uzun bir süre nüvelerini gözlemlediğimiz özellikler gelecekte görmeyi arzu ettiğimiz dünyaya ışık tutabilir mi? Akdeniz’den alçakgönüllülükle ve eteğimizdeki taşları silkeleyerek ders almaya hazır mıyız?

Akdeniz kimliğinin bilincinde ikinci önemli aşama, 1920’ler ve özellikle 1930’larda, yani II. Dünya Savaşı öncesinde ortaya çıkıyor. Paul Valery kendi fildişi kulesinde ve geriye kalan günlük defterlerinde şiir ile felsefeyi harmanlayarak Akdeniz odaklı bir yaklaşımı, o sıralar çok yaygın olan Avrupa’nın çöküşü düşüncelerine bir panzehir olarak öne çıkarıyor. Valery adının da kazandırdığı saygınlıkla bunun etkisi yayılıyor. Bu düşünce, onun tekelinde kalmadığı gibi, hızla güncelleşip siyasallaşıyor. Gözler ve gönüller Avrupa’dan Akdeniz’e çevriliyor.

Avrupa’daki gelişmelere, ama özellikle de faşist İtalya’nın Akdeniz politikasına tepki olarak biçimleniyor bu fikir akımı. Mussolini’nin kafasındaki Akdeniz projesinin amacı, Roma İmparatorluğu’nu kendi işine geldiği gibi yorumlayarak canlandırmak, bu yolla İtalya’yı sömürgeci devletler ligine sokmak. Buna tepki olarak, Albert Camus, Gabriel Audisio gibi Marsilya ve Kuzey-Batı Afrika’da yaşayan kimi aydınlar Roma gibi tek bir imparatorluğun egemenliği yerine, çok merkezli, insan odaklı Antik Yunan paradigmasından yola çıkan, gönüllülük esasına dayalı yatay ilişkileri öne çıkaran, daha evrensel, kozmopolit bir insan tiplemesine dayalı bir Akdeniz algısı geliştirip onunla ilgili kimlik belirlemeye ve o kimlik üzerinden edebiyat, bir çeşit siyasal edebiyat yapmaya çalışıyorlar. Çok güzel yapıtlar veriyorlar. Deneme türü yapıtlar, ama özellikle Camus’nün Veba romanı bunun en güzel örnekleri arasında. Ülkemizde de çok iyi bilinen ve sevilerek okunan Panait İstrati, Halikarnas Balıkçısı ve Mavi Hareketi…

1960’lar sonrası, özellikle 1970’lerde yeni bir dalga şeklinde ortaya çıkan daha siyasallaşmış, yine kültür insanlarının bu evrenselci, hümanist görüşü bırakıldığı yerden alıp belli bir siyasi perspektifle işleyip canlandırması, üçüncü ve en yüksek aşama. Soğuk Savaş’ın bitmesi, iki kutuplu dünyanın yıkılmasıyla hızlanan, çeşitli ülkelerden aydınların içinde yer aldığı bir süreç. Özetle, kimlik bakımından da bir süreklilik görüyoruz. Değişik zamanlarda canlanan bir süreklilik. Hep bir Akdeniz bilinci olmuş, yani kendi ülkelerinin sınırlarıyla kalmayıp onun biraz daha dışında, ortak bir coğrafya ve yazgıyı sezinleme eğilimi söz konusu. Ama bunun zaman içinde gelişmesi kesintilerle ve yavaş yavaş olmuş.

Mussolini’nin Sezar heykeli önünde yaptığı bir konuşmadan

Audisio, Mussolini’ye inat bir Akdeniz ırkından söz ediyor. Irkçı olmayan bir Akdeniz ırkı. Melez bir ırk. Böyle bir tanım ırk kavramını yerle bir ediyor aslında. Bu arada Sezar’ın hakkını da taşrada Sezar’a verelim. Roma İmparatorluğu insanlık tarihinin gördüğü en kozmopolit imparatorluk. Sayısı azımsanamayacak imparatorlar taşra kökenli ve Roma onları kabullenebilmiş. Roma Akdeniz’i bir imparatorluk denizine çevirirken aslında kendisi de köklü bir dönüşüm geçirerek Akdenizlileşmiş. 

Öte yandan, kendisi de gerçek bir Akdenizli olan Halikarnas Balıkçısı çok güzel söylemiş: “Akdenizli doğulmaz, Akdenizli olunur!” diye. Alsacelı Braudel ve Camus’nün çok değer verdiği, yaşamının sonuna değin dostluğunu sürdürdüğü hocası Brötanyalı Jean Grenier, aykırı yazar Jean Genet, sonra aslen Kuzeyli olup Fas’ı dolaşan ve Nice’e yerleşen Henri Matisse, yaptıkları Tunus gezisinin izlerini bir daha üzerinden atamayan Paul Klee ve August Macke, Hindistan’da doğup Akdeniz kimliğini benimsemiş ve Akdeniz’i kalemine dolamış Lawrence Durrell, Tanca’ya yerleşen Amerikalı yazar Paul Bowles ya da son kırk yılda Akdeniz’e yerleşen İngiliz ve Alman “emekliler” bunun en güzel kanıtları. İsimler say say bitmiyor.

Akdeniz deneyiminden yola çıkarak dünyanın geleceği açısından ne gibi dersler çıkarabiliriz?

Yapı ve üst-kimlik ile ilgili yaptığımız saptamalar artık Akdeniz’i, tarihin akışını yadsıyarak yeniden ayrı bir dünya olarak algılamak ve kurgulamak için değil de geleceğin dünyasını biçimlendirebilmek için nasıl değerlendirilebilir? Başka bir deyişle, Akdeniz birikiminden ve deneyiminden edindiğimiz model dünyamızın geleceğine nasıl ışık tutabilir? Akdeniz’i bugün artık dünyadaki bağlarından koparıp ayrı bir yapay dünya haline getirmek, saplantıya dönüştürmek, gerçekleşmesi açısından –Club Med idealleri ötesinde– hem olabilecek hem de arzu edilebilecek bir şey değil.

Bir ütopya olarak Akdeniz’i romantik haliyle diriltmenin peşine düşmek ancak yerli ya da yabancı “turistler” açısından gündelik hayatlarının kalitesini yükseltmek için bir “bahane” olabilir. Ama asıl kritik soru şu: Akdeniz’deki insan-insan, toplum-toplum ilişkileri gibi tarihsel olarak uzun bir süre nüvelerini gözlemlediğimiz özellikler bizim gelecekte görmeyi arzu ettiğimiz dünyaya ışık tutabilir mi? Son 30 yılda biçimlenen yazın bu vurgusu nedeniyle bizim için anlamlı. Yatay örgütlenmelerin, kimlik etkileşimlerinin dünya ölçeğinde uygulanabilirliği ne? Yalnızca din veya ırk sınırlarıyla çizilmiş, parçalanmış ve birbirine karşı konuşlanmış bir dünya yerine, biraz daha karşı taraftakileri ötekileştirmeden farklılıklarını saygıyla kabullenerek karşılıklı etkileşime girmeye yatkın bir noktaya gelebilir miyiz? Akdeniz’den alçakgönüllülükle ve eteğimizdeki taşları silkeleyerek ders almaya hazır mıyız?

Türkiye’nin çok önemli bir kısmı Akdeniz dünyasında yer alıyor. Oraların etkisiyle, Türkiye hayat tarzları, tatil alışkanlıkları ve tarihsel ilişkiler bakımından vazgeçilmez derecede Akdeniz dünyasının içinde.

Çok önemsediğim kimi yazar-düşünürler de yakın zamanda bu konularla ilgilenen, kendileri de Akdenizli olan kimseler. Çığır açan bir isim, yaşayan bir anıt Predrag Matvejevic. Kendisi hem Hırvatistan’da, hem Fransa’da hem de yoğun olarak İtalya’da etkin olagelmiş. Onun yanısıra, son dönemde iki Güneyli İtalyan öne çıkıyor: Biri Sicilyalı romancı ve denemeci Vincenzo Conzolo, diğeri de Bari Üniversitesi’nde uzun yıllar çalışan ve yakın zamanda kaybettiğimiz sosyolog Franco Cassano. İkisinin de yapmaya çalıştığı şey bir Akdeniz etiği, projesi çerçevesinde hem Akdeniz dünyasının bugününü hem de dünyanın geleceğini düşünmek. Napoli’de eşzamanlı çalışmalarını post-kolonyal düşünce akımı çerçevesinde sürdüren, aynı dalga boyundaki İngiliz Ian Chambers’ı da unutmayalım.

Bunların hepsi Akdeniz’in iyi yanları benimseyip yaygınlaştırmaya çalışırken kötü ve yanlış uygulamalara da karşı durmak çabasında birleşiyor. Bugün Akdeniz’in neredeyse bütün kuzey kıyısı kibirli bir AB’nin egemenliğine girmiş, AB’nin çeşitli kılıflarla güney komşularına paralı bekçilik yaptırmaya çalıştığı bir deniz. Akdeniz hiç bu kadar bölünmüş olmadı. AB politikası sınır güvenlik çizgisini daha güneye kaydırarak Akdeniz’i kaçak göçmenlerden, kamplardan, karaya yanaşmasına izin verilmeyen “sarhoş gemi”lerden ve suda yüzen cesetlerden “temizlemek.” Bu, kabul edilebilecek bir proje değil. Bu trajedinin kurbanlarının çoğu da yazgılarının kurbanları olarak bu güç geçide sürüklenmiş ve orada sıkışıp kalmış Suriyeliler, Kara Afrikalılar, Afganlar ve başkaları. Kısacası dünyanın trajedisine Akdeniz sahne oluyor ve Akdenizliler de bunda ikincil rolleri veya seyircileri oynuyorlar.    

Sözünü ettiğiniz İtalyan yazarların son zamanlarda bu kadar öne çıkması bir rastlantı değil herhalde. Bunun arka planı nedir?        

Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yönelik göç dalgalarının izlediği üç yol var. Birincisi, Cebelitarık Boğazı, ikincisi Kuzey Afrika (Tunus veya Libya)-İtalya yolu ve üçüncüsü de Türkiye ve Ege denizinden Yunanistan geçişi. İlki en iyi denetlenen ve engellenen yol. Türkiye-Yunanistan yolu da AB ile yapılan anlaşma sonrasında denetim altına alınmış durumda. Uzun süredir Afrika’dan hareketi veya İtalya’ya ayak basması bir türlü engellenemeyen göç İtalya üzerinden Avrupa’ya yayılıyor. İtalya sırf bu nedenle son yirmi yılda yeniden bir sınır ülkesi ve dolayısıyla Akdeniz ülkesi olduğunu yaşayarak hatırladı. Bir yandan, göçmen karşıtı aşırı sağ ve Güney’e tepeden bakan ayrılıkçı Kuzey Ligi gitgide palazlanırken, diğer yandan da buna tepkili insan hakları, ahlâk ve evrensel değerlere duyarlı bir kesim örgütlenerek sesini duyurmaya başladı.          

Ama burada şunu söylemekte yarar var: İtalyanların Akdeniz dünyasıyla olan ilişkisi tarihsel olarak biraz hastalıklı bir ilişki. Bu doğrudan doğruya, 1920’lerden itibaren faşizmin neden olduğu bir hastalık. Biraz önce çok kısa değindiğimiz Mussolini’nin Roma’yı canlandırma projesi ve onun sömürgeci saldırgan tutumu ciddi bir tepki alıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’nın yenilgisiyle birlikte bu sefer İtalyanlar Akdeniz’e “küsüyorlar”. Bir süre neredeyse hiç yaklaşmıyorlar. Sırt çeviriyorlar. İtalya’nın kendi içinde zaten çok keskin bir Kuzey-Güney ayrımı var. İtalya Güney’e küsüp yüzünü Kuzey’e dönüyor. Kuzeyli İtalyanlar İtalya’nın kesinlikle Akdenizli olmadığı kanısında. Bu yaklaşımlarıyla da İtalya’da politik-kültürel gündemi aşağı yukarı 1970’lere kadar belirlemiş kesim. İtalyanlar kadar yüksek sesle “Biz Akdenizli değiliz” diyen Akdenizli görmedim hiç bir yerde. Bunun ne kadar hastalıklı bir düşünce olduğunun en güzel göstergesi, Fransızların bunun tersini söylemesi. Aslında Fransızlar o kadar Akdenizli değiller. Fransızlar için Güneylilik “egzotik” bir şey, hoş falan, ama sonuçta bir aksan, Marsiya ağzı, hele Provençal yaşayan bir dil olmaktan uzaklaştıkça. Fransa Lyon merkezli değil Paris merkezli bir ülke ve üstelik okyanus sahili ve kuzey kısmı oldum olası çok önemli.

Öte yandan Fransa Braudel’in memleketi…

Evet, onun için İtalyan durumunun abartılı çarpıklığını görmek için çok iyi bir karşılaştırma. O kadar Akdenizli olmayanların “Biz Akdenizliyiz” demesi, buna karşılık İtalyanların sanki hiç orada değilmiş gibi davranması eşyanın tabiatına aykırı. Az önce sıraladığım isimlerle son 20-30 yılda İtalya’da farklı bir duruş ve ses gündeme geldi. Bu ses yalnız İtalya’nın Güney sorununa duyarlı olmakla kalmadı, Kuzey Afrika’ya, Filistin sorununa da duyarlı davrandı.

Bu konunun çok farklı amaçlardan hareketle ne denli politikleştirilebildiğini daha iyi anlamamamıza yardımcı olabileceği için, sırası gelmişken şunu da ekleyelim: Dönemin Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat birdenbire İsrail ile Camp David anlaşmaları ile soğuk bir barış yapmaya yönelince, Arap dünyasından dışlanmıştı. Buna tepki olarak hemen ülkesinde aslında uzun süredir aydınların kültürel gündeminde olan bir teze sarıldı. Mısır’ın bir yandan firavunlara kadar uzanan geçmişi, diğer yandan da Akdenizli kimliği nedeniyle zaten Arap kimliğinden çok daha köklü, farklı bir kimliği olduğunu dillendirmeye başladı. Aslında bunda doğruluk payı vardır, ama bir de çelişki taşır. Eski Mısır büyük ölçüde içe dönük bir Nil eksenli, Akdeniz’le ilişkisi sınırlı bir nehir uygarlığıydı. Öte yandan, Ortadoğu’da kronik bir meşruiyet sorunu yaşayan İsrail devletinde de eskiden beri güçlü bir “Akdenizlilik” tezi vardır. Bu tez gücünü Yahudilerin Akdeniz uygarlığındaki önemli tarihsel rolünden alır. Bu tezi savunanlar arasında da komşularıyla daha barışçıl ilişkilerden yana olan, öteden beri bu topraklarda barınan Yahudilerin veya Akdeniz kökenli Sefarad Yahudilerin torunlarının yer alması rastlantı değildir. Batı’da ses getiren Akdeniz’le ilgili hacimli bir kitabın yazarı David Abulafia’yı burada hatırlayabiliriz. Bu teze kimi çevreler İsrail devletini sevimli göstermeye ve meşrulaştırmaya hizmet ettiği savıyla kuşkulu yaklaşmışlardır.

Roma’nın muazzam nüfusunu beslemesi İskenderiye’den gelen tahıl filosuna bağlıydı. Ostia’daki bir mezarda bulunan bu fresk bir gemiye mal yüklenişini gösteriyor. Geminin adı Isis Giminiana, kaptanı Farnaces. Onun yanında duran ve bir çetele değneği taşıyan kişinin bir devlet memuru olduğu düşünülüyor. Teknenin (ve büyük olasılıkla mezarın) sahibi Abascantus küçük bir çuvaldaki ürünün daha büyük bir çuvala boşaltılmasını izliyor. Bir başka adam “feci” (İşim bitti) diyor. (Kaynak: David Abulafia, Tarih Boyunca Akdeniz Uygarlıkları, Oğlak Yayıncılık, s. 137)

Peki, Türkiye’yi Akdeniz’de nasıl konumlandırabiliriz? Türkiye coğrafyasının ve toplumunun Akdeniz’le ilişkisi nasıl?

Türkiye’nin durumu biraz değişik. Konuştuğumuz coğrafyada Türkiye’ye benzeyen ikinci bir ülke yok. Türkiye Akdeniz dünyasının önemli bir coğrafi unsuru, ama aynı zamanda onun biraz dışında olan ve Karadeniz’e odaklanan ikinci bir coğrafyanın da parçası. Türkiye ikisinin arasında, ikisinden de etkileniyor. Buna biraz benzeyen bir örnek Fransa. Kuzey kısmı bambaşka, ama yine de Kuzey’de dahil olduğu denizler o kadar yoğun denizaşırı etkileşimi olan denizler değil. Türkiye için hem ölçek hem de etki bakımından Karadeniz ve onun çevresi de çok önemli, kendisine çekim alanı olan ikinci bir coğrafya. Bu başka bir konu, buna girmeyelim, ama Türkiye’nin kimliği bakımından da karmaşıklaştırıyor işi. Türkiye’nin çok önemli bir kısmı Akdeniz dünyasında yer alıyor. Türkiye hayat tarzları ve tarihsel ilişkiler bakımından vazgeçilmez derecede Akdeniz dünyasının içinde.

Akdeniz’in bütününe dönersek, bugün Akdeniz kıyılarında yaşayan toplumlar düşünüldüğünde en büyük farklardan birinin “ekonomik uçurum” olduğunu görülüyoruz. Geçmişte de kimi dönemlerde kontrastların kendini gösterdiği biliniyor. Sözgelimi, Avrupa merkezli tarihçilerin “karanlık çağ” dediği dönemin, Akdeniz kıyısında yaşayan kimi toplumlar için hiç de öyle olmadığı söylenebilir. Ama bugün, örneğin, Libya ile İspanya’yı kıyasladığımızda çok ciddi ekonomik farklar söz konusu. İktisadi olarak Akdeniz’in kontrastlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu farklılıklar ortak bir kimliğin, kültürün varlığına nasıl etki eder?

Bu farklılıklar ve eksenler zaman içinde kaymalara uğruyor. Doğu-batı ekseninin yanısıra Akdeniz’in bir de çok önemli kuzey-güney ekseni var. Aslında tarihsel olarak her ikisinde de geleneksel “Işık doğudan gelir” varsayımlı uygarlık tarihinden kanıksadığımız yaklaşıma göre, doğu ve güney önce geliyor. Ama oradan hem batıya –İskenderiye, Kartaca– hem de kuzeye doğru kayıyor. Ağırlıkları da zaman farklı bir hale geliyor. Coğrafyayla da teknolojiyle de ilgili bir şey bu. Aslında Akdeniz’in güney kısmı çöl üstünde uzanan dar bir coğrafya. Başlangıçta gelişmek için çok elverişlidir, ama daha sonra ard-ülkesi ve bağlantıları yetersiz kalır. Buna karşılık, Akdeniz’in kuzey kısmı çok dağlık, soğuk iklimi de olan bir kısım, ama gelişme açısından denizötesi ticaretten başka tarım ve hayvancılığa, madenciliğe, sanayi üretime ve ticarete elverişli unsurları bir arada barındıran bir coğrafya.

Artık nasıl Akdeniz dünyanın her yerindeyse, dünya da Akdeniz içinde. Birinin sorunlarını diğerininkilerden soyutlayarak çözümlemek söz konusu olamaz.

Bu açıdan farklılıklar tarih içinde de iktisadi ve teknolokik gelişme ve nüfus artışı ile birlikte kayma gösteriyor. Dolayısıyla, bu kayma olduğu zaman da farklılıklar katlanarak artıyor. Bu birçok bakımdan Akdeniz için büyük bir yük. 1970’lerden beri Akdeniz kirleniyor, ölüyor diye haklı bir kıyamet kopuyor. Ancak burada turistleri rahatsız eden etkenle çocukluğumuzda, gençliğimizde belgesellerini televizyonda izleyerek büyüdüğümüz Kaptan (Jacques-Yves) Cousteau gibi bilim insanlarını rahatsız eden kirlilik çok farklı. Biri insan kaynaklı, organik bir kirlilik, diğer daha Antroposen çağa “yakışır” inorganik ve geri dönüşü olmayan bir kirlenme. Bu ikincisi nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, kazanç güdüsüyle kamçılanan kural ve değer tanımaz bir kapitalist azgınlığın Avrupa’da dizginlenirken, Avrupa sermayesinin uzanım ve özendirmesiyle Akdeniz havzasında başıboş doludizgin koşturabilmesinden besleniyor. Akdeniz’in kimliği, ortak nitelikleri var, ama Akdeniz’in içindeki unsurlar ister istemez 19. yüzyılla birlikte bu farklı çekim noktalarının etkisi altına, güdümüne giriyor. Bu eşitsiz gelişme eksenlerinin pekişmesi, ayrışması ve Akdeniz dünyasının bütünlüğünü tehlikeye sokması açısından önemli.

Özetle, ekonomik uçurum zaman içinde ortaya çıkan bir şey. Hem uçurumun kendisi zamanla derinleşir, hem de uçurumun geri dönüşü gitgide güçleşen yansımaları önem kazanır. Bu anlamda, korkarım Akdeniz’i içinde yaşadığımız çok daha büyük dünyadan ayrı düşünerek yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. Kısacası, Akdeniz’e turistik bir “Serengeti” muamelesi yapmak ancak bir yere kadar mümkün.

Akdeniz kıyısında yaşayan ve geçimini denize borçlu olan kesimler sadece denizle bağ kurmuyor, bir ayakları da karada. Örneğin, bir balıkçı aynı zamanda çobanlık veya çiftçilik yapabiliyor. Bu durumu daha yaygın haliyle bugüne dönük okumak gerekirse, Akdeniz’de sınıflararası ortaklaşmayı mümkün kılacak altyapıların olduğu söylenebilir mi? Örneğin, Beyrut’taki bir beyaz yakalının, bir sanayi işçisinin, bir çiftçinin Napoli’deki meslektaşlarıyla paylaştıkları diğer coğrafyalara kıyasla daha fazla benzerlik gösteriyor mu?

Akdeniz ile “Akdeniz dünyası” kavram farklılaştırması bu bağlantıyı yakalayabilmek için çok önemli. Aynı zamanda hem denizci hem çiftçi, hem balıkçı hem çoban olabilme durumu var Akdeniz dünyasında. Braudel boşuna uzun uzun bu konunun üzerinde durmuyor. Ünlü kitabı Akdeniz’in sonraki baskılarında, İsa Bu Köye Uğramadı romanıyla ünlenen İtalyan yazar Carlo Levi’nin de adını veriyor. Levi Mussolini devrinde sürgün gittiği bir güney dağ köyünde gündelik yaşamı bir belgesel tadıyla anlatıyor. Savaş sonrası Sicilya’yı da gözlemleyen çok güçlü bir kitabı var, Taşların Dili Olsa diye. Sanırım henüz Türkçeye çevrilmedi. Bir ayağı denizde, bir ayağı karada olan insanları evrensel değerde romanlarında tipleyen bir başka yazar da Halikarnas Balıkçısı. Özetle, Akdeniz gündelik yaşamı denizle karayı harmanlayan bir ortak payda yaratmıştır. Bu da ilk bakışta birbirinden kopuk görünen gözlemlerin ayrılmaz bütünlüğünü ve süregelen söyleşisinin mırıltısını yansıtır.  

İzninizle sorunun ikinci kısmına dolambaçlı bir yoldan gelelim. “Ulus-devlet” anlayışımızın Fransa örneği ışığında biçimlendiğinden söz etmiştik. Burada da kilit kavram sınıf. Bizim kullandığımız sınıf kavramının gerisinde İngiltere modeli yatar. Karl Marx da tıpkı çok etkilendiği siyasal iktisatçılar gibi, İngiltere modelinin bize sunduğu sınıf kavramını kapitalizm çözümlemesinde benimser. Bu nedenle, Fransa’yla ilgili siyasal çözümlemelerinde birtakım sorunlarla da karşılaşır, tıpkı köylülüğü ne yapacağını tam olarak bilemediği zaman “bir çuval patates” benzetmesiyle işin içinden sıyrılması gibi. 19. yüzyıl İngiltere’si, köylülüğün yok olduğu, iki sınıflı bir topluma en yakın durumu örnekler. Bu iki sınıf o kadar keskin çizgilerle ayrışmış ve kutuplaşmıştır ki, aralarında hiçbir geçişkenlik kalmadığı gibi, kimi sosyal bilimci ve tarihçiler dönem İngiltere’sinin bu gerçeğini daha iyi yansıtabilmek için iki sınıflı değil, “iki milletli ülke” deyimini kullanmışlardır.

Burada kastedilen mülk sahibi kapitalist sınıf ile ücretli işçi sınıfının İngilizler ve Fransızlar veya Almanlar kadar birbirine uzak, yabancı ve düşman olması gerçeğidir, ki bu durum da ancak 1960’larda sosyal devlet sayesinde bir ölçüde aşılabilmiş, ancak o kazanımlar da 1980’lerde Thatcher hükümetlerinin politik karşı saldırısıyla büyük ölçüde aşındırılmıştır.

Carlo Levi, Lucania 61′den detay

İngiltere’de görünen ve kuramı etkileyen karşıtlıklar ve çelişkiler, başka örneklerde bu kadar sivrilmediği gibi, Akdeniz dünyası çevresinde doğal koşulların gündelik yaşamı belli bir geçimlik düzeyde sabitleyerek bir miktar rahatlık sağlaması sonucu gevşemiştir. Göç bu kolaylaştırıcı unsurlardan biri olmuştur. Denizaşırı göçmen gidenler, geride bıraktıklarına kaynak aktarmışlar, onlar da yerlerinde barınabilmiş ve geleneksel yaşamlarını bir ölçüde bu gibi dayanışmalarla sürdürebilmişlerdir. Sonuçta köylüler köylü olarak, ama değişerek, köylü kalabilmişlerdir. Bir kısmı küçük iş kurmuş, esnaf ya da bağımsız iş sahibi olabilmiştir. Sanayinin sınırlı kaldığı çeper ülkelerde memurlaşma kapısı işsizliği emmiş, mülksüzleşen veya yoksullaşanlar klasik anlamda bir işçi sınıfına evrilmemişlerdir. Kendilerini öyle hissedecek şekilde de bilinçlenmemişlerdir.

Marx’ın uluslararası işçi hareketinin komuta merkezi olmasını umduğu enternasyonallerde, Güney Avrupalı işçi örgütlerinde anarko-sendikalist eğilimlerin çok güçlü olması bunun bir sonucudur. Örneğin, İspanya İç Savaşı’nda anarşistler çok güçlü bir kutup oluşturduğu gibi, daha sonra da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünist partiler bile zamanla geleneksel duruşlarından hızla uzaklaşmışlardır. 1970’lerde ancak uluslararası bir süper gücün Gladyo türü karanlık uzantılarıyla birlikte devreye girmesiyle, İtalya’da Komünist Parti ile Hıristiyan Demokrat Parti arasındaki ‘Tarihsel Uzlaşma”, bugün bile tam bir açıklığa kavuşmamış şekilde, 1978’de başbakan Aldo Moro’yu öldürterek engellenemiştir. 1974’te Portekiz’de, askerlerin başlattığı, ancak halkla bütünleşen ve güç bela “kontrol altına alınabilmiş” Karanfil Devrimi de bir başka örnek.

Akdeniz dünyasında modern sınıflar hiçbir zaman Kuzey Avrupa’daki kadar kesin çizgilerle ayrışmamıştı. Bu sömürgecilik döneminde Kuzey Afrika’da bile böyleydi. Cezayirliler Fransızlarla kıyasıya savaşırken bile geniş bir yelpaze ve iki düşman arasında geniş bir gri alan, geçişkenlik ve “gitmek mi zor kalmak mı” denklemine sıkışıp kalan pek çok “pied-noir” vardı. Siyasal ve kimliksel melezlik Akdeniz’de bir istisna değil, bir kuraldır. Şimdi dünya, Küresel Kuzey’in parçası olan Avrupa’nın kuzeyinde de sınıf siyasetinden uzaklaşarak farklı kimlik ve çok-kimliklilik siyasetlerine doğru yönelirken, Akdeniz’de bunun tersini beklemek en hafif deyişle gerçekdışı olur. Kimlik siyasetinin olumsuz yansımaları da gözardı edilmemeli. Yalnızca Fransa ve İtalya’da aşırı sağca siyaseten özendirilen yabancı düşmanlığı değil, Türkiye’de körüklenmeye çalışılan Suriyeli sığınmacılara karşı düşmanlık, Yunanistan’da her türlü göçmen düşmanlığı, bütün bunlar yangına körükle gitmenin son yıllardaki daha da ne kadar süreceğini bilemediğimiz örnekleri.

Öte yandan, 20. yüzyılın başlarında İskenderiye, Beyrut, İzmir ve Selanik gibi kentlerde işçi hareketlerinde yabancı göçmen işçilerin başı çektiği gibi, farklı inançlara bağlı etnik gruplar bir araya gelmişler. Ortak eylemlerinin hedefi uluslararası sermayeli liman, taşımacılık, denizcilik şirketleri, büyük ölçekli tütün şirketleri olmuş. 1929 Büyük Buhranı’na kadar bu böyle sürmüş. Bir yandan ulus-devletlerin güçlenmesi, diğer yandan bu gibi şirketlerin batması veya devletleştirilmesi sonucu çok-uluslu ve etnik kimlikli işçiler de göç yoluyla sahneden silinmişler. Ama insanlar birbirine en çok gurbette benzer; Bülent Ecevit’in Türk-Yunan dostluğuyla ilgili gençlik şiirinde gözlemlediği durum, bunun yurtdışında paylaşılan nostaljisini konu edinir. Şimdi bu tür Akdenizlilik bilincinin en yoğun gözlemlenebildiği yerler New York, Paris, Londra ve Berlin gibi şehirlerin yoğun Akdenizli göçmenleri barındıran, çok kimlikli semtleri. İstanbul, Atina, Napoli, Beyrut, Marsilya, Cenova ve Barselona, Lizbon gibi şehirlerin benzer mahalleri ise şimdi çok daha dikkati çekecek sayıda Afrikalı ve Asyalı göçmenlere, sığınmacılara ve kaçaklara ev sahipliği yapıyor. İşte bunun için, artık nasıl Akdeniz dünyanın her yerindeyse, dünya da Akdeniz içinde. Birinin sorunlarını diğerininkilerden soyutlayarak çözümlemek söz konusu olamaz. 

^