KENTSEL DÖNÜŞÜM YASASI: BİLDİKLERİMİZ, BİLMEDİKLERİMİZ

Ceyhan Çılğın
30 Mart 2024
Resim: David Kennedy Cutler
SATIRBAŞLARI

Bir hafta sonu, bir belediye hizmet binası salonunda, kentsel dönüşüme konu edilmiş bir mahallenin sakinleriyle birlikte toplantıdayız. Benim bulunma sebebim mahalleliler lehine “gözlemcilik” yapmak. Salonun en hâkim yerinde ve doğrudan karşımızda bir masa, bu masada koltuğuna yayıldıkça yayılmış ve masanın ardında bu sebeple sadece omuzlarından yukarısı görünecek şekilde oturan bir belediye başkanı var. Başkana kulak kesilmiş durumdayız. Toplanma sebebimizle ilgili olmayan, ama ortama esenlik katacak birkaç fıkra, kıssadan hisse derken konumuza geliyoruz, anlatıyor, kentsel dönüşüme dair mevzuatı, 6306 sayılı yasayı, bağlı yönetmeliği, sorumlu başkan yardımcılarıyla birlikte, kısmen yanlışlarla eğip bükerek anlattıktan sonra mahallelilere esas fikrini şöyle buyuruyor: “Ne yapacaksınız İstanbul’da, memleketinize dönün. Zaten TOKİ’yle de anlaştık.

Yukarıdaki sahneyi tariflerken, aklınızda kolaylıkla canlansın diye uzun bir detaylandırma yaptım, affınıza sığınarak. Türkiye’de kentsel dönüşüm politikalarını takip ediyor ve üzerine düşünüyorsanız, bu sahnenin size söyleyeceği çok şey var. En esaslısından şunu gösteriyor örneğin: Türkiye’de kentsel dönüşüm, genel anlamıyla, dönüştürülmek istenen sahada yaşayanları oraya layık görmeyen, o mahalleyi var edenleri sıradan birer müşteri gibi düşünen ve hatta sınıfsal niteliği proje hedeflerine uygun değilse çoğunlukla “müşteri” olarak dahi kabul etmeyen, sınıfsal olarak kentsel mekânı üst sınıflar lehine yeniden düzenleyen bir anlayışla sürdürülüyor.

2000’li yılların başından itibaren yaklaşık on yıl boyunca kamuoyuna yansıyan görüntülerden hareketle, kentsel dönüşümün gecekondu bölgelerinde ya da yoksulluğun yüksek düzeyde görünür olduğu muhtelif mahallelerde gerçekleşen yıkımlarla sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Sarıyer’de Derbent, Fatih’te Sulukule, Küçükçekmece’de Ayazma, Gaziosmanpaşa’da Sarıgöl, Maltepe’de Başıbüyük, Beyoğlu’nda Tarlabaşı kamuoyunun hafızasında yer eden örneklerden birkaçı. Bu dönemin kentsel dönüşüm bakımından temel karakteristiği bu mahallelerde yaşayanların başka yerlere, çoğunlukla kent merkezlerinden uzağa, borçlandırılarak nakledilmesini önceleyen projelerin öne çıkmasıdır.

İstanbul’da, 31 Mayıs 2012 – 5 Nisan 2023 tarihleri arasında, yaklaşık 11 yılda riskli yapı tespitlerine bağlı olarak yıkılan 381 bin konutun yerine, aynı binalara ilave katlar verilerek, küçültülmüş dairelerden yeni daireler üretilerek 702 bin konut yapılmış. Bu, sadece parsel bazlı riskli yapı dönüşümleriyle İstanbul’a yaklaşık 900 bin kişilik ek nüfus getirildiği anlamına geliyor.

Ancak, yukarıdaki projeler bu mahallelerde yaşayanların rızasını üretmek üzerine kurulu olmadığından, mahallelilerin öznesi olduğu direnişleri de yarattı. Bu direnişler devam ederken, idare mahkemelerinde süren bazı davalarda mahalleliler lehine iptal kararları verildi. Mahalleliler anayasada tanımlanan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının, yaşamlarını kurdukları mahallelerde barınma haklarının tanınmasını istiyorlardı. Kamu idareleri, rıza üretebilmek için bu aşamada tutum değiştirmeye başlayarak “yerinde dönüşüm” projelerine yöneldi. Bu yönelim, farklı sektörlerde faaliyet sürdüren sermaye gruplarının da “lokomotif sektör” olarak değerlendirilen inşaat sektörüne hızla dahil olduğu bir nihayete erişti. Bu nihayet, kırsal alanlarda HES ve benzeri yatırımların pıtrak gibi çoğalmasıyla belirginleşirken, kentlerde ise yeni kentsel dönüşüm projeleriyle ya da mevcut kentsel dönüşüm projelerinin “yerinde dönüşüm” şiarıyla revize edildiği bir süreçle görünür hale geldi.

Sarıyer’deki Derbent projesi genel anlamıyla kamu idarelerinin “yerinde dönüşüm”le neyi amaçladığını anlatan iyi bir örnektir. Derbent için hazırlanan projede, halihazırda burada yaşayan hak sahipleri, mahallenin toplu ulaşıma ve kentsel donatılara en uzak kısımlarına, tek çekirdek hane halkı büyüklüğünün dahi sığamayacağı 50 ve 70 metrekarelik konutlara yerleştirilmek istenmiş, yoksul mahallelilerin yerleştirilmek istendiği bu alan ile üst gelir grupları için hazırlanan 130 metrekarelik konutların bulunduğu yerleşim alanı arasında yeşil bir aks oluşturularak bu iki yerleşim birbirinden ayrılmış, mahalle izole yerleşim alanlarının bulunduğu bir mekâna dönüştürülmek istenmiştir. Derbentlilerin desteğine mazhar olmayan, yerelde kabul görmeyen bu proje için bir yandan İBB bürokratları mahallede ikna turları atıp hiçbir sonuç elde edemiyorken, diğer yandan aynı proje Fransa’nın Cannes kentinde düzenlenen gayrimenkul fuarında “örnek proje” olarak dönemin belediye başkanı Kadir Topbaş tarafından yabancı yatırımcıların ilgisine sunuluyordu. Bu plan ve proje de açılan davalar neticesinde iptal edildi.

Hak arama çabaları neticesinde elde edilen iptal kararlarının, yerinde, sağlıklı ve güvenli bir çevrede barınma hakkı mücadelelerinin, mahallelerin bir köşesine sıkıştırılmayı anlatan “yerinde dönüşüm” projelerinin feveran ettiği bir ortamda bütün bu tartışmaları çok ileri bir düzeye götüren, bugün kamuoyunda “kentsel dönüşüm yasası” olarak bilinen 6306 sayılı kanun 2012 yılının 31 Mayıs’ında yürürlüğe girdi…

David Kennedy Cutler

Afet riski gerekçesiyle kentsel dönüşüm: 6306 sayılı kanun

Güneşli bir sabaha uyanmışsınız, yatakta çeşitli düşüncelere dalmış, o güne ya da geleceğe dair muhakemenizi yapmış, yataktan kalkıp hazırlanmış, mahalle bakkalından kahvaltılık bir şeyler almak üzere binanızın kapısını aralamışsınız. Hiçbir tuhaflık söz konusu değilken, kapıya asılmış antetli bir kâğıdı aniden fark ediyorsunuz. Bu kâğıdın bir tebligat olduğunu anladınız, ama sıradan bir tebligat olmadığını hissediyorsunuz. Biraz duraksadıktan sonra hızlıca okumaya koyuluyorsunuz ve okuduklarınızı e-devlet hesabınızdan kontrol ediyorsunuz. Anlamaya çalışıyorsunuz. Yapınız 6/A maddesi kapsamında riskli yapı olarak tespit edilmiş. İtiraz ediyorsunuz, ama itirazınız uygun bulunmuyor. İş yoğunluğu ve sair nedenlerle dava açamıyorsunuz ya da açmışsınız ama, davada lehinize bir karar çıkmamış.  Birkaç gün sonra binanıza asılmış bir tebligat daha beliriyor. Okuyorsunuz, tebligatta yapınızın risklilik durumunun kesinleştiği belirtilerek “… tarihinden itibaren … gün içinde  binanın insandan ve eşyadan tahliye edilmesi” gerektiği, tahliye edilmemesi durumunda kolluk kuvvetlerinin desteğiyle bu işlemin gerçekleştirileceği belirtiliyor. Biraz zaman geçtikten sonra telefonunuza şöyle bir mesaj geliyor: “Adınıza kayıtlı taşınmaz üzerinde … Tapu Müdürlüğü’nde … sıra no ile 6306 sayılı kanunun 6/A maddesi uyarınca hazineye devir işlemi yapılmaktadır.”

Mülkiyetin kutsandığı, “mülkiyet hakkı”nın anayasa düzeyinde dokunulmaz kılındığı, mülk sahipliğinin gelecek kaygısı karşısında toplumsal bir kabulle temel bir güven metaforu gibi görüldüğü, ama aynı zamanda değişim değeri nedeniyle sahiplerinin beklenti dünyasında ve serbest piyasa koşullarında büyük bir yatırım aracına dönüştüğü zamanlardan mülkünüzün bir telefon mesajı ya da kapınıza asılmış bir kâğıtla bir kamu kurumuna –sizin onayınıza dahi ihtiyaç duyulmadan– tescil edilebileceği kadar dokunulur olduğu zamanlara geldik. Yukarıdaki anlatıda yer alan telefon mesajı İstanbul’da Güngören Tozkoparan’da, Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de, Okmeydanı Fetihtepe’de, depremden sonra Hatay Samandağ’da bazı mahallelilerin cep telefonlarına ilçe tapu müdürlüklerinden gönderildi. Bu mesaj gönderilmedikçe, gündelik hayatınız kanun maddeleriyle bezeli olmadığından, mesajda yer alan “6306 sayılı kanunun 6/A maddesi uyarınca” ibaresi size pek bir şey ifade etmeyecektir. Yıllardır bu mahallelerde yaşayanlar için de hiçbir şey ifade etmiyordu. Ancak yıllar içinde geçirdiği dönüşüm ve 7 Kasım 2023 tarihli değişikliklerden sonra 6306 sayılı yasayı artık öğrenmemiz, anlamamız gerekiyor.


İstanbul Güngören’de bir vatandaşa gelen telefon mesajı. Kentsel dönüşüm kararının ardından belediye Tozkoparan Mahallesi’nde binaların elektrik, su ve doğalgazını kesti, polis mahalleliye müdahale etti. Bkz. Fırat Fıstık’ın haberi

9 Kasım 2023’te Resmi Gazete’de yayınlanan değişikliklerden sonra 6306 sayılı “kentsel dönüşüm yasası”, bazı gazetecilerin –iyi ki– ısrarlı haberleri neticesinde kamuoyunun gündeminde önemli bir yer tuttu, tutmaya devam ediyor. Fakat bu tartışmalar, yasanın karmaşık ve çelişkilerle örülü yapısı nedeniyle kimi zaman gerçeği yansıtmayan değerlendirmelerin de açığa çıkmasına neden oluyor. 18 yıldır kentsel dönüşüm meselesiyle farklı kapsamlarda ilgilenen bir şehir plancısı olarak, yasayı bu yazıda çok uzatmadan kamuoyunda süren ortak tartışmalar etrafında anlatmak istiyorum. Bu yüzden, yazının bu aşamasından itibaren yasanın uygulanma biçimlerini, tarihçesiyle ve son değişikliklerle birlikte aktarmaya çalışacağım.

“Kentsel dönüşüm yasası” mı, “rezerv alan yasası” mı: 6306’yı tanıyalım

Yasanın tam adı 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. Bu kanun 2011’de Van’da yaşanan iki büyük depremin ardından kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’nun “yeni kanun hazırlanması” önerisini takiben 2012 yılında çıktı. Yasanın ortaya çıkış gerekçesi “afet riskinin azaltılması” ve “mevcut kanunun (7269 sayılı kanun) ihtiyaçları karşılayamaması” olarak sunuldu. Oysa 12 yıllık pratiğine baktığımızda özellikle riskli alan ilanları ve rezerv yapı alanı kararlarından hareketle, afet risk azaltımının değil, mahallelilerin rızasının üretilemediği, yerelde güçlü dirençle karşılaşılan tamamlanamamış kentsel dönüşüm süreçlerinin önündeki engellerin kaldırılmasının hedeflendiğini görüyoruz. Kamuoyunda “kentsel dönüşüm yasası” olarak adlandırılması, bu gerçeğin toplum nezdinde de kabul görmesinden olsa gerek.

İstanbul’da faya yakınlık, zemin parametreleri ve zeminin üzerindeki yapı stoku gibi ölçütlerden hareketle olası bir depremden yüksek düzeyde etkilenmesi muhtemel ilçeler ve mahalleler, merkezi hükümetin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yıllardır yaptığı birkaç farklı çalışmayla tespit edilmiş durumda. Öyleyse olası İstanbul depreminin yaratacağı yıkımı azaltmak isteyen merkezi hükümet ve yerel yönetimler için rasyonel hareket biçimi bu raporlarda öncelikli müdahale gerektiren mahallelerin dönüşümüne ağırlık vermek, kamu kaynaklarını bu yönde kullanmak olmalıdır. Oysa kanunun yürürlükte olduğu 12 yılda İstanbul’da riskli alan olarak kararlaştırılan 72 alanın, 2002 yılında yayımlanan ve İBB – JICA (Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı) ortak çalışmasıyla hazırlanan raporda yer alan depreme hazırlık için stratejik olarak öncelik verilmesi gereken kentsel dönüşüm alanlarıyla ya da 2009 yılında yine İBB tarafından hazırlanan İstanbul İli Olası Deprem Kayıplarının Güncellenmesi başlıklı raporda belirtilen öncelikli risk alanlarıyla çakışma oranı düşük düzeyde.

Birçok ülkede deprem ve benzeri afetlerle mücadelede temel politika merkezin koordinasyonuyla kuruluyor. Ancak 6 Şubat depremlerinde açığa çıkan tablo, meslek odalarının ve sivil toplumun afet öncesi, sırası ve sonrasında merkez koordinasyonunun ne kadar dışında kaldığını apaçık gösteriyor.

Birkaç örnekle sormuş olalım: Sarıyer’de Derbent ve Fatih Sultan Mehmet Mahalleleri, Gaziosmanpaşa’da Mevlana Mahallesi, Sultangazi’de Cumhuriyet Mahallesi, Beşiktaş’ta Etiler Polis Okulu arazisi ve bu şekilde sayılacak çok sayıda mahalle hangi analizlere göre öncelikli risk taşıyan alanlar arasında görülmüştü ki yasa kapsamında ilk riskli alan ilanları arasında yer almışlardı? Riskli alan ilanlarına karşı açılan davalarda bazı mahallelerin zemin yapısı ya da üzerindeki yapı stokunun belirli bir örneklemle numune alınarak analiz edilmesiyle değil, binaların kamu idarelerinin “iyi-orta-kötü” şeklinde niteliksel değerlendirilmesiyle ve ruhsatlı olup olmadıklarına bakılmasıyla riskli alan ilan edildiği anlaşıldı.

Mahkemeler bu gerekçelerle riskli alan ilanlarını iptal edince, bu kez 2016 yılında, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 seçimleri arasında yaşananlardan hareketle vuku bulan Diyarbakır Sur gibi örnekleri de referans göstererek yasaya yeni bir madde eklendi. Böylece, “kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerler” ile “yapı stokunun en az yüzde 65’i ruhsatsız olan” alanlar “riskli alan” ilan edilebilir hale geldi. İstanbul’da yapı stokunun “en az yüzde 65’i ruhsatsız” olarak tespit edilecek mahalle sayısı oldukça fazla.

Yüzde 65 ruhsatsız olması bir mahallenin öncelikli riskli alan olarak tespiti için yeterli bir ölçüt mü? Bakanlık, öncelikli riskli alanlarına yönelmek, yasayla tarif edilmiş risk analizlerini yapmak ve bu riskleri toplumla şeffaf biçimde paylaşmak yerine, bu değişikliği yaparak riskli alan ilanlarını kolaylaştırmayı ve bu ilanların mahkeme kararlarıyla iptal edilmesinin önüne geçmeyi seçti. Oysa, topluma şeffaflıkla açıklanan risk gerekçeleri, yasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi ve doğru finansman modelleriyle bu yasa risk azaltımı süreçlerinde katılımcı nitelik kazanabilir, işlevsel hale gelebilirdi.

Mülkiyete el koymak mümkün mü?

Bu kısma başlarken bir açıklama yapmalıyım: Barınma hakkı, sadece mülk sahipleri için değil, hukuki ve sosyo-ekonomik statüsü fark etmeksizin toplumun her kesimi için kolektif nitelikli bir haktır. Bu yüzden bu yazıda barınma hakkı kavramını bu toplamı içerecek şekilde, sadece konutu değil, sağlıklı, dengeli bir çevreyi, mahalleyi ve kenti kastederek kullanıyorum.

Mülkiyete el koymanın ve barınma hakkına müdahalenin çeşitli yolları var ve üstelik bu yolların büyük kısmı bu yasa yokken de vardı. Ancak bu yasa mülkiyet hakkının kullanımını sınırlandırırken ya da ortadan kaldırırken “afet riski”ni öne sürüyor. Afet riskine karşı önlem almak hiç şüphesiz kamu yararı adına son derece önemli bir işlemdir, ancak yasa koyucular afet riskini gerekçe göstererek barınma hakkına ve mülkiyete ağır müdahalelerde bulunuyor.

Kamuoyu “mülkiyete el koyma” tartışmasını 7 Kasım 2023 tarihli değişikliklerden hareketle sürdürse de, “mülkiyet hakkı”nın kullanımı esasen bu yasada 12 yıldır var olan çeşitli hükümlerle sınırlandırılıyor ya da ortadan kaldırılıyordu. Örneğin “acele kamulaştırma” bir idari işlem olarak bu yasanın araçları arasında 12 yıldır var. Yasa 2012 yılında yürürlüğe girdiğinde kentsel dönüşüm süreçleri ya da riskli yapı ilanından sonrasına dair işlemler arsa payı sahipliği üzerinden 3’te 2 çoğunluğun onayıyla sürdürülüyordu. 7 Kasım 2023 tarihli değişiklikle bu mekanizma, “salt çoğunluk onayı” şeklinde değiştirildi. Sözgelimi oturduğunuz bina riskli yapı olarak tespit edildi, son değişiklikle birlikte yapınızı bu durumun tebliğinden itibaren 90 gün içinde yıkmanız gerekiyor, yıkmazsanız kamu idareleri tarafından yıkılacak. Yasaya göre, yapınız yıkıldıktan sonra ilgili kamu idaresi size bir tebligat gönderip yeni yapılacak yapı için 30 gün içinde hak sahipleri olarak arsa payı üzerinden salt çoğunlukla yani % 50+1 oranıyla anlaşma sağlamanızı istiyor. Bu anlaşmayı sağlayamadığınız durumda, kanunun ilgili maddesine göre, kamu idareleri acele kamulaştırma yapma yetkisine sahip.

Karşımıza çıkan gerçek şu: Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm ya da yenileme yapmaları artık her zamankinden daha zor hale geldi. Başka bir deyişle, yerel yönetimlerin afet risk azaltım süreçlerine etkin şekilde dahil olabilmesi, bakanlığın müsaadesine bağlı artık.

Resmi Gazete’de “acele kamulaştırma” diye bir arama yapmak istediğinizde karşınıza HES’ler, RES’ler, GES’ler, OSB’ler, riskli alanlar, rezerv yapı alanları, karayolu projeleri, dere ıslahları ve daha birçok idari işlem için yayımlanmış 2000’in üzerinde acele kamulaştırma kararı çıkar. Bu sayıya rağmen acele kamulaştırma, kamuoyunun gündeminde hak ettiği düzeyde yer tutmamıştır. Oysa bu yasada acele kamulaştırmanın uygulanmak istendiği safha dikkat çekicidir. Riskli olarak tespit edilen yapınız sizin tarafınızdan ya da kamu idarelerince  yıkılmış, yani deprem karşısında risk arz eden binanız artık yok, böylelikle risk ortadan kalkmış durumda. Öyleyse neden acele kamulaştırma? Acele kamulaştırma seçeneği her daim masada olacağı için, kendi aranızda bu seçeneğe maruz kalmamak üzere bir an evvel en az salt çoğunlukla anlaşma sağlayasınız diye…

Bu sadece riskli yapılarda değil, riskli alanlarda da uygulanıyor üstelik. Gaziosmanpaşa’nın 3’te 1’ine tekabül eden, 393 hektar büyüklüğünde, 12 mahalleyi içeren bir alan 2013 yılında riskli alan ilan edildi. Mahallelilerin açtığı davalar devam ederken, uzlaşı sağlanamayınca 2016 yılında Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin talebiyle riskli alan ilan edilen bu mahallelerde yaklaşık 5000 adet parselin acele kamulaştırılmasına karar verildi. Bu karar elbette tümüyle uygulanabilir değildi. 2016 yılında yaptığımız hesaba göre, bu parsellerin tümünün Gaziosmanpaşa Belediyesi tarafından acele kamulaştırılması, personel maaşlarını ödemediği ve hiçbir temel belediyecilik faaliyeti için harcama yapmadığı takdirde bile yirmi yılı aşkın bir sürede ancak mümkün olabilirdi. Acele kamulaştırma kararı Gaziosmanpaşa’da yaşayanları tedirgin edince belediye “uzlaşmak için böyle bir karar aldık, zorunlu olmadıkça uygulamayacağız” anlamına gelecek bir kamuoyu açıklaması yapmak zorunda kaldı.


Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin “acele kamulaştırma yetkisine ilişkin kamuoyu duyurusu

Barınma hakkına ya da mülkiyete müdahalenin acele kamulaştırma aşamasından hemen önce gelen başka bir yöntemi daha var. Mülkiyet hakkının kullanımının sona ermesi durumuyla en çok “salt çoğunluk” meselesinde karşılaşırız. Riskli yapılarda yapınız yıkıldıktan sonra yeni yapı aşamasına geçilmeden, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında ise kentsel dönüşüm süreci başlamadan evvel uygulama yapılacak yapı adasında ya da etapta arsa payı üzerinden salt çoğunluğun, yani % 50+1’in onayı gerekmektedir. Siz onay vermeyen taraftasınız diyelim. Kanuna göre onay vermeyenlerin arsa payları riskli yapılarda öncelikle onay verenlere ve sonra üçüncü şahıslara satılacak iken, riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarında yine öncelikle onay verenlere teklif edilecek, onların satın almaması durumunda ise TOKİ, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı ya da ilgili kamu idarelerince bedeli tarafınıza ödenmek üzere satın alınacak. Başka bir deyişle, eğer siz sürece onay veren tarafta değilseniz, arsa payı üzerinden onay veren en az % 50+1’in kararıyla mülkiyet hakkınızın kullanımı sona eriyor…

Peki kanunda 11 yıl boyunca yer alan 3’te 2 çoğunluk onayı neden “salt çoğunluk” şeklinde değiştirildi? Bunun için 6 Şubat depremlerinden sonra TBMM bünyesinde kurulan Deprem Araştırma Komisyonu’nun sonuç raporuna bakmamız yeterli. Dönüşüm süreçlerine hız kazandırmak maksadıyla yapıldığı anlaşılan bu değişiklik önerisi ana muhalefet partisine ait ve iktidar partisi tarafından benimsenmesiyle birlikte yasa değişikliği olarak karşımıza çıktı. Riskli alanlarda, riskli yapılarda ve rezerv yapı alanlarında bu madde ciddi zorluklar yaratacaktır. Neticede dönüşüm süreçlerinde mahallelilerin rızasının yüksek düzeyde sağlanabilmesi için politika geliştirmesi beklenen bakanlık, aksi bir yönelimle 3’te 2 çoğunluk onayını daha düşük düzeye çekti…

Buraya kadar anlattıklarımın fazlası var elbette. Sıradaki başlıkta, mülkiyete ve genel anlamıyla barınma hakkına müdahaleye dair esas meseleyi, yani yazının başındaki ikinci sahneyi detaylıca anlatacağım.

Cep telefonlarına gelen mesajlar, binalara asılan tebligatlar: “Yıkılacak derecede riskli yapı!”

Beş yıl önceye, tekrarlanan İstanbul yerel seçimlerinden iki gün sonrasına, 25 Haziran 2019’a gidelim. Meclis’e bir torba yasa teklifi sunuldu. Bu teklifin detaylarına baktığımızda, sekiz kanunda çeşitli değişiklikler yapılmasının hedeflendiğini, 6306 sayılı kanunun da bunlardan biri olduğunu görüyoruz. Meclis’e böyle torba yasalar sıklıkla gelir ve bazen bu yasalarla yapılmak istenen kanun değişikliklerinden bazıları tepki toplar, tepki gösterilen meseleler kamuoyunun dikkatine açılırsa bazen kamuoyu nezdinde tartışmalara sahne olur. Fakat bu torba yasa neredeyse hiç konuşulmadı. Kamuoyunun gündeminde, tekrarlanan İstanbul yerel seçimi vardı. Yerel ya da genel seçimler elbette önemlidir, fakat seçim gündemlerine yüksek düzeyde angaje olmak birçok hayati meseleyi ıskalamamıza neden oluyor. 2019 yılındaki yasa teklifi son derece hayati bir değişiklik getiriyordu. Meslek odaları bu konuyu gündemine alacak düzeyde dahi takip etmedi, siyasi partiler Anayasa Mahkemesi’ne götürmedi, kent meseleleriyle uğraşan bazı sivil toplum kuruluşları ise konudan bugünlerde yeni haberdar oluyor gibi görünüyor.

Belediyeler gündem yapmamış, medya haberleştirmemişse takip edemediğiniz rezerv yapı alanı kararından ancak bu kararın devamında aylar sonra hazırlanan ve askıya çıkartılan imar planlarının duyurusuyla haberdar olabilirsiniz. Bu aşamaya gelinmesi, bakanlığın yapılaşma miktarına ve koşullarına kadar her şeyi büyük oranda belirlediği anlamını taşır.

Torba yasa 10 Temmuz 2019 günü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasa ile 6306 sayılı kanuna “uygulamaların re’sen yapılması” başlığıyla 6/A maddesi eklendi. Fazlasıyla karışık bir yapısı olan bu yasa maddesini anlaşılır kılmaya çalışarak özetleyeceğim: Bu maddeye göre yapınız yıkılacak derecede riskli ise ya da “kendiliğinden çöken veya zeminin kayması, heyelan, su baskını, kaya düşmesi, yangın, patlama gibi sebeplerle ağır hasar gören veya ağır hasar görme riski bulunan yapıların bulunduğu alanlarda” ise Kentsel Dönüşüm Başkanlığı re’sen, yani kendisinin uygun görmesiyle uygulama yapabilir duruma geldi. 2022-2023 döneminde İstanbul’da Güngören Tozkoparan’da, Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de, Okmeydanı Fetihtepe’de bu maddeye göre yapılan yıkım görüntülerini izlemiş, yazılı, görsel ve sosyal medyada bu yapılarda oturanların cep telefonlarına gelen mesajları görmüştük. Deprem bölgesine dair haberleri yerel medya ya da sosyal medya üzerinden takip ederseniz, bugünlerde bu madde kapsamında uygulamaların yoğunlaştığına şahit olmanız mümkün.

Antakya’da bir binanın kapısına asılan ve 6/A maddesinin uygulanacağını bildiren bir tebligat (Fotoğraf: Ceyhan Çılğın, 10 Şubat 2024)

Bu yasa maddesine göre size elden tebligat yapılmayacak, 6/A kapsamında risk tespiti yapıldığına dair tebligat iki gün itiraz süresiyle binanıza asılarak, e-devlet bildirimi yapılarak ve muhtarlıklarda ilan edilerek size tebliğ edilmiş sayılacak. Mülkiyete ve barınma hakkınıza bu düzeyde müdahaleleri içeren bir idari işlemin bilgisi size doğrudan ulaştırılmıyor ve hatta süreç o kadar tuhaf bir hal alıyor ki, bir aşamada cep telefonunuza “parselinizin Hazine adına tescil edildiğine” dair bir cep telefonu mesajı gönderiliyor…

Parseliniz artık Kentsel Dönüşüm Başkanlığı ya da ilgili idare inşaatları yapıp bitirinceye, Hazine adına kat mülkiyeti kuruluncaya kadar sizin değil. Bu aşamaya gelindiğinde, eğer dönüşümden önce sahip olduğunuz parsel ve üzerindeki yapınızın değeri ile size teklif edilecek konuta biçilen bedel arasındaki farka ilişkin Başkanlık ya da ilgili idarece belirlenen tutarı ödeyebilirseniz, konut ve arsa payı sahibi olacaksınız. Ödeyemezseniz, dönüşümden önceki arsa payı bedeliniz ve konutunuzun bedeli size ödenecek ve bir zamanlar size ait olan bu parselle resmi bağınız son bulacak.

Bu yasa maddesiyle getirilen “yıkılacak derecede riskli yapı” kategorisi, daha önce farklı röportajlar ve seminerlerde de anlatmaya çalıştığım doğrultuda, kanaatimce yasada yer alan riskli alan, riskli yapı ve rezerv yapı alanı başlıklı üç kategoriyi aşan, dördüncü bir kategoridir. Çünkü bu üç kategoride uygulanan salt çoğunluk (% 50+1) işlemi, bu kategoriye dahil edilmiş parsellerde uygulanmıyor. “Yıkılacak derecede riskli” diye kabul edilen yapınız yıkılmış, risk ortadan kalkmış. Salt çoğunluk onayı ya da acele kamulaştırma işlemi dahi uygulanmıyor. Üstelik Hazine adına tescili gerektiren hiçbir “acele” durum söz konusu değil ama, işte…

Bugünlerde deprem bölgesinde sıkça uygulanan bu maddenin bundan sonra sıklıkla karşımıza çıkacağını düşünüyorum. Umarım siyasi partiler, meslek odaları ve sivil toplum nezdinde ciddiye alınma imkânı bulur.

“Artık her yer rezerv yapı alanı ilan edilebilecek mi?”

Bu soruyu yanıtlamadan evvel rezerv yapı alanının ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Son değişiklikten önce rezerv yapı alanı, riskli alanlarda ya da riskli yapılarda gerçekleştirilen uygulamalar için “yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere” belirlenecek alanları ifade ediyordu. Riskli alan ilan edilen yerlerin yapılaşmaya uygun olmaması ya da bu alanlarda yapılacak dönüşümden yeterli sayıda konut üretilememesi durumunda, hak sahiplerinin nakledileceği, ayrıca imar hakkı transferi için de kullanılacak bir alan olarak işlevlendirilmişti.

7 Kasım 2023 tarihli değişiklikle, kanunda rezerv yapı alanı tanımında yer alan “yeni yerleşim alanı olarak kullanılması” ibaresi kaldırıldı. Başka bir deyişle, zaten herhangi bir bilimsel tespit kriteri bulunmayan rezerv yapı alanı kararlarının halihazırda yerleşimin, yapılaşmanın bulunduğu alanları da içerebilmesinin önü açıldı. Aslına bakarsanız, toplumun önemli bir kesimi, bu kanundan işte bu değişiklik neticesinde haberdar oldu. Rezerv yapı alanı tanımının değişmesi, kentsel dönüşüme ontolojik olarak konu edilmesi beklenen gecekondu mahallelerinde endişe yarattı yaratmasına, ancak bu defa konunun geldiği aşama, yasanın tartışıldığı toplantılara bakılırsa Sarıyer’de, Beykoz’da, İstanbul’da üst gelir gruplarının yaşadığı bazı bölgelerde yer alan villa kooperatiflerini de tedirgin etmişe benziyor.

Riskli alan ilan edilen alanlara ve rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanların hektar büyüklüklerine baktığımızda, bakanlığın tercih ettiği yolu sarih biçimde görebiliyoruz. Riskli ilan edilen alanların büyüklüğünün dört buçuk katı kadar alan “rezerv yapı alanı” olarak kararlaştırılmış. Bakanlık, rezerv yapı alanı kararlarına öncelik vererek hareket ediyor.

Bir bilgiyi sürekli aklımızda tutmalıyız: Bu yasa yeni değil, 12 yıldır yürürlükte ve üstelik rezerv yapı alanı tanımı değişmeden önce de yerleşim alanları için rezerv yapı alanı kararları veriliyordu. İstanbul Başakşehir’de Şahintepe Mahallesi için, yasa çıktıktan üç buçuk ay sonra, henüz yasanın uygulama yönetmeliği dahi çıkartılmamışken, 8 Eylül 2012’de rezerv yapı alanı kararı verildi. Mahallede yaklaşık 40 bin kişi yaşıyor ve alanın neredeyse tamamı özel mülkiyetten oluşuyor. Yeni yerleşim alanı değil, Hazine’nin mülkiyetinde yer alan parsel sayısı yok denecek kadar az, yani yasanın o dönemki tanımına hiç de uymadığı halde rezerv yapı alanı olmasına karar verildi. Son değişiklik, bu açıdan, Şahintepe’deki gibi fiili olarak işletilen sürecin kanun düzeyinde güçlü kılınmasını, hukuki denetimden etkilenmemesini sağlama işlemi olarak değerlendirilebilir.

Riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında takip edebilme sorunu ve mahkeme kararları

Bir yerin riskli alan ilan edilmesi cumhurbaşkanı kararı ile gerçekleşir ve bu nedenle riskli alan ilanları Resmi Gazete’de yayımlanır. Yayımlanan ilanda kroki ve koordinatlar bulunduğu için riskli sayılan alanın neresi olduğunu bu bilgilerden hareketle bulabilmek kolay bir işlemdir.

Rezerv yapı alanları ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’nın bir evrakta “OLUR” vermesiyle kararlaştırılır. Bu karar hiçbir yerde ilan edilmediğinden kamuoyunun, vatandaşların takip etmesi mümkün değildir. Kamuoyunun haberdar olmasının bir yolu bakanlığın bu kararını yerel yönetimlere bildirmesidir. Yerel yönetimler bunu paylaşmadıkça ya da yazılı ve görsel medya bu bilgiye ulaşıp konuya ilişkin haber yapmadıkça, bu alanlar için imar planları hazırlanıncaya kadar rezerv yapı alanı kararlarından haberdar olamayız.

6 Şubat depremlerinden sonra kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’na sunulan verilere göre[1] kanunun yürürlüğe girdiği 31 Mayıs 2012 gününden 21 Mart 2023’e kadar toplam 59 ilde 279 adet riskli alan ilanı söz konusu iken, toplam 65 ilde 564 adet rezerv yapı alanı kararı söz konusu. Riskli alan ilan edilen yerleri bulmak görece kolay, Resmi Gazete’ye bakmak yeterli, ama rezerv yapı alanı kararlarına, bu kararların konum bilgisine kamuoyunun ulaşması çok zor.

Riskli alan ilan edilen alanlara ve rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanların hektar büyüklüklerine baktığımızda, bakanlığın hangi yolu tercih ettiğini sarih biçimde görebiliyoruz. Riskli ilan edilen alanların büyüklüğünün dört buçuk katı kadar alan “rezerv yapı alanı” olarak kararlaştırılmış. Bakanlık, rezerv yapı alanı kararlarına öncelik vererek hareket ediyor.

Kaynak: Kahramanmaraş Merkezlı̇ Depremlerı̇n Sonuçlarının Tüm Yönlerı̇yle Araştırılması, Depreme Dı̇rençlı̇ Yapı Stokunun Oluşturulması ve Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Etkı̇nlı̇ğı̇nı̇n Artırılması İçı̇n Alınması Gereken Tedbı̇rlerı̇n Belı̇rlenmesı̇ Amacıyla Kurulan Meclı̇s Araştırması Komı̇syonu Raporu 

Peki neden rezerv yapı alanı kararlarına ağırlık veriliyor? İlk gerekçe olarak, rezerv yapı alanı tespiti için hiçbir bilimsel ya da teknik analize ihtiyaç duyulmamasını, gözlemsel verilerle kararlaştırılabiliyor olmasını söyleyebiliriz. Hukuki denetim yapan idare mahkemeleri için bile, rezerv yapı alanı kararlarının hukuka uygunluğunun denetimi oldukça zor olmalı. Neticede ortada tespit kriterlerine ilişkin hiçbir ayırt edici durum söz konusu değil. Tam da bu nedenle, örneğin riskli alan ilan edilen Kadıköy’ün Fikirtepe Mahallesi’nde, açılan davalar neticesinde riskli alan kararı iptal edilince, bakanlık aynı alanı bu kez rezerv yapı alanı olarak kararlaştırdı. Aynı şekilde Zeytinburnu’nda Nakliyeciler Sitesi’nin bulunduğu alan riskli alan ilan edildi, ancak mahkeme kararı iptal etti ve aynı alan bu kez bakanlık tarafından rezerv yapı alanı olarak belirlendi.

Süreci rezerv yapı alanı kararlarıyla işletmeye dair ikinci gerekçe ise, yukarıda anlattığım üzere, rezerv yapı alanı kararlarının takip edilemiyor olmasıdır. Belediyeler gündem yapmamış, medya haberleştirmemişse takip edemediğiniz rezerv yapı alanı kararından, ancak bu kararın devamında aylar sonra hazırlanan ve askıya çıkartılan imar planlarının duyurusuyla haberdar olabilirsiniz. Bu aşamaya gelinmesi demek, bakanlığın yapılaşma miktarına ve koşullarına kadar her şeyi büyük oranda belirlediği anlamını taşır.

Hızlanalım, merkezileşelim, şirketleşelim, kaynak yaratalım: Kentsel Dönüşüm Başkanlığı

6 Şubat depremlerinden sonra, medyanın bilgisine sıklıkla başvurduğu bazı jeologlar ve jeofizikçiler kendilerine mikrofon uzatıldıkça “Afet Bakanlığı” adlı bir bakanlığın kurulması gerektiğini ısrarla söylediler. Aynı dönemde “dirençli kent” kavramı popüler bir terim olarak gündemimize girmiş, ancak dirençli kentin nasıl yaratılacağı, buna dair mekânsal ve sosyo-ekonomik politikaların neler olacağı tartışılmamıştı. Görünürdeki tek somut talep, yerel yönetimleri ve sivil toplumu içermeyen yeni bir merkezden yönetim organı olarak “Afet Bakanlığı’nın kurulması” idi. Bu yönde oluşan beklentiler 16 Ekim 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile sona ermiş oldu. Bu kararname ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı adında, kamu tüzel kişiliğini haiz, fakat özel bütçeye sahip bir kurum hayatımıza girdi.

Kentsel Dönüşüm Başkanlığı üç genel müdürlükten oluşuyor: Marmara bölgesindeki işlemleri sürdürmek üzere Marmara Kentsel Dönüşüm Genel Müdürlüğü, Marmara dışında kalan bölgelerde sürdürülecek kentsel dönüşüm işlemleri için Kentsel Dönüşüm Genel Müdürlüğü ve son olarak gelir ve hasılat elde etmek üzere kurulan Taşınmaz ve Kaynak Geliştirme Genel Müdürlüğü.

Şahintepe Mahallesi yeni yerleşim alanı değildi, Hazine’nin mülkiyetinde yer alan parsel sayısı yok denecek kadar azdı, yani yasanın o dönemki tanımına hiç de uymadığı halde rezerv yapı alanı olmasına karar verildi.

Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın kurulması, sadece kuruluşundan hareketle üzerine büyük analizler yapabileceğimiz bir veri sunmuyor. Kapsamlı bir analiz için, 6306 sayılı yasanın etkilerine, geçmişten bugüne etki eden hükümlerine ve 7 Kasım 2023 tarihinde uğradığı değişikliklere bakmak gerek. Üzerine çokça konuşabileceğimiz, fakat uzattıkça uzattığım bu yazıda özetleyerek yorumlayacağım şekliyle Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, 6306 sayılı yasanın bakanlığa tanıdığı “trampa yapmak, imar hakkı transferleri yapmak, riskli yapı tespitleri yapmak, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında her türlü iş ve işlemi sürdürmek, gerekli hallerde acele kamulaştırma yapmak, imar planlarını hazırlamak, hazineye ait parsellere dair işlemler yürütmek, ifraz, tevhid, cins değişikliği gerçekleştirmek, inşaat yapmak ve yaptırmak, kentsel dönüşüm süreçlerinden gelir elde etmek,  taşınmaz edinmek” ve sair onlarca yetkiyle donatılmış durumda.

Bir sepete bu yetkileri koyalım, aynı sepete 7 Kasım 2023 tarihli değişikliklerle gelen imar planı askı ve itiraz sürelerinin, itirazların değerlendirilme sürelerinin azaltılması, tebligat usûllerinin ve itiraz sürelerinin düşürülmesi ve onay düzeyinin salt çoğunluğa indirilmesi maddelerini de yerleştirelim. Bu sepete son olarak şu yetkiyi de ekleyelim: Bu yasa değişikliğiyle Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, belediyelerin 5393 sayılı kanuna göre hazırlayacakları kentsel dönüşüm ve gelişim alanı dosyasını hazırlamaya, 5366 sayılı kanuna göre belediyelerin yetkili oldukları yenileme alanı hazırlık işlemlerini yapmaya da yetkili hale geldi. Yani yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm ya da yenileme meselelerine ilişkin yetkilerinin önemli bir kısmına sahip oldu.

Tüm bu yetkileri ve idari işlemleri koyduğumuz sepete yukarıdan ve bütüncül şekilde baktığımızda karşımıza çıkan gerçek şu: Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm ya da yenileme yapmaları artık her zamankinden daha zor hale geldi. Başka bir deyişle, yerel yönetimlerin afet risk azaltım süreçlerine etkin şekilde dahil olabilmesi, bakanlığın müsaadesine bağlı artık.

David Kennedy Cutler

Sonuç yerine: Ne yapmalı?

Birçok ülkede deprem ve benzeri afetlerle mücadelede temel politika merkezin koordinasyonuyla kuruluyor. Bu tutum, afet risk azaltımlarında uygulama farklılıklarının yaratacağı olası zafiyetler düşünüldüğünde, rasyonel bir karar gibi değerlendirilebilir. Bu ülkeler afetlerle mücadele yöntemlerinde temel politikayı merkezi yönetimlerin yerellerle sürdürdüğü işbirlikleri neticesinde belirliyor, afet risk azaltımına dair pratikleri merkezin koordinasyonuyla yerel yönetimlere roller dağıtarak, görev tanımları yaparak, yerel eylem planları oluşturulmasını sağlayarak, sivil toplum kuruluşlarını ve giderek toplumun önemli bir kısmını dahil ederek sürdürüyorlar.

6 Şubat depremlerinde açığa çıkan tablo, meslek odalarının ve sivil toplumun afet öncesi, sırası ve sonrasında merkez koordinasyonunun ne kadar dışında kaldığını apaçık gösteriyor. Yürürlükte olduğu 12 yılı aşkın süre boyunca 6306 sayılı yasanın birçok yerde yarattığı direncin toplumsal uzlaşıya dönüşmesinin öncelikli yolu, bireye değil, topluma seslenmesi, toplumu bir aktör olarak tanıması ve sürece dahil etmesiydi. Sağlıklı, dengeli ve güvenli çevrede yaşamak talebinin zamanla yerini sadece “konut sahibi olmaya” bırakması, neoliberal kentleşme politikalarının bir sonucu. Gelgelelim bu sonuç tamamlanmış ve sona ermiş bir menzile işaret etmiyor, çünkü konut, değişim değerine göre serbest piyasa koşullarında iştah açan bir meta halini almış durumda. Bu nedenle bireyler açısından mesele mahalleye, sokağa, komşusuyla birlikte yaşamaya değil, sadece yaşadıkları konuta odaklanmaya dönüşüyor. 6306 sayılı yasa tam da burada devreye giriyor ve bu bakış açısını “bireye seslenerek” pekiştiriyor. Yasanın bu bakış açısının antitezi elbette toplumsallığı kurmaktan, birlikteliği inşa etmekten geçiyor. Öyleyse yaşadığımız mahalleleri, sokakları, kenti, mekânı kullanım alışkanlıklarımızı ve sağlıklı bir çevrede barınma hakkımızı savunmayı toplumsal bir talep olarak ön sıraya koymamız gerekiyor.

6306 sayılı kanuna “uygulamaların re’sen yapılması” başlığıyla eklenen 6/A maddesi uyarınca, salt çoğunluk (% 50+1) işlemi dahi uygulanmıyor. Bugünlerde deprem bölgesinde sıkça uygulanan bu madde bundan sonra sıklıkla karşımıza çıkacak.

Deprem gün geçtikçe büyüyen bir risk, kentsel dönüşüm de –doğru kurgulandığı takdirde– bu riskin afete dönüşmesini engellemekte önemli bir uygulama aracı. Dolayısıyla, kentsel dönüşüm karşıtlığıyla bu riskin bertarafı mümkün değil. Ancak depremin yaratacağı yıkıma dair endişe dahi, barınma hakkının mevcut kentsel dönüşüm uygulamaları neticesinde ortadan kaldırılabileceğine dair korku nedeniyle, kentsel dönüşüm süreçlerine toplumun gönüllü katılımını sağlayamayacak. Bu nedenle, öncelenmesi gereken, kentsel dönüşüm politikalarında değişikliğe gidilmesini sağlayabilmek. Fay hattı üzerinde bulunan kentlerde kentsel ölçekte risk etaplamaları yapılmalı, bu etaplamalar maddi temelleriyle birlikte kamuoyuna açıklanmalı, kentsel dönüşüm süreçleri bu etaplamaya göre yürütülmeli.

Etaplamanın böyle olması tek başına çözüm değil, kentsel dönüşümün finansman modelinin, hak sahipliği kıstaslarının en başından şeffaflıkla açıklanması gerekir. Mevcut kentsel dönüşüm projeleri, uygulandıkları bölgenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısının değişmesine, üst sınıflar lehine yapılan düzenlemelerden ötürü bu alanda eskiden beri yaşamakta olan nüfusun kentin daha yoksul bölgelerine ya da memleketlerine dönmelerine neden oluyor. İstanbul’da, 31 Mayıs 2012 – 5 Nisan 2023 tarihleri arasında, yaklaşık 11 yılda riskli yapı tespitlerine bağlı olarak yıkılan 381 bin konutun yerine, aynı binalara ilave katlar verilerek, küçültülmüş dairelerden yeni daireler üretilerek 702 bin konut[2] yapılmış. Bu, 2022 yılı için TUİK’in tespit ettiği ortalama hanehalkı büyüklüğüyle hesaplandığında, İstanbul’a sadece parsel bazlı riskli yapı dönüşümleriyle yaklaşık 900 bin kişilik ek nüfus getirildiği anlamına geliyor. Böylesi bir dönüşüm anlayışından vazgeçilmelidir. Çünkü bu haliyle hem nüfus artışına neden olunuyor, hem de getirilen ek nüfusun yarattığı sorunlar nedeniyle kentsel altyapı yetersiz hale geliyor, eğitim, sağlık tesisi gibi donatılar, yeşil alanlar bu nüfusa hizmet edemiyor. Trafik, otopark ve kentin halihazırda süren başka bir sürü sorununu saymadık bile.

Türkiye’de, özellikle İstanbul gibi metropollerde uygulanan kentsel dönüşüm modelini “hak sahipliği yoluyla yerinden etme” diye adlandırmak mümkün. Üsküdar Kirazlıtepe’de dönüşümden önce yaşayan nüfus yapısını satmak ya da kiralamak zorunda kaldı. Bugün bu nüfusun üçte biri mahallesinde yaşamaya devam ediyor. Benzer şekilde Beşiktaş Karanfilköy’de hak sahiplerinin önemli bir kısmı daha şimdiden dairelerini satıp İstanbul’un başka yerlerine ya da memleketlerine dönmeyi planlıyor. Bazı sebepleri sayalım: Dönüşümden sonra ortaya çıkan çok katlı mahalle, artık ait hissettikleri mahalle değil. Aidat ücretleri ve artan diğer masraflarla birlikte her gün biraz daha azalan hane halkı geliri gibi nedenlere ek olarak, 50-60 milyon TL vererek buradan konut alacak insanlarla kentsel mekânı kullanma biçimleri aynı değil. Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik olarak uyuşmuyorlar. Bu yüzden yıllardır yaşadıkları, var ettikleri bu mahallelerden hak sahibi sayıldıkları konutları üst sınıflara satarak ya da kiraya verip başka yere taşınarak, kendilerine kent merkezinden uzakta ya da memleketlerinde bir yer buluyorlar. Kentsel dönüşüm projeleri, çevrelerindeki mahalleleri de etkiliyor. Fikirtepe’nin çevresinde yaşayanların alışveriş yaptığı, zaman geçirdiği mekânlar dönüşüyor, konut fiyatları ve kiralar yükseliyor, yoksullar için yaşam diğer bölgelere oranla daha da zorlaşıyor. Bu gidişle geriye sadece üst sınıfların yaşadığı bir kent kalacak.

Yasa bu haliyle rıza üretmiyor, rıza üretemediği için de 3’te 2 çoğunluk onayı “salt çoğunluk onayı”na dönüştürüldü. Oysa bakanlık ve ilgili kamu idareleri bunun yerine mahallenin tamamını ikna edecek hak sahipliği, finansman modelleri ve mekânsal projeler geliştirmeliydi. Yerel yönetimler mevcut imar planlarını deprem ve diğer afetleri öncelikli gündem haline getirerek revize etmeli. Yerel yönetimler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler deprem riski bakımından öncelikli alanlarda dönüşümü temel söylem haline getirmeli, bu alanlarda yapılacak dönüşüm modelinin mahalleyi, kentin bütününü gözetecek şekilde kurgulanmasına, mahallelerin kooperatif, dernek ve benzeri araçlar yoluyla birlikte davranabilmelerine katkıda bulunmalı. Sözüne itibar edilen ya da sözü geniş kitlelere yayılabilen deprem uzmanları, şehirciliğe içkin alanlar hakkında şehir plancıları ve diğer uzmanların sözlerine kulak vermeksizin söz söylemekten vazgeçmeli. Deprem korkusu belirgin olarak önümüzde duruyor, bu yüzden toplumsal faydayı öncelemeli ve meseleyi hep birlikte tartışmalıyız.


[1] Meclis Araştırma Komisyonu, sayfa 638

[2] Meclis Araştırma Komisyonu, sayfa 912

^