YEŞİM USTAOĞLU’YLA GÜNEŞE YOLCULUK

Söyleşi: Sungu Çapan, Yücel Göktürk
5 Şubat 2022
SATIRBAŞLARI

Güneşe Yolculuk fikri ne zaman, nasıl doğdu? 

Yeşim Ustaoğlu: Başlangıç noktası iki gazete haberiydi. Biri, hiç unutmuyorum, kupürü saklıyorum hâlâ, Samsat köyünün sular altında kalmış halinin fotoğrafıydı. Diğeri, Cumhuriyet’te çıkmıştı sanırım. Güneydoğu’da kapılara kırmızı boyayla çarpı işareti yapıldığı haberi… Yıl ‘94 ya da ‘95’ti, İz yeni bitmişti, yeni bir filme başlamayı düşünüyordum; o iki haber doping etkisi yarattı. Güneydoğu’ya bakan bir filmi nasıl yaparım diye düşünürken, buradan bakmam gerektiğini, çünkü buradaki sıkıntıyı daha iyi bildiğimi hissettim. Ve oradan buraya gelen insanlarla başlayan, sonra da Güneydoğu’yu keşfe giden bir filme doğru kanalize oldu hikâye. Senaryo uzun bir araştırma sürecinden sonra son haline geldi. İki-üç yıl sürdü. Hikâye ilk ortaya çıktığında ‘95’ti, Montpellier’deki senaryo yarışmasını kazandı. Bu da tabii benim hızlanmamda, projeye sarılmamda etken oldu. 

Yeşim Ustaoğlu Güneşe Yolculuk çekimlerinde

Hikâye süreç içinde değişti mi? 

Bir hayli değişti, ama ilk başta da doğudan ve batıdan gelen iki gencin hikâyesiydi. Ancak karakterlerin gelişmesi, detayların pişmesi zaman aldı. Yaptığım yolculuklar ve insanlarla yaptığım yüzlerce görüşme sayesinde Berzan, Mehmet ve yan karakterler, klişelerden kopup daha bir insan oldular. 

Bu yüzlerce görüşmeyi nerelerde, kimlerle yaptınız? 

Elimde kamerayla bütün gecekondu bölgelerine, özellikle İkitelli civarına gittim. Daha sonra da, İstanbul’un merkezinde görüşmeler, çekimler yaptım. Filmin strüktür olarak merkezde başlayıp dışarı doğru açılan bir yapılanması var. Dolayısıyla, hazırlık aşamasında da aynı şeyi yaptım; Vezneciler, Aksaray gibi merkezi semtlerin yanısıra, gecekondu bölgelerinde Güneydoğu’dan göç etmiş insanlarla görüştüm. Sonra yolculuklar başladı, Güneydoğu’da gördüğüm, tanıdığım insanların bir kısmı da oyuncu olarak katıldı filme. Üç yıl boyunca kamera elimden düşmedi. 

Mehmet’i, Berzan’ı nasıl buldunuz? 

Yüzlerce görüşme yaptım. Elimde kamerayla bütün gecekondu bölgelerine gittim. Güneydoğu’dan göç etmiş insanlarla görüştüm. Sonra yolculuklar başladı, Güneydoğu’da gördüğüm, tanıdığım insanların bir kısmı da oyuncu olarak katıldı filme.

Araştırma çalışmalarını yaparken, Kürt kültürünü daha yakından tanıma ihtiyacını duymaya başlayınca, bir gün kendimi Mezopotamya Kültür Merkezi’nde buldum. Onlarla çok yoğun bir kültürel alışverişe dönüştü arkadaşlığım. Onların da kendi etkinlikleri, sinema, tiyatro birimleri, müzik grupları var. Oyunlarını izlemeye başladım, Berzan’ı oynayan Nazmi Kırık’ı ve Mehmet’i oynayan Nevroz Baz’ı o oyunlarda gördüm. Arzu’yu canlandıran Mizgin Kapazan da Mezopotamya Kültür Merkezi’nin yaptığı bir kısa filmde oynamıştı. Çok küçüktü o zaman, filmi izleyince ondaki yeteneği farkettim. Anadolu’dan, amatör tiyatrolardan, konservatuarlardan alternatifler de vardı oyuncu olarak. Prova yaptım bir süre, hepsini görüp denedim; Mizgin, Nazmi ve Nevroz potanın üstünde kaldılar, başından beri hissediyordum bunu aslında. Senaryoya ilk başladığımda, filmin kahramanları 20-25 yaşlarındaki gençlerdi; Mizgin, Nazmi ve Nevroz’da karar kılacağımı hissetmeye başlayınca, yavaş yavaş 17-18 yaşına kaydırmaya başladım hikâyeyi. 

“Yüzlerce insanla görüştüm” dediniz, elinizde kamerayla evlere, bekâr odalarına, kahvelere gittiğinizde nasıl karşılanıyordunuz? 

Çok sıcak karşılandım hep. Bir sürü hikâye dinledim. Nasıl geldiler, niye geldiler, burada nasıl yaşıyorlar, hangi koşullarda yaşıyorlar, bize nasıl bakıyorlar, topluma nasıl bakıyorlar… Elimde bir sürü kaset var o görüşmelerden, onlar toparlanıp kurgulansa, başlı başına bir araştırma olur. 

Dinlediğiniz hayat hikâyelerinin ortak paydası ne?
Zorunlu göç… Güvenlik sorunu, ölüm korkusu… Yandaki köy korucu olmuş, öteki köy olmak istemiyor. Korucu olmak istemeyince de başlarına bir sürü şey geliyor. Hayvanını eskisi gibi otlatamıyor veya hayvanı kalmamış elinde… Çocuğu gitmiş öbür tarafa… Böyle yüzlerce hikâye dinliyorsunuz. Korkuyla bekleyen, yarını pek düşünemeyen insanlar… 

Filmde anlatmak istediğiniz neydi? 

Şehrin merkezinde, metropolde, üç farklı karakter oluşturmaya ve bu üçü arasındaki ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi anlatmaya çalıştım. Mehmet batıdan gelmiş, ama çok naif, metropolün girdisini çıktısını çok bilmeyen, pembe hayaller kurarak kendisine gelecek düşleyen biri… Diğeri, Berzan, kendi kimliğinin çok farkında, Güneydoğu’dan gelmiş biri. Bunların karşısında bir üçüncü karakter var, Arzu… Almancı, metropolü, kenti ve batıyı daha iyi bilen, hem çok muhafazakâr bir yerde yaşarken kendisini daha güçlü bir yere oturtup yasakları delmesini biraz becerebilen, diğer ikisine kıyasla biraz daha kuşkucu, daha çok soru soran ama bir tarafıyla da açık ve dürüst, aynı zamanda yaşının da getirdiği bir masumiyeti olan bir karakter geliştirmeye çalıştım Arzu’yla. 

Bir maç çıkışında, fanatiklerin ortasında kalmıştım ve arabam harap edilmişti. Korna çalmıyorum diye. Üstelik o zaman plakam da 61’di -Trabzon’du… Arabayı orada bırakıp taksiyle eve gittim.

Filmin başında bir maç sahnesi var, milli maç sonrasında sokaklarda yapılan “kutlama”. Ve korna çalmadığı, kutlamaya katılmadığı için saldırıya uğrayan bir vatandaş… 

Mehmet’le Berzan’ın birbirlerini fark edeceği bir ortam olarak düşünmüştüm o sahneyi. Ama, benim başımdan geçen bir hikâyedir o. Bir maç çıkışında, fanatiklerin ortasında kalmıştım ve arabam harap edilmişti… 

Korna çalmıyorsunuz diye mi? 

Evet, korna çalmıyorum diye. Üstelik o zaman plakam da 61’di -Trabzon’du…

Nerede olmuştu o olay?

Tarlabaşı’nda bir pavyonun önünden geçerken oldu. Pavyondan çıkan birkaç bodyguard kurtardı beni. Arabayı orada bırakıp taksiyle eve gittim. Ertesi gün kurtardım arabamı. Dolayısıyla hiç unutmadım bunu. 

Filmde, arabanın sürücüsüne “kıro musun?” diyorlar bir de galiba…

Bana da öyle demişlerdi. Özellikle milliyetçi kesimdeki fanatizmin maçlarda nasıl yükseldiği hepimizin bildiği bir şey… Ama o sahnede esas kurmak istediğim şuydu: Berzan Mehmet’in bu saldırıya karşı gösterdiği hassasiyete tanık olunca, onu kendisinden biri olarak görüyor. Mehmet’in Tireli olduğunu öğrendiğinde, Berzan’da küçük bir şaşkınlık görüyoruz. Ve sonra da Mehmet’i kendi küçük kardeşi gibi kolunun kanadının altına alıyor. 

Neden Tire? Tire’yi özellikle mi seçtiniz? 

Tire çok iyi bildiğim bir yer. Türkiye’nin hemen her bölgesini biliyorum, Tire’yi de çok iyi biliyorum ve çok seviyorum. İzmir’e yakın, denize birazcık uzak. Mimarisiyle de, yaşam biçimiyle de kendisini korumuş. Batı Anadolu’ya, özellikle İzmir’in kasabalarına baktığınızda aslında sitelerden başka bir şey görmüyoruz artık. Tire onlardan farklı olarak kendi halinde kalabilmiş, çok şirin, tatlı bir Anadolu kasabası… Niye başka bir yer değil de Tire? Çocuk, Mehmet, biraz daha saf kalabilmiş. O kadar pembe hayali o yüzden kurabiliyor. Pek bir şey öğrenemeden, biraz TV’den, oradan buradan edindikleriyle kendisine bir hayat kurmaya çalışıyor. 

Tire çok göç veren bir yer mi? 

Çok göç olmuş. Eskiden, aynı zamanda bir Yahudi yerleşim bölgesiymiş. Çevresi hızla büyürken Tire pek büyümemiş, izole kalmış. Çocuk da kabına sığamamış, oralardan kalkıp gelmiş. 

Ara Güler her filmimde oynar; ilk yaptığım kısa filmde, Bir Anı Yakalamak’ta, ikimiz baba-kız rolünü oynadık. O filmden beri tanıyorum onu, çok da seve­rim. Her filme başlarken sevdiğim bir karakteri mutlaka Ara Güler’e ayırırım.

Beyazıt’ta, Mercan Yokuşu’ndaki “bekâr odaları”nda kalıyor… Ve Sular İdaresi’nde çalışıyor değil mi? Elinde “fuit” diye aletle su borularını dinliyor… Nasıl bir iş bu? 

O çok ilginç bir iş gerçekten. Esas merkezi Şişli’de. “Kaçak var” diye haber geldiği zaman, iki kişi gönderiyorlar, onlar boruları dinleyip kaçağın olduğu noktayı buluyorlar, işaretliyorlar, sonra kazıcılar geliyor ve onarmaya başlıyorlar. Çok az yanılıyor o insanlar. O kadar zor ki o işi yapmak, hakikaten ilginç bir hassasiyet gerekiyor. Sadece İstanbul’a değil, bütün Anadolu’ya onlar bakıyor. Diyarbakır’dan haber geliyor, atlayıp otobüse gidiyorlar, kaçakları tespit edip geliyorlar.

Mehmet’in ustası rolünde Ara Güler’i oynatmak nereden geldi aklınıza? 

Ara Güler her filmimde oynar; ilk yaptığım kısa filmde, Bir Anı Yakalamak’ta, ikimiz baba-kız rolünü oynadık. O filmden beri tanıyorum onu, çok da severim, o da beni sever. Dolayısıyla her filme başlarken sevdiğim bir karakteri mutlaka Ara Güler’e ayırırım. 

Güneşe Yolculuk, kamera arkası, ortada Ara Güler, sağda Yeşim Ustaoğlu

Çamaşırhanenin patroniçesi “Hülya abla”yı oynayan kim?

Hülya abla annemin arkadaşı, liseden. Annemi öyle haşlarken görürdüm sık sık. Kendi halinde bir ev kadını, hiç oyunculuk tecrübesi yoktu. 

Bir de Semra var, çamaşırhanede Arzu’nun mesai arkadaşı…

İşte o benim en çok sevdiğim karakter. Sessiz, sakin, fedakâr, başkasının aşkıyla mutlu olan… Maaşıyla alamayacağı çamaşırları kuponlarla gizli gizli alan, en az Arzu kadar cesur; kendi derdinin çok fazla farkına varmayıp da başkasının dertleriyle ilgilenip dertlenen sessiz, içi dolu bir kızcağız o… Semra’yı oynayan da profesyonel oyuncu değil, bir arkadaşım benim.

Mehmet, Berzan’ın naaşını köyüne götürürken, trende karşımıza askerliğini Güneydoğu’da komando olarak yapan bir genç çıkıyor, o da Tireli, ama Mehmet’in aksine beyaz tenli..

O gerçek bir Tireli. 

Mehmet’in esmerliği hep söz konusu… Tire’ye göçen bir Kürt ailesinin çocuğu olduğu gibi bir ima var mı? 

Benim gözümde o hep Türk. Esmer bir Türk, kökeni ne olursa olsun. Çingene de olabilir. 

Sorguda “babanda mı Tireli’ydi?” sorusuna, daha doğrusu aşağılanmasına maruz kalıyor… 

Zaten hep öyle bir şüphe altında kalıyor, babası Kürt müydü, değil miydi diye. Ama biz bilmiyoruz, bilmek de gerekmiyor. Ben hiçbir zaman Mehmet’ i Kürt asıllı olarak düşünmedim; herhangi bir nedenle esmer, o kadar. Mehmet’in babasının Kürt olma ihtimalini Kürtler daha çok benimsiyor. Çünkü, onlar da bir taraftan sağduyulu, iyi bir çocuğun Türk olamayacağını düşünüyor. Ben hiçbir zaman bunu düşünmedim. Mehmet benim için Tireli, batılı bir Türk. 

İnsan Berzan’ı, Berzan gibileri tanıyınca içinde pek baş edemeyeceği bir sızı oluşuyor. Berzan’ı oynayan Nazmi’den kendi hayatını dinleyin yıkılırsınız, o kadar inanılmaz şeyler anlatıyor ki… Kendi hayatının çok benzerini oynadı.

Mehmet saçını sarıya boyuyor… Bu son zamanlarda epey sık görülen bir şey, Fransa’daki Cezayirlilerden, Amerika’daki zencilere… Irkçılığa karşı bir tepki olarak, “madem renk o kadar önemli, alın size renk” der gibi. Mehmet’in saçını sarıya boyamasında da öyle bir gönderme var mı? 

Birçok açılımı var, biraz öyle bir gönderme, biraz da Türkiye’deki imaj çılgınlığını tiye alıyor. Öte yandan, hakikaten çok çaresiz Mehmet; sonunda sıkıntısının esmerliğinden, görüntüsünden kaynaklandığını düşünürken kendisini savunmayı biçimde arıyor. En çaresiz kaldığı anda, saçını boyayarak başına gelen belalardan kurtulacağını zannediyor, ama etrafındaki realiteyi daha iyi keşfettiğinde bunun ne kadar anlamsız bir iş olduğunu anladığı zaman da, yaptığı saçmalıktan vazgeçiyor… Biraz korunmaya muhtaç bir çocuk gibi görüyoruz onu başlarda, sonra herkesi kaybettiğinde, işini, gücünü, Berzan’ı… Sevdiği kızı da ailesi alıp gittiğinde, artık iyice kolunun kanadının kırıldığı noktada histerik bir savunmaya da geçiyor. Ama bu Mehmet’i ayağa da kaldırıyor aynı zamanda, yolculuğu göğüsleyebilecek bir cesarete sahip oluyor. 

Filmle ilgili eleştirilerden biri şu: İstanbul, sanki kalabalık ve içinden su geçen bir Diyarbakır gibi… Şehrin öteki yüzü, Etiler filan gibi yerler hiç görünmüyor, dolayısıyla şehirdeki sosyal uçurum pek belli olmuyor… 

Güneşe Yolculuk Berzan, Mehmet ve Arzu gibi insanların yaşadığı bölgelerdeki İstanbul’u, sabahın köründeki Eminönü’nü anlatıyor, Etiler’deki insanları değil. Buralara gelip tutunmaya çalışan insanları, o kalabalıkları anlatıyorum. Ben yazarken hep kendi anılarıma ve deneylerime başvururum. Hatırladığım, bildiğim, yaşadığım şeylerdir anlattıklarım. Hülya’dan Semra’ya kadar hepsi etrafımızda gördüğümüz insanlar. Film nispeten biraz daha şanslı çocuklarla başlıyor, hiç değilse Aksaray’ı, Vezneciler’i, Gülhane’yi bir parça keşfedip çayını içebilecek çocukları anlatıyor, dolayısıyla onların etrafındaki insanlara da bir parça bakıyor. İstanbul’u oralarda yaşayan gariban çocukları, onların etrafındaki olayları, dramı anlatıyor film. Onların gözünden etrafımıza tanıklık ediyoruz. Bekâr odaları, atölyeler, işçilerin olduğu yerler… Bir sürü çocuğu tıkmışlar atölyeye, hiç sahip olamayacakları oyuncakları yapıyorlar. Hep o tür insanları görüyoruz, çünkü oralarda zaten onlar yaşıyor. Gerçek mekânlarda varolanı çektim, dolayısıyla bir yandan da filmin dokümanter bir havası var. Filmin hiç bir yerinde figürasyon yok. 

Bekâr odalarında, Mehmet’in odasının kapısına kırmızı çarpı işareti yapılması birçok insanı yadırgattı, “bu kadarı da olmuyordur” diye… 

Orada sembolik bir anlatım söz konusu; sinemadan anlayan herkes bunu kavramıştır. O sekansta Mehmet’in işaretlendiğini, bir bakıma fişlendiğini, bir tür aforoza uğradığını hissediyoruz. Bu ülkede çocuk yaşta insanların işkenceye maruz kaldığını düşünürsek, Mehmet’in işaretlenmesinde, takip altına alınmasında garipsenecek bir şey göremiyorum. Hele bir de buna benzer işaretlenmelerin Güneydoğu’da vuku bulduğunu hatırlarsak… Zaten filmin Güneydoğu’daki bölümünde bu gerçeğe tanık oluyoruz. 

Berzan’ın köyü olarak geçen Zorduç nereye bağlı? 

Zorduç’u ben hep Nusaybin’in daha içlerinde bir yer olarak düşündüm. Zorduç’u ben uydurdum, düşünürken hep Irak sınırında, baraja yakın bir köy vardı aklımda. Sonuç olarak öyle bir yerde çektik. 

Neresi orası? 

Urfa-Adıyaman arasında bir yerde; Kovanlı köyü… Hakikaten bir baraj köyüydü orası. Minare ayakta kalamamış, onu da biz diktik. Orada böyle çok ilginç küçük minareler yapıyorlar, biz onun çok benzerini yaptık ve bir hayli maceradan sonra suyun içine diktik.

O haber fotoğrafındaki minarenin benzerini mi?

Evet, o minarenin mutlaka olması gerekiyordu. Ben burada arkadaşlara “suya minare dikeceğiz” dediğimde gülüyorlardı ama, sonra hep beraber diktik minareyi… 

Sizi bu filmi yapmaya iten saik neydi? 

Edinburgh’da, gösterimden sonraki soru-cevap bölümünde seyircilerden biri, bir Türk, “ben bu filmi görmekten utanıyorum, bunların hiçbiri olmadı” deyince benim cevap vermeme gerek kalmadı, kahkaha koptu. Ben ne söylesem boş o çocuğa.

Diğer filmlerimin yapılmaya ne kadar hakkı varsa, bu filmin de o kadar hakkı var, hatta daha fazla var. Her gün bunun içinde yaşıyoruz: Gazeteyi aç bu, TV’yi aç bu, sokağa çıktığımızda bu, Selpak aldığımız çocuk bu. O zaman nasıl olur da arkamızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi davranabiliriz? İnsan Berzan’ı, Berzan gibileri tanıyınca içinde pek başedemeyeceği bir sızı oluşuyor. Berzan’ı oynayan Nazmi’den kendi hayatını dinleyin, yıkılırsınız, o kadar inanılmaz şeyler anlatıyor ki… Kendi hayatının çok benzerini oynadı filmde. Nevroz da aynı şekilde. Bu insanlar her gün sokakta gördüğümüz insanlar… Ben Berzan’ları, Mehmet’leri anlattım, onları tanımak bende sızı yarattı, onları elimden geldiğince tanımaya çalışarak, her gün daha çok tanıma ihtiyacı duyarak günlerimi, aylarımı, senelerimi onlarla geçirerek böyle bir filmi yarattım. Elimden geldiğince yapay olmamaya, onların dünyalarını, iç dünyalarını, sızılarını, zaaflarını, isteklerini, rüyalarını dile getirmeye çalıştım… Benim aklımın almadığı şu: Bu kadar zaman niye susuldu? Çünkü böyle bir şey söylendiği zaman, böyle bir yaygara kopacağından herkesin ödü koptu herhalde. Türkiye bütün bunları konuşabilen, tartışabilen bir ülke olsaydı, bu kadar sıkıntı olmazdı. Bu sıkıntıyı bu kadar ciddi boyutlarda yaşamazdık. Daha çabuk anlardık birbirimizi, daha çok sahiplenirdik bu sorunu. O kadar insanın oradan buraya göç etmesini, böyle bir sonucun yıllara nasıl dağılacağını, o çocukların nasıl büyüyeceğini, bir kuşak sonrasını düşünürsek… Selpak satan çocuğun 17-18 yaşına gelince ne hale geleceğini gözümüzün önüne getirelim, yeterli. 

Basının tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanki filmin üzerinde gizli bir sansür var gibi… 

Maalesef, “aman dokunmayalım, dokunursak yakar” gibi bir tavrı oldu basının. Üç tane büyük festival, Berlin, İstanbul, Ankara, çat, çat, çat ödül verdi bu filme, toplam 21 tane ödülü var Güneşe Yolculuk’un. Berlin ve İstanbul festivallerinde ödül alınca epey bir yazı çıktı ama, gerçekten filmi anlatan yazı çok azdı. Benim mimarlığım, kısa filmlerim filan öne çıktı, filmin kendisi gölgede kaldı. Vizyona girme ihtimali biraz kritik olan bir film üzerinde daha çok durulması gerekirdi diye düşünüyorum. Kısa filmimin yazılması, mimarlık eğitimi almış olmam filan benim için bir şey ifade etmiyor, derdim öne çıkmak değil zaten, ama bu filmin ne olduğunun yazılması çok fazla şey ifade ediyor. Şimdi vizyona girince, yeniden güncelleşince nasıl bir tavır alacaklar merak ediyorum. Basın ya bu filmi alıp götürecek ya tam tersi, karşısında duracak veya gözardı edecek.

Seyirci nasıl karşılayacak sizce?

Valla, İstanbul Film Festivali’nde gösterildiğinde, bir gören bir daha gördü. Bütün dünyada böyle oldu. Filmin sonunda, güneş tamamen kaybolana kadar kimse yerinden kıpırdamadı, çıt çıkarmadı. Sonra da büyük coşkuyla kutladılar. Amerika’da da böyle oldu, Japonya’da da, İsviçre’de de. Sıradan izleyici de profesyoneli de böyle davrandı. Kronos Quartet’ten tutun, Atom Egoyan’a, Wim Wenders’e kadar. Egoyan son yıllar da en çok beğendiği filmlerden biri olduğunu söyledi. Brezilya’nın bilmem neresindeki adam mektup yazıp Nazmi’ye hayran olduğunu söylüyor, “aman n’olur bir fotoğrafını gönder” diyor. Şimdi burada ne olacağını kestiremiyorum. Benzer şeyler olacak gibi geliyor ama… 

Yurtdışındaki gösterimlerde olumsuz tepki aldığınız oldu mu peki? 

İskoçya’da, Edinburgh’da, gösterimden sonraki soru-cevap bölümünde seyircilerden biri, bir Türk, “ben bu filmi görmekten utanıyorum, bunların hiçbiri olmadı” deyince benim cevap vermeme gerek kalmadı, kahkaha koptu. Ben ne söylesem boş o çocuğa. Kanada’daki örnek ise öyle uluorta söylemeye cesaret edemedi, gösterimden sonra yanıma geldi, “Niye ya Türkiye’yi böyle anlatıyorsun? Bizim kompüterimiz de var, oyumuz da var, buyumuz da var” dedi. İstanbul’da da oldu aynı şey. O çocuk daha cesurdu. “Sahiden ben de o yolculuğu yapsam bunları görecek miyim?” dedi, İstanbul Film Festivali’nin soru- cevap kısmında. Herkes, seyirci de dahil, “yap çocuğum, sen de göreceksin” dedik. Güneydoğu’ya da gitmeye gerek yok. Köşe başındaki insanlar bunlar.

Aslında bir bakıma doğru bir soru o, çünkü 15 yıl bir savaş yaşandı ama, burada bazı insanlar için öyle bir şey yok gibiydi.

Bu filmin yapılış nedeni bu zaten: Çocuğum aç biraz gözünü de bak, o çocuklar da bunları yaşıyor, sen burada çok iyi koşullarda yaşarken… Onu öğren biraz da…

Güneşe Yolculuk adı nasıl çıktı? 

İçgüdülerimle çıktı aslında. Yarım saat içinde, hatta telefonda karar verdim. Film için yaptığım yolculuklarda gördüğüm renkler çok etkiledi beni, başta Güneydoğu’daki toprağın rengi olmak üzere. Hep ışığa karşı, güneşe karşı çekimler yaptım, sonra filmin bütün estetiği de o çekimlere göre oluştu. Öbür taraftan, yine estetik olarak filmin dilini oluştururken özellikle Mehmet’le Berzan’ın dostluğunu pekiştirmek için sıcak renkler kullandık. Bütün renk çalışmasını, mekânlardan kıyafetlere kadar, güneşin renkleri olarak yaptık… Sarılar, kırmızılar… Hep doğuya doğru, güneşe doğru yapılmış yolculuklar otomatikman yarattı filmin ismini. Belli değildi ismi, telefonda prodüktörüm sorunca, kendiliğinden ağzımdan çıktı öyle. “Hemen İngilizcesini söyle” dedi prodüktörüm, İngilizcesi de uyunca, bir şeye benzeyince yani, adı Güneşe Yolculuk oldu. 

Roll, sayı 40, Mart 2000

^