BAHA VE ÇILGIN 70’LER MÜZİKALİ

Söyleşi: Serkan Seymen
22 Ağustos 2025
Baha Targün, Ford Grevi, 1973
SATIRBAŞLARI

Almanya’nın uluslararası yayın kuruluşu Deutsche Welle 14 Mayıs 2025’te, Köln’de yapılan 24 saatlik bir “uyarı grevi”nin haberini verdi: “Köln’deki Ford fabrikasında grev: Üretim durdu.” Ford tesislerinin 4 no’lu kapısına “Bu işyerinde grev vardır” pankartı bir günlüğüne asılmış, kapı kırmızı-beyaz naylon şeritlerle girişe kapatılmıştı. Ve ayrıca şöyle bir not da eklenmişti: “Grev kırıcılar için girişler 1 no’lu kapıdandır.” Haberde belirtildiğine göre, 1 no’lu kapıyı kullanan grev kırıcı sayısı yok denecek kadar azdı.

Sadece Ford değil, Alman otomotiv sektörünün diğer üreticilerinin de krizde olduğu bir yılı aşkın bir süredir sık sık gündeme getiriliyordu. Kasım 2024’te, Ford yönetimi 2027 sonuna dek Almanya’daki çalışanlarından 2900’ünün iş akdine son vereceğini açıkladığından bu yana, sendika ile şirket yönetimi arasında gerilim gitgide tırmanmıştı. Ford yöneticilerine göre, küçülme kaçınılmazdı, çünkü otomobil endüstrisi zayıf talep, elektrikli araçlara geçişin getirdiği yüksek maliyetler sebebiyle zor günler yaşıyordu.

14 Mayıs’taki bir günlük grevin ardından, 3 Haziran’da yayınlanan bir başka haber “Ford işçileri diken üzerinde” diyordu. Şirket planlarında bir değişikliğe gitmediği gibi, işten çıkarmalar her an başlayabilirdi. Haberde üç kuşaktır Ford’da çalışan bir aileye yer verilmişti: 1970’te Köln’e trenle gelip Ford’da montaj bandında çalışmak üzere işe giren Süleyman Çömez, sonrasında babası gibi Ford’dan emekli olan oğlu Mustafa Çömez. O babasından farklı olarak aynı zamanda işçi temsilciliği yapmış, denetleme kurulunda görev almış. Ve bir de bugün 30 yaşında olan ailenin üçüncü kuşak üyesi Ahmet Çömez var. Dedesi ve babasından farklı olarak üretim geliştirme bölümünde mühendis kendisi.

Çömez ailesinin bu üç ferdi aslında Ford fabrikasının, hatta ondan da öte, Almanya’ya göç eden “misafir işçilerin” yıllar içinde geçirdiği dönüşümün özeti gibi.

14 Mayıs’taki bir günlük grevden itibaren Ford’daki sorun üzerine yapılan tüm haberlerde geçen bir cümle vardı: “Bu, fabrikanın 100 yıllık geçmişinde yapılan ilk grev.” Bazen şu cümle de eklenmiş: “Gerçi 1973 yılında Türk işçilerin ağırlıklı olduğu bir ‘vahşi grev’ yapılmıştı, ama o greve sendika dahil olmadığı ve katılım sınırlı sayıda kaldığı için bugün resmi bir grev olarak kabul edilmiyor.

24-30 Ağustos 1973 günlerinde gerçekten de Türk işçilerin ağırlıklı olduğu beklenmedik bir grev yaşanmıştı. Ülkenin bir anda bir numaralı gündemi haline gelen bu greve katılan –o sınırlı– işçi sayısı 10 binin üzerindeydi. Altıncı günün sonunda grev zor kullanılarak bastırılmış, greve öncülük edenler işten çıkarılmıştı.

Üç kuşaktır Ford’da çalışan Çömez ailesinin haberlerinin yapıldığı gün YouTube’da bir video girdi yayına. Almanya’nın en tanınmış rap yıldızlarından biri –hatta belki de birincisi– olan Eko Fresh, Sanat Ensemble eşliğinde “Eine Mark mehr für alle!” (Herkese 1 Mark daha!) adlı şarkıya “Gel sana Ford’daki grevi anlatayım” diyerek giriyordu. İlk birkaç saat içinde 20 binin üzerinde izlenen video Ford’un Köln’deki tesislerinin kapısının önünde çekilmişti.

Klipte müzisyenlerin yanısıra Eko Fresh’e şarkısında vokaliyle eşlik eden belgesel filmci, oyuncu ve müzisyen (ve aynı zamanda Eko Fresh’in babası) Nedim Hazar’ın ve müzisyenlerin dışında arkada üç yaşlı adam oturuyor. 1942 Malatya doğumlu İbrahim Karakurt, yine 1942 Malatya doğumlu Seyfo Kurt ve 1947 Essen doğumlu Peter Bach. Yüzlerinden klip boyunca eksik olmayan gururlu bir tebessümle şarkıyı takip ediyor, arada “Eine Mark für alle!” nakaratına katılıyorlar. Onlar işte Ford’un 100 yıllık geçmişinde resmi olarak kabul edilmeyen, ama 1973 Ağustos’unda Federal Almanya’yı sallayan o altı günlük meşhur Ford Grevi’ne katılmış Ford işçileri. Klipte zaman zaman görüntüye gelen o günlerde çekilmiş karelerde Seyfo Kurt’un elinde megafonla konuştuğu kareler de var.

Bu şarkı aslında 10 Ekim 2025’te Köln’de prömiyeri yapılacak, ardından tüm Almanya çapında –hatta belki İstanbul’da da– sahnelenecek “Baha und die wilden Siebziger” (Baha ve Çılgın 70’ler) adlı müzikal için yapılmış bir parça. “Baha”, klip boyunca da 1973’teki bu “gayrıresmi” grev esnasında elinde, o günlerde grevin simgesi olarak ikonlaşan megafonuyla sık sık görüntüye gelen grev sözcüsü Baha Targün. [1943-2020]

Müzikalin resmi tanıtım yazısında şöyle bir paragraf var: “‘Baha ve Çılgın 70’ler’ sözlü ve yazılı anılara dayanıyor. Araştırma için Baha’nın aile üyeleri ve aralarında çok sayıda Almanın da bulunduğu arkadaşlarıyla görüştük. Greve bizzat katılmış iki eski Ford çalışanı da yapımda rol alıyor. Aslında bu oyuna belgesel tiyatro da diyebilirdik. Ne var ki yapım ekibinin gönlünden Jesus Christ Superstar ya da The Who’nun Tommy’si misali bir rock-opera yapmak geçiyor. Sonuçta, Ford’un yatakhaneye çevrilmiş deposundaki o unutulmaz geceler de en safiyane cinsinden rock’n’roll’du.”

Yedisi müzisyen 20 kişiyi aşan bir oyuncu kadrosunun, beş kişilik bir kadın korosunun yer aldığı, bir ayağı Batı klasik müziğine, bir ayağı 70’lerin rock sound’una basan bu politik müzikali sahneleyecek olan Sanat Ensemble’nin kurucu yöneticisi Nedim Hazar ile “Baha ve Çılgın 70’ler”i, geçmişi ve bugünü konuştuk…

İlginç bir rastlantıyla oyunun tanıtımı için yayınladığınız şarkı Fordun yine gündemde olduğu günlerde yayına girdi. Hatta klibin yayınlandığı 14 Mayıs günü Fordda yapılan uyarı grevi sonrası yaşanan gelişmeleri aktaran haberlerde yine Ford tarihinde yapılan ilk grev” deniyordu.

Nedim Hazar: Evet, çünkü 1973’teki grev sendikanın dahli olmadan kendiliğinden yapıldığı için yasadışı görülüyor ve hukuken bir grev olarak kabul edilmiyor. Resmi tarih, 10 binin üzerinde işçinin altı gün süren ve aslında çok farkında olunmasa da büyük bir kırılma yaratmış, etkisi halen süren bir iş bırakma eylemini grev olarak tanımlamaktan bugün halen kaçınıyor. Bir de greve çıkanların ağırlıklı olarak Türklerden oluşması sebebiyle, diğer göçmenler –İtalyanlar, İspanyollar, Yugoslavlar, Yunanlar– ve sayıları az olsa Alman işçiler göz ardı edilerek “Türk Grevi” olarak adlandırılıyor çoğu zaman.

1973 grevi, Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü bir dönemde yaşandı. Almanya ikiye bölünmüş, ciddi bir Sovyet tehdidi hissediliyor. Göçmenlerin sayısının artması toplumda bir paranoya hali yaratmış durumda. Aslında belki de Ukrayna savaşı sonrası bugünü andıran yanları var. Bugün de mülteci, sığınmacı sorunu tartışılıyor.  Bu grevin beklenmedik bir şekilde bir anda yaşanması da o dönemde sanki komünist Türkler” ya da Batı düşmanı Müslümanlar” korkusu yaratıyor gibi.

Kesinlikle doğru, Soğuk Savaş’ın atmosferi yaklaşımı çok etkiliyor. Ama bu sadece toplumsal kesimler, siyasetçiler ya da sermaye sınıfı için değil, sendikacılar için de bir parça böyle. Mesela “Fabrikaya sızan bazı sol/komünist grupların üyelerinin kışkırtmasıyla oldu her şey” diye bakıyorlar. DGB’nin (Almanya Sendikalar Konfederasyonu) Köln yöneticisi Wittich Rossmann da mesela, bu grevi ele alan iki yıl önce yayınlanan bir yazısında biraz bu bakışın etkisi altındaydı.

1973’teki Ford grevi savaş sonrası Almanya’sında eşi benzeri görülmemiş büyüklükte ve etkide bir işçi ayaklanması. Üstelik, göçmen işçiler ve böyle şeylere hiç kalkışmayacağı düşünülen Türkiye’den gelmiş işçiler başı çekiyordu.

Rossmann bir yandan grev sözcüsü Baha Targün için “biraz Che, bir parça da İsa gibiydi” şeklinde romantik cümleler kuruyor ama, diğer taraftan göçmen işçilerin, daha doğrusu Türk işçilerin zaten bilgisiz, bilinçsiz olduğundan dem vurup kendi başlarına böyle bir işe kalkışamayacaklarını o da ima ediyordu. Tam amacı bu olmasa da bir parça o da bir yerlerin güdümünde, kandırılmaları çok kolay, bilinçsiz insanlar olarak değerlendirmiş oluyordu. Bir sabah kahvaltısında 1973 grevine katılmış işçilerden bir toplulukla bir araya getirdik kendisini. Şimdi daha farklı bir yaklaşımı var. (gülüyor) Ancak genele bakıldığında Almanya’da halen tam olarak içeriği kavranamamış bir grev bu.

Nedim Hazar

Nedir bu grevin önemi? Elli yılı aşkın süre sonra neden hâlâ tartışılıyor?

Öncelikle, 1973’teki Ford grevi savaş sonrası Almanya’sında eşi benzeri görülmemiş büyüklükte ve etkide bir işçi ayaklanması. Üstelik, göçmen işçiler ve böyle şeylere hiç kalkışmayacağı düşünülen Türkiye’den gelmiş işçiler başı çekiyordu. Grevin tamamen plansız, bir anda patladığı bir gerçek. Eğer dedikleri gibi birilerinin kışkırtmasıyla planlı bir hareket olsaydı cuma günü başlamazlardı, araya hafta sonu giriyor çünkü. Böyle bir şeyi planlayarak yapsan pazartesiyi seçersin başlangıç için.

Benim o grevin bizzat içinde yer alanları dinleyerek vardığım sonuç şu: Grevin sloganı “Herkese 1 Mark daha” olsa bile, aslında işi ateşleyen ekonomik talepler değil. Bir patlama noktası geliyor ve işçiler Bir dakika kardeşim, ben bir insanım, ben de senin gibi birisiyim, bana bu şekilde davranamazsın, bana yetişkin bir insan muamelesi yapmalısın” diyorlar. İlk üç gün henüz bir talep listesi bile yok. Baha Targün ilk andan itibaren kitlenin önünde yer alsa da grev komitesi kurulmasına ve onun resmi sözcü ilan edilmesine bile üç gün sonra karar veriyorlar.

Baha Targün elbette sol görüşe sahip, ama aynı zamanda maceracı bir tip. Çok ilginç bir karakter. Grevden neredeyse sadece iki hafta önce işe girmiş. İki haftada on binlerce insanı peşine takacak kadar öne çıkıyor.

Mesela, Ford’da çalıştıktan sonra müzisyenlik kariyerine geçen Metin Türköz’ün söylediklerine bakalım. Tek kelime Almanca bilmediklerinden, sadece “ja” (Evet) demeyi bildiklerinden söz ediyordu. Diyordu ki, sizi aşağılıyorlar, siz de “ja” diyorsunuz, size küfrediyorlar gene “ja” diyorsunuz ne derlerse desinler ne yaparlarsa yapsınlar, tek bir yanıtınız var: “Ja.” Bizim müzikalin resmi sitesinde grevci işçilerle yaptığımız görüşmelerin video kayıtlarından bazı bölümler var, orada dinleyebilirsiniz. Mitat Özdemir, “Bu grev sayesinde aslında ‘nein’ (hayır) diyebileceğimizi öğrendim, bütün hayatımı değiştirdi bu” diyor.

Ford Grevi, 1973

Aynı şekilde Baha Targün’ün o dönemde pek rastlanmayan şekilde çok iyi Almanca konuşması, iyi eğitimli birisi olması, Alman sol çevrelerden arkadaşlarının olduğunun ortaya çıkması sebebiyle, aslında böyle bir grevi organize etmek, işçileri kışkırtmak için Fordda çalışmaya başladığı çok sık dile getirilen iddialar arasında.

Baha Targün o sırada elbette sol görüşe sahip, ama aynı zamanda maceracı bir tip. Alman arkadaşlarıyla farklı yerlerde geçici işlerle çalışıyor, çok fazla yarını düşünür bir hali yok. Genç, yakışıklı, çapkın bir adam. Çok ilginç bir karakter. Grevden neredeyse sadece iki hafta önce işe girmiş. İki haftada on binlerce insanı peşine takacak kadar öne çıkıyor… Grevin sözcüsü konumuna tamamen hayatın akışı içinde, olaylar öyle geliştiği için geçiyor. Almanca bilmesinin önemi var, ama hiç bilmese, sadece Türkçe konuşacak olsaydı bile bu iş ona düşebilirdi. Öne çıkabilecek, derli toplu cümle kurabilecek, pazarlık yapabilecek, eğitim görmüş, kent kökenli bir insan. O iş mecburen ona kalıyor. Tüm şartlar bu işin görünürdeki kahramanlık pozisyonunu onun üzerine yüklüyor, o da kaderin ona yüklediği bu rolü oynuyor.

Konuyu tamamlarsam, buradaki esas mesele Alman toplumunun da sermayedarların, yani kapitalistlerin de siyasetçilerin ve maalesef sendikacıların da göçmen işçilere birer birey, reşit insan muamelesi yapmaması. Bunun altında eşit görmeme, hatta ırkçılık yatıyor.

Almanya’daki “gurbetçi” toplum üç aşağı beş yukarı Türkiye’nin bir yansıması. Burada da birbirine zıt iki yüzde 50’lik kesim var. Almanya’da yetişen kuşaklar içinde eğitim görmüş, bir şekilde kendi kültürüne, kimliğine sıkışıp kalmamış, bambaşka yerlere gelmiş insanlar var. Onları kimse fark etmiyor.

Tabii şimdi Türkiye göçmenlerinin o fabrikada mühendis olmuş, işyeri temsilciliğine yükselmiş üçüncü, dördüncü kuşak mensupları var. Bir zamanlar Siz bilmezsiniz, anlamazsınız, zaten Almanca konuşamıyorsunuz” diyerek sendikanın karar mercilerine alınmalarını bile engelliyordu sendika yönetimi. 1973 Grevi gerçek anlamda değiştirdi her şeyi. Hem göçmenler hem de işverenler, siyasetçiler ve Alman toplumu bu işin geçici olmadığı, “misafirliğin” bitmeyeceği gerçeğiyle yüzleştiler, yeni bir döneme geçildi. İlginçtir, siyasetçiler ve kapitalistler hemen işe uyanıp “Bu işi böyle sürdüremeyiz” diyerek derhal uyum sağlarken, en son anlayanlar Alman solu ve sendikaları oldu. Çünkü, dediğim gibi, karşılarındakini kendileriyle eşit bir proleter olarak görmek bir yana, reşit bir insan gibi görmeye bile ayak dirediler.

Grev esnasında ve sonrasında Baha Targün tüm anaakım medyada ismiyle ve cismiyle, bir karakter, bir birey olarak bahsedilen belki de ilk göçmendi.

Bir polisiye dizide, tıpkı Amerikan yapımlarındaki gibi, iki dedektiften biri Türk olabilir ya da başarılı bir oyuncu, müzisyen, TV sunucusu bir nevi “Türk kotası”ndan vitrinde “örnek Türk” olarak yer alabilir, ama onun dışında Türkiye göçmeni bir yabancı olarak “Türkler” ya da “göçmen kökenliler” gibi hep soyut bir topluluğun üyesi anonim kişiler olarak algılanırsınız.

Bu oyun ve hazırladığım –içinde oyundan bazı sahnelerin olacağı– bir film ile bu anonimliği ortadan kaldırmak en büyük amacım. Bu grevi bizzat yaşamış insanları bulup kayda aldım o yüzden. Mesela 10-15 yıl sonra “göçmen tarihi müzeleri”nde bu grevle ilgili alanlar olacak, fotoğraflar, videolar koyacaklar, bu işin kahramanları da yine isimleriyle değil, “göçmenler grevde” altyazılarıyla görünecekler. O yüzden isimlerin anonim olmaktan çıkması esas amacım.

Baha Targün, Ford Grevi, 1973

Bu neden bu kadar önemli sizin için?

Bu anonimleştirmeye bir başka örnek vereyim. 19 Şubat 2020’de, Hanau kentinde iki nargile salonuna silahlı saldırı yapıldı. Tobias Rathjen adında bir faşist katil 11 kişiyi öldürdü. Katilin adını biliyoruz, ama öldürülenler sadece “göçmenler” olarak geçiyor halen. Adları hiçbir zaman verilmedi haberlerde, anmalarda. “Göçmen kökenli kurbanlar” deniyor sürekli olarak. Bununla ilgili bir kampanya devam ediyor, “Adlarını okuyun” sloganıyla. Irkçılık işte tam da bu. O ölenlerin adı yok.

Bazı sendikacılara da bu bakış hâlâ hâkim. Eski kuşak sendikacılar arasında bu bir günlük son grev için “sınıf mücadelesinin şanlı bayrağını yükselttik” türü 70’lerden kalma –tamam, içerik doğru ama– son derece nostaljik, romantik, aslında gerçekte bir şey söylemeyen cümlelerle dolu açıklamalar yapanlar var. Sadece kendi dünyalarını tatmin eden yaşlı adamlar gibiler. Konuşulacak çok başka konular var oysa.

Şu an sendikanın üyelerinin yüzde 50’si o “göçmen kökenliler”. Diğer yüzde 50’nin yüzde 30’u ise aşırı sağcı AfD’ye oy veriyor!

Yeşilçam sinemasında hep eşini geride bırakan, hatta bir süre sonra haber alınamayan, Almanya’da kendisine bir Alman sevgili bulan, artık köyünü, geride bıraktığı eşini beğenmeyen erkek tipi anlatılır. Oysa Almanya’ya tek başına ya da kocasını Türkiye’de bırakarak gelen kadınlar da vardı.

Bugün, tüm Avrupada olduğu gibi, Almanyada da yükselen bir Yeni Sağ var. AfDnin ilerleyişi çok bariz. Ama tuhaf bir durum da var. Elon Musk’ın, yayınlandığında Almanya’da büyük tartışma yaratan gazete yazısında AfD hakkında söyledikleri ilginçti gerçekten. Faşist olarak nitelendirilen bir partinin eşbaşkanı nasıl olur da lezbiyen olur ve Asyalı bir kadınla evlenir?” diye soruyordu. Partide hakikaten Yahudiler, LGBTİ+ bireyler, Türkler, Kürtler hatta Afrika kökenli göçmenler var.

Elbette tarih tekerrür etmiyor, etse de farklı biçimlerde ediyor. Sol çevrelerin bu yükselen Yeni Sağ’ı eski ezberlerle anlamaya ve mücadele etmeye çalışmasında yanlışlıklar ya da eksiklikler var. Fakat şu asla gözden kaçmamalı: AfD içinde böylesi insanı şaşırtan durumlar olabilir, ama bu işin özünü, yani orada faşist-ırkçı bir damar olduğu gerçeğini de değiştirmiyor.

Ford Grevi, 1973

Yeni Sağ dalganın yükselişinin sizinki gibi sanatsal faaliyetler açısından nasıl bir etkisi var?

AfD’nin yükselişi, bizim bu müzikal ya da benzeri faaliyetlere olumlu ya da olumsuz herhangi bir etki yapmıyor. Aslında şu an Türkiye kökenli nüfus da çok etkilenmiyor bu durumdan. Çünkü AfD’nin gündemi esas olarak artık Türkler ya da genel olarak yabancı işçiler değil. Şu an bir numaralı gündemleri mülteciler ve sığınmacılar. Az önceki AfD içindeki bazı ilginç kimlikler meselesine dönersek, vitrinde bazı değişiklikler yapsalar da AfD’nin sözcülerinin “Alman kan bağıyla Alman” olanlarla pasaport yoluyla Alman” olanlar arasında halen büyük bir ayrım yaptığını da fark etmemek olanaksız. Tamam, kimseyi bir zamanlar olduğu gibi trenlere doldurup toplama kamplarına göndermeyecekler belki, ama pasaport alarak Alman olmuş olanları da hiçbir zaman kendileriyle aynı statüde, eşitleri olarak görmeyecekler.

Türkiyede YouTube üzerinden yayılan ve çok popüler olan bazı sokak röportajı videoları var. Orada konuşan, genel tabirle Gurbetçi” olarak adlandırılan kişiler artık bir stereotype haline geldi. Türkiye çok iyi durumda, Erdoğan dünya lideri, siz bunu anlamıyorsunuz, kurulu düzenimiz olmasa biz de Türkiyeye döneriz” kalıplarıyla konuşan insanlar. Almanyadan gelen oyların yüksek oranda AKPye olması Türkiyedeki muhalif kesimlerde bir Almanyalı” antipatisi yaratmış durumda.

O videoların yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Öyle bir tipoloji yok mu, elbette var. Ama geneli yansıtmıyor. Almanya’daki “gurbetçi” toplum bence üç aşağı beş yukarı Türkiye’nin bir yansıması. Yani, ana eksen olarak Almanya’da da birbirine zıt iki yüzde 50’lik kesim var. Aynı Türkiye’de olduğu gibi kendi içlerinde farklı gruplara da bölünüyorlar. En başta şu gözden kaçıyor; Almanya’da yetişen kuşaklar içinde eğitim görmüş, bir şekilde kendi kültürüne, kimliğine sıkışıp kalmamış, bambaşka yerlere gelmiş insanları kimse fark etmiyor. Bazıları Türkiye seçimleriyle hiç ilgilenmiyor, gidip oy kullanmıyor bile; hatta kimi sadece Alman vatandaşı olduğu için artık seçmen de değil.

Diğer kesim ise bir şekilde o kimlik, kültür, töre, gelenek kıskacından çıkamamış, çıkamadıkça daha da kendi dünyasına saplanmış insanlar. Onlar için Erdoğan büyük bir lider. Ama şunu eklemek lâzım. Türkiye’nin eğitimli, sol muhalif ya da liberal kesimleri işin en başından itibaren Almanya’da ortaya çıkan bu Türkiye kökenli topluma hiçbir zaman ilgi göstermedi. Akademik çevreler bile. Hatta hep tepeden bakıldı. Aynı bazı Almanlar gibi, onları “kültürsüz, cahil, bilinçsiz insanlar” olarak hor gördüler. Ama kusura bakmasınlar, bu kalabalık insan topluluğunu muhatap alıp onlarla konuşan da Erdoğan oldu.

Şu an Almanya’da yaşını başını almış ve Türkiye’de, özellikle de o yaş grubunda eşi emsali zor bulunabilecek, son derece feminist bir kadın kuşağı var.

12 Eylül’den önce İslâmcılık da çok etkin değildi “gurbetçiler” arasında. 80’lerde, Türkiye’de olduğu gibi burada da devlet eliyle yaygınlaştırıldı. DİTİB [Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği] kuruldu. O sırada Türkiye’den göç eden, kaçan sol bir kesim de vardı artık. Ama kendi içlerine kapalı, toplumun geneline ulaşamayan bir dünyada yaşadılar. Bunda şu da etkiliydi. Örneğin, Cem Karaca ya da Melike Demirağ gibi tanınmış insanlar vatandaşlıktan çıkarıldı. Bu sadece onlara verilen bir ceza değildi. Buradaki toplumun da korkmasını, o tarz insanlarla ilişki kurmaktan imtina etmesini amaçladılar.

80’lerde aslında “Biz artık buralıyız, o yüzden Türkiye siyaseti yerine buradaki siyasi yelpazede yer alalım, haklarımız için mücadele edelim” anlayışı da ortaya çıktı. Mesela ben 80’lerde müzisyen olarak grevlerde sendikanın ücretimi ödediği konserlere çıktığımda, 1973’teki Ford Grevi’nde olduğu gibi Türkler ya da yabancılar ile Alman işçiler ayrımı eskiye oranla artık kalmamış gibiydi. Ama sonra Neo-Nazi saldırıları, Helmut Kohl’un tazminat ödeyerek insanları ülkelerine dönmeye razı etme çabaları ve Türkiye’den gelen İslâmi akımlar işin yönünü yine değiştirdi. 90’lar ise başka bir dönem. Çanak antenler, uydu yayınları, bir anda Türkiye’yi buradaki bütün göçmen evlerinin içine taşıdı ve Türkiye’nin kendi gündemi, popüler müziği, dizileri, kısır tartışmaları hâkim oluverdi.

Baha ve Çılgın 70‘lerin provalarında Sanat Ensemble oyuncuları

2021de, Deutschlandlieder (Almanya Türküleri) adında, Türkiye ile Almanya arasında 1961de başlayan bu göç hikâyesini Almanyada üretilen müzikler üzerinden anlattığınız bir konser dizisi yaptınız ve bir film haline de getirdiniz. Aynı zamanda, aynı başlıkla çok daha kapsamlı bir kitabınız yayınlandı. O kitapta anlatılan bir sahne var. İstanbuldan kalkan ve Almanyaya işçi olarak gelenleri taşıyan trende üç farklı vagon tipi tasarlanmış. Bazı vagonlar aileler için.  Diğerleriyse erkek ve kadınlara ayrı ayrı tahsis edilmiş. Tren Türkiye sınırından geçtiği anda, kadınların vagonlarından bir alkış kıyamet yükseliyor ve hep birlikte göbek atmaya başlıyorlar.

Evet, böyle sahneleri yaşayanlardan dinledim. Bir gün o kadınların da filmini yapmayı çok isterim. Türkiye’de hiç ilgi duyulmamış bir konu. Ne gazetecilik anlamında ne de akademik düzeyde. Eski popüler ürünlerde, Yeşilçam sinemasında hep Almanya’ya giden, eşini geride bırakan, hatta bir süre sonra haber alınamayan, Almanya’da kendisine bir Alman sevgili bulan, artık köyünü, geride bıraktığı eşini beğenmeyen erkek tipi anlatılır. Oysa bekâr kadınların yanı sıra Almanya’ya kocasını Türkiye’de bırakarak tek başına gelen kadınlar da vardı. Bazı sektörlerde ince iş yapabilen, becerikli eller olarak özellikle kadın işçi aranıyor ve kabul edilenler arasında evli kadınlar da var. Kocasına iş çıkmıyor ve yalnız geliyor.

Bekâr kadınlar genellikle 18-19 yaşında gençler. Aralarında mahkeme kararıyla yaşını büyütüp başvuru yapanlar da var. Küçücük kasabalardan, kentlerden aile, akraba, çevre baskısından kaçıp kurtulmak istiyorlar, başka bir hayata adım atma peşindeler. O günün şartlarında yaşadıkları çevrede kabul edilebilir bir şey değil bu. Ve tren sınırı geçtiğinde göbek atıyorlar!

Almanya’ya “yeni göç” dalgasıyla gelenlerin arasında kendince Türkiye’de ayrıcalıklı yaşamış, kendisini kıymetli bulmaya alışmış olanlar var. Burada herhangi bir insan gibi olmak ağır geliyor onlara. Yerleşik göçmen nüfusla bu yeni gelenler arasında ciddi bir ayrım var ve kolay kolay yıkılacağını sanmıyorum.

1973’ten sonra aile birleşimi çıktığında, evli kadınlara soruluyor, “Kocanı getirmek istiyor musun?” diye. Aralarından bazıları “Hayır, istemiyorum” diyor mesela! Yeşilçam bu hikâyeleri anlatmadı, ama o dönemde “Karım Almanya’ya gitti, haber alamıyorum, yardımcı olun” diye resmi makamlara, Alman Konsolosluğu’na başvuran gözü yaşlı erkeklerin haberleri gazetelere bile yansımış.

Kadınlar ilk geldiklerinde en çok baskıyı gene Türk erkek işçilerden görüyorlar. Hiç tanımadıkları adamlar onları bir Alman erkekle dolaşırken görünce “Kim bu?” diye başlarına musallat olabiliyor. Ya da giydikleri kıyafetlere, etek boylarına karışmaya kalkıyorlar. O tren sahnesi gibi, bir filmde olmasını istediğim bir görüntü var. O günleri yaşamış kadınlardan dinledim. Hep birlikte kaldıkları işçi yurdunun penceresinden gece dışarı bakıyorlar. Karanlığın içinde ateş böcekleri gibi küçük küçük parlayan ışıklar var. Yurdun etrafında gece vakti durmuş pencereleri seyreden Türk erkek işçilerin ellerindeki sigaralar!

Bugün Türkiye’de sadece o biraz önce bahsettiğimiz tarzda “Almanyalı” tipi konuşuluyor ve kimse mesela bu kadınların da farkında değil. Şu an Almanya’da yaşını başını almış ve Türkiye’de, özellikle de o yaş grubunda eşi emsali zor bulunabilecek, son derece feminist ve çok ilginç bir kadın kuşağı var. Onların da kayda geçirilmesi lâzım kesinlikle.

1973 Ford Grevi’ne katılan iki işçi, Peter Bach ve Seyfo Kurt, Baha ve Çılgın 70’ler‘in provalarında

Bir de yeni göç dalgası var. Son yıllarda Türkiyenin eğitimli, meslek sahibi, beyaz yakalı bir kesimi Almanyaya göç ediyor. Bu yeni göçmenlerle eskiler ya da yerleşik olan nüfus arasında nasıl bir ilişki var?

Şöyle sahneler anlatayım, benim gibi çoğu insan görüyordur. Berlin’de bir kafede, İstanbul’dan yeni göç etmiş, eğitimli, Almanca olmasa da İngilizce konuşabilen biri ve karşısında onunla İngilizce sohbet edebilen kendi “klasmanında” gördüğü bir Alman. Sohbet ederlerken karşısındaki Almana “kendisinin onun o bildiği Türklerden olmadığını” anlatmaya çalıştığını çok rahat duyabilirsiniz. Karşısındaki de pek anlayamıyor gibi durur. Sonuçta o da o an sokakta yürüyen birçok Almandan farklıdır çünkü!

Mesela bir ortamda Almanya’da doğup büyümüş genç bir kadın görüyorum. Dedesi altmış sene önce Anadolu’nun bir yerinden gelmiş. Türkçe konuştuğu zaman dedesinin zamanından kalan, artık o köyde, kasabada bile konuşulmayan bir Türkçenin daha da aksanlı halini konuşuyor. Yeni göçmenler bunu duyduklarında karşılarında tipik “köylü, cahil, Erdoğancı Almancı” olduğunu düşünüyorlar. Hatta, sanırım içlerinde şöyle bir duygu da var: Esas orada olması gereken, Batılı kültüre ait olan kendileri, o değil.

Oysa ben o genç kadına baktığımda tam anlamıyla Berlinli, Avrupalı bir kadın görüyorum. O kadın Almancaya geçtiğinde çoğu ortalama Almandan bile daha entelektüel, yüksek Almancayla konuşuyor. Eğitimli, meslek sahibi, birey olmayı başarmış genç bir kadın o.

Bu örnekler uzatılabilir. Almanya’ya yakın zamanda bu “yeni göç” dalgasıyla gelenlerin arasında kendince Türkiye’de ayrıcalıklı yaşamış, özel yetenekleri olduğunu düşünen, kendisini kıymetli bulmaya alışmış olanlar var. Burada herhangi bir insan gibi olmak ağır geliyor onlara, sürekli kendilerini anlatmak zorunda hissediyorlar. Yerleşik göçmen nüfusla bu yeni gelenler arasında ciddi bir ayrım var ve kolay kolay yıkılacağını sanmıyorum.

Sanat Ensemble kolektifi

zikale dönersek, 1973 Ford grevinin lideri Baha Targün de aslında tam olarak o işçilerin dünyasına ait olmayan eğitimli biriydi. Ama sitenizdeki videolara bakıldığında, o greve katılmış insanlar çok büyük bir saygı ve sevgiyle söz ediyorlar Baha Targünden.

Elbette, Baha Targün’ün durumu da aslında bir tarafıyla aynı. İstanbul’dan gelmiş, eğitimli bir küçük burjuva denebilir hatta. Ama bazı farklar var. En başta “Çılgın 70’ler”deyiz ve bugünkünden başka bir kültür var. Baha Targün o insanlarla empati kuruyor, onlarla eşit görüyor kendisini ve birlikte hareket ediyor. Baha’nın şimdikiler gibi karşısındaki insanları kavrayamama sorunu yok. Tabii esas olarak Baha gerçekten sol görüşlü; şimdiki gibi kültürel muhalif ya da yaşam tarzı muhalifi değil. Ve dediğim gibi, olay başka bir zamanda geçiyor, o günün koşulları, onu var eden dünya bugünkünden farklı.

Baha Targün’ü o dönemde tanıyanlardan dinlediklerim bana şunu düşündürdü: Hiç yerinde duramayan bir insanmış. Grevden iki yıl sonra, göstermelik nedenlerle Nazi kalıntısı gerici bir hâkim tarafından altı yıl hapse çarptırılıyor, bunun dört yılını Remscheid cezaevinde yatıyor. Cezaevindeyken repertuarı uluslararası şarkılar olan çok dilli bir koro kurmuş mesela.

Türkiye’ye döndükten sonra radyo piyesleri yazdı. Yonca Evcimik’in başrolünde olduğu Çılgın Bediş dizisinin 18 bölümünün senaryosu Baha Targün’e ait. İlerleyen yaşlarında dağcılığı keşfediyor. Dağcılık kulüplerinin, derneklerinin kurulmasına önayak oluyor. Kamplar düzenliyor. 2020 yılında Valla Kanyonu’nda bir kaza sonucu ölüyor. Hayatta olan ablası Aysen Targün’ü 10 Ekim 2025’teki prömiyerimize davet ettik. Sağlığı el verirse geleceğini umuyoruz

Müzikalde sahneye gelecek olan grevcilerden Peter Bach’ın uzun bir zamandır basına da yansıyan bir hayali vardı. Kölndeki Henry Ford Caddesinin isminin değiştirilmesi ve Baha Targün Caddesi yapılması için girişimlerde bulunuyordu. Mümkün olabilir mi?

O hayalin gerçek olması çok zor, hatta imkânsız görünüyor. Çünkü çok ciddi bürokratik konular. Türkiye’deki gibi bir gecede cadde ismi değiştirmek mümkün değil burada. Fakat şöyle bir gelişme yaşandı. Bizim müzikali destekleyen kurumlar arasında yer alan Stiftung Orte der Deutsche Demokratiegeschichte [Alman Demokrasi Tarihi Hafıza Mekânları Vakfı] Ford fabrikasında bir yere 1973 Grevi’nin anısına bir plaket yerleştirme teklifinde bulundu ve seçilecek yer için tercihlerimizi sordu. Peter Bach’ın hayali en azından bu kadarıyla gerçekleşecek.

Bu arada, bu vakfın müzikalimize verdiği desteği çok önemsiyorum. Çünkü anlamı büyük. Bu grev resmi olarak Alman demokrasi tarihinin bir parçası haline geliyor. Yani sadece göçmenlerin tarihine ait değil artık, Almanya tarihinin de bir parçası.

^