ALBERT CAMUS VE İLK ADAM

Ferit Edgü
7 Kasım 2023
SATIRBAŞLARI

Akşam gazeteleri sekiz sütuna veriyordu haberi: Camus öldü… Yayıncısının oğlunun sürdüğü spor araba bir meşe ağacına çarpmış, her ikisi de o anda yaşamlarını yitirmişlerdi.

Camus’nun savrulup giden çantasında, üzerinde çalışmakta olduğu romanın el yazması vardı. Yıllar sonra yazarın not defterleri yayınlandığında, üzerinde çalıştığı romanından, hatta yazma yeteneğinden duyduğu kuşkuları öğreneceklerdi okurları. Bu bitmemiş romanı okumak içinse 34 yıl beklemek gerekecekti. Camus’nün ailesi ve yayımcısı Gallimard bitmemiş ve yazarının da kuşkuları olan bir romanı, ölümünden hemen sonra okurlarına sunup sunmamakta kararsızdılar.

Sartre ile Camus’nün adları nedense hep birlikte anılmıştır. Yaşarken de, öldükten sonra da. Oysa onları ayıran nitelikler, birleştirenden daha çoktur.

Camus’yü yakından tanıyan, bilgisine, beğenisine güvendikleri, denemeci Blanchot’ya, ozan René Char’a, hocası, felsefeci yazar Roger Grenier’ye okuttular romanı. Üçünün de kanısı ortaktı: Roman bitmemişti ve yayınlanması doğru olmazdı. Kuşkusuz dünya yazınında bitmemiş birçok roman vardır. Bunların birçoğu, örneğin Kafka’nın Dava, Amerika ve Şato’su birer başyapıt olarak değerlendirilmiştir. Ancak, Camus’nün dostları, okudukları elyazmasının Camus’yü yansıtmadığını, Camus yaşasaydı bu elyazmasını baştan sona değiştireceğine olan inançlarını dile getirmişlerdi. Çantadaki elyazması böylece yıllar yılı Camus’nün ardında bıraktığı anılar arasında yerini aldı.

Braque, günlerce, haftalarca çalışıp da başaramadığı kimi resmi, aylar sonra eline aldığında ekleyecek ve çıkaracak hiçbir şeyi olmadığını görüp, kimi resmin kendi kendini tamamladığını söylermiş.

Camus’nün elyazması da, otuz yıl içinde, kendi kendini mi tamamladı?

Hayır.

Ardında, Sartre gibi yayınlanmamış pek bir yapıt bırakmayan Camus’ye okurlarının duyduğu yakın ilgi, hemen hiç kesilmeden, birçok ülkede artarak bugünlere ulaştı. Örneğin, Camus’nün birçok ünlü çağdaşının romanları hemen hemen hiç okunmazken, Yaban, Veba, Düşüş milyonlarca okuyucuyla buluştu,

Ayaktakiler: Jacques Lacan, Cecile Elouard, Pierre Reverdy, Louis Leiris, Pablo Picasso, Fanie de Campan, Valentine Hugo, Simone de Beauvoir.
Oturanlar: Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Michel Leiris, Jean Abier

Sartre’ın, Malraux’nun, Koestler’in, Aragon’un romanları kuşkusuz hak etmedikleri bir unutulmayla karşı karşıyayken, Camus, nasıl moda-üstü, moda-dışı bir yazar olarak kalmıştır? Onun yapıtlarındaki hangi özellik, yeni yetişen kuşakları da kendisine çekmeyi başarmıştır?

Ölümünün 25. yıldönümü dolayısıyla yazdığım bir yazıda, onu okuruyla birleştiren bu gizin kaynağını tam olarak hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, ancak aydınlık ve umut sözcüklerinin bu gizi bir ölçüde açıklayacağını yazmıştım: “Karanlıktan kaynaklanan ve onu yenen, yenmek isteyen aydınlık ile umutsuzluktan kaynaklanan ve onu yenen, yenmek için savaşan umut…”

belli bir amaç uğruna yapılan eylemde suçsuz çocuklar öldürülürse, o eylem kendini nasıl haklı gösterir? Bir ethik’e sahip olmayan bir eylemin sonunda kurulacak düzen hangi değerleri savunacaktır?

Bu kavramlar, karşıtlıklarını da içlerinde barındırdıklarından, boş, kof, anlamsız, yalancı kavramlar değildir. Camus, felsefeyle, siyasa ile uğraşmış, bu konularda düşünmüş ve yazmıştır. Akademik çevreler kadar, bir zamanlar yakını olduğu Sartre’ın varoluşçu, Breton’un gerçeküstücü çevresi, onun denemelerini ciddiye almamışlardır. Felsefeyi ayağa indirdiğini, politik analiz gücü olmadığını, Sade’ı ve Lautréamont’u pek iyi okumadığını ileri sürerek. Büyük bir felsefeci, usta bir yazar, politik analiz gücü sınırsız Sartre ile Camus’nün adları nedense hep birlikte anılmıştır. Yaşarken de, öldükten sonra da. Oysa onları ayıran nitelikler, birleştirenden daha çoktur. Her şeyden önce Camus’nün dili, üslûbu saydamdır. Sanki herkes gibi yazmaktadır. Herkesin sözcükleriyle. Herkesin söz dizimi içinde. Kısa, kesik, açık, aydınlık cümleler. İnandırıcı olmak gereksinimini duymaz. Böylece, Sartre’ın yaptığı gibi, bir önceki düşüncesinin doğruluğunu göstermek için bir ikinci cümle yazmaz. Cümlesini noktaladığında, anlamı ilettiğine güveni vardır. Bu nedenle olsa gerek, ne ikide bir ayraçlarla karşılaşırız ne de dip­ notlarıyla. Ne de sekiz puntolu dizilmiş yüzlerce sayfadan oluşan kitaplarla.

Cezayir’de, ekmek parasını çıkarmak için yurdundan ayrılmış bir Fransız işçisiyle okuması yazması olmayan İspanyol bir anadan dünyaya gelen Camus, yoksulluk yıllarını da, Akdeniz’in güneşini de unutmamıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sartre gibi, o da komünist yazarların boy hedefi durumuna gelmişti. Özgürlüğü savunurken, onun gerçek maddi temeline oturmadığını, özgürlüğü Marx’tan öğrenmediği konusunda eleştiriler yönelten bir aydına, 1948 yılında verdiği yanıtta şöyle diyordu: Doğru: Özgürlüğü ben yoksullukta öğrendim. Ama, aranızdan birçoğu da bu sözcüğün ne demek olduğunu bilmez. Bu yoksulluğu benimle paylaşanlar adına konuşuyorum; onların başlıca isteklerinin barış olduğuna inanıyorum, çünkü savaşta onlardan yana bir adalet olmayacağını biliyorlar.”

Sartre, kaba bir deyişle, varoluşçulukla tarihi maddeciliği ve psikanalizmi bağdaştırmaya çalıştı: Heidegger, Marx ve Freud.

Camus böylesi bir bileşimin simyasının bulunmadığına inanıyordu. Çağımızın bir nihilizm ve terör çağı olduğuna inanıyordu: “Daha Lenin’de hem Marx hem Neçayev bir arada vardı” deyip ekliyordu 1940’ların sonlarında: “Ama, yavaş yavaş yalnız Neçayev kalıyor.”

Çarlık Rusya’sının bu hiçbir ahlâk değeri tanımayan nihilizminin simge kişisi Neçayev üzerine çok düşünmüştü Camus.

İnsanı insan yapan değerler şu ya da bu dogma uğruna unutulursa, yok sayılırsa geriye ne kalır? Örneğin, belli bir amaç uğruna yapılan eylemde suçsuz çocuklar öldürülürse, o eylem kendini nasıl haklı gösterir? Bir ethik’e sahip olmayan bir eylemin sonunda kurulacak düzen hangi değerleri savunacaktır?

Camus’nün yapıtlarında doğrudan ve dolaylı olarak sorduğu bu soruları, onun ölümünden sonra 20. yüzyıl insanı, kapitalist, sosyalist bir sürü ülkede sordu ve sormakta devam ediyor. Bu kan denizinde yazarın, düşünürün yeri nedir? Yazar ne yapabilir? Elinden ne gelir?

Yukarıda andığım yazısının sonlarında şöyle diyordu Camus: Benim rolüm dünyayı değiştirmek değil, ne de insanı. Bunun için ne yeterince erdemim var ne de (insanları) aydınlatacak ışığım. Ama, kimi değerler var ki. onlar için bir çaba gösterebilirim. Bunlar öylesine değerlerdir ki, değişmiş bir dünya bile, onlar olmadan yaşanası bir dünya değildir. Onlar olmadan, bir insan, bu yeni bir insan da olsa, saygıya değmez. (…) Yalnızca kavga ve kinle yaşanmaz. Her zaman elde silahla ölünmez. Bu­ yanda tarih vardır, bir yanda başka şeyler, yalın mutluluk, insanların tutkuları, doğal güzellikler. Bunlar köklerdir. Tarihin bilmediği ve onları yitirmiş olduğu için Avrupa’nın da artık ansımadığı. Avrupa bugün bir çölü andırıyorsa, işte bu yüzdendir.

Doğruları bir Doğru olarak söyleyen, aklın sesi ile vicadanın sesini birbirinden ayırmayan bu yanlışlıklara, ihanetlere, yaşamın saçmalığına, ölüm gerçeğine başkaldıran adamın, bu, yalansız ve yalın, dolansız ve dolaysız sesini özleyen yüzbinlerce kişi, İlk Adam adlı kendi yaşamından esinlenen, bitmemiş, eksik, bir başyapıt olmaktan çok uzak kitapçığını aldılar. Okudular. Bir başyapıtla karşı karşıya olmadıklarını gördüler. Ama, düş kırıklığına da uğramadılar.

Sizler İlk Adam’ı beklerken Yabancı’yı, Düşüş’ü, Başkaldıran Adam’ı, özellikle de Doğrular adlı oyunuyla Veba adlı romanını okuyun. İçinde yaşadığımız günlerde böylesi doğru seslere gereksinmeniz olduğunu göreceksiniz. Yazarın elinden gelen budur işte: Ahkâm kesmeden insanoğlunun onurunu ve ahlâkını korumaya çalışmak.

Express, sayı 25, 16 Temmuz 1994

^