Gamze Arslan’ın ikinci öykü kitabı “Kanayak”, güzel okumanın ötesinde, yazarlık etiği, felaketler çağında yazarın sorumluluğu, iktidarı, tahakkümü ve yerleşik kalıpları yeniden üretmeyen bir dilin imkân ve sınırları üzerine düşündürüyor. Can Yayınları’ndan çıkan “Kanayak”, anne-kız ve baba-oğul ilişkisi, evlilik, kadınlık, cinsel yönelim, cinsellik, beden, tarih, hafıza ve yer yer insan dışı canlılarla ilişkiler, inanç ve sınıf üzerinden ezilme, yok sayılma, dışlanma, zulme ve zorbalığa maruz kalma izleklerini kişisel ve politik bir yerden, hatta sistematik şiddeti birbiriyle ilişkilendirerek ele alıyor.
Yeryüzünün insan elinin sebep olduğu bir felaketin fışkırmayacağı köşesi, kıyısı kalmamış olmalı. Hoyrat bir çağ. Yakıyor, yıkıyor, kesiyor, parçalıyor, tüketiyoruz. Canlı cansız ayırmaksızın gasp, ihlal, işgal, sömürü en iyi bildiğimiz. Şiddet hız kesmiyor, hastalıklar iyileşmiyor. Hasarlarımızın sebepleri muhtelif. Lanetimizin kökleri galiba epey derinde:
“Ne mutlu hayatında
hiç felaket yaşamayana!
Tanrı yuvasını temellerinden
sarstı mı kişinin,
nesiller boyunca belalar
gelir soyunun başına.
(…) Asırlardır labdakos soyunda,
lanetlerin üzerine düşer
ölülerin laneti, tanrılar
yakıp yıkar ve nesilden
nesile geçer çaresizlik.” [1]
Hâlimiz ahvâlimiz biraz da bu, böyle. Vazgeçmiyoruz. Çizilen sınırlar, maruz kalınan baskıların en köklü, sabit, yaygın olanlarından biri insan merkezci ve ikili cinsiyet sistemi. Bedenimizin ve oluşlarımızın etrafı daha doğuştan çiziliyor. Hapsedildiğimiz bu alanda devlet ve toplum tek’likler, tanımlar, zorunluluklar üzerine kurduğu yazılı-sözlü reçetesini dilediğince uyguluyor. Beşikten, hatta rahimden mezara. Bu reçete, başta cinsiyet kimliği ve rolleri, elbette insan dışı canlılarla ilişkiler olmak üzere inanç, etnisite, sınıf, kültür hemen hepsini kapsıyor. Patriarka kapitalizm ve dinden aldığı güçle, el yükselterek hüküm sürüyor. Ancak oyunbozan bir “evlat” illâ ki çıkıyor, toplumun o konforlu genel ahlâk yatağının çarşafını altından, yorganını üstünden çekip onu bilmediği bir apaçıklıkla, çıplaklıkla, gerçeklikle karşı karşıya bırakıyor. Böylece, inşa edilen hakikatin bilgisi ve rejimi sarsılmaya, parçalanmaya, dökülmeye başlıyor.
Peki ya edebiyat cinsiyetçi, mizojinik, homofobik, türcü, insanmerkezci sistem karşısında bugün ne yapıyor, yapacak? Yaşanan baskıya, zulme, yıkıma, felaketlere herkes gibi yazar da artık daha fazla tanık. Etik bir sorumlulukla karşı karşıya mı? Bunu estetiği yok saymadan ve yeniden üretmeden bir dil, biçim “tuzağına” düşmeden nasıl üstlenebilir? Örneğin söz konusu oyunbozanlar, huzurkaçıranlar, her çeşit normativiteye direnç gösterenler, kaçış çizgileri, alanları, yolları edebiyatın neresine denk düşüyor? Temsil edilemez ötekinin karşısında yazar, hem içinde bulunduğu toplumsal yapı hem de eklemlenmesi beklenen edebiyat geleneği/kanonunun parçası mı olacak, temsile mi soyunacak? Yoksa, parçalanan normativite ve benliklerle beraber kendi oluşunu ve yazısını bu sürece dahil ederek kaçış çizgilerini icat etmenin peşine mi düşecek? Verili olanlardan, yüklenenlerden, beklenenlerden “tahliye olarak” yazma riskini göze alacak mı? Eril aklın hegemonyasına girmeyi gerçekten reddedebilecek mi? Yüklerini yazgı olarak taşımak yerine başka kanallar açmak için vesile edecek mi? Şiddet, suç, cezasızlığın toplumun tüm hücrelerine bu denli yayıldığı, devletin ve sermayenin bunu sistematik olarak tüm gücü ve araçlarıyla beslediği, desteklediği, bir yandan da insan akıl ve dil tahakkümünün kendisi dışındaki tüm canlıları, kendisine benzemeyenleri bu denli yok ettiği bir çağda yazar neyi, nasıl anlatacak? Özetle dilsiz, bakışsız, yaşamasız bırakılanlar karşısında etik bir varoluşu tercih edip edebiyatın ve dilin imkânlarını kullanıp sınırları zorlayacak, değişen, dönüşen, akışkan bir metni mümkün kılacak mı? Gevezelik etmek, sömürmek ile sezdirmek, duyumsatmak arasında nerede duracak? Nasıl bir dil ve biçimle kuracak metnini? Nerelere doğru açılacak?
Gamze Arslan öteki addedilen, cadı, deli olan/etiketlenenle karşılaşma, ilişkilenme, temas anlarında var olan, beklenen, dayatılana eklemlenmiyor; temsile soyunmuyor, onun/onlar adına konuşmuyor. Üçüncü yolu deniyor.
Kısa sürede ikinci baskısını yapmış olan Kanayak’ı okurken bu soruları aklına çengellemiş bir yazarla karşı karşıya olduğumu düşündüm. Gamze Arslan, kimi zaman cevaplar buluyor, kimi zaman kıyısından dönüyor. Sorunsallaştırmayı ihmal etmiyor. Öyküsünün anlam düzleminin ideolojik arka planı üzerinde de düşünüyor. Bu yazıda, Kanayak’ı yukarıdaki sorulardan hareketle okumaya çalışacağım.
Canlılar ve bedenleri
Şunu baştan söyleyebiliriz, Gamze Arslan öteki addedilen, cadı, deli olan/etiketlenenle karşılaşma, ilişkilenme, temas anlarında var olan, beklenen, dayatılana eklemlenmiyor; temsile soyunmuyor, onun/onlar adına konuşmuyor. Üçüncü yolu deniyor. Anne-kız ve baba-oğul ilişkisi, evlilik, kadınlık, cinsel yönelim, cinsellik, beden, tarih, hafıza ve yer yer insan dışı canlılarla ilişkiler, inanç ve sınıf üzerinden ezilme, yok sayılma, dışlanma, zulme ve zorbalığa maruz kalma izleklerini son derece kişisel ve politik bir yerden, hatta sistematik şiddeti birbiriyle ilişkilendirerek ele alıyor. Bunları görülür, duyulur, bilinir kılarken bedene odaklanıyor. Deriyi çizip kemiğe dokunuyor. Düşünceyle beslenen duygulanım alanları yaratıyor.
Sert bir zemine davet ettiği okur, “bir şey demesine fırsat bırakmadan kocasını eter ile bayılt(an), sadece belden aşağısını, kadınlara hükmeden o yarıyı al(an)” (“Manıklar”, s.22) Sütleğen’le karşılaştığında ya da seneler sonra koca evinden kızını da alıp kaçarken geçmişini öğrendiği “Bilmiyorum neden ama onu oracıkta iştahla öpmemem için hiçbir sebep yoktu. Ağzını yutacak gibi ağzıma dayadım, ucuz rujun yahnisi pek oldu, onun dudaktan benimkine, benim dudaktan onun kulakmemesine, kulakmemesinden benim meme ucuna, benim dudaktan onun pıtışına kadar bulaştı. (…) Birbirimize en çok memelerimizle bağlandık, o benimkilere, ben onunkilere özeniyordum” (“Çarpmanın Sesi”, s.37) diyen kadın karakterle çeşitli duygulanımlardan geçiyor. Onların sesini duyuyor. Duyduğu ya da gördüğü yazarın sesi ya da bakışı değil. Yazar, anlatısını kurarken etik bir tercih yapıyor. Toplumun dayattığı konumlarını sağlamlaştırmak, onu yeniden üretmek yerine onların beden üzerindeki söz ve eylem tahakkümüne karşı duruyor. Yerleşikliği, var olan ilişki ve beklenti ağlarını dönüştürmeye çalışıyor.
“Katı ve Disiplinli Bir Organ”da anlatıcı Leylifer’in hasta rahmi. Kocasından ve ailesinden, ama aynı zamanda içinde yaşadığı bedenden, Leylifer’den de intikam almaya niyetli bu organla şehri dolaşırken okur, bir bedenin sadece hastalık değil, eş, aile, toplum tarafından da nasıl paramparça edildiğine tanıklık ediyor. Neredeyse sürekli ve sistematik hâle gelen şiddeti, buna en çok maruz kalan organ anlatıyor. Görünür kılıyor. İnsana bedenli olduğunu, onun hem canlı hem parçalanabilir olduğunu hatırlatırken neredeyse ona kök salmamasını, onu tanımlayıp adlandırmamasını da salık veriyor. Onun sahibi olmadığını, üzerinde söz hakkı olamayacağını. Burada, benim bedenim benim kararım’ı da tartışmaya açıyor ve insana bedeniyle teması için başka bir ilişki biçimi bulmasını öneriyor.
İnsan oluşa yönelik eleştirilerin de apaçık olduğu bu öyküde Gamze Arslan, bu hastalığa/başkasının acısına romantize eden bir yerden bakmıyor. Başka bir bakışı işaret ediyor: “Oysa ben kalp gibi yumuşamış bir organ değilim, dünyayı var eden, insan denen şeyi kendisinde saklayıp dölleyen katı yürekli ve disiplinli bir organım.” (s. 115) Burası, yazarın muktedire, otorite figürlerine de bakışını gösteriyor. Katı ve disiplinli bir bakışla yaklaşmak, söz konusu ötekileştirmeyi şiddetini eğip bükmeden, eksiltmeden görünür kılmak. Bir fotoğraf etkisi yaratmak, ama söz konusu fotoğrafla acıma, aşağılama, yazıklama gibi duyguları kaşımamak.
“Katı ve Disiplinli Bir Organ”da anlatıcı Leylifer’in hasta rahmi. Kocasından ve ailesinden, ama aynı zamanda içinde yaşadığı bedenden, Leylifer’den de intikam almaya niyetli bu organla şehri dolaşırken okur, bir bedenin sadece hastalık değil, eş, aile, toplum tarafından da nasıl paramparça edildiğine tanıklık ediyor. Neredeyse sürekli ve sistematik hâle gelen şiddeti, buna en çok maruz kalan organ anlatıyor.
Peki parçalanan sadece insan bedeni mi? Ya diğer canlılar? Hasta rahim, şehrin içinde dolaşıyor, bir markete giriyor. Serin bir kısmına geldiğinde “Kafamı yukarı çevirmemle bana benzeyen şeyleri bir arada, yan yana görmem bir oluyor. O kadar benziyoruz ki, bazısının uzuvları bambaşka yerlerde, hatta bazısının uzvu yok ama rengimiz, dokumuz, ayırt edilemeyecek kadar aynı. Orada olmalıyım, orada olmak için yanıp tutuşuyorum” (s.116) diyor. Hastalık, aile, toplum, patriyarka tarafından bedeni parçalanan insanın, benzerini kendisi dışındaki canlılara yaptığını görmesi için bir pencere açıyor. Patriyarka nasıl kadın bedenini sömürüyor, yaşam hakkını gasp ediyorsa insan da benzerini hayvanlara yapıyor. Onu yakalıyor, kapatıyor, öldürüyor, parçalarına ayırıyor, satıyor, yiyor. Öykü burada hatırlattığı ve işaret ettiği gerçeklikle yok edicilik üzerinden benzerlik ilişkisi kuruyor, insan ile hayvanı yan yana getiriyor. Bir yandan da hayvan oluştan ne denli uzaklaştığımızla, onun üzerindeki tahakkümümüzle yüzleştiriyor. Bu bazen tek bir cümlede çıkıyor karşımıza: “Mutfak tezgâhında kesilmiş balıkların yanındaki kanlı bıçağı kapıyorum” (Tavşan Kemiği, s.101), köprüden suya atlayan karakter düşmeyi benzetmelerle tanımlarken kulağındaki son ses “kemik sesleri” idi. (s. 105) Bazen bir koku, bazen bir ses hatırlatıyor kopuşu ve öldürülen, parçalanan bedenlerin akrabalığını.
Bedenli olmak, bedeni yıkmak ve inşa etmek, sabitlenmemek ve akışkan, geçişken bir beden oluş sürecine dipten de olsa aktığı “Çarpmanın Sesi”nden sonra bu öykülerde de insan merkezli bir yaklaşımın dışına çıkmanın, aşinalıkları, yerleşik algıları ters yüz etmenin sınırlarında geziyor. İnsanın mı, insan dışı canlıların mı bedeni daha kırılgan? Kırılganlıkları yaratan kim/ne? İnsan dışı canlılar karşısında insanın pozisyonu nedir?.. sorularını açıkça sormasa da akla düşürüyor. Acı çekebilirlik, şiddete maruz kalabilirlik, hastalanabilirlik, ölebilir/öldürülebilirlik, parçalanabilir, sömürülebilir, tahakküm kurulabilirlik üzerinden insan dışı canlılar ile insanın benzerliğini sezdirirken, araya çizilen sınırları muğlaklaştırıyor.
“Katı ve Disiplinli Bir Organ”da insanın bedeninin bir parçasıyla hayvanın bedeninin bir parçası, parçalanmışlıklar, beden bütünlüğünün bozulmasıyla yaklaşılan mesele, başka öykülerde de karşımıza çıkıyor. “Manıklar”da, “Ben Evlat, Kız Evlat”ta, “Tamam Şimdi Buldum”da. Mesela bu ikinci öykü, kızın ölen annesiyle rüyasında hesaplaşma öyküsü. Bu sefer bilinçdışı düzlemde bir başka canlıyla yan yana görüyoruz, atla. Anlatıcı, suyun içinde. Atlar yüzüyor etrafında. Atlar onun geçmişindeki yolculuğuna eşlik ediyor. Faytonlara koşulan atların yaşam hakkının insan eliyle engellenmesi ile kızın kendi varoluş ve özgürleşme, anne-babayla göbek bağını kesme sancıları, hesaplaşmaları beraber ele alınıyor. Bu ikisi birbiriyle ilişkilenerek akıyor. İnsan ile hayvan özgürlüklerinin kısıtlanması, yaşatılan zorbalık açısından benzerlik kuruluyor. Burada yazarın insanmerkezci bakışın dışına çıktığını söyleyemeyiz, ancak hem öykünün bütününde hem de anlatı kişisinin “Kafam karışık, yüzgeçlerimin çıkmasına, suda nefes almama, köpeklerin, atların ve türlü mahlukatın yüzmesine değil, adaya şaşırıyorum” (s.28) dediği anda insan ve hayvan oluş arasındaki kalın sınırı görüyoruz. Bu, bir sorunsal olarak öykünün alt metnine şimdilik sızıyor.
Gamze Arslan, insanın maruz kaldığı çeşit çeşit şiddeti, fiziksel ve ruhsal hasarı yine parçalanan, hasarlı bedenler üzerinden anlatırken yanına insan eliyle zulmedilen, parçalanan canlıların/hayvanların bedenlerini de yerleştiriyor. Benzerlik ilişkisi üzerinden yıkım ve şiddeti gösteriyor.
“Elimde annemin beyninden ufak bir parçayla yürüyorum” cümlesiyle başlayan “Tamam Şimdi Buldum”da annesinin hasta beyninin parçasını patolojiye götürmesi gereken kız, bunu yapmıyor. Elindeki parça üzerinden annesiyle hesaplaşıyor. Ama aynı zamanda morgdaki ölü bedenlerden de saç, diş kopartıp “Kendimi çöp karıştırmış da güzel şeyler bulmuş gibi hissediyordum. İnsan çöplüğü dedim ondan sonra. (…) Hatıra hafızayı güçlendirir” diyor. (s.121) Bu parçalar hafızayı inşa etme aracı olduğu kadar, tamamlanma çabası da. Doğumla birlikte peşimiz sıra gelen tamamlanma arzusunun, ana rahminde kopuşla doğan atılma ve eksiklik duygusunun giderilme arayışına da işeret ediyor. O hiç mümkün olmayacak olana. Eksiklik/tamlık arasındaki çizgide gidip gelmeyi tartışmaya açıyor yazar. İmkânsız tamamlanma, hesaplaşma, yüzleşmeler ile sınırları ihlal arasında bir yerde konumlanıyor öyküler.
İktidar tahakküm kurabilmek ve varlığını sürdürebilmek için hayatın hemen her alanında ikiciliklere ihtiyaç duyuyor. Batı kültürü “kültür/doğa, akıl/doğa, erkek/kadın, zihin/beden, akıl/madde (fiziksel), rasyonalite/hayvanlık (doğa), akıl/duygu (doğa), zihin, tin/doğa, özgürlük/zorunluluk (doğa), evrensel/tikel, insan/doğa (insandışı), medeni/ilkel (doğa), üretim/üreme (doğa), kamusal/özel, özne/nesne, benlik/öteki” ikicilikleri üzerinden inşa edilmiştir.[2] Biri, diğerini kullanır, sömürür, inkâr eder, dışlar, değersizleştirir… Edebiyat, varolan anlatış biçimleri, dil, araçlar ve bakışla bunları açık ya da örtük yeniden üretebilir ki pek çok örneği mevcut. Ancak, tersi de mümkün. Ancak başka’ya kapı da açabilir. İşte Gamze Arslan, insanın maruz kaldığı çeşit çeşit şiddeti, fiziksel ve ruhsal hasarı yine parçalanan, hasarlı bedenler üzerinden anlatırken yanına insan eliyle zulmedilen, parçalanan canlıların/hayvanların bedenlerini de yerleştiriyor. Benzerlik ilişkisi üzerinden yıkım ve şiddeti gösteriyor. Eşitlemeden, eşitlikçi bir bakıştan söz etmek için henüz erken. Ancak, öykülerinde, kapitalist modernist patriyarkal sistemin cinsiyetler, yönelimler, tercihler arasında çizdiği sınırları, ikicilikleri bir sorunsal olarak ele alan yazarın insan dışı canlılarla kurulan ilişkilere bakış ve bunları ele alış açısından merakla bekleyeceğimiz başka kapıları aralama potansiyelleri taşıdığını söyleyebiliriz.
Arslan, görülmeyen, duyulmayan, dilsizleştirilenleri, “Parlak kumaşlar”/otorite-iktidar-devlet karşısında gelip sayılmaya bile “tenezzül edilmeyecekleri” konuşturuyor “Hamra Beyoğlu’nun Kıyafetleri”nde. Öykü cezaevinde geçiyor. Mahpuslar arasında bir güç savaşı yok. Ezilen ve dışlananlar kendi hikâyelerini kendileri anlatıyor. Elbiseler dile geliyor. “Eteğinin Altında Dünya Var”da kapitalizmin gündelik hayatlarımızı, bedenimizi, emeğimizi, ilişkilerimizi ne denli tahrip ettiğini, sınıflar arasındaki eşitsiz ilişkileri un fabrikasının gözünden ve dilinden anlatıyor. Burada da başka türlü bir parçalama ve parçalanma söz konusu.
Kanayak’taki öyküler sıkıştırılan, sınırlandırılan, dilsiz ve eylemsiz bırakılmaya çalışılanların bunları kabul etmeyip kendi kaçış çizgilerini bulma, bu yol boyunca yürüme çabalarına odaklanıyor. Hem insan merkezli hem de heteronormatif zihniyetle kurulan dili, ilişkileri, gündelik yaşamı, toplumu “kırmızı çizgilerinden” zorluyor.
Ağırlıklı olarak patriyarkanın tahakkümü ve araçlarıyla bedenlerin, dillerin, ilişkilerin hiyerarşik, karşıtlıklar, ikicilikler üzerinden sömürme/sömürülme zemininde kurulmasıyla çerçevelenmiş gibi görülse de Kanayak’taki öyküler sıkıştırılan, sınırlandırılan, dilsiz ve eylemsiz bırakılmaya çalışılanların bunları kabul etmeyip kendi kaçış çizgilerini bulma, bu yol boyunca yürüme çabalarına odaklanıyor. Hem insan merkezli hem de heteronormatif zihniyetle kurulan dili, ilişkileri, gündelik yaşamı, toplumu “kırmızı çizgilerinden” zorluyor.
İşte buralar, öyküsünün taşıdığı potansiyellerin uç verdiği yerler. Benim de sonrasına dair en çok merak ettiklerimden biri. Gamze Arslan, gerçekliğin görülür, bilinir, duyulur kılınmasında insanmerkezci, türcü aşinalıkları alaşağı eden bir dili, biçimi zorlayacak mı? İkili cinsiyet sistemi ve toplumsal cinsiyet sorunsallarında kurmacanın sınırlarını genişletecek, heteronormatif olanın dışındaki oluş hallerinin alanı genişletecek mi? Söz konusu şiddet, yıkım, hasarların, kişisel-toplumsal, son derece politik bu tanıklıkların orta yerinden, içinde bir başka’nın tahayyülü filiz verecek mi?
Nasıl bir dil?
Açıklamalardan, anlatmalardan, betimlemelerden, sıfat kuşatmasından uzak duran Arslan, belirsizlikler, boşluklar, göstergelerle kuruyor öykülerini. Gevezelik etmiyor. Okuru duygulanım düzlemine taşırken rasyonel zeminden uzaklaştırmıyor. Soğuk ve mesafeli bir dilin peşinde olduğunu düşündürüyor. Öfkeyi, sevmeme, sevilmemeleri, dokunmamaları, kıskançlıkları, yokluğu, yoksunluğu, eksikliği, hastalığı, hasarları kanatarak ve kanırtarak anlatmıyor. Hastalıklı uzuvlar, ölü bedenler, nesneler, mahpus elbiseler, ömrü tamamlatılmış bir fabrika üzerinden değil, onları konuşturarak gösteriyor. Hem yazar anlattığına hem de okur anlatılana yabancılaşıyor. Bu da çapaksız, kılçıksız bir görüş ve duyuşu sağlıyor.
Karakterleri bugünle, içinde oldukları şimdiyle sınırlı değil. Dünleri, şimdilerine sızıyor. Okur, onları kuranların neler olduğunu görüyor. Geçmişten bugüne ne taşınmış, neyden uzaklaşmış ya da bunun için çabalıyor? Bunlarla beraber öykü içinde devinen bir karakterle karşılaşıyoruz çoğunlukla. Hiçbir karakteri durmuyor. Sürekli hareket halindeler. Bu illa kimi zaman zihinsel, kimi zaman bedensel bir hareketlilik. Karakterleri hep eksik. Tamamlanma çabası var, ancak bunun mümkün olmadığının da farkındalar. Rahimden dünyaya yolculuklarında koptukları, koparıldıkları ilk ev imkânsız bir geçmiş. Bunu biliyorlar. Bu atılmışlık duygusu ve ona eklenenlerle baş etmeye çalışıyorlar daha çok, kabullenmek, mızmızlanmak, vahvahlanmak değil tercihleri. Bütünlenme çabası olsa da parçalanmadan yanalar. Parçalamaktan. Bedeni, kuşatanları, verili hayatı, nesneleri. Nesnelerle örülüler ve bedenin uzuvlarıyla. Bunlar öyküde sadece sembolik bir anlam taşımıyor. Öykünün kurucu öğelerinden biri her biri.
Karakterleri bugünle, içinde oldukları şimdiyle sınırlı değil. Dünleri, şimdilerine sızıyor. Okur, onları kuranların neler olduğunu görüyor. Geçmişten bugüne ne taşınmış, neyden uzaklaşmış ya da bunun için çabalıyor? Bunlarla beraber öykü içinde devinen bir karakterle karşılaşıyoruz çoğunlukla. Hiçbir karakteri durmuyor. Sürekli hareket halindeler.
Kişiler, mekânlar neredeyse tüm öykülerde isimsiz. Adlandırmamak yazarın tercihi sanki. Adlandırmak, bir kimlik yüklemek. Oysa kendisi, yüklenen kimlikleri soymak çabasını taşıyor. Yüklenen geçmişi, hafızayı. Hâl bu iken adlandırılmayanın peşinde. Bu aynı zamanda dilin, gramerin dışına çıkma çabası olarak da okunabilir. Bundan sonraki yazacakları için dili nereye kadar zorlayacağı, neleri eğip bükeceği, parçalayacağı önemli mesela.
Ve son
Gamze Arslan Çerçialan’dan Kanayak’a şiddetin, soğukluğun, mesafenin tonunu artırıyor. İkicilikler üzerinden kurulan sınırlar daha da belirsizleşiyor. Kaçış çizgilerine, labirentlerde yürüyüşlere, parçalama ve parçalanmalara daha fazla açılıyor, açıyor öyküsünü. Akıldan yoksun olmayan, ama aklın hükmetmediği duygulanımsal bir alanda buluşuyor okurla. Buradan sonra nereye ve nasıl yol alacağını merakla bekleyeceğiz.
Bunun yanı sıra, içinde bulunduğumuz bu felaketlerden felaket beğen çağında yazarın, çok açıdan konforlu alanından uzaklaşmak, risk almak zorunda olduğu apaçık. Ürpermeye, irkilmeye, avantajlı ve ayrıcalıklı hallerimizden uzaklaşarak bakmaya ve ilişkilenmeye, ters yüz olmaya ihtiyacımız her zamankinden daha çok. Bunca yıkım, kıyım, hızlı tüketme ve yok etme kültürünün köklerini sarsmak, yeryüzünün canlılarının yaşamını gasp etmemek, ikilikler/ikiciliklerle çizilen sınırların içinde birbirimize değmeden, dokunmadan, birbirimizi duymadan, görmeden ve birbirimizle didişerek yaşamak sonu hızlandırıyor. Oysa, başka tahayyülünden vazgeçmememiz çok önemli. Bunu güçlendirme yollarından biri de edebiyattan geçiyor. Etik ve estetik sorumluluktan, başka’dan, oyunbozan ve huzurkaçıranlardan korkmayan bir edebiyattan.