İyi okullarda eğitim görmek, yabancı dil bilmek, iş alanı geniş bölümlerde okumak iyi bir hayat kurmak için yeterli mi? Plaza Eylem Platformu’ndan Neşe’ye göre “denklem artık öyle işlemiyor”. Denklem de, sonucu da farklı artık. O kadar çok bilinmeyenli bir denklem ki, Soma’daki maden işçisini de, plazadaki beyaz yakalıyı da aynı probleme dahil ediyor ve çözüm için tek bir formül veriyor: “Hadi hadi sistemi.” Beyaz yakalıların göçünü, Erdoğan’ın yurtdışına gidenlere “geri dönün” çağrısını, Türkiye’de işçilerin maruz bırakıldığı mobbing’i, “Hadi hadi sistemi”ni 22 Eylül’de, İstanbul’da “Beyaz Yakalının Göçü” konulu bir etkinlik düzenleyen Plaza Eylem Platformu’ndan Mehmet, Neşe ve Murat’tan dinliyoruz…
Plaza Eylem Platformu olarak 22 Eylül’de “Beyaz Yakalının Göçü” başlıklı etkinliğinizde yurtdışına gidecek olan veya gitmek isteyen gençlerle toplandınız. Yurtdışına gitmiş olan bazı beyaz yakalılar da internet üzerinden toplantıya bağlandı. TÜİK’in son raporu, 2017 yılına göre yurtdışına gidenlerin oranında yüzde 42’lik bir artış olduğunu gösteriyor. Bunların yarısından fazlası genç ve kentli. Bu göçü nasıl tarif ediyorsunuz?
Mehmet: (yazılımcı, 30 yaşında) Avrupa ülkelerinde çalışma koşulları daha iyi ve mesai saatleri daha kurallı. Türkiye’deki gibi sınırsız mesai saatleri yok. Tabii hangi meslek kolunda çalıştığınız da önemli. Mesela benim çalıştığım yazılım sektöründen sayısız insan gitti. Şu an Türkiye’de yana yakıla yazılımcı arandığını ve bulunamadığını biliyorum.
Neşe: (araştırma sektörü çalışanı, 31 yaşında) Türkiye’de o kadar boğucu ve yoğun bir siyasi atmosfer var ki, yarın neyin ne olacağını kestiremiyorsunuz. Bir de buna hemen her sektöre sirayet eden “ahbap-çavuş ilişkisi” ekleniyor. Bu ilişkinin dışındaysanız bir yerlere gelemezsiniz. Özellikle üniversitelerde, tamamen bu ilişkiler esas alınmaya başlandı. Ahbap-çavuş ilişkisi olmadığı için bir üniversitede kadro bulamayıp yurtdışına gitmek zorunda kalmış çok sayıda akademisyen var.
Murat: (yayınevi çalışanı, 35 yaşında) İş Hukuku’na göre 45 saatlik mesai sınırı var, ama bunun hiçbir denetim ya da fren mekanizması yok. Hukuki süreç fazla mesai konusunda işlemiyor. Bu kuralsızlık sonuna kadar kullanılabiliyor. Belki hep vardı bu, ama son zamanlarda yoğunlaştı ve kendini daha fazla hissettirdi. Tabii para kazanmak için Arabistan, Libya gibi inşaat sektörünün güçlü olduğu yerlere göç edenler de var, ama Avrupa’ya göç edenler yaşamak için gidiyor. İstenen şey öngörülebilir, kestirilebilir bir hayat. Çok basit bir şey aslında. Burada işten kaçta çıkacağını bilemiyorsun, otobüs ya da dolmuş boş mu gelecek, dolu mu olacak, ona binebilecek misin? Gündelik programını bile öngöremiyorsun.
Daha çok teknik mesleklerde çalışanlar mı gidiyor yurtdışına?
Mehmet: Evet, daha çok teknik mesleklerden. Avusturalya’nın, Almanya’nın, ABD’nin yazılımcılara özel vizeleri var mesela. Yazılım sektöründekiler çok rahat vize alıp iş buluyor.
İnşaat veya tekstil sektöründeki ağır çalışma koşulları, ölümler söz konusuyken beyaz yakalıların sorunlarının hafife alındığını düşünüyor musunuz?
Murat: İş cinayetlerinden, ölümlerden konuşurken başka ihlâllerden bahsetmek ayıpmış gibi görünüyor. “Başkaları ölürken ben nasıl fazla mesaiye kaldığımdan söz edeyim” diyorsunuz. Fakat önemsiz gibi görünen hak ihlâllerini engellemek daha büyük hak ihlâllerinin de önüne geçebilir. Mesela, fazla mesai artık çok normalmiş gibi görünüyor ve ücretlendirilmiyor. Hukuki bir sınır var, ama uygulanmıyor. Bu konuda hukuk talep etmenin diğer alanda da hukuk talep etmek anlamına geleceği ve beyaz yakalının kendi koşullarını iyileştirme mücadelesinin inşaat işçilerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine de katkı sağlayacağını düşünüyoruz. Eğer inşaat işçisi yasada belirtilenden fazla çalıştırılırsa o inşaat şirketinin ofis işlerini yapanlar da otomatik olarak daha fazla çalıştırılır. Şantiyede işçiye hakaret ediliyorsa, bağrılıyorsa o şirketin ofislerinde çalışanlara da mobbing uygulanır. Bunlar birbiriyle paralel yürüyen süreçler. İnşaatlarda iş cinayetlerinin yoğun olduğu zamanlarda plazalarda da, ofislerde de intiharlar artıyor. Çünkü ikisinde de hukuksuzluk hâkim. Batağa hep birlikte giriyoruz.
Mehmet: İntiharların iş cinayeti olduğunu kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bankacılık sektöründekilerle uzun konuşmalar, toplantılar yaptık, eylem düzenledik. Bankacılık sektöründeki yoğun mobbing’in son ekonomik gelişmelerle daha da artacağını düşünüyoruz.
Murat: Ayrıca işten çıkarmanın kolaylaştırılması herkes açısından ortak ve yakıcı bir sorun. İşten çıkarmanın kolaylaştırılmasının bir uzantısı aslında KHK’lardı. Bir anda yüzlerce, binlerce insanın işten çıkarılması ne demek? İşten çıkarılmak çoğu insan açısından sosyal ölüm demek. Bütün bunlar göçün, kaçmanın temel ayaklarından birini teşkil ediyor.
İş cinayetlerinden, ölümlerden konuşurken başka ihlâllerden bahsetmek ayıpmış gibi görünüyor. “Başkaları ölürken ben nasıl fazla mesaiye kaldığımdan söz edeyim” diyorsunuz. Fakat önemsiz gibi görünen hak ihlâllerini engellemek daha büyük hak ihlâllerinin de önüne geçebilir. Beyaz yakalının kendi koşullarını iyileştirme mücadelesinin inşaat işçilerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine de katkı sağlayacağını düşünüyoruz.
İş Kanunu aslında mevcut koşulların çoğunu yasaklıyor. Dolayısıyla kanunla uygulama arasında derin bir uçurum var. Bu uçurum nasıl bu kadar derinleşebildi?
Neşe: Bunu karşılıklı bir etkileşimin sonucu ve neoliberal politikanın bir uzantısı olarak görüyorum. Özellikle beyaz yakalılardan, belirli bir iş tanımında kalmadan, o işe kendi yetenekleri, arzuları, hatta hayalleri çerçevesinde katkı yapması bekleniyor. Sınırların dışına çıkış burada başlıyor. Uygulamadaki anlayış beyaz yakalının her zaman daha fazlasını yapabileceği, onun bunu başarabileceği, zaten buna yeteneği olduğu yönündedir. Ayrıca, hepimizin egosu var. Dolayısıyla, şu âna kadar edindiğimiz donanımları gösterebileceğimiz bir yer olarak da kuruluyor orası. Mesela İş Kanunu’nda fazla mesainin yapılabileceği ve bunun bir ücrete tabi kılınacağı yazar. Karşılıklı bir rıza varsa, elbette fazla mesai yapılır ve bu ücretlendirilir. Ama size verilen iş tanımı o kadar belirsiz ki! Her zaman daha iyi yapılabilecek bir işten bahsediyoruz. Bu daha iyi yapabilme konusunda da en büyük etken orada beyaz yakalının koyduğu inisiyatif. İnisiyatif almak çoğu zaman destekleniyor yönetim tarafından. Patron, çalışanla bireysel ilişki kurduğu için çalışanlar kendi aralarında da bundan bahsetmiyor. Bir noktadan sonra çalışanlar fazla mesainin, mobbing’in tüm hayatına sirayet ettiğini görüyor. Fakat bunu dile getirmediği için de gündeme gelmiyor, toplu olarak harekete geçilemiyor. Bu da yönetimin, işverenin işine geliyor tabii.
Çalışma koşulları dışında ne tür sorunlar yaşanıyor?
Neşe: Genel kanı, bir kişinin iyi okullar okursa iyi bir hayat yaşayacağı yönünde. Ama süreç artık öyle işlemiyor.
Murat: Avrupa’ya gidenler, oralarda en azından rahatlanacak, nefes alınacak yerler olduğunu biliyor. İnsanların en çok istediği şeylerden biri yoğun, gergin bir mesaiden sonra nefes alabilecekleri bir parka kendilerini atabilmek mesela.
Ülkedeki politik atmosferin çekilmez hale geldiğini düşünen ve bu yüzden gitmek istediğini söyleyen bir kesim de var. Bu kesim açısından muhalif parti ve yapılar bir heyecan yaratmıyor mu?
Mehmet: Düzenlediğimiz etkinlikte, Fransa’ya taşınmış bir arkadaşa “ne olsaydı gitmezdin” diye sorduk. “Bir şeyleri değiştirebilme umudu hissetseydim, gitmezdim” dedi, Gezi’deki enerjiden bahsetti. Türkiye’de muhalefet partileri Meclis’te geniş bir yer kaplıyor. Ama bu, iktidarın hiçbir tasarrufuna etki etmiyor. İşten çıkarmanın kolaylaşmasıyla ilgili bir yasayı Meclis’te engelleyemiyorsunuz. Bir parkın yıkılmasına, bir HES’in yapımına Meclis’te karşı koyamıyorsunuz. Meclis artık insanlara bir şey vaat etmiyor. Muhalefet de kendini var edebilecek örgütlenmeleri inşa edememeye başladı. Bu yönde çabalar var tabii, ama insanlar bunun somut bir karşılığını göremiyor. İnsanlar şunun muhasebesini yapıyor: Örgütlendim, mücadele ettim; ne kazandım? Çünkü her örgütlenme kendi yaşam koşullarını daha iyi hale getirmek için çıkılan bir yoldur neticede.
Gezi isyanı sırasında plazalardan meydanlara inen beyaz yakalılara ne oldu?
Neşe: Benzer koşullarda çalışan ve benzer hayat pratikleri yaşayan insanlar Gezi zamanında bir araya geldi ve birlikte hareket etti. Ama şu an birlikte hareket etme imkânı yok. Bu imkânsızlık da insanların bireysel hayatlarına dönmesine neden oldu.
İnşaat işçisi yasada belirtilenden fazla çalıştırılırsa o inşaat şirketinin ofis işlerini yapanlar da otomatik olarak daha fazla çalıştırılır. Şantiyede işçiye hakaret ediliyorsa, o şirketin ofislerinde çalışanlara da mobbing uygulanır. Bunlar paralel süreçler. İnşaatlarda iş cinayetlerinin yoğun olduğu zamanlarda plazalarda da intiharlar artıyor. Batağa hep birlikte giriyoruz.
Muhalif olmayan beyaz yakalıların ülkeyle kurduğu ilişki nasıl?
Murat: Ağır çalışma koşullarından kimse azade değil. İktidar çalışanların aleyhine bir yasa çıkarırken “bana oy verenler etkilenmesin” demiyor ki. Çok geniş bir kesimden bahsediyoruz çünkü. Onlar da bu koşullardan birebir etkileniyorlar ve buna sessiz bir itirazları da var. Ama tabii mağduru oldukları bir kutuplaştırmaya, ayrımcılığa maruz kalmıyorlar. Göç edenler ya da etmeyi düşünenler sadece iş koşulları yüzünden değil, başka birçok konuda da kendilerini korunaksız hissediyor. İktidara oy veren, politikalarına destek veren beyaz yakalılar açısından böyle bir durum yok tabii.
Göç edenlerin ya da göç etmeyi düşünenlerin genel siyasi atmosferin dışında anlattığı, kendilerini en çok zorladığını söyledikleri olaylar neler?
Neşe: 2015 Haziran’ından beri birkaç seçimi üst üste geçirdik. Göç edenler arasında, seçim ya da referandum zamanlarında birlikte çalıştığımız arkadaşlarım var. Hepsinin oy verdikleri yönün, adayın, partinin kazanacağına dair bir umutları vardı. Ama kısa bir sürede arka arkaya yenilgiler oldu. Her defasında kazanabileceğimizi düşünmemiz ve ardından bu yenilgilerin gelmesi büyük bir umutsuzluk yarattı.
Murat: Bir şeyleri değiştirebileceğine dair umudun önce ortaya çıkıp sonra yok olmasının yarattığı bir kayıp hissi var. Bir şeyler değişebilirdi, ama değişmedi. Olaylar o kadar üst üste geldi ki, birini seçip onun üzerine konuşmak imkânsız gibi. Bir olayı ön plana çıkarırken sanki başka bir olaya haksızlık edecekmişiz gibi hissediyor insan. Ne olacağını, nereye varacağını asla kestiremiyorsunuz.
Ülkenin gündemini yakından takip ediyor, buna karşı politik, ideolojik bir tutum alıyorsunuz. Bunun da sizler açısından yarattığı zorluklar var. Politik gündemle uğraşmayan bir beyaz yakalıyı zorlayan şeyler neler?
Murat: Apolitik insanları da politize olmaya zorlayan bir süreç yaşıyoruz. Bir belgeselde “ben apolitik bir insandım, Gezi’de politize oldum, ama bunu istemiyorum ki” diyor bir genç. Öyle veya böyle politik bir tutum almaya zorlanmak da insanları bu ülkeden kaçmaya sevk eden hususlardan biri. Bazı insanlar apolitik olmak, başka şeylerden bahsetmek istiyor. Ama yemek yerken, gezmeye çıkarken bile gündemin politika. Bu bizi kendi bireysel hayatlarımızdan, deneyimlerimizden de koparıyor, nesneleştiriyor. Neticede, sürekli konuştuğumuz, ama hiçbir şekilde müdahale edemediğimiz bir politik gündemle karşı karşıyayız.
Göç eden çocuklu aileler ne tür sorunlar yaşıyor?
Neşe: İşin içine çocuk girince gelecek kaygısı katmerleniyor. Çocukların Türkiye’de artık seküler bir eğitim alamayacağı kaygısı çok yaygın. Ayrıca, herkes son zamanlarda Türkiye’nin eğitim sıralamalarında sürekli geriye düştüğünün farkında. Önceden herkes çocuğunu iyi bir okula gönderince iyi bir eğitim alabileceğini, bundan sonrasının çocuğun yeteneklerine ve özverisine kaldığını varsayıyordu. Artık böyle bir durum olmadığını, eğitimde topyekûn bir kalitesizleşme yaşandığını herkes görüyor.
Mehmet: İşyerimden bir arkadaşımı Türkiye’yi terk etme fikrine yönlendiren tek husus, çocuğu. Üstelik göç etmek için yeterince imkânı da yok. Ama bu konu hep kafasını kurcalıyor. Eğitim artık çocuklarının geleceği açısından öngörülebilir olmaktan çok uzak. Devlet okuluna yazdırdığı takdirde bile bunun karşılığında para verip vermeyeceğini, ne kadara mâlolacağını bilmiyor insanlar. Sürekli değişen bir sistem var. Bu sınav sistemleri için de böyle, diğer koşullar için de.
İş Hukuku’na göre 45 saatlik mesai sınırı var, ama bunun hiçbir denetim ya da fren mekanizması yok. Hukuki süreç fazla mesai konusunda işlemiyor. Bu kuralsızlık sonuna kadar kullanılabiliyor. Belki hep vardı bu, ama son zamanlarda yoğunlaştı ve kendini daha fazla hissettirdi.
Türkiye’de her gün işlenen kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakaları malûm. Bu saldırılar göç edenler içindeki kadın oranını etkileyen unsurlardan biri mi?
Neşe: Kaygı duymadan yaşayabilme ihtiyacı, kadınların yaşam alanlarını belirliyor. Bu yüzden aslında kadınlar açısından bir iç göç de yaşanıyor. Kadınlar yurtdışına gittikleri kadar, ülke içinde de belli şehirlerin belli semtlerine taşınıyor.
Etkinliğinize yurtdışından bağlanan arkadaşlarınız ülke gündemine hâkim görünüyordu. Gidenler burayla nasıl bir ilişki kuruyor?
Mehmet: Arkadaşlarının, ailesinin hayatlarına değdiği için Türkiye gündemiyle ilgileniyorlar artık. Tabii bu, burayı tam bırakamamalarına da neden oluyor. Sürekli burayla ilgili bir şey söylüyorlar. Özlenmekten çok şikâyet edilen bir yer burası. Belki bir daha gelmeyecek, ama hep burayı şikâyet ediyor ve bu şekilde ilişkileniyor bazı arkadaşlar.
Neşe: Burada yakınları, tanıdıkları, sevdikleri var. Bir olay yaşandığında biz sıradan görüyoruz, ama onlar büyük kaygı ve tepkilerle yaklaşıyorlar. Gördüğüm kadarıyla burayı hiç unutmuyorlar ve buradaki her gelişme onlar açısından etki edilemez olduğu için daha büyük bir kaygı kaynağı.
Etkinlik sırasında “kimler yurtdışına gitme planları yapıyor” diye sorduğunuzda bir sessizlik oldu, herkes birbirine baktı ve kimse cevap vermedi. Göç edenler ve göç etmeyi düşünenler göçün olumsuz, zayıf bir tavır olduğunu mu düşünüyor?
Murat: Kalmanın da, gitmenin de öyle derin anlamları yok bence. Aslında biz bu etkinlik üzerinden gidenlerle gitmeyenlerin deneyimlerini ortaklaştırmak istiyorduk. Çünkü buna ortak bir mesele olarak bakmak lâzım. Giden gelebilir, kalan da gidebilir. Bunlar doğal davranışlar.
Mehmet: Avrupa’ya gitmekten bahsediyorsak, herkesin gitme imkânı yok. Belli bir ekonomik ve sosyo-kültürel sermayeye sahip olacaksınız ki oraya gidebilesiniz. Gidenlere “dayanamadı, zayıftı” demem. İnsanların belli başlı motivasyonları var. Mesela ben dokuz ay Prag’da yaşadım. Döneceğimi biliyordum, ama benim için oldukça zordu. Orada sonsuza kadar yaşama fikrinin bana uygun olmadığını anlıyordum. Oranın da sürekli ayrımcılığa maruz kalmak gibi zorlukları var. Türkiye’de siyasi mevzulardan bir ayrımcılığa maruz kalıyoruz elbette, ama burada benim anadilim konuşuluyor. Kendimi burada yabancı hissetmiyorum.
Neşe: Ben gitmek isteyip de gidemiyor değilim. Çünkü beni hâlâ burada tutacak şeylerin olduğunu düşünüyorum.
Kendimi yeteri kadar disipline edip bu işi hakkıyla yaparsam ne kimseyle sorun yaşarım ne fazla mesaiye kalırım diye düşünüyordum. Fakat hiçbir zaman öyle olmadı. İşveren, “bu işi yapmazsan seni kovarım, ama bu işi yaparsan sana daha fazla iş veririm” diyor.
Ayrımcılığa maruz kalmak neredeyse Türkiye’den giden herkesin ortak şikâyeti. Hem buradaki kutuplaşmadan doğan ayrımcılıktan hem de oradaki ayrımcılıktan bahsediyorlar. Göç edenler orada maruz kaldıkları ayrımcılığı buradakine tercih mi ediyor?
Murat: Türkiye’de şu anda hissedilen ayrımcılık çok daha agresif. Avrupa’daki bu kadar akut ve agresif değil. Ama yarın böyle olup olmayacağının garantisi yok. Benim gitmememin en büyük nedeni bu. Ama şu anda oradaki ayrımcılığı durduran, yavaşlatan çok önemli dinamikler var. Aşırı milliyetçilerin, ırkçıların karşısında demokrat, solcu yapılar var. Her şeyden öte, orada ayrımcılık, ırkçılık yapmak kanunen suç. Burada kimse ırkçılık yaptığı için cezaevine girmez. Ama orada girer, en azından girebilir. Toplumsal olarak da yadırganır. Orada ırkçılığa karşı mücadele ediyorlar, biz ise burada bir hukukun olması için mücadele ediyoruz.
Mehmet: Türkiye’de devletli bir ırkçılık, ayrımcılık var. Almanya’da ırkçı bir gösteri yapılmıştı yakın zaman önce. Bunun üzerine istihbarat şefini hemen görevden aldılar. Bunun üzerine niye yeteri kadar gitmedin ve niye öngöremedin diye sordular adama. Türkiye’de ise ırkçı ve ayrımcı söylemleri ve hatta çağrıları bizzat bakanlar yapabiliyor. Bu tür söylemlere karşı çıktığınızda karşınızda direkt devleti görebiliyorsunuz. Hepsinin bütünleşmiş bir savunucusu olarak karşınıza çıkıyor devlet.
Sizin etkinliğinizin yapıldığı gün (22 Eylül) Erdoğan da yurtdışına giden bilim insanlarına geri dönme çağrısı yaptı ve “Yurtdışına giden gençlerimiz oralarda beyinleri iğfal edilmiş şekilde geri döndüler” dedi.
Mehmet: O çağrı gitmiş olanlara değil, buradakilere yapıldı bence. Çağrının kendisi zaten yurtdışına gidenlere hitap edilmediğini gösteriyor. Göç edenlerin geri gelmesini gerçekten isteseydi “iğfal” kelimesini kullanmazdı. Göç edenlerin korunaksız olduğunu bir kez daha tekrar etmiş oluyor bunu diyerek.
“Beyin göçü” son zamanlarda iktidar medyasında da mevzubahis ediliyor. Sizce beyin göçü, iktidar açısından zorlayıcı bir sorun mu?
Neşe: Üretimi devam ettirecek nitelikli işgücünde eksilme yaşandığı için elbette zorlayıcı bir sorun. Ayrıca, istatistiki verileri onlar bizden daha iyi takip ediyordur. Artık müdahale edilmesi gereken noktaya gelindiğinin farkındalar. Fakat “Türkiye’de daha iyi koşullar var, buraya dönün” diyemeyecekleri için irrasyonel, agresif bir üslûba başvuruyorlar.
Düzenlediğimiz etkinlikte, Fransa’ya taşınmış bir arkadaşa “ne olsaydı gitmezdin” diye sorduk. “Bir şeyleri değiştirebilme umudu hissetseydim, gitmezdim” dedi. Muhalefet partileri Meclis’te geniş bir yer kaplıyor. Ama bu, iktidarın hiçbir tasarrufuna etki etmiyor. Meclis artık insanlara bir şey vaat etmiyor.
Söyleşinin başında, örneğin yazılımcıların daha rahat vize alabildiğini, bazı ülkelerin bu konuda kolaylık sağladığını söylemiştiniz. Avrupa veya ABD, Türkiye’deki nitelikli işgücünü kendilerine çekmek için özel bir gayret sarfediyor mu?
Mehmet: Yazılım sektörüne yönelik birtakım vize ve oturum izni kolaylıkları var. Tabii o uygulamaların da kendine özgü dezavantajları var. Mesela ABD’ye H1-B vizesiyle rahatlıkla gidebilir, oturum ve çalışma izni alabilirsiniz. Ama işinizden olduğunuz anda hemen geri gönderiyorlar. Amerikalı ya da Alman yazılımcıyla eşit koşullarda değilsiniz hiçbir zaman. Suriye’den kaçan mültecilerden sonra gelişti bütün bu uygulamalar. Mesela yazılımcı bir arkadaşım Berlin’de altı kişilik bir ofiste çalışıyor, beşi Suriyeli. ABD’de Hindistan’dan göçen çok sayıda yazılımcı var. Onlar da Amerikalı bir yazılımcıyla eşit koşullara sahip değil.
Yurtdışına gitmiş arkadaşlarınız, “siz de gelin” diyor mu?
Mehmet: “Buraya gelinebilir” diyorlar. Gitmek isteyene yol yordam gösteriyorlar. Almanya’da Türkiyeli sayısı o kadar artmış ki, gündelik hayatını Türkçeyle idame ettirebiliyormuşsun.
Neşe: İnsanın hayalini kurduğu şeyleri gerçekleştiremeyeceğine ikna olması, rahat gezemeyeceğini, düşünemeyeceğini bilmesi, bir yere giderken onlarca saatinin çalınacak olmasını kabul etmek zorunda kalması çok yakıcı.
Mehmet: Günde on saatimi işyerinde geçirdiğim için, gündelik yaşam dendiğinde de aklıma iş yaşamı geliyor. İşte maruz kaldığımız o “hadi hadi sistemi”, sürekli bir şeyler yetiştirmek zorunda hissetmek, insanın psikolojisini bozuyor. Stresten uyuyamadığım zamanlar oluyor.
Türkiye’deki ayrımcılık çok agresif. Avrupa’daki bu kadar akut ve agresif değil. Her şeyden öte, orada ayrımcılık, ırkçılık yapmak kanunen suç. Burada kimse ırkçılık yaptığı için cezaevine girmez. Ama orada girer, en azından girebilir. Türkiye’de ise ırkçı ve ayrımcı söylemleri ve hatta çağrıları bizzat bakanlar yapabiliyor.
İlk kez Somalı bir maden işçisi “hadi hadi sistemi” tabirini kullanmıştı galiba.
Mehmet: Şu an hatırlayınca bile tüylerim diken diken oluyor. Somalı işçi şöyle demişti: “Annem bana hadi dediğinde sinirleniyordum. Çünkü ‘hadi’ye tahammülüm kalmamıştı artık.” Biz de tam olarak böyle hissediyoruz açıkçası. Görünmeyen meslek hastalıkları, depresyonlar… Antidepresan kullanımındaki artışın araştırılması lâzım aslında. Çağrı merkezinde çalışan bir arkadaş, bir başka etkinliğimizde “antidepresan almazsam, insanların sürekli bize küfrettiği bu işe devam edemem” demişti.
Murat: Bir eczanede antidepresan satışının aniden artış gösterdiğini farketmişler. Araştırınca, o eczanenin yakınında yeni bir çağrı merkezi açıldığını öğrenmişler.
Mehmet: Madenciden farklı olarak, yaptığın işi içselleştirmeni, bitirene kadar bu şekilde hareket etmeni sağlıyorlar. Fakat iş bitince iş bitmiyor. Hep daha fazla iş bitirmen isteniyor. Zaman hiç yetmiyor. Şu işi bitirip gideyim diyorsun, ama gidemiyorsun. Sonra bilgisayarını alıp eve gidiyor, gece de işe devam ediyorsun. Ama bu süre işten sayılmıyor.
Murat: Kendimi yeteri kadar disipline edip bu işi hakkıyla yaparsam ne kimseyle sorun yaşarım ne fazla mesaiye kalırım diye düşünüyordum. Fakat hiçbir zaman öyle olmadı. İşveren, “bu işi yapmazsan seni kovarım, ama bu işi yaparsan sana daha fazla iş veririm” diyor.
Gidenler arkalarında en çok neyi bıraktıklarından yakınıyor?
Neşe: Gidenler en çok anadilden söz ediyor. Çok ufak bir meselede bile espri yapabilmek, günlük hayatta hepimizi sosyal kılan, canlı tutan bir şey. Giden arkadaşların hemen hepsi yabancı dil biliyor. Ama o dilin ayrıntılarına, kıvrımlarına hâkim değiller. Ya da İngilizceyi çok iyi biliyor, ama gittiği yer Fransa, yahut Almanya. O da sosyal anlamda büyük sorunlar yaratıyor.
Mehmet: Prag’ı oldukça sosyal, eğlenceli bir yer olarak görüyordum, ama burayı sürekli arıyordum. Buradan gidersem burayı kaybetmekten korkuyorum. Bu ağır bir duygu.
Aileleriniz nasıl düşünüyor?
Mehmet: Bizimkiler “pasaport işini hallet, git” diyor.
Neşe: Benim ailem de gitmemi istiyor. Ama sanırım hâlâ umudum var, bilmiyorum.