Koronanın, karantinanın, kadının, kuirin “k”sının sesi… Kamusal alanda görmezden gelinen, değersiz kılınanların öykülerine, dertlerine, sevinçlerine odaklanarak ses tiyatrosu yapan, iki sezonda dokuz oyun “sahneleyen”, oyunlarının temalarını podcast sohbetleriyle katmanlandıran K’nın Sesi ekibinden yazar ve oyuncu Duygu Dalyanoğlu, müzisyen ve ses tasarımcısı Beril Sarıaltun ve oyuncu Nihal Albayrak’ı dinliyoruz.
K’nın Sesi ismini nasıl seçtiniz?
Nihal Albayrak: Bu proje geçen yıl karantina ve korona döneminde ortaya çıktı. Pandemi gerçekliği ile yüzleştiğimiz ve evlere kapanıp canlı sanat faaliyetlerine devam edemediğimiz süreçte, Duygu (Dalyanoğlu), çeşitli monologlar kaleme almaya başlamıştı. Bunları nasıl kamusallaştırabiliriz diye fikir alışverişi yaptığımızda koronanın, karantinanın, kadının ve kuirin “K”sından ilerleyebiliriz diye düşündük. Ardından, şu anda kanalımızın jenerik metni de olan “K’nın Sesi Kimin Sesi”ni yazdı Duygu ve isim konmuş oldu.
Duygu Dalyanoğlu: Podcast kanalını başlatırken kamusal alanda görmezden gelinen, değersiz kılınan toplumsal cinsiyet meselelerinin; cinsiyet kimliğine, cinsel yönelime ve kültürel kimliğe dair varoluş biçimlerinin, sınıf ve yaş bağlamında çeşitlilik arz eden bir biçimde temsil edilmesini elzem buluyorduk. “K” harfini tüm bu varoluşları kapsayacak bir şekilde ve sezonlar boyu anlatacağımız hikâyelerdeki karakter çeşitliliğini, K’nın Sesi ekibini, işbirliği yapacağımız sanatçıları ve davet edeceğimiz söyleşi konuklarını içerecek şekilde belirledik. Jeneriğimizde geçen birkaç “K”yı örnek verebilirim. “Kimileri” ana ifadesi akım medyada ya da popüler kültürde az temsil edilen karakter ve konukların sesine yer verme amacı taşıyor. Oyunlarda ya da sohbetlerde klişeleşmiş temsillerin dışına çıkarak karakterlere öznel koşulları ve çelişkileri ile yer vermeye özen gösteriyoruz. Hatta çoğu zaman karakterlerimizi günlük yaşam içinde sık sık karşımıza çıkan, ama sıradan bulunduğu için popüler kültürün sınırlı yer verdiği karakterlerden hareketle seçiyoruz. “Kadınların, kuirlerin” ifadesi ise, K harfinin sağladığı olanaklar çerçevesinde, podcast mecrasının erkek egemen karakterini kıracak, kadınların, LGBTİ+ların ve non-binary’lerin temsiline alan açacak bir podcast kanalı olacağımızı anlatan kısa, öz ve şemsiye bir terim olarak tercih edildi.
Ses tiyatrosunda, tiyatroda alışık olduğumuz “şimdi ve burada” izlenimine yaklaşmak daha mümkün olabiliyor. Tıpkı bir kitabı okuduğunuzda olduğu gibi, bir oyunu dinlediğinizde, hele de oyun sinemasal bir tasarıma yaklaşacak bir ses tasarımıyla kurulduysa, kendinizi o anda bulabiliyorsunuz.
Podcast mecrasının nasıl bir erkek egemen karakteri var?
Duygu: Her ne kadar gün geçtikçe podcast alanında cinsiyet çeşitliliği artsa da en çok podcast dinlenen Spotify ve Apple Podcasts platformlarının en çok dinlenenler kategorilerine ya da tematik kategorilerine baktığımızda yine erkekler tarafından üretilmiş içeriklerin yoğunluğunu görüyoruz. Bu kadınların, LGBTİ+’ların ve non-binary’lerin daha az ürettiği anlamına gelmiyor tabii, ama daha az “görünür” olduğu anlamına geliyor. Mesela “Women in Podcasting: We Should Tune In” adlı yakın zamanda yayınlanan bir makale kadınların podcast alanında daha az temsil edilmesinin mecraya özgü nedenlerini, teknik alanın erkek egemen olması ve podcast içeriklerinde yer alan sesin kime ait olduğu ekseninde tartışıyor. Makaleye göre, yapılan çalışmalar dinleyicilerde erkeklere özgü olarak kodlanan kalın sesin kadınlara özgü olduğu düşünülen ince sese oranla daha güvenilir, baskın ve ikna edici olduğuna dair bir önyargı söz konusu. Örneğin, bazen erkeklere kıyasla daha ince sesli olan kadın sunucuların ya da seslendirme sanatçılarının ya da yeterince “erkeksi” olmadığı düşünülen gey, trans veya non-binary sunucuların ya da seslendirme sanatçılarının ön planda olduğu podcast içerikleri bu nedenle daha az güvenilir ya da ilgi çekici bulunabiliyormuş.
İki sezondur ses tiyatrosu yapıyorsunuz, 2020’den bugüne dokuz oyun “sahnelediniz”. Ama bu oyunlara geçmeden önce “ses tiyatrosu” nedir, siz niye bu formu tercih ettiniz, bunu biraz konuşalım.
Duygu: Yaygın olarak kullanılan audio-drama tabirini “ses tiyatrosu” diye Türkçeleştirmeyi tercih ettik. Ama tabii bu form, radyo tiyatrosundan doğru gelişiyor. 1920’lerde radyo yayıncılığının başlamasıyla ve radyonun eğlence işlevinin gelişmesiyle tiyatronun da radyoda kendine yer edindiği görülüyor. İlk örnekler sahnelenen tiyatro oyunlarının gösterim esnasında kaydedilip radyoda yayınlanmasıyla başlıyor. Sonra sahnedeki oyunlar işitsel mecraya adapte edilerek kaydediliyor. Zamanla radyoya özel oyunlar, “Arkası Yarın” dizileri yazılmaya ve kaydedilmeye başlıyor. Yıllar içinde yaygınlaşan ve tüm dünyada popülerleşen radyo tiyatrosu formu 2000’lerde internet teknolojisinin gelişmesi, podcast mecrasının oluşması ve akıllı telefonların, tabletlerin çıkmasıyla bir değişim geçiriyor. Artık radyonun podcast mecrasında, Youtube’da, cep telefonunda, kısacası her yerde olmasıyla dünyada da ses tiyatrosu tabiri kullanılmaya başlanıyor. Radyo tiyatrosu belirli bir gün ve zaman aralığında, daha kolektif bir biçimde dinleniyor, ses tiyatrosu ise dinleyicinin oyunu genelde tek başına, tercih ettiği zamanda dinlediği bir mecra. Ayrıca, radyo tiyatrosunda efektler dahil her şey büyük radyo stüdyolarında, oyuncular tarafından kaydedilirken ses tiyatrosunda ev stüdyolarında, uzaktan kayıt yapmak, efektleri ve müzikleri dijitalleştirmek mümkün.
Beril Sarıaltun: Soruda dile getirdiğiniz “sahnelemek” meselesi ses tiyatrosu formunda daha farklı biçimlerde canlanıyor. Ses tasarımının getirdiği avantajla ses tiyatrosunda, tiyatroda alışık olduğumuz “şimdi ve burada” sahnelenmiş izlenimine yaklaşmak daha mümkün olabiliyor. Örneğin, dinleyicilerimizle yaptığımız yakın zamanlı bir söyleşide, dijital tiyatro gösterimlerini izlemekte çok zorlandıklarını, oysa ses tiyatrolarını takip etmenin daha tercih edilebilir olduğunu belirtmişlerdi. Bunun sebebinin hayal gücünü tetikleme imkânıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Tıpkı bir kitabı okuduğunuzda olduğu gibi, bir oyunu dinlediğinizde, hele de oyun sinemasal bir tasarıma yaklaşacak bir ses tasarımıyla kurulduysa, kendinizi o anda bulabiliyorsunuz. Oysa sahne için üretilmiş metinlerin herhangi bir adaptasyon anlayışı olmadan dijital ekranda gösterilmesi izleyicide bir eksikliği hatırlatabiliyor sanırım. Şunu söylemeden de geçemeyeceğim, her ses tiyatrosu aynı sanatsal kaygılarla üretilmiyor tabii ki. Yalnızca metin ve oyunculuk performansına yaslanan denemelerin de bu teatral deneyime ne kadar yaklaştığı ayrı bir soru.
Oyunların metinlerini nasıl oluşturuyorsunuz?
Duygu: Oyunlardaki hikâyeleri, kadınların ya da kuirlerin kamusal alana sınırlı ya da tek yönlü bir şekilde yansımış gerçek hayat deneyiminden yola çıkarak kuruyoruz. Tüm bu deneyim kısa bir kesit içinde karakterlerin kamusal alana yansımış olan eylemlerinin arkasında yatan koşullar ortaya konarak, feminist bir dramaturjik yaklaşımla yeniden kurgulanıyor. Oyunlarda ya da sohbetlerde tektipleşmiş temsillerin dışına çıkarak karakterlere öznel koşulları ve çelişkileri ile yer vermeye özen gösteriyoruz. Çoğu zaman karakterlerimizi günlük yaşam içinde sık sık karşımıza çıkan, ama sıradan bulunduğu için popüler kültürün sınırlı yer verdiği karakterlerden seçiyoruz. Bu durum sadece oyunlar için değil, ilgili konuyu gerçek hayat deneyimine yaslanarak incelediğimiz söyleşiler için de geçerli. Oyunu yazarken faydalandığım kaynaklar ve hikâyeler, söyleşiyi hazırlayan ve kaydeden ekibin katkıları, önerileri ve soruları ile daha kapsamlı bir şekilde ele alınıyor.
“Feminist dramaturjik yaklaşım”ı biraz açabilir misiniz, nasıl tanımlıyorsunuz, nasıl örneklendirirsiniz?
Duygu: Feminst dramaturjik yaklaşım derken, K’nın Sesi özelinde, kadınların ve kuirlerin toplumsal ve kültürel yaşamlarının, etkinliklerinin, eylemlerinin eril sistemler ve kültürel değerler tarafından görmezden gelindiği ya da değersizleştirildiği bir düzene karşı çıkıştan bahsedebiliriz. Bir hikâyenin yazımından sahnelenişine, ses tasarımından kapak görseline kadar bu yaklaşımdan bahsedebilirim. Bir örnek vereyim: Bugünlerde üçüncü oyunumuz “Cahide”yi yayınladık. #MeToo gündeminden hareketle yazılmış bir oyun. Bir filmin sofra sahnesi için seçmeye giren Cahide adlı bir kadın oyuncunun hikâyesi. Yönetmenle olan çekim, bir taciz deneyimine dönüşüyor. Bu oyunu üretirken hikâyeyi Cahide’nin perspektifinden anlatmak için onun “iç sesi”ni de tasarladık. Yönetmenin tacizkâr eylemleri gerçekleşirken bir kadının iç sesi nasıl konuşur, neler düşünür, hangi aşamalardan geçerek “dur” deme noktasına gelir, bunu anlatmak istedik. Sadece bir taciz olayını temsil etmek istemedik.
Oyunlardaki hikâyeleri, kadınların ya da kuirlerin kamusal alana sınırlı ya da tek yönlü bir şekilde yansımış gerçek hayat deneyiminden yola çıkarak kuruyoruz. Bu deneyim arkasında yatan koşullar ortaya konarak, feminist bir dramaturjik yaklaşımla yeniden kurgulanıyor.
Podcast söyleşileri ile oyunlardaki ana konuyu daha geniş bir bağlama yerleştiriyorsunuz. İkinci sezondaki söyleşiler için nasıl bir podcast formatı hayal etmiştiniz?
Beril: Söyleşilerle ilgili ikinci sezonda oldukça ciddi bir format farklılığına gittik. Bu sezon, söyleşiler deneyime odaklanıyor. Söyleşilerimize hazırlanırken tartışmaya “bir konuda kimin konuşmasını tercih ederiz” sorusuyla başladık. Türkiye’de içerik üreticilerinin tercih ettiği ilk yol, bir konunun ne olduğunu uzman konuğa anlattırmak. Yani temel niyet ağırlıklı olarak yalnızca bilgi almak, dinleyiciye de “bu podcasti dinlersen şu konuda giriş düzeyinde bilgi sahibi olursun” fikri oluşturmak. Biz bu yoldan gitmeyelim dedik. Konuya kafa yormuş kişileri çağırıyoruz, ama bu “kafa yormak”, yalnızca akademik bir niyetle olmak zorunda değil. Söyleşilerimiz herkesin anlayabileceği nitelikte olsun, yoğun kavramlarla ve bazı dil oyunlarıyla kimsenin kafasını bulandırmayalım, fakat bilgi almanın yanında, dinleyiciyi düşünmeye teşvik edelim, onun kendi kafasında konuyu tartışmaya devam etmesini sağlayalım diye düşündük. Ele almak istediğimiz konuya dair biz de bir arkaplan araştırması yapıyoruz, dinleyicilerle paylaşmamız gereken şu, şu bilgiler var diye not ediyoruz. Bu bilgileri söyleşiye davet ettiğimiz kişilerin vermediği durumlarda biz devreye giriyoruz. Özetle, niyetimiz deneyim çokluğunu vurgulamak, dinleyicinin kafasında konu hakkında farklı tartışmalar açmak.
İlk “ses tiyatrosu”nu 2020 Haziran’ında yayınladığınız ve altı farklı monolog ile birinci sezonunuzu tamamladınız. Birinci sezonda yayımlanan oyunların hikâyelerinin esin kaynağı neydi? Örneğin, Ben Yaşamak İstiyorum nasıl çıktı ortaya?
Duygu: Hikâyeler genelde gerçek yaşam deneyiminden besleniyor. Bazen bir videodan, bazen bir haberin içindeki bir cümleden bazen yakın çevremdeki bir kadın arkadaşımın anlatısından…
Ben Yaşamak İstiyorum adlı kısa oyunun teması şiddet. Pandemi döneminde ev içi şiddetin ve bahanelerinin arttığına dair bir haberde, bir kadının “bu defa bana şiddet uygulamasının nedeni kuşlara ekmek atmam” dediğini okumuştum. Böylesine insani bir eylemin şiddete neden olmasının çok çarpıcı olduğunu düşünmüştüm. Bundan hareketle kuşlarla dost olan bir kadının hikâyesini hayal ettim. Ben Yaşamak İstiyorum böyle çıktı ortaya.
Nihal’in seslendirdiği kadın karakter, kendisine şiddet uygulayan tutuklu kocasının “koronavirüs önlemleri” bahane edilerek hapishaneden çıkarılacağı haberini alır. “Yaşamak için” çok sevdiği evini ve dostu olan kuşlarına veda eder.
Koronavirüs döneminde, bir yandan ev içi emek hiç görülmediği kadar somutlaştı herkesin gözünün önünde, öte yandan ev içindeki şiddet arttı. Üzerine otoriter sağcı hükümetler, şiddetin önlenmesine dair bu zamana kadar yazılmış en kapsamlı hukuksal metin olan İstanbul Sözleşmesi’ni hedef haline getirdi, saldırılarını artırdı. Türkiye de el çabukluğuyla sözleşmeden ayrılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kampanyalara, eylemlere katılabildiniz mi?
Nihal: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını bir akıl tutulması olarak değerlendirebilirim en kibar şekliyle. Kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin sürekli arttığı, LGBTİ+’lara yönelik nefret cinayetlerinin ve zorbalığın zirvede olduğu, çocuklara yönelik ev içi şiddetin çok yüksek bir oranda yaşandığı coğrafyamızda tüm bunları önlemekte kapsayıcı olabilen bir sözleşmeye hayır demek, ancak toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli şiddeti normalleştirmek, kabul etmek manasına gelir.
2020 yazında, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılacağına dair sinyaller verilmeye başlanmıştı ve bizim de katıldığımız kitlesel eylemlilikler organize ediliyordu. O dönem, K’nın Sesi monologlarından üçünü açık havada canlı performansa uyarladığımız bir gösterimimiz olmuştu. Finalde, “İstanbul Sözleşmesi Uygulansın” baskılı maskelerle çıkmıştık seyirci karşısına.
İlk sezondaki, Herkes Nerede?’nin hikâyesi nasıl oluştu?
Duygu: Pandemide Türkiye’de, dünyada huzurevlerinde bakımsız bırakılan ya da terk edilen yaşlıların hikâyelerini okumak, salgını huzurevindeki bir kadının gözünden yazmaya götürdü. Herkes Nerede? huzurevindeki en yakın arkadaşının koronavirüs salgını nedeniyle hastaneye kaldırılmasını anlamlandırmaya çalışan alzheimer hastası bir kadının hikâyesini anlatıyor. Karakterimiz geçmiş ile bugün arasında gidip geliyor. Usta oyuncu Ayla Algan’ın seslendirmesi ve Sevi Algan’ın rejisi ile yayımlandı bu bölüm.
Pandemi döneminde ev içi şiddetin ve bahanelerinin arttığına dair bir haberde, bir kadının “bu defa bana şiddet uygulamasının nedeni kuşlara ekmek atmam” dediğini okumuştum. Bundan hareketle kuşlarla dost olan bir kadının hikâyesini hayal ettim. Ben Yaşamak İstiyorum böyle çıktı ortaya.
İkinci sezondaki iki oyunun, Annemin Tarif Defteri ve Kırık Bir Jilet Parçası’nın ortak teması yemek. Yemek temasını niçin, nasıl seçtiniz?
Duygu: Yemeğin tüm insanlık için birleştirici ve ortak bir unsur olduğu fikrinden çıktık yola. Yemek teması sanatta da hikâye anlatmak için işlevli ve zengin bir dünya sunuyor. Mesela sinema filmlerini düşünün, yemek sahnelerinin hikâye içinde hep sembolik bir anlamı vardır. Biz de yemek yemeyi, yememeyi, yemeyip yedirmeyi, pişirmeyi, sofralar donatmayı, o sofralardan kalkmayı, bazı sofraların özlemini duymayı kadınların ve kuirlerin gözünden anlatmak istedik.
Sinemada, sizde iz bırakan yemek sahneleri neler?
Nihal: Ferzan Özpetek’in yemek sahnelerini çok severim. Mesela Serseri Mayınlar bol yemekli, sofralı bir film olarak beni çok etkilemiştir. Çünkü en mühim aile içi gündemler, sonrasında büyük olay yaratacak önemli açıklamalar hep sofralarda dile gelir kültürümüzde. Mesela tam aile sofrasında, bir kardeşin uzun zamandır hazırlandığı konuşmasını yapıp eşcinsel olduğunu açıklayacağı sırada abisinin ondan önce davranıp aileye gey olarak açılması ya da şeker hastası babaannenin pastalar, şekerler, tatlılarla haz dolu bir ölüme gitmesi… Bu sahnelerin üzerine saatlerce konuşabilirim.
Duygu: Vallahi saymakla bitmez, ilk aklıma gelenleri söyleyeyim. Biri yakın zamanda izlediğim Babbette’in Şöleni. 1987 yapımı bir Danimarka filmi. Savaş nedeniyle ülkesi Fransa’dan Danimarka’ya göç etmek zorunda kalan bir kadın aşçının, Babbette’nin gittiği muhfazakâr, hatta püriten diyebileceğimiz kasabayı yemek yoluyla nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. Finaldeki şölen sahnesindeki sofrayı ve kasaba halkının dönüşümünü çok etkileyici bulmuştum. Wong Kar-Wai’nin Chunking Express (1994) filminin ayrılık acısı yaşayan adamın son kullanma tarihi geçmiş ananas konserveleri yediği sahneyi çok sembolik ve anlamlı buluyorum. Bir de son yıllarda beni en çok etkileyen filmlerden biri olan Alfonso Cuaron’un Roma’sında Cleo, Sofia ve çocukların hep beraber dondurma yedikleri sahnenin arkaplanında saklı hayal kırıklığını unutamam.
Annemin Tarif Defteri bir anne-kız karşılaşması. O hikâye nasıl çıktı, esin kaynağı neydi?
Duygu: Oyunu henüz dinlememiş olanlar için sürprizini kaçırmadan anlatmaya çalışayım. Annemin Tarif Defteri, ABD’de yaşayan ve Türkiye’deki annesinden uzak düşen 40’lı yaşlarının başında bir kadın karakterin hikâyesi hakkında. Eline annesinin tarif defteri geçiyor. Ve annesiyle birlikte o defterdeki yemeklerden birini yapmaya başlıyorlar. O yemek pişerken de tarif defterinin sayfaları arasında dolaşıyorlar, anılar yad ediliyor. Geçmiş defterler açılıyor, hatta bir hesaplaşma ile bitiyor oyun. Bu oyun kadınların yazdığı tarif defterlerinin zenginliğinden esinlenilerek yazıldı aslında.
1970’lerle birlikte, tarih yazımında kadınların tarihinin sadece resmi belgelere bakarak değil, günce, mektup, tarif defteri gibi kaynaklardan yola çıkarak da yazılabileceği kabul ediliyor. Feminist tarihçiler kadınlar tarafından yazılan tarif defterlerinin incelediklerinde kadınların yaşamı hakkında pek çok bilgiye erişebiliyor. Yemek tariflerinin satır aralarında kadınların yaşamlarına, kültürel kimliklerine dair pek çok detay bulunuyor. Bir nevi günce işlevi görüyor. Ben de “böyle bir karakterin yazdıklarının yıllar sonra kızı keşfetse ne olur” sorusundan çıktım yola.
Kırık Bir Jilet Parçası, az konuşulan, toplumsal cinsiyet yüklü bir konuyu, bulimia’yı ele alıyor. Bu oyunun fikri nasıl oluştu?
Duygu: Kırık Bir Jilet Parçası bir yeme bozukluğu olarak değerlendirilen bulimia’nın arkasında yatan nedenlerin ne olabileceği ve bunun toplumsal cinsiyetle ilişkisi üzerine bir merakla kaleme alındı. Hakkında çok kilo aldığına dair haberler çıkan bir Youtuber’ın tüm bulimia sürecini çektiği bir videosunu izleyince bu fikir üstüne düşünmeye başlamıştım. Oyunu yazmaya başlamadan önce bulimia, anoreksiya, binge eating gibi yeme bozukluklarının bedenini beğenmeme, yaygın güzellik algıları nedeniyle zayıf olmak isteme gibi motivasyonlarla şekillendiğini düşünürdüm. Ama bulimia sürecini geride bırakmış ya da halen iyileşme sürecinde olan kişilerin hikâyelerini okuduğumda pek çok sosyal, kültürel ve psikolojik faktörün bir arada buna sebep olabildiğini öğrendim. Kusma davranışı geliştirmenin arkasında istismar deneyimi de var, çocuklukta okulda geliştirilen rekabetçi ortamın da etkisi var, ailenin de. Mesela ABD’de büyümüş üçüncü kuşak Yunanistan göçmeni bir kadın, “Amerikalı mı Yunan mı” olduğuna dair aidiyet karmaşası yaşadığı ergenlik döneminde, her pazar katılmak zorunda olduğu kalabalık aile yemeklerine dair bir tepki geliştirdiğini ve kusma davranışının buradan kaynaklandığını anlatıyordu. Bu konuda Maris Stavrou’nun derlediği Bulimics on Bulimia adlı kitap ve Stephanie Covington Armstrong’un Not All Black Girls Know How to Eat adlı özyaşamöyküsü çok ufuk açıcı olmuştu.
Sinema filmlerini düşünün, yemek sahnelerinin hikâye içinde hep sembolik bir anlamı vardır. Biz de yemek yemeyi, yememeyi, yemeyip yedirmeyi, pişirmeyi, sofralar donatmayı, o sofralardan kalkmayı, bazı sofraların özlemini duymayı kadınların ve kuirlerin gözünden anlatmak istedik.
Bu oyunların ardından, oyunlarla bağlantılı olarak Yasımızı Nasıl Yaşarız? ve Nedir Bedenimizle Derdimiz? söyleşileri yayınlandı. Bu podcastlerin oyunlarla nasıl bir ilişkisi var?
Nihal: Sohbet formatındaki bölümlerimizde, oyunlarda bir kesitte ele alınan konuları daha derinlemesine konuşma fırsatı buluyoruz. Yasımızı Nasıl Yaşarız? söyleşimiz iki farklı bağlamda yas üzerine deneyimlerini paylaşan konuklarımız Takuhi Tovmasyan ve Sepin İnceer ile bizim de kendi yas deneyimlerimizi paylaştığımız “Yasımızı nasıl yaşarız, kimlerin yasını tutarız, yas gelip geçici bir süreç mi, yas ritüellerimiz neler, ölenin ardından pişirdiğimiz yemekler neler” gibi sorulara cevap aradığımız bir sohbet oldu. Özellikle Takuhi Hanım’ın helva tarifinin ve sohbette de bahsettiği helva kavurma ritüelinin oyunun üretimine de ilham olduğunu söyleyebiliriz. O ritüeli ve hikâyesini burada anlatmayayım, okuyucular söyleşimizi dinleyip Takuhi Hanım’ın kendi güzel dilinden duysunlar.
Nedir Bedenimizle Derdimiz? bölümünde ise “Çocukluktan bu yana bedenimizle, dış görünüşümüzle nasıl bir ilişki kurduk? Neleri yedik, neleri yemedik? Büyüdüğümüzde ne değişti? Beden algımız nasıl şekillendi?” gibi sorulara Eda Çakmak ve Ilgaz Yalçınoğlu ile cevap aradık. Eda’nın beden olumlama aktivisti olma yolculuğu ve bunun modaya olan ilgisi ile nasıl ilişkilendiğini konuşmak, Ilgaz’ın ise trans uyum süreci ve yeme bozukluğu deneyimini, bu süreçte bedeniyle bağlantıya geçmekte müziğin nasıl etkin bir rol oynadığını konuşmak çok farklı açılardan bedenle olan bağları ele almamızı sağladı.
Genel olarak podcast formatı hakkında ne düşünüyorsunuz? K’nın Sesi serisini, sürdürmeyi düşünüyor musunuz?
Duygu: Podcast Türkiye’de çok yeni bir alan. Fakat birinci sezon ile ikinci sezon arasındaki dinleyici artışı bile bize “sadece dinleyerek katılma” halinin giderek daha çok benimsendiğini gösteriyor. Podcast’teki kurmaca ve kurmaca dışı anlatılar dinleyicinin üretici ile daha derin bir bağ kurabilmesini sağlıyor, çünkü bunu dinleyiciyi işitsel bir deneyime sokarak yaptığı için dinleyicinin algı dünyasına nüfuz edebiliyor. Biz Virgina Woolf’a referansla bunu kulaklığını takan bir dinleyicinin “kendine ait sanal bir odası” olması şeklinde tarif etmeyi seviyoruz. Oyunlar için çok farklı seyircilerden “dinlerken sanki ben de oradaydım” yorumunu o kadar çok duyuyoruz ki… Ya da her seyirci oyunun geçtiği mekânı bambaşka detaylarla tarif ediyor. Tüm bunlar zengin bir düş dünyasını ima ediyor.
Beril: Şimdilik Türkiye’de podcast mecrasının hedef kitlesi belli tüketim alışkanlıklarıyla çevrili, içerikler sınırlı bir kesime hitap edecek şekilde tasarlanıyor. Bu konuyla ilgili yakın zamanda Duygu’nun yazmış olduğu “Podcast Mecrasına Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Bakmak” yazısını önerebilirim. Yalnızca tekleşmiş bir kültürel sermayeye hitap etmenin ötesinde, sınırları aşmaya çalışıyoruz. Örneğin, bizim için web sitemiz, Spotify, Apple Podcasts gibi mecraları kullanmayan dinleyicilere ulaşmak adına çok önemli.
Biz de kendine ait zamanı ve dinleyebileceği mekânı, altyapısı (kulaklığı) olamayan dinleyicilerin kulaklıkla oyunlarımızdaki tasarımı deneyimleyebilecekleri sosyal sorumluluk projeleri geliştirmek istiyoruz. K’nın Sesi sadece toplumsal cinsiyeti merkeze alarak podcast içeriği üreten bir kanal değil. Dinleyicisiyle, üreticisiyle buluşmayı hedefleyen podcast mecrasına bütünlüklü bakan ve o mecranın kullanım biçimlerini, üretim ve tüketim koşullarını tartışan, dönüştüren başka başka projelerle de devam etmek istiyoruz.
Yasımızı Nasıl Yaşarız? yas deneyimlerimizi paylaştığımız bir sohbet oldu. Nedir Bedenimizle Derdimiz?’de ise “Çocukluktan bu yana bedenimizle, dış görünüşümüzle nasıl bir ilişki kurduk? Neleri yedik, neleri yemedik? Büyüdüğümüzde ne değişti? Beden algımız nasıl şekillendi?” gibi sorulara cevap aradık.
Önümüzdeki bölümlerde neler bekliyor bekliyor bizi?
Nihal: Cahide’nin ardından gelecek olan söyleşide meslekte nasıl tutunuruz, ne gibi engellerle karşılaşırız, kadınların mesleklerinde var olma mücadelesi nasıl şekilleniyor gibi soruların üstünden ilerleyeceğiz. Çok kıymetli tiyatro sanatçısı Tilbe Saran ve çok genç yaşta olimpiyatlara katılmış olan jimnastikçi Tutya Yılmaz ile yaptığımız sohbet iki farklı alanda, farklı yaş gruplarında kadınların tutunma hikâyesini odaklanacak. Üçüncü sezonda ise bir Arkası Yarın serisi yapma hayalimiz var, ama henüz netleşmedi.
Duygu: Şu anda prova sürecinde olduğumuz dördüncü oyunumuz hapishanedeki bir kadının deneyimini yemek metaforu üzerinden ele alacak ve bir açık görüş kesitine odaklanacak.
Şu anki koşullarda ortaya çıkan, pandemi sonrasında kalıcı olmasını dilediğiniz bir pratik var mı, özellikle tiyatro açısından?
Nihal: Genel olarak her alanda çok daha rahat bilgiye erişebileceğimizi ve illa fiziken bir arada olmak zorunda olmadığımızı idrak ettiğimiz bir süreç oldu pandemi. Bunların devam etmesini elbette isteriz. Fakat özü gereği tiyatro seyircisiyle bir arada var olabilen bir janr ve bir an evvel elbette sahnelerde canlı olarak seyircilerle buluşacağımız günleri sabırsızlıkla bekliyoruz. Bir yandan da pandemi vesilesiyle ortaya çıkan dijitali daha çok içeren hibrit yapılarda eserlerin gelişerek devam etmesi ya da yeni çıkan izleme yöntemlerinin kalıcı olması çok güzel olur. Örneğin, Moda Sahnesi’nin başlattığı “sahneden naklen” konseptinin devam etmesini çok isteriz. Bu konseptte canlı olarak oyun sahnelenirken aynı anda izleyici de evde oyunu seyrediyor. Bu vesileyle normalde oyunu gelip izleme şansı olmayan, bizim de yüksek ihtimalle turneye gidemeyeceğimiz farklı şehirlerden ve ülkelerden birçok izleyicimiz oyunlarımızı seyredebilmiş oldu.
Son söz?
Nihal: Dinleyenlerin pasif konumda olmamasını, bizle hikâyelerini paylaşarak aktif katılımcılar olmalarını arzu ediyoruz. Çünkü tüm K’lar olarak paylaştıkça ve bir arada durdukça güçleneceğimize inanıyoruz.