İstanbul’a ne zaman geldiniz Vahan Usta?
Vahan Kocaoğlu: İstanbul’a Tuna nehrinden buz yığınlarının geldiği yıl geldim, üç yaşımda, 1928’de. Yozgat’tan göç ettik. İlk önce Beşiktaş kilisesinde derme çatma bir barınakta kaldık, bir süre sonra Ihlamur Setüstü’nde, ardından Yıldız’da, sürekli sefalet içindeki yerlerde kaldık. 1934’ün sonlarında, şimdiki Sakıp Sabancı Lisesi’nin orada bir okul vardı, o okulun arkasında bitişik olarak bir kerezman (mezarlık) vardı. Biz o kerezmana yerleştik birkaç aile, zaten battal bir mezarlıktı ve sanırsam 50’lere kadar da kaldı o mezarlık, sonrası istimlâk. Düşünün, Beşiktaş’tan buraya (Yıldız) bir tek yol vardı. Bostanlıktı burası alabildiğine, Barbaros falan yoktu…
Bizim gibi birçok aile bu mezarlıkta kaldı uzun süre ve o dönem istimlâk başladı. Biz bu apartmanı yaptığımızda burada hiçbir şey yoktu, tek tük araba görürdük, ben çocukluğumda balkondan Şişli tramvayının ışıklarını görürdüm, o kadar tenhaydı İstanbul. Babam rahmetli, cebinde beş kuruş yokken bu evi yaptı işte, sağolsunlar, çoğu kişinin yardımıyla, birisi çimento verdi, birisi tuğla verdi, birisi harcını karıştırdı…
Kerezmandan laf açılmışken, biraz gereksiz bilgi olacak, beni affedin ama, Taksim Gezi Parkı’ndaki mezarlığı da hatırlarım ben. Orada hatta kilise vardı, şimdiki Divan Oteli’nin yerinde, onu da istimlâk ettiler. (Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi) Orada hatırımda Aşçı Hasip vardı, böyle kocaman bir adam. (taklidini yapıyor) Bir de Berber Hagop, ufak tefek, sevimli bir adam. Bana, “gel küçük adam, saçını keseyim” derdi. Bende para yok ki, mahçup olurum diye çekinirdim. Sipahi Ocağı vardı bizim Surp Agop’tan 200 metre uzaklıkta, bir de çeşme hatırlıyorum caddeye bakan tarafta. Atatürk heykeli her zamanki gibi öndeydi, o “hedefiniz Akdeniz” işaretiyle…
‘80 darbesi sonrası cadde üstünde durmaya izin verilmedi, o yüzden bir ara sokağa girmek gerekti. ‘80’den beri Galatasaray Lisesi’nin yanındaki o sokakta duruyorduk işte, taa ki kanun çıkana kadar.
Nasıl geçinirdiniz?
Ben her türlü iş yaptım, Elmadağ ve Harbiye taraflarında çok çalıştım, Cihangir’de, Taksim’de, ayrıca Emirgan’da. Ailemin hiç geçim kaynağı yoktu. Dört kardeşim vardı, sefalet içinde büyüdük. Babam da amelelik yaparak geçimini kazanırdı rahmetli. Çok zor büyüdük efendim, imkânsızlıklar beni hep sosyal yaşamdan uzak tuttu, ben çok istememe karşın ne bir sinema ne bir konser. Bilir misiniz Safiye Ayla’yı?Ben onu camdan seyrederdim, okuduğu mikrofonu uzaktan görürdüm, bu dediğim 40’lar, ben gencim ve hayata en imrendiğim dönemler. Ama o dönemler daha iyiymiş, şimdi çok daha zor, ayda bir-iki gazinoya, meyhaneye giderdik, şimdi…
Ne içersiniz? Rakı mı?
Ben rakı içerim, ama pahalılıktan ağzımıza koyamıyoruz. Rakıyı hep tercih ederim ama, düşünüyorum ki sanırım benim gibi halk da pahalılıkta başka şeyler içiyor. Önüne geçilmez bir zam… Hemen hemen 80’lerin sonu, 90’ların başına kadar halkın bir yaşama gücü vardı; arkadaşlarla bir meyhaneye, bir gazinoya, bir birahaneye gidip içebilirlerdi. Ama şimdi zamanın getirdiği ağırlıklar her şeyimizi altüst etti. Şimdi bir şişe alırsam, onu idareli içiyorum… Yani, istek var ama, bu yaşam şartlarında devam etmek mümkün değil.
Kitaplarla ilişkiniz ne zaman başladı?
Emirgan’da bir doktorun yanında bahçıvan yardımcısıydım ‘43’lerde, yedi-sekiz ay çalıştım orada. O yıla kadar, 15’ini aşmış gibi bir çağdaydım ve kitap hakkında bilgim vardı. Kitap alacak gücümüz yok, günde alıyoruz bir lira para. Nasıl geçtiyse elimize, bir formalık bir kitap geçti. O 15 sayfada, inanır mısın, yeni bir dünya keşfettim. Bir de, sanırım Emirgan’da çalışırken, o Boğaz’ın güzelliğinin kitapla buluşması bende başka bir dönem açtı. O ruh güzelliğini görünce ben bir şeyler aramaya başladım. Neydi bu? Elime ne geçerse okumaya başladım, param oldukça kitap almaya başladım. Haftalığımın yarısından fazlasını verirdim, çılgınca bir istekti…
Günler geçti, dükkân açtım Cihangir’de, ayakkabı üstüne. Orada zaruri bir şey oldu ve kirayı veremedim. Kirayı da bir şekilde ödemem lâzım. Altıda kapatmaya başladım dükkânı, Beyoğlu’nda kendi kitaplarımı satmaya başladım. Böyle böyle başladım sahaflığa. O dönem benden başka kitapçı yoktu sokakta…
Nerelerde dururdunuz?
İlk Tokatlıyan Oteli’nin önüne koydum, oradan kalktım iş Bankası’nın oraya, Halkbank’ın oraya indim. Sırayla Tünel’e doğru kapı araları, her türlü boşluk, set üstleri… Bir gücümüz yoktu yer tutmaya… ‘80 darbesi sonrası cadde üstünde durmaya izin verilmedi, o yüzden bir ara sokağa girmek gerekti. ‘80’den beri Galatasaray Lisesi’nin yanındaki o sokakta duruyorduk işte, taa ki kanun çıkana kadar.
O gece dükkândaydım. Şiddetli darbe sesleri gelmeye başladı; kepenklerin ve camların kırılışını duyuyorum, eşyalar düşüyor, hücum edişlerini hissediyorum. İçerden ben bunları duyuyorum, çünkü kepengi kapatmışım. Sesler geliyor: “Vurun, kırın, acımayın!”
Hakkınızda yayınlanmış epey söyleşi, makale, kitap, fotoğraf, hatta karikatür var. Bunlara göz atarken fark ettik ki, 6-7 Eylül’de korkulu dakikalar yaşamışsınız…
Anlatayım. Osmanlı Yokuşu’nda Karekin Varbed’in ayakkabı dükkânında çıraklık yapıyordum, ayakkabı üstüne. Düşün ki meydana 100 metre uzaklıkta. Ölümle yüz yüze geldim ben, kılpayı kurtuldu deriz ya… Ben o gece dükkândaydım. Varbed giderdi saat 7’de, ben 10-11’lere kadar çalışırdım. O gece saat 7 gibi usta giderken endişe verici bir uğultu geliyordu zaten meydandan, ustam gitti, bir baktım sesler çoğalıyor, bir bakayım dedim, bağırma çağırma, geri geldim dükkâna, dedim ki Emniyet nasıl olsa bunu önleyecek.
Aradan 15-20 dakika geçti, şiddetli darbe sesleri gelmeye başladı; kepenklerin ve camların kırılışını duyuyorum, eşyalar düşüyor, hücum edişlerini hissediyorum. İçerden ben bunları duyuyorum, çünkü kepengi kapatmışım. Sesler geliyor: “Vurun, kırın, acımayın!” Bütün o sokak neredeyse Ermeni – Rum zaten. Ben dedim, şimdi çıkarsam an meselesi, beni döverek öldürürler, ama çıkmazsam da öleceğim. O muhitin adamları da gösteriyorlar, “şurası Ermeni, burası Rum” diye bağırıyorlar… Yahu ben kapana kısıldım, açıp kepengi kaçacağım ama, inanır mısın, kilidi açamıyorum.
Oturdum, kara kara düşünürken “pat pat pat” diye ayak sesleri duyuldu, alttan bakınca ayakları gördüm, bir manga polis, ben o anda artık nasıl olduysa kilidi açabildim ve polislerin arkasından fiydim. Hemen Beyoğlu’na, çünkü kardeşim orada. Allah’tan o erken eve gitmiş. Gerisini anlatmaya gerek yok, her yer tarûmar…
Peki neden 45 yıllık Beyoğlu’nu bırakıp Beşiktaş’a geldiniz?
Kesinkes yasak geldi çünkü. Bu yasak aslında 2003’te gelmişti, ama zabıta bizi idare ediyordu. Zor bela iki yıl durduk, ama dayanma gücümüz 2005’e kadarmış. Ekipler “kitap görmeyeceğiz, alıp götürürüz” demeye başladılar. Bir de, açıkçası o eski kitap meraklıları da yok…
Ben böyle avını bekleyen tazı gibi duruyorum dar sokakta. Neydi, arada gelip çayımızı içen dostlarımız vardı, bizi unutmazlardı, “Vahan Usta” deyip gelir sarılırlardı. Bir şey dağılmayagörsün, toplaması öyle zor olur ki. İşte aynen böyle benim durumum.
Fazıl Hüsnü Dağlarca her geçtiğinde “ustacığım, her geçtiğimde seni görüyorum, seviniyorum ve üzülüyorum” derdi, bunu unutmuyorum. Şimdi de gelsinler diyorum ama, hayat şartları, belki uzak geliyor Beşiktaş onlara, ya da nerede olduğumu bilmiyorlar.
Konuşmak zor bu konuları. Bakın, Hrant Dink’i tanır mısınız? Ne zorluklar çıkartıyorlar adama. Neden? Konuşuyor çünkü…
Lafı dolandırmayalım, kitap koyamıyorsun, caddeden gözetliyor sürekli memurlar. Ben burada aslında zabıtaya da kabahat bulmuyorum kesinlikle. ‘80’den beri de yasaktı ama, bakın, zabıtanın güzel bir anlayışı vardı. Bir şekilde hallediyorduk, ama onlar da istemeden başvurdular bu duruma. Eh, Beşiktaş’ta yasak yok mu? Var. Var ama, idare ediyoruz işte, bir mendilci geliyor yanına, bir takıcı, üçümüz çok yayılmadan duruyoruz… Yüz kitap yerine yirmi kitap koyuyoruz. Adam geliyor, “kaldırın” diyor, “peki abi” diyoruz, ne yapacaksın?..
Neden Hayal Sahaf diyorlar size?
Evet, Hayal Sahaf Vahan Usta. Hayal… Bu kişisel yapıdan geliyor, görünmememden… Bana derlerdi ki, git sıkıntılarını anlat zabıtaya, konuş. Ben bunu yapamam, zabıta zaten beni idare ediyor, bir de üstüne nasıl gidip derim “bana bir çözüm” diye? Fazla ortaya çıkarsam, sınırı geçersem olmaz, benim yapım da biraz naif.
Bu beni de düşündürüyor inanın, Hayal Sahaf… Ben acaba topluma gereken bir hizmet veremedim mi diye düşünüyorum. Hizmet vermişim ama, gerektiği kadar verememişim…
Peki, ya toplum size gereği kadar önem vermemişse?
Onu bilemeyeceğim… Neden toplum bana ilgi göstersin?
Kitapla uğraşıyorsunuz, sahaflık eski bir meslek ve 45 senedir Beyoğlu’nda yılmadan kitap satıyorsunuz…
Ben girgin birisi değilim, naif bir insanım… Belki konuşabilseydim insanlarla, bir yerim de olurdu ama… Hoş şeyler bunlar işte…
Ermenilerle ilişkiniz nasıl?
Aktivitesizlik olarak kabul etmek lâzım Ermenilerle ilişkimi. Bu benim yapımın tuhaf oluşuyla ilgili sanırım. Salih Kalyon’u tanırsınız belki, oyuncu, o kadar açık bir insan ki. “Vahancığım” diye gelir, sarılır. Ben bu adama ne yaptım? Hiçbir şey, bir-iki kitap sattım belki, almış Bostancı’dan bir koli kitap, getirdi satmam için, en azı 50-60 milyonluk kitap var içinde. Neden anlatıyorum bunu? Bizim cemaatten bir gün böyle bir adam çıkmadı bana el uzatan, bir kibirlilik, bir kendini beğenmişlik… Ama diyeceksin itham ediyorsun, hayır, itham değil, o kadar olur. Kibarlık bulaştı onların tavrına, birkaç kişi var içlerinde, arada Beşiktaş mütevelli heyetine gidiyorum, ama bir şey de diyemiyorum. İşte ah bu karakterim… Varlıklılar ya… (taklitlerini yaparak konuşuyor)
Ben böyle bir hayat mücadelesi içinde onlara üç-beş kuruş verin diyebilecek insan değilim… Böyle bir çıkmaz içindeyim, hani bazı şeyler hassastır, onu böyle aşamayız. Salih Kalyon’u anlatmam bu yüzden. Ulan bir gün de sıcak bir merhaba de be, çok değil… Merhabaları bile sürekli yarım yamalak… Aslında bir dakika, belki de tuhaflık bende kardeşim… Belki de ben eksiğim… Gidip de ne kiliseye uğruyorum, ne bir şey yapıyorum, insan her şeyi karşısındakinden beklememeli… Dönüp dolaşıp yine hayal kişiliğe geliyorum işte… Hayal Vahan…
1915’te neler yaşamış aileniz?
(biraz çekinerek) Bir ufak sürgün hayatı çekmişler, evet. Bize hiç anlatmazlardı… Ben size bir soru sorayım: Tehcirle göçü aynı anlamda kullanabilir miyiz?
Tehciri zorla göç ettirilmek, göçü ise kendi kararıyla gitmek anlamında kullanabiliriz galiba…
(düşünüyor) Biz yaşadık ikisini de o zaman… Yahu, konuşmak zor bu konuları. Bakın, Hrant Dink’i tanır mısınız? Ne zorluklar çıkartıyorlar adama. Neden? Konuşuyor çünkü…
VAHAN AMCA GALATASARAY’DAYKEN
Kaldırım kütüphanesi
1995 yılından, Beyoğlu henüz “mutenalaştırılıp” işgal edilmemişken, ne zaman gitsek onu bulacağımızı bildiğimiz bir zamandan bir Vahan Amca portresi…
Haddinden fazla dürüst ve haddinden fazla ucuzcuydu. Katiyyen kimseyi kazıklamaz, tutamayacağı sözü vermez, borçlusunu utandırmaz, dara düşüp de kütüphanesini satanları ketenpereye getirmez, değerli bir kitabı ucuza kapatmak için havada üç takla atmaz.
Ona bir gün mutlaka uğrayın. Selüloz çamuruyla kara elini çekinmeden ve samimiyetle sıkın, onunla konuşun, hatırını sorun. Gözlerine bakın, çok güzeldir. Sigara ikramını geri çevirmeyin, size çay getirmek için Balıkpazarı’na gidecektir, engel olmayın.
Kimi Pera apartmanlarının cephelerinde keşfedilmemiş heykelcikler vardır ya hani, hep göz-gez zaviyesinden bakılınca gözükmeyen, bir gün başınızı kaldırıp da bakınca, dalgınlığınızı yüzünüze vuran. Vahan Bey de işte bunlardan biri. 1960’ta Beyoğlu’na çıkmış ve bir daha ordan hiç inmemiştir. 35 yıldır Galatasaray’da, Galatasaray Lisesi’nin yanından giren Kartal (Su Terazisi) sokağının köşe başında kitap satar.
Haddinden fazla dürüst ve haddinden fazla ucuzcuydu. Katiyyen kimseyi kazıklamaz, tutamayacağı sözü vermez, borçlusunu utandırmaz, dara düşüp de kütüphanesini satanları ketenpereye getirmez, değerli bir kitabı ucuza kapatmak için havada üç takla atmaz.
Belki yüzlerce kere önünden geçmişsinizdir. Hatta onunla alışveriş bile yaptığınız olmuştur. Ama Vahan Bey’i farkedemezsiniz. Gölgesini sessizce sürükler, yaşadığını belli etmekten çekinir gibi duvar diplerine saklanır.
Vahan Bey, İstanbul’a üç yaşında düşmüş, bir Yozgat-Boğazlıyan Ermenisi. Cemaat onlara başını sokacak bir ev bile veremediğinden, ailecek, şimdi Yıldız’da, Sabancı Lisesi’nin olduğu yerde bulunan bir Ermeni mezarlığına sığınmışlar. Annesi, İstanbul’a gelişlerine “buzların Boğaz’ı tıkadığı yıl” diye tarih düşürmüş, yani 1928. (Beşiktaş’tan Üsküdar’a buzların üstünden yürüyerek geçiş, bundan 28 yıl sonra, 1956’da bir kez daha tekrar etmiştir.)
Babası tehcirden önce köy berberiymiş, İstanbul’da amele olmuş. Dedesi ise zangoçmuş, 90 küsur yaşında geçenlerde öldü. Biraz mezarlıkta idare ettikten sonra, Ermeni kiliselerinde yatıp kalkmışlar uzun süre. Sonunda Yıldız’da bir ev edinmişler.
Vahan Bey kısa süre Beşiktaş’ta, balık pazarından Yıldız’a tırmanan Maşuklar caddesindeki Makruhyan okuluna devam etmiş. Sonra bir kundura ustasına çırak verilmiş. Sahaflığa o yılların “mutena” semti Cihangir’de, ayakkabıcılık yaparken başlamış. Vitrininde, pençesi değişmiş kapıcı iskarpinleri ile danslarda topuğu incinmiş ruganlar kitaplarla yan yana dururmuş.
Ona bir gün mutlaka uğrayın. Selüloz çamuruyla kara elini çekinmeden ve samimiyetle sıkın, onunla konuşun, hatırını sorun. Gözlerine bakın, çok güzeldir. Sigara ikramını geri çevirmeyin, size çay getirmek için Balıkpazarı’na gidecektir, engel olmayın.
Vahan Bey’le aynı zamanda sahaflığa başlayan bütün meslektaşları, hatta ardından gelenler bile bugün iyi-kötü bir dükkân sahibidir. Ama o, 1960’ta kapattığı ilk ve son dükkânından sonra kaldırımlara düşmüş, çok iyi bir sahaf olduğu halde bir türlü mülk sahibi olamamıştır. Onunla bu mesleğe girenlerin söylediğine göre, elinden öyle kitaplar, albümler, öyle gravürler geçmiştir ki, bugün bunlar milyonlarla ifade edilen paralarla elden ele gezmektedir. Bunlardan istifade edememişti. Çünkü haddinden fazla dürüst ve haddinden fazla ucuzcuydu. Katiyyen kimseyi kazıklamaz, tutamayacağı sözü vermez, borçlusunu utandırmaz, dara düşüp de kütüphanesini satanları ketenpereye getirmez, değerli bir kitabı ucuza kapatmak için havada üç takla atmaz. Toptan alışverişlerde ise gözü kara, hatta paldır küldürdür.
Siz onun şimdiki yoksul haline bakıp da yanılmayın. Bir zamanlar kredisi gayet yüksek, şık giyinmeye meraklı, şöhretli dostları olan ve aranan biriymiş. Zamanında en bulunmaz “parçaları” alıp satarken, bir yandan da hayatın tadını çıkarmayı ihmal etmezmiş. Eski zaman bilardocuları onu, Ağacamii sokağındaki “tribünlü” bilardo salonu Lüksemburg’da ıstakasıyla caka satarken hatırlıyorlar. Sonra fotoğrafçılığı da var. Fırsat buldu mu, makinesiyle sokak sokak dolaşıp İstanbul peyzajları görüntülermiş.
Amerika’dan, Fransa’dan kitap siparişileri aldığı o günlerde, kitap meraklıları ona uğramadan Galatasaray’dan geçmezlermiş. “Marazi” müşterilerini memnun etmek için sergisini sabahın yedisinde açar, geceyarısı tiyatrolardan, sinemalardan başı “hülyalı” dağılan insanlar için gece yarısına kadar çalışırmış. Mesela Cahit Irgat, Ayfer Feray, Özdemir Asaf, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Afif Yesari, Necdet Mahfi Ayral, Erol Günaydın, Nejat Uygur, Muammer Hacıoğlu, Rükneddin Resuloğlu, Oktay Rifat, Tahir Kutsi Makal, Durmuş Dede bu türden en sadık müşterileriymiş. Tabii o saate kadar kalınca, tezgahını toplamadan kitaplarıyla hemencecik orada uyurmuş.
Dünyanın en yoksul sahafı bugün 65 yaşında. Birkaç yıl evvel Yedikule’deki cemaat hastanesinde ülserini aldırdı. Ve o çok sevdiği sigarasına yeniden kavuştu. Nekahat döneminden hemen sonra Galatasaray’daki yerine geldi, kitaplarını kaldırıma serdi.
Ona bir gün mutlaka uğrayın. Selüloz çamuruyla kara elini çekinmeden ve samimiyetle sıkın, onunla konuşun, hatırını sorun. Gözlerine bakın, çok güzeldir. Sigara ikramını geri çevirmeyin, size çay getirmek için Balıkpazarı’na gidecektir, engel olmayın. Konuşurken sağ eliyle sağ omuzunuzu oyar gibi dürtükleyecektir, aldırmayın. Ona kitap verin ya da ondan bir kitap, bir kartpostal alın. Vahan Bey’in hayattan bunlardan başka bir talebi yoktur.
Ümit Bayazoğlu
Express, sayı 75, 1 Temmuz 1995