24 Haziran sonuçları sosyalistlere ne söylüyor? Sarı sendikaya “hayır” diyen işçiler niye Cumhur İttifakı’na “evet” diyor, niye Millet İttifakı’na güvenmiyor? Direnen işçilerin taleplerini onlarla yan yana durarak dile getirmek yerine TÜSİAD’da aşk söylemi stand-up’ı yapmayı tercih eden siyasetle “Çorum’dan adam çıkmaz” demeye getiren “solculuk” arasındaki yakınlık önümüze nasıl bir ders koyuyor? “Yapmak lâzım”cı laf ebeliğinden uzak durup neler yapmak lâzım? Umut-Sen örgütlenme koordinatörü, Birleşik Emek Koordinasyonu kurucularından Başaran Aksu’ya bağlanıyoruz. Antakyalı rap’çi Taladro’nun ”Beşinci Mevsim” şarkısının eşliğinde…
Gebze’de bulunan diğer işletmesinde Türk-İş’e bağlı sarı sendikanın örgütlü olduğu şirket, Çerkezköy’de yeni bir fabrika kurmuş ve altı ay önce bu fabrika faaliyete başlamış. Fabrika işçileri ise bu işletmeye sarı sendika yerine DİSK’e bağlı ve itibarlı sayılabilecek bir sendikanın gelmesini istiyor. Umut-Sen’e ulaştılar ve 25 Haziran’da konuyla ilgili bir toplantı yaptık. Haliyle seçim sonuçları da toplantının önemli gündemlerinden biriydi.
Ağırlıklı olarak mavi yakalı işçilerin yaşadığı Çerkezköy ve Kapaklı’da Cumhur İttifakı çoğunluğu sağlamış. Bizi toplantıya çağıran işçiler de ağırlıkla oylarını bu ittifaka vermişler. Havzadaki patron ve sarı sendika düşmanı faaliyetlerimize rağmen bizi neden çağırdıkları üzerinden seçim tavırlarını neye göre belirlediklerini anlamaya çalıştık. Çünkü eğer DİSK konusunda kararlıysanız devletle, sarı sendikanın bölgedeki çeteleriyle, toplu işten atılmalarla karşı karşıya gelebileceklerini zaten konuşmuştuk.
Bununla da kalmayacağını, diğer fabrikalarda çalışan yakınlarının bile işten atabileceğini söyledik. “Daha önce bu tarz saldırıları şu fabrikalardaki örgütlenmeleri kırarken yaptılar” dedik.
İşçilerin cevapları
İşçilerin verdiği cevapların, söylediklerinin özeti şu:
“Korkmuyoruz, mücadele etmek istiyoruz, bu yolu mutlaka denemek istiyoruz. Eğer bu sarı sendika gelirse zaten patronun dediği olacak, atılırsak aynı koşullarda başka fabrikalarda iş buluruz. Kriz var, daha da büyüyecek. Bu adam allem eder kallem eder, parayı bulur. Ancak diğerleri huzur vs. diyor. Ülke savaşta; nasıl yapacaklar dediklerini? Parayı nereden bulacaklar? Diğerleri geldi diyelim. İşçiler için neyi değiştirecekler ki? Bir şey değişmez. Biz de çocuklarımızı iyi eğitmek istiyoruz, ancak ödemeleri yapamazsak halimiz perişan. Bırak eğitimi, aç kalırız. Fabrikadaki 250 işçinin neredeyse hepsinin uzun vadeli kredi borçları var ve kurdukları ödeme dengesinin bozulması onlar açısından facia anlamına gelir.”
Çoğunluğu yeni evlenmiş, küçük yaşta çocukları olan genç işçiler bunlar. Metal Fırtına’yı biliyorlar, sendikanın sarısını da gayet iyi tanıyorlar.
Önceki yazıda taşerona kadro konusunda özel şirketlerden kurtulmuş olmanın bir hoşnutluk yarattığını, henüz kadroya geçmemiş olanlara AKP tarafından “sıra size de gelecek” beklentisinin aşağıya doğru yayıldığını, ancak bunun mücadele etme kararlılığını ortadan kaldırmadığını yazmıştım. Soma, Zonguldak, Afşin-Elbistan, Murgul gibi enerji havzalarındaki işçiler, Soma katliamının ardından kamuoyu baskısı ve mücadeleyle kazanılan, yeraltı maden işçilerine çift asgari ücret, haftada iki gün izin, yirmi yılda emeklilik gibi düzenlemelerin AKP tarafından yapıldığının farkında.
Direnişteki işçiler ve TÜSİAD’daki aşk söylemi
Diğer gözardı edilemeyecek husus ise, bu tür göreli iyileştirmelerin yükselen şovenizmle birlikte başarıyla oya tahvil edilebilmesi. Emekçi kesimlerin oy tercihleri ile mücadele tercihleri tarihin birçok evresinde örtüşmemiştir. İşçi hareketinin yükseldiği dönemlerde bile ikisinin aktörleri arasında bir açı vardır. Kışlık Saray’a yürüyen Rusyalı emekçiler gibi, 15-16 Haziran’ı yaratanların da çok küçük bir bölümü devrimci ve komünist işçilerden oluşuyordu. Devrimci sosyalistlerin vazifesi (ve hatta varlık sebebi) bu iki tercihin aynı siyasal mecrada buluşturulmasıdır. Türkiyeli devrimciler olarak bu tür bir kabiliyetin fikren ve fiilen oldukça uzağındayız.
Öncelikle, en geniş anlamıyla sol, Erdoğan’ın 2011’den bu yana artık bir ezber haline getirmeyi başardığı “alnı secde görmemiş elitler”, “monşerler” eleştirisini boşa düşürecek somut toplumsal-kültürel pratiklerle kendisini yenileyemiyor. 7 Haziran seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın siyasal söylemi bu elitizm demagojisini itibarsızlaşmak hususunda oldukça işlevliydi ve belirli bir karşılık buldu. Benzer bir şekilde, Muharrem İnce’nin “ben gariban çocuğuyum” vurgusu da –hem CHP’ye hem de AKP’nin kültürel saflaşmayı yönetme kabiliyetine rağmen– emekçiler içerisinde kısmi bir sempati yarattı.
İşçilerin söylediklerinin özeti şu: “Kriz var, daha da büyüyecek. Bu adam allem eder kallem eder, parayı bulur. Diğerleri nasıl yapacaklar dediklerini? Parayı nereden bulacaklar? Diğerleri geldi diyelim. İşçiler için neyi değiştirecekler ki? Biz de çocuklarımızı iyi eğitmek istiyoruz, ancak ödemeleri yapamazsak halimiz perişan. Bırak eğitimi, aç kalırız.”
Fakat görünen o ki, emekçiler İnce’nin performansına rağmen CHP’nin ilan ettiği seçeneğe oy verdikleri takdirde kendileri için neyin değişeceği konusunda ikna olmamış haldeler. Bu konuda samimi ve gerçekçi olunmadığını düşünüyorlar. Niye mi? Muharrem İnce seçim kampanyasında iki gününü bir buçuk aydır direnen Flormar işçileriyle, iki gününü 11 aydır direnen Real Market işçileriyle geçirseydi ve şöyle deseydi:
“Kiralık işçilik, zorunlu BES, arabuluculuk yasalarını kaldıracağım, sarı sendikal yapıları dağıtacağım, toplu sözleşme kanununu işçiler lehine düzenleyeceğim, sigortasız işçi çalıştırmayı yasaklayacağım, işyerlerinde taciz ve mobbingin önüne geçecek düzenlemeler yapacağım, sendikal örgütlenme önündeki tüm engelleri kaldıracağım.”
İnce direnen işçilerle yan yana durup bunları söyleseydi, işçiler onun “garibanın yanında” olduğuna inanmaz mıydı?
Ama İnce, TÜSİAD’ı ziyaret edip sevip de kavuşamayanların ya da âşık olmaları sınıfsal hakikatlerle çitlenenlerin çoğunlukta olduğu coğrafyamızda, sadece seküler orta, üst-orta sınıflara iyi gelen bir aşk geyiği yaptı. İnce’nin stand-up’ına çok gülen TÜSİAD, TİSK ve TOBB seçimin hemen sonrasında başkanlık rejimi ile Cumhur İttifakı ve Reis’in zaferini coşkuyla karşılayan, kendi lehlerine yeni “reform”lar isteyen açıklamalar yaptı.
Laf ebelikleri ve inkârlar
Sosyalist solun büyük olaylar (en iyi örnek hiç şüphesiz Gezi’dir) ya da seçimlerin ardından yaşanan abartılı yenilgi sendromunun aşılabilmesi için gündeme getirdiği “emek siyaseti”, “sınıf siyaseti”, “dayanışma pratikleri” gibi meselelere dair ivedilikle samimi ve gerçekçi bir karar vermesi gerekiyor. Sadece sosyalist hareketin yeniden inşası değil, emekçilerin AKP ve sermayenin kıskacından kurtulması açısından hayati öneme sahip bu meseleler “yapmak lâzım” takısıyla sınırlı bir programatik laf ebeliği eşliğinde bir sonraki yenilgi sonrasında tekrar gündeme getirilmek üzere rafa kaldırılıyor. Bu, sosyalist solun mevcudunu giderek daha da fazla kemiren bir kısırdöngü. Elde kalan ise, yeni rejimin inşası çerçevesinde planlanan seçimler esnasında gündeme gelen bir kampanya solculuğu.
Sonuç olarak, sosyalistlerin şovenizme karşı, halkların kardeşliği için HDP’ye verdikleri oylarla HDP’nin barajı aşması için verilen stratejik oylar arasındaki ayrım bile tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Hem Kürt özgürlük hareketini hem de sosyalistleri siyaseten güçsüz kılan bir durum söz konusu.
Yukarıda kabaca ifade edilen iki zaaf, bu kısa yazının sınırlarını oldukça aşan tarihsel ve güncel nedenlere dayanıyor. Fakat birkaç cümleyle de olsa özet geçmek gerekiyor. Tarihsel olarak yenilgilere alışık, fakat mücadelenin sürekliliği açısından hayati olan muhasebeyi yapmamak için her türlü apolitik eğilimi güçlendiren bir sosyalist hareketimiz var –belki de “hareket” yerine “toplam” demek daha doğru olur. Bunu görebilmek için 12 Eylül ya da 1990’lara kadar gitmeye gerek yok. 24 Haziran’la ilgili değerlendirme yazılarıyla Gezi ve 7 Haziran değerlendirmelerini karşılaştırınca ne demek istediğim daha kolay anlaşılır.
İlk göze çarpan, birbirinden taban tabana zıt önerileri (HDP, İnce, bağımsız aday, boykot vs.) savunan irili ufaklı ekiplerin her biri, seçimlerden önce (hatta devletin bile öngöremediği Gezi’den önce!) dediklerinin ne kadar doğru olduğunu iddia etmesidir.
Abdülkadir Selvi’nin seçimlerden bir gün önce kimseye seçim-toto oynamamasını öğütlediği, 16 yılda tam 13 seçim (beş genel, üç yerel, üç referandum, iki cumhurbaşkanlığı) kazanan AKP’nin bile 24 Haziran gecesi “gerekli mesajı aldık” dediği bir ortamdaki bu narsisizmin yegâne nedeni sosyalistlerin güçsüzlüğünü kabullenememesi ve nasıl güçlenebileceklerini inkâr etmesidir.
Evet, ne yazık ki bir inkâr söz konusudur. Zira bu memlekette ideolojik bağımsızlığını ve toplumsal zeminini yitirmiş bir sol ne istibdattan kurtulabilecek ne de kendini yeniden inşa edebilecektir. Bu hakikati idrak edebilmek için dahi olmak gerekmiyor.
Seçime girecek kapasiteye sahip çoğulcu-birleşik bir partisi olmayan, şovenizme karşı bir barikat inşa etme niyeti olmayan, kitlelerin katılacağı gerçek bir boykotu örgütleyemeyeceğini gayet iyi bilen, 100 bin imzadan az oy olacağının farkında olan, “düzen değişsin” deyince değişeceğine inanan, DİSK-KESK-TTB-TMMOB yönetimlerinde ya da bağlı birimlerinde bir koltuk kapınca büyüdüğünü düşünen bir sol, kaçınılmaz olarak inkâr etmeyi tercih ediyor. Emekçi yığınların sıkıntıları yerine kendi acı ve hayal kırıklıklarını ikame eden bir sol gerekli siyaset tarzı ve dilini de bulamıyor haliyle. Kuşkusuz, “sol” derken devrimcileri, sosyalistleri, komünistleri ya da kaldıysa klasik sosyal demokratları kastediyorum.
Kendimizi aşmak, alışkanlıklarımızdan kopmak
Sonuç olarak, bu inkârı gizlemek için de Marksizmin mirasını yağmalamak, emekçi sınıfların kurtuluşunun mütemmim cüzü olan klasik örgütlenme argümanlarının içini boşaltarak gündemin sıcaklığında önemsizleştirmek gerekiyor. Önümüzdeki günlerde solun farklı kesimlerinden emek mücadelesinin önemi üzerine birçok öneri göreceğiz, şaşırtıcı olmayacak. Fakat gerçek çok farklı ve rahatsız edici.
Her seçim sonrasında olduğu gibi, bu seçimin sonrasında da özellikle sosyal medya platformlarında Reis’e ve Cumhur İttifakı’na oy veren emekçileri aşağılayan bir kesim var. Bu kesimin içerisinde yukarıdaki dar anlamıyla tanımladığım solcuları da görmek hiç şaşırtıcı değil artık. “Benim 30 bin lira maaşım var. Adam bin lira maaş alıyor, ona rağmen…” ile başlayıp seçimin hemen sonrası işlerinden atılan Bartınlı maden işçilerine “oh olsun, sürünsünler” diyenlerle, şeker fabrikalarının satıldığı illerde Cumhur İttifakı’na verilen oyların tablosunu yayınlayıp aşağılayanlarla, nüfusun üçte ikisinin icra borcu olan Çorum’da Erdoğan’ın seçmenin üçte ikisinin oyunu alması gibi örnekler vererek “zaten Çorum’dan adam çıkmaz diye boşuna denmemiş” demeye getiren aşağılayıcı ifadeleri sarf edenlerle aynı mahalledeyiz.
Şeker fabrikasının satıldığı illerden Kırklareli’nde Millet İttifakı’na çıkan yüzde 65 oy o tabloda niyeyse yok. Eğer o tabloya Kırklareli’ni koysalar, diğer illerin oy tercihi ile şeker fabrikalarının satılması arasında bir ilişki olmadığı ortaya çıkacak. Öte yandan, Çorum’daki icralık yurttaş sayısının yüksek olmasıyla oy oranı arasında olumlu bir ilişki kurmak mümkün. Muhtemelen Çorumlu seçmen de –tıpkı yukarıda Çerkezköylü işçilerin anlattığı gibi– diğer seçenekleri yeterince inandırıcı bulmuyor ve ancak Erdoğan’ın marifetleriyle bulunacak yollarla borcunu ödeyebileceğine inanıyor.
Hayati öneme sahip meseleler “yapmak lâzım” takısıyla sınırlı bir programatik laf ebeliği eşliğinde bir sonraki yenilgi sonrasında tekrar gündeme getirilmek üzere rafa kaldırılıyor. Bu, sosyalist solun mevcudunu giderek daha da fazla kemiren bir kısırdöngü. Elde kalan ise, yeni rejimin inşası çerçevesinde planlanan seçimler esnasında gündeme gelen bir kampanya solculuğu.
Bizim hep birlikte kendimizi aşmaya, alışkanlıklarımızdan kopmaya ihtiyacımız var. Evet, kriz geliyor ve kendi olanaklarıyla geliyor. Devrimin güncelliği fikri bize hazırlık yapmayı, seferberliği emrediyor. Araçları değiştirerek, yeni araçlar keşfederek çoğaltmayı emrediyor. Emekçilerin yaşama ve çalışma alanlarında onlarla beraber bedel ödemeyi emrediyor. Tarihin, davaların ve tercihlerin ancak böyle ortaklaşacağını yine tarih biliminden ve tarihsel deneyimin kendisinden biliyoruz.
Solun çeşitli kesimleri seçimlerden sonra Lenin okumayı telkin ediyor. Yerinde bir öneri, eğer gerekleri yerine getirilecekse tabii. Lenin yenilgi döneminde fabrikalardan gelen mektupları okumaktan vazgeçmemiş, ama Marx’a, Hegel’e, Kant’a, yani felsefeye dönmüştü.
Bizim yola devam etmek için Lenin’den daha büyük bir külliyatımız ve daha fazla deneyimimiz var. Öyleyse bu olanakları devrim için seferber etmek bir sorumluluk ya da tercihten ziyade bir zorunluluktur. Lenin’den ve diğerlerinden daha çok çalışmak ve daha çok üretmek için onlardan daha çok bilgiye ve olanağa sahipken bunu görmezden gelmek, devrim yapma amacının yoksunluğundan ibaret olabilir ancak.