ISTRANCA ORMANLARI’NDAN BİR EKOLOJİST EMEKÇİ

Söyleşi: Saner Şen
24 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI
Geçtiğimiz on yılda enerji projeleri nedeniyle bir kenara itilmeden önce Biosfer Rezerv Alanı ilan edilmesi planlanan ve bio-çeşitlilik envanteri çıkarılan Istranca Ormanları’nın göbeğindeyiz. Enerji projelerinin ardından bir de İstanbul bölgenin suyuna göz dikmiş durumda. Türkiye’nin bio-çeşitlilik açısından en zengin bölgelerinden biri olan Istrancalar doğal yaşlı ormanları, yüzlerce farklı orman çiçeğinin nektarından üretilen şifalı balı, longoz ormanları ve yabanıl hayatıyla ünlü. Karasal iklimin hâkim olduğu bu ıssız ve muhteşem coğrafyada ancak doğanın zorlu koşullarına uyum sağlamış insanlar ikamet ediyor. İsmail Çerekmen de onlardan biri. Ormanın içindeki çiftliğinde tek başına yaşıyor. Tarım, hayvancılık, arıcılık, mantar toplayıcılığı ve maişet motoru dönmediğinde, kendi deyişiyle “istemeye istemeye” orman işçiliği yapıyor. Çerekmen bir kırsal emekçi, ayrıca tabiat gözlemcisi, doğal tarım uygulayıcısı, jeofizik ve fotoğraf meraklısı… Çerekmen’e bağlanıyor, Türkiye’de tarım ve hayvancılığın durumunu, iklim krizinin doğa üzerindeki etkilerini, Istrancaların yok olmaya yüz tutmuş yaban hayatını ve ormandaki yaşamı dinliyoruz.
İsmail Çerekmen’in objektifiyle Istranca Ormanları’ndan bir doğa parçası

En yakın köye yaklaşık 15 kilometre mesafede, ıssızlığın ortasında yaşıyorsunuz. Buraya ne zaman, nasıl geldiniz?

İsmail Çerekmen: Ailem altmış-yetmiş yıldır burada. Babam Bulgaristan göçmeni. Mübadeleden sonra, 1930’larda Hamdibey köyüne geliyor. Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalmışlar, geldiğinde altı-yedi yaşlarındaymış. Mesleği arıcılık. Ormanda gezerken bu yeri görüyor. Rumlardan kalma, açık bir araziymiş. Buraya yerleşiyor, sonra evleniyor ve biz doğuyoruz. O zamandan beri hep buradayız. Baba tarafından çok akraba var bu tarafa gelmiş, ama çoğu burada durmamış. Bu bölgedeki yaşamın zorluğundan dolayı Tekirdağ, Çanakkale, İzmir hattına yerleşmişler. Buradaki araziler tarıma elverişli değil. Kısacası beğenmemişler buraları.

Peki babanız Hamdibey köyünden orman içine neden ve ne zaman geçmiş? 

Askerliğini bitirdikten sonra arıya meraklı olduğu için ormanda ağaç kovuklarında yaşayan arıları bulup çıkartmış. Sonra bölgenin arıcılık için uygun olduğunu keşfedince arı bakmaya başlamış. Bir süre gelip gitmiş, sonra tamamen buraya yerleşmiş.

Yakınınızda komşunuz var mı hiç?

Yok. Üç-dört kilometre mesafede bizim gibi çiftlik işi yapan bir hane vardı, ama gittiler. Zamanında çokmuş böyle çiftlikler, insanlar yazlık gibi gelip gidiyorlarmış. Sonrasında orman işleri çıkıyor. İnsanlar orman işinden iyi gelir sağlamaya başlayınca hayvancılık, ekip biçme ikinci plana atılıyor. Buraların temel geçim kaynağı ormancılık haline geliyor.

Tarlalar yabancılara satılmaya başlandı. Köyün arazisinin yarısını alan insanlar var. Gelenlerin çoğu ekonomik açıdan iyi durumda. Satın alanlar tarlaları çitle çevirdiği için mera sıkıntısı başladı. Hayvanların geçiş yolları kapandığı ya da serbest otlayabilecekleri mera kalmadığı için hayvancılığı bırakan çiftlikler oldu.

Daha önce nasıldı?

Ağırlıklı olarak hayvancılık ve tarım vardı. Çok fazla ticari tarım yoktu. Mısırıydı, fasulyesiydi, kendilerine yetecek kadar ürün ekiyordu insanlar. Çocukluğumda otuz-kırk büyükbaş hayvanımız vardı. Kardeşlerden bazıları evlenip ayrılınca evde annem, babam, ağabeyimle dört kişi kaldık. Yaşlılık nedeniyle sağlık problemleri başlayınca annem ve babam Demirköy’de kalmaya başladı. Ben daha sakin bir hayatı sevdiğim için çiftlikte tek kaldım. O yüzden hayvan sayısını azalttık. Şu an 12 hayvanımız var. Zaten artık bizim yaptığımız gibi tarım ve hayvancılık işi tek başına geçindirmiyor.

Neden artık geçindirmiyor?

Bir çuval yem 70 liranın üzerinde. Eskiden çiftçi “samanı tarladan kaldır” diye yalvarırdı. Geçen gün saman aldık, balyası 20 lira. On hayvana en az 150 balya saman alırım, getirmesi, indirmesi 3 bin 500 lira. Yemini de eklersen, kışlık 5-6 bin lira masraf eder. Eskiden pek yem almazdık. Çünkü eskiden bizim “yoz” ya da “kara sığır” dediğimiz, meraya çok daha elverişli hayvanlar tutuluyordu. Bu hayvanlar soğuk da, kar da olsa meraya çıkıyor, zor mevsimi çok daha sıkıntısız atlatabiliyordu. Günümüzde montofol, simentel gibi ırklara ya da onların melezlerine bakıldığı için yem vermeden olmuyor. Kış aylarında hayvanlar meraya gidemediğinde büyük bir maliyet çıkıyor. Aslında bir kısırdöngü, ama göze hoş geliyor işte. İnsanlar “yetiştirdiğim boğa bin kilo geldi” diye seviniyor, ama yapılan masrafa baktığınızda verim 250 kiloluk bir kara sığır ile aynı.

İsmail Çerekmen (Foto: Saner Şen)

Başka dezavantajları var mı yabancı ırkların?

Zamanında montofon denilen ırktan damızlık bir hayvan aldım. O ırktan hayvanların buzağılarının doğumu zor oluyordu. Şimdi suni tohumlamayla oluşan bir sürü farklı ırk var. Bunların çoğu da başka ırklara uyumlu değil. Doğacak buzağı çok iri olunca hayvan doğum yapamıyor, yardıma ihtiyaç duyuyor. Gerekirse sezaryen yapılıyor. Bunların hepsi masraf. Ara sıra hayvan doğum yapamadığından ölümler yaşanabiliyor. Melez ırklar merada idare edebiliyor, ama saf yabancı ırklar sarp bir arazide otladığında düşüp ölebiliyor. Sonuçta çok iri hayvanlar, düz bir çayırda otlaması gerekirken sen dağın içine salıyorsun. Hayvan ıslak bir çayırda kayıp düşebiliyor, ki ben bunu yaşadım.
Yabancı ırklar et verimi çok daha yüksek olduğu için tercih ediliyor. Ama tabii hayvan yerse verimi yükselir. Buralarda ormandan mera olarak faydalanıldığı için hayvancılık hâlâ yapılabiliyor. Milli parklar dışında ormana hayvan salmak serbest, ama hayvancılık sadece ormanda otlatmayla da olmuyor. Hayvana çayır, mera lâzım.

Bu bölgenin nüfusu çok az, yine de yeteri kadar otlak alan yok mu? 

Buralarda tarlalar yabancılara satılmaya başlandı. Bir köyün arazilerinin yarısını alan insanlar var. Satın alanlar tarlaları çitle çevirdikleri için mera sıkıntısı başladı. Gelenlerin çoğu ekonomik açıdan iyi durumda. Hayvancılık yapanların hayatını kısıtlama yoluna gidenler var. Yanındaki araziyi alıyor, yolunu izini kapatıyor. Hayvanların geçiş yolları kapandığı ya da serbest otlatabileceği mera kalmadığı için hayvancılığı bırakan çiftlikler oldu. Eskiden hayvancılığın yanında arıcılık da vardı. Hatta bal veriminin iyi olduğu zamanlarda arıcılık birinci geçim kaynağımızdı, ama şimdi hiç randımanlı değil arıcılık. Neredeyse tamamen şans işi haline geldi. Bu sene yirmi sandık arıyla girdik sezona, sonuç sıfır. Maalesef bal çıkmadı.

Yağmurlar vaktinde yağmıyor. Çiçekler zamanında açmayınca, nektar olmayınca, bal da olmuyor. Hani eski takvimlerde yazar ya “Mart 9’un şu soğuğu, şu tarihin fırtınası”, eskiden onların hepsi tutardı. Şimdi bir tanesi bile tutmuyor.

Neden sizce?

Tamamen iklim dengesizliğiyle alâkalı. Yağmurlar vaktinde yağmıyor. Çiçekler zamanında açmayınca, nektar olmayınca, bal da olmuyor. Hani eski takvimlerde yazar ya “Mart 9’un şu soğuğu, şu tarihin fırtınası” diye, eskiden onların hepsi tutardı, şimdi bir tanesi bile tutmuyor. Ne nisan yağmurları yağıyor, ne sonbahar yağmurları zamanında geliyor. Mevsimlerin gidişatı hiç iyi değil. Mesela bu sonbahar kestane karası fırtınası yaşanmadı. O fırtınayla birlikte iyi yağış gelir, havada bir soğuma yaşanır, kış dönemine geçilir. Ben balıkçılıktan pek anlamıyorum, ama anlatılana göre bu sene su soğumadığı için balık bir araya toplanmamış, çok dağınık kalmış. Bu yüzden balıkçılık da olmadı bu yıl. Eskiden orman mantarı en önemli yan gelirlerimizden biriydi. Bol olduğunda günde 50-60 kiloya kadar mantar bulabiliyorduk Düşük fiyattan hesaplasak dahi iyi para ediyor. Ancak son on yılda o da çok dengesizleşti. Bir türlü sezonu tutmuyor. Bir çıkıyor, bir çıkmıyor. Bu yıl çıkmadı. Mantar olması için hem sıcak hem de yağmur olması lâzım. Bu sene sonbaharda sıcak oldu, ama yağmur olmadı.

Topladığınız mantarı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Tüccarlara götürüyoruz, onlar da fabrikalara veriyor. Mantarı alan firmalar var. Yurtdışına ihraç ediyorlarmış. Fiyatı tüccarlar belirliyor. Mantar çok çıktığı zaman fiyatı 10-15 liraya kadar ucuzluyor. Azsa kilosu 40-50 liraya kadar çıkabiliyor.

İsmail Çerekmen hayvanlanyla birlikte (Fotoğraf: Saner Şen)

Hiç bir araya gelip kooperatifleşmeyi, ürün fiyatını kendiniz belirlemeyi düşünmediniz mi?

Halkın dışardan görüşü, kooperatiflerde işlerin hep rant usûlüyle döndüğü yönünde. Kooperatiflere hoş bakılmıyor. Ortak olmak istediğim bir kooperatif vardı, ama maalesef hayata geçiremedik. Kolay değil kooperatif kurmak. Halihazırda tarımsal kalkınma kooperatifi olan yerlerde ikinci bir kooperatif kurulamıyor. Tomruk işinden başka faaliyet yürüten kooperatif yok civarda. Bir tek Sivriler köyündeki adam akıllı işliyor diyebilirim. Ormandan ıhlamur, mantar, ne toplarlarsa ihale usûlüyle satıyorlar. Mantarın kilosu Demirköy’de 10-20 lirayken orada 50 liraya satılır. Oranın halkı kooperatiften memnun.

Geçim sıkıntısı yaşadığınızda ek işler yapıyor musunuz?

Okuyamadığımızdan elimizde bir meslek yok. İstemesem de yevmiyeyle buralarda makta dediğimiz orman kesim işlerine gidiyorum. Yanıbaşında kocaman yaş ağaç kesiliyor, hiç hoş bir şey değil. Elimde biraz imkân olsa asla bu işte çalışmam, ama buralarda yaşayan insanların yüzde 70-80’i bu işle uğraşıyor. Günlük 120 lira yevmiye alıyorum. Sigorta yok.

Tarımdaki ilkelerim şunlar: Atalık tohumları kullanmak, kimyasal ilaç kullanmamak, toprağı kompost ile zenginleştirip humus seviyesini yükseltmek, bu sayede ürünün mevsimini uzatıp verimini artırmak.

Nasıl buluyorsunuz bu işi? Kime çalışıyorsunuz?

Burada doğmuş büyümüş erkeklere 18 yaşından sonra balta dedikleri, ormanda belli bir bölgede kesim hakkı veriliyor. Kooperatifi olan köylerde kooperatife ortaklık şartı var. Kooperatif de ufak bir kesinti yapıyor. Geçinebilmek için hak sahiplerinden en az 30-40 balta toplamak gerekiyor. Bir baltadan aşağı yukarı 15 ster odun çıkıyor. Nakliyesini yapmak için orman işletmeye verilen bedel ve işçilik de hesaplanınca zaten anca kafa kafaya geliyor.

Orman işi tehlikeli değil mi? 

En ufak hatayı hayatınla ödeyebiliyorsun. Her sene bir-iki tane can kaybı yaşanır. Traktör devrilir, işçinin üzerine ağaç düşer. Yaralanmalar, sakat kalmalar yaşanır. Bildiğim kadarıyla sigorta, tazminat hakkın da yok. Varsa da şu zamana kadar alan görmedim. Sakatlandığınla kalıyorsun. Riskli bir iş, ama mecburiyet. Çünkü hayvancılık dışında başka iş yok.

Zamanında burada kamuya ait olan ve ciddi istihdam sağlayan bir bakım tamirhanesi ve bir kereste fabrikası varmış. Tamirhane kapatılmış, kereste fabrikası da özelleştirilmiş. 

O dönem fabrikalarda çalışacak işçi bulamıyorlardı. Orman işi o zamanlar çok daha yüksek para kazandırıyordu. İnsanları fabrikalara yalvar yakar götürüyorlardı. Sonra bir dönem orman işlerinde bir daralma oldu. 2000’li yılların başından itibaren benzin, motorin fiyatlarının artmasıyla bölge çok göç verdi. İnsanlar Lüleburgaz ve Kırklareli’ne, fabrikalarda asgari ücretle çalışmaya gitti. Bugün insanlar tırım tırım maaşlı, sigortalı bir devlet işi arıyor, ama yok. Sanayi zaten sıfır. Birkaç kereste atölyesi, bir de fabrika var, ama onlar da buranın ekonomisine büyük katkı sağlayacak düzeyde değil.

İşsizlik bu kadar yüksekken Demirköy’de, ilçe merkezinde gördüğümüz yabancı işçiler nasıl iş buluyor?

Normal işçilerden çok daha ucuza çalıştırıldıkları için… Yabancı işçilere sigorta yapılmıyor. Yapılsa da tam değil. Genç nüfus da artık burada durmuyor, onun sıkıntısı da yaşanıyor. Artık orman işlerine dahi Afgan, Suriyeli işçi getirmeye başladılar. Yabancı işçiler kesimde değil, yükleme işlerinde çalışıyor.

Fotoğraf: İsmail Çerekmen

Çocukluğunuzdan beri hayatınızda en önemli değişiklikler neler oldu? 

Traktör ve araba kullanmaya başlamamızla bir miktar kolaylaştı her şey. Eskiden ulaşım büyük sorundu. Diğer taraftan, neredeyse 15 yıldır her işin getirisi giderek düştü. Tarımdan bahsedersek akaryakıt, hayvancılıktan bahsedersek yem çok pahalı. Bu gidişatla on yıla hayvancılık kalmayacak. Mera, milli park sorunu, yola çıkan hayvan için kesilen cezalar büyük yük. Zaten insanlar ne kazanıyor ki? Mevsimler de değiştiği için arıcılıkta, bağ, bahçe işlerinde verim çok düştü. Bu da bizi ekonomik açıdan çok etkiliyor. Yağmurlar yağmıyor. Tarımı organik yapmaya kalktığınızda çok fazla bitki hastalığı var. Verim çok düştü. Eskiden bilmediğim hastalıklar görülüyor. Bu hastalıkların pek işe yarar organik ilacı da yok. Ürün alabilmek için kimyasal ilaç bir nevi zorunluk haline geldi. Biz kullanmıyoruz, ama hastalıklar bahçelere çok zarar veriyor. Domatesi etkileyen yeşil sinek eskiden yoktu. Eskiden yağışlar daha çok olmasına rağmen pas hastalığını da pek hatırlamıyorum. Sorunun tohumlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Eski zamanın tohumları hastalıklara dirençli, toprağa uyumluydu. Şimdilerde tohumlar verime yönelik, hastalıklara karşı dirençsiz. Sertifikalı tohum sadece tohum satmak için değil. Yanında gübresini, ilacını da satıyorlar. Bu yüzden tohumlar çok hassas. Bağ bahçe yapanlar artık atalık tohum yerine zirai tohumlar alıyor. Çoğunluğu kimyasal ilaç kullanıyor.

Tarımı eskiden beri severim. Daha fazlasını öğrenmeme buraya sonradan yerleşen bir komşum vesile oldu. Tavsiye ettiği permakültür tarımını anlatan bir kitap okudum, ardından permakültür kursuna gittim. Bu yöntemler bence de doğru, ama o sistemleri buranın ikliminde aynen uygulamamız zor.

Siz nerden alıyorsunuz tohumlarınızı?

Bir dönem mecburiyetten zirai tohum kullandım. Ama o dönem kesinlikle kimyasal ilaç kullanmadım. Sonra tekrar atalık tohumları toplamaya başladım. Tohum takas şenliklerinden alıyorum. Eski tohumların çoğunu edindim. Sadece bu bölgeden değil, başka yerlerden de birçok farklı çeşit tohum topluyorum. En uyumlu olanlarları ekmeye devam ediyorum. Atalık tohumlar, hibrid tohumlara göre toprağa daha uyumlu, kurağa, zor iklim şartlarına direnebiliyor. Aslında olması gereken de bu.
Tarım eskiden beri sevdiğim, hevesli olduğum bir konuydu. Daha fazlasını öğrenmeme buraya sonradan yerleşen bir komşum vesile oldu. Tavsiye ettiği, permakültür tarımını anlatan bir kitap okudum. Masanobu Fukuoka’nın doğal tarım üzerine kitaplarını okudum. Ardından permakültür kursuna gittim. Güzeldi, düşüncelerimi de destekliyordu. Sonra tamamen o yöne kaydım.
Permakültür de, Fukuoka‘nın doğal tarım yöntemi de bence doğru, ama o sistemleri buranın ikliminde aynen uygulamamız zor. Burada karasal iklim hâkim. Kışları çok soğuk ve sert geçiyor. Bu nedenle kışın yetişebilen birkaç sebze çeşidi dışında neredeyse beş-altı ay bahçeyle bir alâkamız olmuyor. Buradaki ilkelerim şunlar: Atalık tohumları kullanmak, kimyasal ilaç kullanmamak, toprağı kompost ile zenginleştirip humus seviyesini yükseltmek, bu sayede ürünün mevsimini uzatıp verimini artırmak.

Niye iklim koşulları bu kadar zor bir coğrafyada yaşıyorsunuz? Sizin için özel bir yer mi?

Kesinlikle. Istrancalar, Türkiye için de çok özel bir yer. Bitki ekosisteminin en geniş olduğu bölgelerden biri. Türkiye’de mevcut meşe ağacı türlerinin yüzde 90’ı bu bölgede de yaşıyor. Sanırım sadece iki tür meşe yok. Çok fazla bitki çeşidi var. Çok çeşitli yaban hayatı vardı, ama günümüzde doğa çok fazla tahrip olduğu için o eski canlılık yok. Birçok hayvan türü bitti. Artık doğru düzgün karaca göremiyoruz, geyiğin izini gören şanslı hissediyor. Azalışın en büyük nedenlerinden biri de avlanma. Özellikle karaca ve geyik avcılık nedeniyle yok olmak üzere.

Fotoğraf: İsmail Çerekmen

Karaca ve geyik avlamak yasak değil mi? 

Kanunen yasak, ama avlayan çok. Hem de çok serbestçe yapılıyor. Av mevsimi dışında, ormanda silahla görürlerse, avlanması yasak bir hayvanla yakalarlarsa cezai işlem uygulanıyor, ama yeterli değil. Ömrüm boyunca kontrole birkaç kez denk geldim. Nedeni büyük ihtimalle personel eksikliğidir. Burası çok büyük bir orman, korumak için başka bir yöntem bulunması lâzım. Milli park olarak ayrılan yerlerde kameralar yerleştirildi. İnsanlar oralara gitmiyor, ama bu bölgeler ekosistemi tekrar canlandıracak büyüklükte değil. Çünkü hayvanlar belli mevsimlerde yükseğe gidiyor, kış mevsiminde alçağa geliyor. Adam alıyor köpeğini, çıkıyor yayan… Hiç yola, ize çıkmadan ormana girip avlanabiliyor.

Siz nasıl bakıyorsunuz avcılara? Bir irtibatınız var mı? 

Zevk için, hobi olarak bir cana kıymayı doğru bulmuyorum, ama belgesi olan adama çıkıp bir şey diyemiyorum. Avcılar doğrudan buraya değil, ama yakınlara geliyor, silah seslerini duyuyorum. Mecbur kalmazsam muhatap olmam, yanlarına gitmem. Kesinlikle yasaklansın. Düşünsenize, ormanda geziyorsunuz, bir karaca, bir geyik göremiyorsunuz. Yaban domuzu dışında neredeyse popülasyon yok. Son birkaç senedir sınır hattına (Bulgaristan) mülteciler için çekilen tel yüzünden de popülasyon iyice düştü.

İstemesem de yevmiyeyle “makta” dediğimiz orman kesim işlerine gidiyorum. Yanıbaşında kocaman yaş ağaç kesiliyor. Hiç hoş bir şey değil.  İmkânım olsa asla bu işte çalışmam, ama buralarda yaşayan insanların yüzde 70-80’i bu işle uğraşıyor. Günlük 120 lira yevmiye alıyorum. Sigorta yok.

Halk kaçak avcılara hiç tepki göstermiyor mu?

Bazı geleneklerde karaca kutsal sayılıyor, onun haricinde tepki olduğunu düşünmüyorum. Buralarda büyükşehirlerdeki gibi tepki kültürü yok. Bir karaca gördüğümde kesinlikle kimseye söylemiyorum. Yoksa bir şekilde duyuluyor, avcıların kulağına gidiyor.
26-27 yaşlarındaydım, beyaz bir dişi karaca gördüm. Çok şaşırdım. Yavruları normal renkte, o beyaz. Sonra araştırdım, ırklarda böyle bir hastalığın olduğunu öğrendim. Dört yıl kadar gördüm onları. Fotoğraflamayı çok isterdim, ama o zamanlar fotoğraf makinem yoktu, kameralı telefon yoktu. En çok istediğim şey bir karacanın fotoğrafını çekmek, ama şu âna kadar çekemedim. Çok güzel hayvan. Hâlâ görebilmek, doğada varolması mutluluk veriyor. Ama gidişat iyi yönde değil. Her sene üç-beş tane görürken artık senede bire düştü. Böyle devam ederse birkaç seneye hiç kalmayacak. Geyikte yaşadığımız durumun aynı. Şu anda geyik hiç yok. O albino karacayı dört-beş yıldır görmüyorum, muhtemelen avlanmıştır. Binde bir kurt yer, ama en sık başa gelen durum avcılık. Kurtlar da bize çok zayiat verdi. Zaman zaman karşılaşıyorum onlarla. Bir hayvanını kurtların öldürmesi üzücü oluyor tabii. İlk manzarayla karşılaştığımda zarar verme imkânım varsa belki o psikolojiyle kurda zarar veririm, ama normal bir zamanda yapamam.

Fotoğraf: İsmail Çerekmen


Hiç avlandınız mı?

Çok nadir. Gitmedim desem olmaz. Ama bir hobi olarak ya da zevk için yapmadım asla.

Azalan başka hayvan türleri var mı?

Doğadaki birçok kuş artık çok daha az görülüyor. Ama en belirgin yok oluş balıklarda. Derelerdeki balık popülasyonu bitme noktasına geldi. Belli bir yaşa kadar saklandıkları kaya, kök altlarından elle tutabiliyorduk, çok fazla balık vardı. Zaten kırmızı benekli alabalık çoğu yerde kalmadı, bizim derede (Bulanıkdere) on senedir rastlamıyorum. Diğer türler hâlâ var, ama onlar da çok azaldı. Nedeninin kirlilik olduğunu düşünüyorum. Belediye dereye bırakılan atıkları çok fazla arıtmıyor. Eskiden suya yaklaştığımızda ürküp kaçıyorlardı. Şimdi iyice arayıp bakacaksın ki balık göresin.

Ormanda, yaprakları kararmış ağaçların bulunduğu geniş bölgeler var. Bu bir hastalık mı? 

Bu sene gözle görülür bir hastalık var. Benim de çok bilgim yok. Araştırıldığını biliyorum. Haziran ayında bayağı bir yağmur oldu. Gözlemlediğim kadarıyla o yağmurların sonrasında başladı. Daha önce böyle bir hastalık görmedim. Sanayinin olmadığı bir yerde bu hastalık düşündürücü.

Türkiye’de mevcut meşe ağacı türlerinin yüzde 90’ı bu bölgede var. Çok çeşitli yaban hayatı vardı, ama doğa çok fazla tahrip olduğu için o eski canlılık yok. Artık doğru düzgün karaca göremiyoruz, geyiğin izini gören şanslı. Azalışın en büyük nedenlerinden biri de avlanma.

Bilim insanları aşırı kesim nedeniyle güçsüz düşen ormanlarda böyle hastalıkların gelişebileceğini söylüyor. Sizce yapılan kesimler ormana zarar veriyor mu? 

Kesinlikle. Toprak çok fazla kuruyor çünkü, orman seyreldiği için çok fazla güneş alıyor. Sürekli hayvan otlattığımız için orman altında o eski ot bolluğunun kalmadığını gözlemleyebiliyoruz. Eskiden yazın bile toprağı eşelediğimizde nemli olduğunu görürdük. Şimdi kupkuru, takır takır. Eskiden girmeye korkarmışsın, o kadar sıkmış orman.

Ormanın ortasındaki çiftliğinizden okula nasıl gidip geldiniz?

Çocukken köymüş, çarşıymış bilmiyorduk, ilkokula kadar tamamen doğanın içinde yaşadık. Beş kardeşiz. Okul döneminde tatiller dışında köydeki akrabalarda kaldık. Zor bir süreçti. O yaşta çocuğun anneden babadan uzak kalması… “Beş yıl bitse de dönsek” diye dört gözle bekliyorduk. Şimdi keşke okuyabilseydim diyorum, eksikliğini çok çekiyorum. Günümüzde tarım, hayvancılık tek başına yeterli olmuyor. Belki geçimini sağlıyorsun, ama bu sefer de sosyal hayatın sıfıra iniyor. Bu da insan için yorucu oluyor.

Burada şebeke elektriği yok, telefon da çekmiyor. Nasıl bir şey böyle bir hayat sürdürmek? Ailenizle, arkadaşlarınızla nasıl iletişim kuruyorsunuz? 

En kötü yanı telefonun çekmemesi. Daha öncesinde elektrik yoktu, gaz lambası ile idare ediyorduk. On yıldır yaşamımda devrim diye adlandırabileceğim güneş enerjisi var.  Kışın hava çok kapalıyken bir ay elektriğim olmuyor, onun dışında elektrik sıkıntısı yaşamıyorum. Televizyon, şarj aleti, aydınlatma için yetiyor. Yazın orta boy bir buzdolabı çalıştırabiliyorum. Televizyonda belgesel ve sinema izliyorum. Haberleri çok can sıkıcı buluyorum, izlemiyorum. Dizi de izlemiyorum. Sevmiyorum dizileri, saçma buluyorum.

Dizileri niye sevmiyorsunuz?

İnsanların buralarda yaşamak istememesinin nedeninin bir nevi bu dizilerdeki yönlendirmeler olduğunu düşünüyorum. Oradaki hayatı kendilerine rol model alıyorlar, ona özeniyorlar. Günümüzde okumanın eskiden olduğu gibi insanlara belli bir olgunluk getirdiğini düşünmüyorum. Tamamen sosyal medyanın, dizilerin yönlendirdiği bir toplum var. Kırsal kesim bunu çok fazla ayırt edemediği için bir özenti geliştiriyor.

Bir karaca gördüğümde kesinlikle kimseye söylemiyorum. Yoksa bir şekilde avcıların kulağına gidiyor. 26-27 yaşlarındaydım, dişi beyaz bir karaca gördüm. Çok şaşırdım. Yavruları normal renkte, o beyaz. Dört yıl kadar gördüm onları. Fotoğraflamayı çok isterdim, ama o zamanlar fotoğraf makinem yoktu.

Geriye dönme şansınız olsa ne okumak isterdiniz?

Jeoloji. Gizemli şeyleri seviyorum. Ya da tarımla ilgili bir şey okumak isterdim. Muhtemelen organik tarımla alâkalı olurdu. Şimdi de daha çok organik tarım üzerine kitaplar okuyorum. Jeoloji alanında da biraz araştırma yapıyorum. Şu an Jack London’ın Beyaz Diş romanını okuyorum.

Sosyal medya kullanıyor musunuz?

İnstagram ve facebook kullanıyorum. Durduğum yerde telefon çekmediği için yüksek bir yere çıkmam, iki kilometre yürümem gerekiyor. Bazen karda, kışta, fırtınada evden, aileden haber almak için yürüyorum. “Acil bir durum var mı” diye gelen aramalara bakıyorum. Sonra tanıdıklar, arkadaşlar ne yapıyor diye sosyal medyaya bakıyorum. Arkadaşlarla iletişim kurmak, orada bir şeyler paylaşmak hoşuma gidiyor. Benim dış dünyayla irtibatım bu diyebilirim. Fotoğraf paylaşmak hayatta olmazsa olmazım değil, ama hayatıma renk katan önemli unsurlardan bir tanesi. Bir fotoğraf makinesi edindim. Telefon kamerası bir yere kadar. Makineyle çekilen fotoğraflar çok daha iyi oluyor. Bilgisayarım olmadığından hafıza kartını telefona aktarıp oradan yolluyorum. Daha çok doğa fotoğrafları paylaşıyorum. Takipçilerin yarısı buralardan, yarısı dışardan. Bazen fotoğrafları görüp iletişim kuranlar, gelmek isteyenler, sık olmasa da gelenler oluyor. Onlara bir nevi alan kılavuzluğu, rehberlik yapıyorum. Bitkileri, ağaçları, doğada kaybolmadan yürümeyi anlatıyorum. Ufak bir getirisi de var. Daha çok yürüyüş yapmak , fotoğraf çekmek için geliyorlar. Doğayı gözlemlemek için gelen az.

Karlı kayın ormanında… (Fotoğraf: Saner Şen)

Sizin yaşamınıza nasıl bakıyorlar?

İlk başta “burada mı yaşıyorsun, ah ne kadar güzel” diyorlar. Biraz konuştuktan sonra garipsiyorlarBurada yaşamanın kendileri için ne kadar imkânsız olduğunu söylüyorlar. Geçenlerde bir tanıdık vasıtasıyla bir grup rainbow’cu gelip yakın bir yerde kamp kurdu. Yol güzergâhları bizim araziden geçtiği için bayağı haşır neşir olduk. Tanıştıktan sonra bana “sen de bizdensin, doğuştan rainbow’cusun” dediler. Sonuçta onlar senede bir ay doğada geçiriyor, bense 12 ay buradayım. (gülüyor)

Yalnız başınıza yaşamaktan memnun musunuz? En büyük zorluğu ne? 

En zor tarafı yalnızlık ve ulaşım. Özellikle kışın kar, yağmur yağdığında ulaşım çok zorlaşıyor. Canlı hayvanın bakımını üstlenmek zor. Bırakıp gidemiyorsun. Şehir dışında hayvancılık yapmak sosyal yaşamı tamamen etkiliyor. Bir nevi inziva yaşıyorsun. Her ne kadar doğayı, sakinliği seven biri olsam da tek başına zor.

Bir aileniz olsa daha rahat etmez misiniz?

Tabii ki isterim ama burada aile sahibi olmak çok zor. Şu âna kadar benimle burada yaşamak isteyecek birine rastlamadım. Artık köylü yaşamı diye bir şey kalmadı. Günümüzde insanların hayata bakış açısı çok farklı. Evlenmek istediğim birine “burada birlikte yaşar mıyız” diye teklifte bulunduğumda, “kesinlikle olmaz” dedi. Hatta Demirköy’ü, İğneada’yı bile istemedi. Bırak çiftlik hayatını, kendi köyünde bile yaşamak istemiyor.

Geçenlerde bir tanıdık vasıtasıyla bir grup rainbow’cu gelip yakına kamp kurdu. Yol güzergâhları bizim araziden geçtiği için bayağı haşır neşir olduk. Tanıştıktan sonra bana “sen de bizdensin, doğuştan rainbow’cusun” dediler. Sonuçta onlar senede bir ay doğada geçiriyor, bense 12 ay buradayım.

Şehre gidenler nasıl işlerde çalışıyor? Hayatlarından memnunlar mı?

Herhangi bir meslek okumadılarsa genellikle asgari ücretle çalışıyorlar. Burada tarlasını, hayvanını satıp oralarda ev alabilenlerin bir derece daha rahat olduklarını düşünüyorum. Onun dışındaki ailelerde evde ne kadar çalışabilecek durumda insan varsa hepsi çalışıyor. Çok fazla para biriktiremedikleri için senelik izinlerde köylerine gelirler. Köyde anne, baba, yakınları varsa, bağ bahçeden ne varsa doldurup öyle geri giderler. Ama onlara sorsan konforlu hayat yaşıyorlar. (gülüyor) Çoğu bir ekonomik krizde köyüne geri geliyor. Hatta temelli dönenler de oldu. Ama, buradakinden daha zorlu süreçler geçirseler de, oraları tercih ediyorlar.

Sizce neden?

Sosyallik de etkilidir belki bir miktar, ama bence daha çok konfor meselesi. Şehir yaşamının verdiği kolaylıklara sahip olmak istiyorlar. Soba yakmayacaksın, musluktan sıcak su akacak, okulu, marketi, hastanesi, her şey yakınında olacak.  Kızlar, “evleneceksem bundan sonraki hayatım baba evinden daha iyi olmalı” diye düşünüyor. Sigortalı işin, düzenli mesain olacak.

Sizin için ideal bir hayat nasıl olurdu?

Daha serbest, daha çok sosyal aktivitenin olduğu bir hayatı tercih ederdim. Çocukluk döneminde çok problem değildi, ama özellikle son yıllarda bu zorluğu daha çok hissediyorum. Eskiden çiftlikten pek çıktığımız yoktu. En fazla köye gidiyorduk. İnsan bir şeyler görüp öğrendikten sonra hayata dair istekleri artar ya, zamanla, okudukça, gördükçe, şehre gidip gelip insanlarla tanıştıkça biraz dış dünyaya açılma isteği duyuyorum. İmkânım olsa Türkiye’nin birçok yerine, hatta yurtdışına gitmek isterim. Ama şu anki şartlarda çok zor.
Benim için en ideali ne çiftlikten ne şehirden kopmak. En azından senenin belli bir zamanı şehre ya da başka yerlere gidebilmek isterim. Bu yoğunlukta olmasa bile yılın belli bir dönemi burada kalmayı, burada üretebilmeyi isterim. Burayla bağımı kopartmak istemem. Ama bu çiftlik yaşamı daha ne kadar sürecek, bilmiyorum. Şartlardan dolayı kararsızım.

İsmail Çerekmen’in fotoğraflarına Ingstagram adresinden ulaşabilirsiniz.
^