Özgürlük için Sanat İnisiyatifi hangi ihtiyaçlardan yola çıkarak kuruldu?
Erhan Örs: Bir grup sanatçı arasında filizlenen bir araya gelme ve harekete geçme isteği son dönemdeki siyasal süreç ve sanat üzerindeki baskılarla birlikte daha görünür bir hal almıştı. Ocak ayından beri sanat üzerinden belli konuları tartışmaya açmak için imece usulü bir çalışma yürütüyorduk. Haziran ayında İstanbul’da yapılan toplantıda kurulacak inisiyatifin ismine ve içeriğine karar verildi. 18 Temmuz’da da Amed’de yapılan bir deklarasyonla inisiyatif kuruldu. Buna, Süreyya Karacabey’in tabiriyle, yorulmuş, sessiz bir şekilde oturan sanatçıların ses çıkarması olarak bakılabilir. Mevcut iktidarın ve global düzenin yarattığı ayrıştırma, sindirme, sansür ve otosansür politikalarına karşı kolektiviteyi ve örgütlülüğü güçlendirmeye yönelik bir girişim. Özgürlük için Sanat pasifikasyon politikasına karşı eylem geliştirmek ve sanat üretmenin dinamikleri üzerine tartışmak isteyen tüm sanatçılara açık bir inisiyatif. 5-6 Ekim’de Nâzım Hikmet Kültür Evi’nde gerçekleştireceğimiz çalıştayda da bu konuları masaya yatıracağız.
Ayşe Çetinbaş: Özgürlük için Sanat İnisiyatifi’nde sanatın farklı disiplinlerinden gelen, ama ortak bir meramı olan sanatçılar var. Hepimiz elbette bir şeylerle uğraşıyoruz, ama üzerimizdeki politik baskıların ve bu sebeple yapmakta zorlandığımız işlerin yol açtığı psikolojik yüke karşı bir araya gelmek istedik. Buna ekonomik baskı da eklendi, pek çok arkadaşımız işini bırakıp başka alanlara geçmek ya da yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Belgesel sinemacılar olarak ihtiyaç duyduğumuz fonlar yok oldu, destek alamaz olduk. Şu an somut hedeflerden ziyade, kabuğumuzdan çıkma ve bir araya gelip birbirimizden güç alma motivasyonuyla yola çıktık. Forumlar ve sohbetlerle dolu 5-6 Ekim’deki çalıştayda da tam olarak bunu yapacağız.
Tam da o tarihlerde Antalya Altın Portakal Film Festivali yapılacak, ama siz inisiyatif olarak festivali boykot edeceksiniz. Bu festival sizin için ne ifade ediyor?
Ayşe: Antalya maalesef hafızamızda iyi kalmayan bir festival. 2014’te ben, Berke Baş ve Seray Genç festivalin ön jürisindeydik. Seçtiğimiz 15 belgeselin arasında Reyan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek filmi de vardı. Akabinde bize filmin Türk Ceza Kanunu’na aykırı olduğu gerekçesiyle seçkiye alınmayacağı iletildi. Biz bunun sansür olduğunu söyleyip itiraz ettik. Haber çok yayılmadan festival ile aramızda bu işi çözmeye çalıştık, ancak hiçbir şekilde geri adım atmadılar. Hatta festival yönetimi sansür krizi çıktıktan sonra, Seray arkadaşımız geçirdiği iç kanama öncesi ağrılar içinde kıvranırken telaşla imzaladığımız kağıtları “belge” olarak ortalıkta paylaşıp asıl sansürü bizim yaptığımızı yaymaya çalıştı. O kağıtlarda film listesinin hukukçular tarafından incelenmesini istediğimize dair bir ibare varmış. Absürt bir iftiraydı, bizim kim olduğumuz, yaptığımız işler, açıklamamız belli. Bunun dışında konu olarak önemli, ama giriş sahnesinde bir tecavüzü ele alma biçimini sorunlu bulduğumuz için seçkiye almak istemediğimiz Küçük Kara Balıklar’ı bizi giriş sahnesinin çıkarıldığına dair yanlış bir şekilde yönlendirip kendileri seçkiye aldılar. Sonra da arkamızdan “Ön jüri girişteki küfürlerden rahatsız olmuş, çıkarırsanız alacaklarmış” gibi bir yalanı dolaşıma soktular. Söz konusu filmin yönetmenleri onları arayıp küfürleri çıkarmalarını istediğimiz, onların da filmi seyirciyle buluşturabilmek için mecburen çıkardıkları yalanını yaymaktan utanmadı.
Özetle, 50 yıldır yapılan festival üç bağımsız belgeselcinin üzerine suçu atıp aradan sıyrılmaya çalıştı ve hiçbir sorumluluk almadı. Bu durum sinemacılar tarafından görüldü, belgeselciler filmlerini çekti, belgesel yarışması iptal edildi, bazıları festivali boykot etti, bazıları gidip sözünü orada söylemeyi tercih etti, ama sonuç olarak sinemacılar aralarında parçalandı. Bu parçalanmanın verdiği zarar herkeste öyle veya böyle bir yara açtı. Ama bir sonraki sansür krizi için bir tecrübe oluşturmuş oldu. 2015’in nisan ayında ise PKK’nin geri çekilme sürecini anlatan Bakur belgeseli İstanbul Film Festivali tarafından seçkiden çıkarıldı. Oradaki tüm sinemacılar bu sansürü kabul etmedi ve filmlerini çekti, yürüyüşler yapıldı. Tabii bunda senenin henüz 2015 olmasının da etkisi var, kıymetli bir şeydi. Antalya’da sonraki yıllarda bir dönem Ulusal Yarışma da kaldırıldı, hatta İstanbul’da ona alternatif bir yarışma düzenlendi. Eski ekipler gitti, yeni ekipler geldi ve her seferinde “beyaz bir sayfa” açılacağı söylendi.
Özgürlük için Sanat İnisiyatifi’nde sanatın farklı disiplinlerinden gelen, ama ortak bir meramı olan sanatçılar var. Üzerimizdeki politik baskıların ve bu sebeple yapmakta zorlandığımız işlerin yol açtığı psikolojik yüke karşı bir araya gelmek istedik. Buna ekonomik baskı da eklendi, pek çok arkadaşımız başka alanlara geçmek ya da yurt dışına gitmek zorunda kaldı
Sizce sinemacılar bu “beyaz sayfalara” neden itibar ediyor? Festivaller olmasa sinemacılar kan mı kaybeder?
Ayşe: Bu herkesin festivallerle kurduğu kişisel ilişkiyle ilgili, kimseyi yargılamak istemem. Sonuçta insanlar çok emek harcıyor ve filmlerini seyirciyle buluşturmak istiyor. Hem en çok seyircinin takip etmesi hem de uluslararası boyutları bulunması sebebiyle bunun için belli başlı yerler İstanbul, Ankara, Antalya ve Adana gibi festivaller. Belki hafızamız zayıf, belki gündemler yoğun, ama hepsi olmasa da birçok sinemacı “beyaz sayfalara” kanıyor. Ben bahsettiğim süreç sonrasında tüm festivalleri boykot ediyorum, seyirci olarak bile katılmıyorum. En yakın dostlarımın filmleri gösterilse bile ayağım gitmiyor.
Erhan: Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek ve Bakur gibi Gezi direnişini ve Kürt meselesine dair çözüm sürecini, yani AKP iktidarı döneminde yaşanan iki net kırılmayı anlatan iki belgeselin sansüre uğraması Türkiye’nin yakın geçmişine dair turnusol işlevi görüyor. Bu tür filmler hem yaşadığımız siyasal süreci anlatıyor hem de bizim neden bir araya gelip harekete geçmek istediğimizi ortaya koyuyor. Özgürlük için Sanat İnisiyatifi sadece sinemacılardan oluşmuyor, ama bu çatı altında bir araya gelerek bu konudaki hesaplaşmayı derinleştirmeyi arzu ediyoruz.
15 Temmuz sonrasındaki süreçte KHK’lerle kamu görevinden çıkarılan kişileri konu alan Kanun Hükmü de geçen sene Antalya’da sansüre uğradı. Bu tür bir sansür nasıl hiç çekinmeden yapılabilir bir hale geldi?
Erhan: Bu tür sansür girişimleri bazı okumaları yapmak için önemli. Son dönemde AKP iktidarının hak mücadelelerini bastırma süreçlerinin ne kadar sertleştiğine tanık oluyoruz. AKP hangi alanlara girilemeyeceğinin sınırlarını çok net çiziyor ve aslında hiçbir alana girilemeyeceğini söylüyor. AKP’nin bu dizayn hamleleri 2013 ile başladı. Kanun Hükmü de 2015’teki savaş süreciyle birlikte Kürdistan’da ve Türkiye genelinde sınırlar çizerek, sermayeyi de kullanıp had bildirerek, yeni bir sansür ve otosansür biçimi yaratarak sanat alanının şekillendirilmesinin son örneği.
Ayşe: Kanun Hükmü etrafındaki sansür skandalı daha sonra filmin yönetmeni Nejla Demirci’nin de hedef gösterilip kriminalize edildiği çok sıkıntılı süreçlere sebep oldu. “Beyaz sayfa” meselesine dönersek, her sene yeni yönetimin kim olacağı merakıyla Antalya’yı bekliyor sinemacılar. Örneğin, bir önceki sene Ahmet Boyacıoğlu geldi, deneyimli bir festivalci, eskiden beri sinema sektörünün içinde. Geçmişe dair bir özeleştiri yapılır, sinemacılarla helâlleşilir ve sansür ile araya kalın bir çizgi çekilir diye umuyorduk. Ama dakika bir, gol bir, Kanun Hükmü skandalı oldu. Bizzat festival başkanı ve belediye başkanı birbirinden rezalet açıklamalar yaptı. Sonrasında yaşananları hepimiz biliyoruz. Maalesef geçmişten hiçbir ders alınmıyor.
Festival sanki geçen sene hiçbir şey olmamış gibi bu sene yine yapılıyor. O kadar vaat ve sözden sonra seçimler oldu ve tekrar belediyeyi kazanmalarına rağmen hiçbir özeleştiri yapmadan festivali devam ettirmeye çalışıyorlar. Tanıdığımız birçok sinemacı, yapımcı ve yönetmen buraya filmlerini gönderdi ya da jüri üyesi oldu.
Öte yandan, sinemacılar oldukça örgütlü davranıp topluca festivali boykot ederek bu suça ortak olmamayı tercih etti. O süreç nasıl bu kadar hızlı örgütlenebildi?
Ayşe: Festival başkanı ve belediye başkanının yaptığı açıklamalar bunu son derece kolaylaştırdı. Aslında günümüz Türkiye’sinde insanların bir araya gelip ortak bir tepki vermesi kolay olmuyor, ama geçen seneki sansür o kadar bariz, verilen demeçler öyle ipe sapa gelmezdi ki, herkes üzerine alındı ve çok yerinde refleksler gösterildi.
Erhan: Sinemacılar ve belgeselciler arasında birbirinin farkında olmayan bir örgütlenme vardı ve bu olay sonrasında bir farkındalık oluştu. Ancak unutulan bir şey var. Festival sanki geçen sene hiçbir şey olmamış gibi bu sene yine yapılıyor. O kadar vaat ve sözden sonra seçimler oldu ve tekrar belediyeyi kazanmalarına rağmen hiçbir özeleştiri yapmadan festivali devam ettirmeye çalışıyorlar. Tanıdığımız birçok sinemacı, yapımcı ve yönetmen buraya filmlerini gönderdi ya da jüri üyesi oldu. İktidarın istediği tam olarak bu, olan biteni normalleştirmek. Sadece Kanun Hükmü ile değil, geçmişteki bütün sansürlerle yüzleşmezsek, kendi içimizde derinlemesine bir analiz yapmazsak, muktedirler özeleştiri vermezse devran böyle devam edecek. İnisiyatif olarak biraz da bu konuda söz üretmek için insanları bir araya getirmeye çalışıyoruz. Örneğin, geçen sene Antalya’da ortaya çıkan duygular, refleksler, haklı öfkeler dinmeye başladı ve insanlar günlük hayatlarına devam etti. Bu döngü 10 yılı aşkındır tekrar üretiliyor, biz bu normalliği reddediyoruz.
Henüz festivaller başlamadan, program aşamasında da birtakım belgesellere yönelik çeşitli kararlar alındığını duyuyoruz. Örneğin, 2021’de Seda Gökçe ve Özge Sebzeci’nin Ölümüne Boşanmak, 2023’te Ulysses Çevirmek İKSV tarafından politik atmosfere uygun olmadıkları gerekçesiyle İstanbul Film Festivali seçkisine alınmadı. Buna dair ne yapılabilir?
Erhan: Benzer bir durum tanıdığımız birçok sinemacı için geçerli. Filmleri Avrupa’da önemli festivallerde gösterilmiş bazı yönetmenler filmlerinin içeriğinin “sert” bulunması gerekçesiyle, burada hiçbir festivale kabul edilmiyorlar. Biz de harekete geçerken sadece gerçekleşmiş sansürlere karşı mı, yoksa üretirken bizi etkileyen süreçlere ve otosansüre dair de çalışma yürütüp yürütmeyeceğimizi tartıştık. Üretime dair aleni bir sansür gelişmeden önce muktedirler neyi nasıl dizayn ediyor? Otosansür mevzusu biraz soyut ve işin içine Türkiye siyasetinin girmesiyle karmaşık bir alan. Bütün sanatçılar buna dair kendi içlerinde bir tartışma yürütüyor, ama biz bu inisiyatifi kendi otosansür deneyimlerimizi paylaşıp ortaya net bir resim çıkarabileceğimiz bir zemin olarak da görüyoruz.
Ayşe: 5-6 Ekim’deki çalıştaydaki tartışma başlıklarından biri de bu, sansür ve otosansürün sınırını konuşmak çok anlamlı olacak. Sadece politik baskılardan dolayı uygulanan otosansür dışında bir de festival aşamasında yaşananlar var. Örneğin, eskiden bir festivale filminizi yolladığınızda sektörde bilinen belgeselciler ve hocalardan oluşan bir kurul tarafından izlenirdi. O ön jüri filmleri izleyip seçerdi ve sonrasında kimse karışmazdı. Şimdi ön jüri dışında festival yönetimleri de izliyor, onaylar alınıyor, altyazılara bile karışılıyor, kullanılan kelimelere kadar uzanan müdahaleler yapılıyor. Sinemacıların bir kısmı filmlerinin gösterilmesi uğruna bunları kabul etmek zorunda kalıyor. Bizim çevremiz geniş, bu yüzden bazı şeylerden haberdar oluyoruz, ancak kimileri de başlarına gelenleri paylaşmak istemiyor.
Eskiden, bir festivale filminizi yolladığınızda sektörde bilinen belgeselciler ve hocalardan oluşan bir kurul tarafından izlenirdi. O ön jüri filmleri izleyip seçerdi ve sonrasında kimse karışmazdı. Şimdi ön jüri dışında festival yönetimleri de izliyor, onaylar alınıyor, altyazılara bile karışılıyor. Sinemacıların bir kısmı filmlerinin gösterilmesi uğruna bunları kabul etmek zorunda kalıyor.
Anlattıklarınız sorunun yapısal olduğunu gösteriyor. Gidişat film festivallerinin tarihsel gelişimiyle de alâkalı. Örneğin, Venedik Film Festivali Mussolini döneminde başlamış, akabinde Cannes ve Moskova’daki festivaller faşist cepheye karşı organize edilmiş. Festivaller II. Dünya Savaşı sonrasında siyasal blokların dünya tahayyüllerini yarıştırdıkları zeminlere dönüşmüş. 90’lardan itibaren de piyasa düzeninin yön verdiği bir festival haritası görüyoruz. Dünya geneline baktığınızda durumu nasıl gözlemliyorsunuz?
Ayşe: Benim son dönemde çok tecrübem yok, Bakur sonrası yeni bir film yapmadık, şu ara 10 yıl gecikmeli de olsa Kardeş Türküler belgeselini bitirmeye çalışıyoruz. Ama genel olarak gördüğüm şey festival yönetiminin yerel yönetimlerle hiçbir alâkası olmaması gerektiği. Yerel yönetim doğal olarak salon tahsis eder, konaklama ve ikram gibi boyutlara destek olur, ancak gerisine karışmaz. Bizde ise Antalya Belediye Başkanı Muhittin Böcek Kanun Hükmü ile ilgili “malûm belgesel” diye başlayan bir şeyler anlatıyor. Sapla saman birbirine karışmış durumda. Belediye parayı verdiği için kendisini festivalin sahibi zannediyor ve kendisinde her konuda söz söyleme, seçilen filmleri denetleme hakkını görüyor. Aslında bunun mücadelesi yıllarca verildi, meslek birlikleri süreçlerin nasıl yürümesi gerektiğine dair tartışmalar yaptı, ama ileriye gitmek şöyle dursun, her sene daha rezalet şeyler oluyor.
Erhan: Tarihsel olarak ulus devletler ya da askeri rejimlerin yürüttüğü sansür politikaları varken, sizin de belirttiğiniz gibi, sermayenin devreye girmesiyle çok yönlü, boyutunu tam da kestiremediğimiz, örtük sansür biçimleri ortaya çıktı. Bunun bir kısmı festivallerin fonlarla ve yerel yönetimlerle ilişkilerinden kaynaklanıyor, birçok festivalin kendine özgü bir sansür alanı var. Bir belediye bir partiden diğerine geçtiğinde sansür politikaları da değişebiliyor. Bire bir deneyimlemesem de bu muhtemelen Avrupa’da da böyledir. Son bir yılda, IDFA örneğinde olduğu gibi, dünyadaki çoğu festivalin göbekten bağlı olduğu sermaye grupları, ulus devletler ya da ülkesel kodlardan dolayı Filistin meselesi karşısında döküldüğünü gözlemledik. Türkiye bu konuda daha masumdu, ama burada da Kürt, kadın, LGBT+, vb. konularına dair sansür politikası hiç gevşemeyen bir katılıkta devam ediyor.
Documentarist’te Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi isimli kolektif bir çalışmanın içinde yer aldın. O çalışmadan bahsedebilir misin?
Erhan: Altyazı Fasikül’ün öncülüğünde otosansür temalı altı videodan oluşan bir iş çıkardık. Bizim işimizin adı Duvarlar’dı. Cezaevindeki kadın siyasi mahkûmların bir kitap talebi hakkındaydı ve bu kitap talebi devlet tarafından cezalandırılmayla sonuçlanmıştı. Bizim üretimimizin dışında konunun kendisi de ilginçti, zira o mahkûmlar da aslında kendi içlerinde otosansürü tekrar üretmişlerdi. Biz de bu kavramı tekrar ele alıp yeni bir özne yaratıp yeniden ürettik. Filmi ortak hazırladığımız Can Memiş bir hukukçu ve daha önce bir cezaevi süreci geçirmişti. Hakan Bozyurt da sürekli bu tür davalara giren bir avukat. Elde ettiğimiz görüntülerin devlet tarafından “suç unsuru” olarak kullanıldığı görüntüleri biz tekrar üretirken aslında kendi otosansürümüzü ve bazı şeylerin sansürden ziyade korunaklı bir alana tekabül ettiğini keşfetmiş olduk.
Ayşe, sen de şu an 12 yıldır üzerinde çalıştığın bir öykünün kurgu aşamasındasın. Sansür olgusu senin kurgudaki tercihlerine nasıl yansıyor?
Ayşe: Kardeş Türküler belgeseli grubun 30 yıllık hikâyesini ele alıyor. Grup mevcut politik konjonktürden etkilenip yıllar içinde ona göre biçimlenen bir grup olduğundan Türkiye tarihine de sıkça değiniyoruz. Kardeş Türküler faili meçhullerin olduğu bir dönemde, Boğaziçi Üniversitesi’nde Türkçe, Kürtçe, Azerice ve Ermenice bir konser vermek üzere bir araya gelen bir proje aslında. Çok seviliyor, o konserin tekrar tekrar verilmesiyle çoğalıyor ve başka bir biçime evriliyor. Bizi kurguda en çok zorlayan şey ülkenin yıllar içinde değiştiğini ve geliştiğini düşünürken geldiğimiz noktada birçok yönden 30 yıl öncesine göre çok daha geride olduğumuzu görmek oldu. Kurgu sürecinde biraz umut vermeye çalışıyorum, zaten Kardeş Türküler’in varlığını devam ettirmesi yeterince büyük bir şey, ama hâlâ Kürtçe halayların yasaklandığına tanık oluyoruz. Bazı şeyleri yaşayıp geçerken unutuyoruz, zira beyinlerimiz bazı şeyleri bir yere kadar kaldırabiliyor, ama kurguda Hrant Dink’in öldürülüşü ya da başka katliamları hatırladıkça duygusal olarak yıprandık. Sansür anlamında bilinçli olarak filme koymadığım bir şey yok, ama farkında olmadan, bilinçdışındaki bir şeylerden dolayı koymayı atladığım şeyler olabilir. Çok enerjim kalmadı, ama yeni bir dava gelirse de gelir, yapacak bir şey yok.
Sansürden, festivallerin yaptırımlarından bahsediyoruz, ancak bir yandan da devlet belgeselcileri gözaltına alıp tutukluyor. Belgeselcileri festival salonlarından ziyade mahkeme salonlarında görüyoruz. Bu nasıl bir aşama?
Erhan: Gerçeğe dönük inanılmaz bir baskı ve saldırı mevcut. Daha çekim aşamasında bir lokasyona vardığımızda gözaltına alabiliyorlar. Gözaltına almasalar bile lokasyona sokmuyor ve çekim yaptırmıyorlar. GBT’ne bakıp taciz ediyorlar. Asker ve diğer kolluk güçlerinin baskısı dışında kendi yarattıkları ajanların da sürekli gözetimi altındasın. Dalga geçip küçük gördüğümüz, ama AKP’nin itinayla yürüttüğü bir Türkiye’yi dizayn girişimi mevcut: “Siz böyle diyorsunuz, ama ülke çok iyi” ya da “Siz böyle dediniz, ama bu insanlar aslında böyle” gibi söylemlerin de çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Evet, belgeselciler doğrudan tehdit altında, orada fiziki bir savaş hali mevcut, ama sansür ve otosansür mekanizmaları ya da ödüllendirmeme ve dışlama politikalarıyla kurmacaya da dönük bir baskı dalgası var.
Ayşe: Devlet bize bu işi yapamayacağımızı, zaten terörist olduğumuzu, yaptığımız şeyin de belgesel olmadığını söyleyip bizi en baştan yok etmeye çalışıyor. Bunu da yine “beyaz sayfalar” açarak yapıyor. Kültür Yolu Festivali gibi şeyler icat ediyor. Kendi sanatçılarını üretip besliyor ve göz önünde tutmaya çalışıyor. Cezalandırmanın dışında bu tür yok etme yöntemleri de mevcut. Buna direnmek kolay değil, birçok arkadaşımız yurt dışına gidip başka hayatlar yaşamaya başladı. Yine çok şükür kalabalığız, kolay kolay dağılmıyoruz, ama uygulamalar giderek daha da sertleşiyor. Bu sadece sanat için geçerli değil, aynısını kendi medyalarını oluşturup gerçek gazetecileri yok sayarak ve hapse tıkarak da yapıyorlar. Ama biz hâlâ buradayız
Erhan, sen neden tutuklanmıştın?
Erhan: 2016’da Kürdistan’ın çeşitli şehirlerindeki özyönetim süreçlerinin belgesellerini çalışıyordum. Yüksekova’ya dair bir iş yapıp oradaki süreci belgelemeye çalıştık. Daha sonra göç politikalarını araştıran, içinde akademisyenler, psikologlar ve farklı alanlardan insanların bulunduğu GÖÇİZDER’de çalışan bir sosyolog-akademisyen olan Zana Kibar ve gazeteci Hicran Ürün ile Sur’daki özyönetim sürecini anlatan bir belgesel hazırladık. Film 2018’de çıkar çıkmaz yasaklandı ve yönetmenlere soruşturma açıldı. Bana da soruşturmada adım geçtiğine dair uyarılar geliyordu. Daha sonrasında, 2022 haziran ayında, derneğin 2016’daki süreçle ilgili yaptığı tüm araştırmaların dava konusu olduğu bir operasyon yapıldı ve 20’den fazla insan gözaltında alındı. Benim de aralarında bulunduğum 17 kişi tutuklandı. Devlet tabii derneğin bütün çalışmalarını saçma iddialarla terörize etti, dernekle belgesel üzerinden ilişki kuran beni de türlü bahaneler ve yalanlarla bir davanın sanığı yaptı. Sekiz ay tutuklu kaldım, sonuçta herkes beraat etti. Aslında, Sur belgeselin hemen sonrasında Cizre’yi çalışıyorduk, ama o çalışmayı yapan arkadaşlar yarıda bırakıp yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Çalışma için bulduğumuz bazı fonlar verdikleri mali desteği hibe ettiklerini, ama çekilen belgeseli istemediklerini ilettiler. Böyle çok daha fazla hikâye var. Belgeselciler bahsettiğim baskılara doğrudan maruz kalıyor, ama kurmaca tarafını da es geçmemek lâzım, orada da sinsi bir boyut var.
Gerçeğe dönük inanılmaz bir baskı ve saldırı mevcut. Daha çekim aşamasında bir lokasyona vardığımızda gözaltına alabiliyorlar. Gözaltına almasalar bile lokasyona sokmuyor ve çekim yaptırmıyorlar. GBT’ne bakıp taciz ediyorlar. Asker ve diğer kolluk güçlerinin baskısı dışında kendi yarattıkları ajanların da sürekli gözetimi altındasın.
Ayşe: Kültür Bakanlığı fonları belgeselcilere çok az çıkıyor, hele hassas konularla ilgili bir mevzuysa para çıkma ihtimali yok. Kurmaca filmlerin farkı, bizden çok daha büyük bütçelere ihtiyaç duymaları, o yüzden bakanlığa muhtaçlar. Bir de yurtdışındaki büyük fonları alabilmek için kendi ülkenin devlet fonundan destek almış olman gerekiyor. Bu yüzden çekim aşamasında bazı müdahalelere açık oluyorlar, fonları ancak bazı revizyonlardan sonra alabiliyorlar. Ama orada da kötü sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin, Kurak Günler için verilen bakanlık desteği olur olmaz gerekçelerle Emin Alper’den geri istendi.
Adana’da kurgusunu yaptığın, Orhan İnce’nin Hêvî isimli ilk uzun metraj filmi gösterildi. Ne tür tepkiler aldınız? Festivale dair genel gözlemlerin nelerdi?
Erhan: Hêvî aslında hem bakanlık hem de TRT destekli, yani iki büyük sansür kurumunun onayından geçmiş bir film. Bu, insanlarda bunun nasıl olabileceğine dair bir tereddüt oluşturuyor. Daha önce Aram Dildar’ın Adres isimli kısa filminde de benzer bir şey yaşamıştım. Aşırı faşist söylemleri dışarıda tutarsak, filme Türklerden çok tepki gelmemişti, hatta belki memleketine dönen bir öğretmenin atandığı köyü bulamaması öyküsü ortaklaştırıcı bulunmuştu. Orhan filmini tamamen Kürtçe çekti, hikâyesi çok yerel ve basit bir mesele. Zaten o sadelik üzerine kurulmuş bir film. Ama festivallerde yıllar içinde revaçta olan bir hikâyeleme biçimi var ve bu sadelik festival için çok basit kaçabiliyor. Son dönemde ödüllendirilen filmlere baktığımızda bu tür naif, gündelik insan hikâyeleri festival seyircisini ve jürileri pek tatmin etmeyip üstten bir yaklaşım doğurabiliyor. Bizzat büyük ve net bir eleştiri görmedim, ama duyumlar aldım, buna derinlik ve katman dayatması da denebilir. Orhan’ın amacı bu değildi, gündelik bir hikâyeyi yalın bir şekilde ve tamamen Kürtçe anlatmanın derdindeydi. Bence Aki Kaurismaki’nin filmlerine benzeyen bir tat da var, o filmlerde de sıradan meseleler ve klişe melodramlar vardır, karakterlerin başına ne geleceğini aslında biliriz, ama yine de izleriz, severiz.
Devlet bize bu işi yapamayacağımızı, zaten terörist olduğumuzu, yaptığımız şeyin de belgesel olmadığını söyleyip bizi en baştan yok etmeye çalışıyor. Bunu da yine “beyaz sayfalar” açarak yapıyor. Kültür Yolu Festivali gibi şeyler icat ediyor. Kendi sanatçılarını üretip besliyor ve göz önünde tutmaya çalışıyor. Cezalandırmanın dışında bu tür yok etme yöntemleri de mevcut.
Festivallerin sansürle bu kadar hemhal olduğu bir ortamda trendleri belirlemesi de bir çelişki değil mi?
Erhan: Bence bu da bir tür sansür. Sürekli bir yükseklik çabası, “öyle bir film yap ki, bu sansürü del” dayatması. Adana’daki seçkide Murat Fıratoğlu’nun Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri filmi de vardı. O da çok naif ve basit bir hikâye, özgün bir dille anlatılmış. Türkiye’deki seyircilerin filmi sevmeye yönelik olası dirençleri de Venedik’teki jüri özel ödülü ile kırıldı, zira film Avrupa’dan onay aldı. Bence de iyi bir film, izlediğim diğer filmler duygu açısından benzerken ve benzer şeyleri sorguluyorken Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri ve Hêvî’nin daha farklı olduğunu düşündüm. Son dönemde, Türkiye’deki süreçler festivallerdeki birçok filme sanki yabancı bir gözden yansıyor. Bu ülkenin ferdi değilmiş ve bu ülkeye karşı bir sorumluluğu yokmuş gibi yapan bir dış göz seziyorum.
Ve bu da bana bir tür sansür gibi geliyor. İşlediği sosyolojik mevzuya karşı objektif olduğunu iddia eden, ama objektif olmayan bir göz. 15 Temmuz’u işleyip militarizme, darbelere dair bir şey söylemeyen bir göz. Ya da sol tarihin en büyük katliamlarından biri olan, TİP üyesi yedi gencin ülkücüler tarafından öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı hakkında kurmaca bir film yapma iddiasında bulunup o hafızayı tamamen hiçe sayan bir eğilim ortaya çıkabiliyor. Yönetmeni kendince öyle bir bakış açısı geliştirdiğini söyleyip işin içinden sıyrılabiliyor. Bu durumu cumhuriyet tarihindeki bazı dönemeçler ya da AKP dönemi üzerinden de açıklayabiliriz belki, ama ben bunun aynı zamanda dayatılan bir şey olduğunu, bazı yönetmenler tarafından da ön plana çıkmak için kullanıldığını düşünüyorum. Festival politikaları bu dış göze el veriyor. Mesele sadece Türkiye ile bitmiyor, bu tür filmler yurtdışı festivallerinde de ödüllendiriliyor, zira bakanlık oraları da fonlayarak destek ve sansür mekanizmalarını oralarda da işletiyor.
Erhan: Bunlar çok önemli noktalar ve sinemacılar olarak tam da bu tür şeyleri konuşmayı özledik. Herkes kendi dünyasına çekildiği için bunun açlığını yaşıyorum, inisiyatif çatısı altında bir araya gelmemizin bir sebebi de bu. Eğer toplumsal meselelerin tartışıldığı, baskının olmadığı koşullarda özgürce filmlerimizi üretebiliyor olsaydık, Erhan’ın bahsettiği tarzda filmlerin yapılıyor olması bizi rahatsız etmezdi. Ama ortalıkta muhalif filmler ve eleştirel bir göz yokken meydan sadece bu tür filmlere açıldığında bizim de itirazımız oluyor. Son yıllarda jürilerinde yer aldığım belgesel film festivallerinden biliyorum ki, çok güzel ve önemli filmler yapılsa da büyük festivallerde gösterilmiyorlar. Kurmaca için de aynı şey geçerli. Hepsinin sonu sansüre çıkan bir süzgeçten geçmesi gerekiyor, ancak onlara izin veriliyor. Son yıllarda Türkiye’de yaşamakta ısrar eden bağımsız bir yönetmenin yaptığı özgürce ve cesurca film yok denilecek kadar az.
Türkiye’deki süreçler festivallerdeki birçok filme sanki yabancı bir gözden yansıyor. Bu ülkenin ferdi değilmiş ve bu ülkeye karşı bir sorumluluğu yokmuş gibi yapan bir dış göz. Bu da bir tür sansür.
Sinemacılar festivallerin piyasa adına değer belirleyici, hiyerarşi tesis edici, muhalifleri düzen içine çekici ya da dışlayıcı rollerine karşı ne yapabilir? Kendi mekanizmalarını oluşturabilir mi? Ana akımın dışında kalan Uçan Süpürge, İşçi Filmleri, FilmAmed, Pembe Hayat, FilmMor, vs. gibi festivallere baktığınızda nasıl bir resim görüyorsunuz?
Erhan: Olan biteni deşifre etmenin bile son derece önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Birçok sansür vakası yaşanıyor, ama biz çoğunu çevremizden biliyoruz, bunlar festivallerin ya da başka kişi ve kurumların dikkate alabileceği açıklamalara dönüşüp alenileşmiyor. Sansür olgusu silikleşti, ilginç bir yere evrildi, yokmuş gibi, ama var. Yok sayılan, festivallere alınmayan birçok filmin görünür olacağı bir platform mevcut değil. Biraz önce bahsettiğimiz çeşitli örneklerde olduğu gibi İKSV gibi kurumlar kendilerince çok makûl olduğunu düşündükleri sebeplere dayanarak filmleri düpedüz sansürlüyor. Bu yaşananları tartışmaya açmanın, kolektif ağlar kurarak film günleri düzenleyerek deşifre etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Ayşe: Bahsettiğiniz festivaller hâlâ bağımsızlığını koruyan, belli filmlere perdesini açan festivaller. Bu festivaller hep vardı, bundan sonra da var olmaya devam edecek. Ama sonuçta onlar da baskılanıyor, sansürden nasibini alıyor. Örneğin, Documentarist’in eskiden başka salonları da vardı, ama salon sahiplerinin korkusundan dolayı artık mekân bulmakta zorlanıyorlar. Bu festivaller bütün bunlara rağmen devam ediyor, ama bizim bir araya gelme ve örgütlenme sebeplerimizden biri, tüm kamusal film festivallerindeki yok sayma mekanizmalarının gözler önüne serilmesini sağlamak. Dönüşüm başka türlü gerçekleşmeyecek.
Özgürlük için Sanat İnisiyatifi’nin bundan sonra nasıl bir gündemi olacak?
Ayşe: Sansüre tepkimizi koymak ve bir araya gelmek için Antalya’daki festivalle eş zamanlı gerçekleşecek, 3 Ekim’de açılışı yapılacak ve 5-6 Ekim’de film gösterimleriyle devam edecek sembolik bir etkinlik hazırladık. Özgür Portakal Film Günleri adı altında Antalya’da sansürlenmiş ya da seçkiye alınmamış filmlerin gösterimini yapacağız. Antalya’daki bağımsız tiyatro Baküs Sahne bize kapılarını açtı, gösterimleri orada gerçekleştireceğiz. Ancak, 3 Ekim’deki Kanun Hükmü gösterimi Antalya Valiliği tarafından bir kez daha yasaklandı. Aynı tarihlerde gerçekleşecek İstanbul’daki çalıştayda ise sansür, otosansür, sanatsal baskılar, mevcut iktidarın kültürel politikalarını söz söylemek isteyen herkese açık bir şekilde tartışacağız.