“Korona ve ekonomik kriz kıskacındaki kafe, bar ve restoranlar” dizisinin dördüncü bölümünde, söz sırası fiilen kapatılan içkili restoran-meyhane statüsündeki mekânlardan, Beyoğlu’ndaki Müşterek ve Meclis meyhanelerinin işletmecisi Cihan İlter’de…
Müşterek ve Meclis meyhaneleri ne zamandan beri faaliyette?
Cihan İlter: Altı yıl önce Müşterek Meyhane’yi açtık. Müşterek Beyoğlu’nda Mis Sokak’ta, bir binanın ikinci katında. Müşterek misafirlerimizle yakın ilişki kurduğumuz bir mekân oldu zamanla. Bir buçuk yıl önce de Meclis Meyhanesi’ni açmıştık. Müşterimizle iyi ilişkimiz vardı, başarılı olmuştuk, fena gitmiyordu, ta ki salgına kadar. Müşterek salgının başladığı mart ayından beri kapalı, 10 ay oldu nerdeyse.
Kapalı olmasının, yazın da açılmamasının nedeni ne?
Müşterek bar ruhsatlı bir mekân. Beş katlı ve her katında ayrı mekânların olduğu bir binada. Bina tek ruhsata bağlı olduğu ve bu da bar ruhsatı olduğu için oradaki bütün mekânlar kapalı şu an. Müşterek yaklaşık 70 kişi kapasiteliydi. Yedi çalışanımız vardı. Martta kapatırken birkaç ay süreceğini düşünüyorduk, ama nerdeyse 10 ay oldu. Müşterek’in de içinde olduğu binada 30-40 daimi çalışan, ara ara gelip çalışan arkadaşlarımızı da sayarsak, 50 kişiye yakın çalışan vardı. Hepsi işsiz kaldı. Haziranda içkili lokanta ruhsatı olan mekânlar açılabildi. Meclis Meyhanesi o statüde olduğu için o dönem açıktı.
Kısa çalışma ödeneği uygulaması faydalı oldu mu?
Kısa çalışma ödeneği diye aylık takribi 1500 lira veriliyor ve bu parayla arkadaşlarımızın geçinmesi bekleniyor. İnsanların ev kiralarının yarısı bile değil kısa çalışma ödeneği.
Buradaki hiç, ama hiç kimse toplumun bu kadar zorlandığı bir dönemde “mekânlarımızı açalım” diye bayrak sallamaz. Buradaki bütün esnaf şunu der: “Evet, bir ay kapatılsın her yer, ama her yer; fabrikalar da dahil. Temel ihtiyaçların karşılanması dışında sokağa çıkma yasağı ilan edilsin.”
Salgın resmen ilan edildikten sonra sizden ne gibi önlemler almanız talep edildi?
Hiçbir uzmandan, belediye görevlisinden, sağlık kuruluşundan “şunları yapacaksınız, şu kadar metrekareniz var, bu kadar masa bulundurmanız gerekiyor, çapraz oturulması lâzım, yan yana oturmak yasak; yağlar, tuzlar, soslar tek kullanımlık olsun” gibi bir yönetmelikle karşı karşıya kalmadık. Kimse gelmedi bize açıkçası. Tamamen kendi okuduklarımız, gördüklerimiz, dinlediklerimiz üzerinden bazı önlemleri aldık; masa sayılarını azalttık, tek kullanımlık ürünleri çoğalttık. Marttan beri benim gördüğüm hikâye şu: İktidar bir Bilim Kurulu kurdu. Ama bu kurul bağımsız değil, aldığı kararlar da oradaki uzmanlara ait değil. Hatırlayın, İçişleri Bakanlığı iki saat öncesinde ilan ederek sokağa çıkma yasağı kararı almıştı. Sırf o kararın yarattığı krizin salgının yayılmasındaki etkisi hiç konuşulmadı, geçiştirildi. Bir yönetememe durumu var. Biz zaten bunu nerdeyse 20 yıldır görüyorduk. 15-16 yaşından beri bu iktidarla yaşıyorum, 20 yıl olacak neredeyse. Hep bir krize sebep oluyor, hem de bu krizi yönetemiyorlar. Salgında bu tavan yaptı. Ne ekonomik kısmı yönetilebildi ne de toplumsal kısmı.
Sözünü ettiğiniz “yönetememe”nin etkilerini siz nasıl yaşıyorsunuz?
Ekonomide genel olarak çok büyük sorunlar var. Ne olursa olsun çarkların dönmesi gerekiyor. Bunun için büyük sermaye gruplarının sahibi olduğu fabrikalarda işçilerin havasız alanlarda çalışması gerekiyor. Son zamanlardaki kısıtlama kararları da tamamen buna endeksli. Her zaman olduğu gibi ilk gözden çıkarılanlar alkollü mekânlar oldu. Bu ayrı bir politik tavır. Beyoğlu’yla çok ayrı bir derdi var bu iktidarın. Bunu Gezi’yle ve AKM’nin, Emek Sineması’nın yıkılmasıyla, buradaki masa ve sandalyelerin kaldırılmasıyla gördük. Bunun en küçük örneği –ki aslında çok büyük ve anlamlı bir örnek– aynı iktidara ait belediyelerdeki farklı davranış biçimleri. Mekân kapatmaların politik olduğunu çok net görebiliyoruz. Mesela Antalya-Kaş’ta barlar açıktı. Diğer taraftan, buradaki gece kulüpleri ve barlar kapalı. Bunun sebebi de çok açık, bu politik bir tavır ve bunu gözümüze sokarak yapıyorlar. Tamamen turizm sektörünün üç ayının batmamasına dönük bir hamleydi, çünkü oradaki işletmeler hacim olarak daha büyük. Tabii, Turizm Bakanı’nın şirketlerinin de bununla doğrudan bir ilişkisi vardır. Ortada bir kamu sağlığı sorunu var. Bizler zaten kamu sağlığını gözeten insanlarız. Buradaki hiç, ama hiç kimse toplumun bu kadar zorlandığı, ölüm oranlarının bu denli yüksek olduğu, hastalanma riskinin arttığı, hastanelerin dolup taştığı bir dönemde “mekânlarımızı açalım” diye bayrak sallamaz. Ben dahil, buradaki bütün esnaf şunu der: “Evet ya, bir ay kapatılsın her yer, ama her yer; fabrikalar da dahil. Temel ihtiyaçların karşılanması dışında sokağa çıkma yasağı ilan edilsin.” Bir ay boyunca herkes buna razı, ama bunu yapmak yerine ekonomik hacmi endüstriyel üretim hacmiyle eş değer olamayacak bir sektörü yok ediyorsun, lokantaları, barları, içkili mekânları bir anda kesip atıyorsun. Tabii ki biz de önlemlere katkı sunacağız. Ama burada süreç yanlış yönetiliyor, o nedenle de serzeniş ve itiraz var. Kamu sağlığı noktasından bakıyoruz biz. Eğer iktidar da bizim gibi baksaydı, şu anda başka bir şey konuşuyor olurduk.
Çalışanların ruh hali nasıl?
Başlıca sorun ekonomik. Bizler ekmeğimizi bu işten çıkarıyoruz. Bu işten başka bir iş yapma yeteneğimiz de yok. Bu bir kriz ve bu krizi fırsata çeviren yerler de yok değil, paket servis olayı gibi. Ama 15 yıldır aşçılık yapan bir arkadaşımın gidip olmayacak bir yerde paket servisçi olmasını kaldıramıyorum. Ama gündelik hayat devam ediyor, elektrik, su, doğalgaz faturalarını aynı hızla, belki daha zamlı bir şekilde almaya devam ediyorsun. Bunları ödemek zorundasın. İnsanlar umutsuzluk ve karamsarlık içerisinde. Bu benim için de diğer ortaklarım için de geçerli. Başka bir iş yapmayı düşünemiyoruz, bu bizi ayrıca karamsar bir duruma sokuyor. Umutsuzluk var. Umutsuzluk yaşıyorum, umuda bel bağlamak istiyorum, ama bu süreçte bunun çok zor olacağını da görüyorum. Önümüzdeki iki-üç ay mekânların açılmayacağı belli. Burası bizim sadece gelip gittiğimiz, temel ihtiyaçlarımızı giderdiğimiz bir yer değil, burası sosyalleştiğimiz, ilişki kurduğumuz bir alan. Bu alanın yok olması bizim elimizi kolumuzu kırıyor aslında. Dayanışmayla umudu ayakta tutmaya çalışıyoruz.
Devletin açıkladığı bazı destekler vardı. Siz yararlanabildiniz mi bu desteklerden?
Bir dayanışma değil, borçlandırma var. Çalışanlara “kısa çalışma ödeneği” diye verilen aylık 1500 lira. Bununla geçinemeyenler banka kredileriyle borçlandırıldı. Ne kira yardımı, ne bir stopaj, vergi indirimi. Bunlar sadece ertelendi, ötelendi. O kadar. Bunun üstüne bir de sokağa çıkma cezası, , içme cezası, onun cezası bunun cezası… Bu kadar ceza konuşuluyorsa, demek ki hatalı olan, eksik olan bir şey var. Toplum tam anlamıyla bilinçlendirilmiyor, mekânlar ne yapacakları konusunda bilgilendirilmiyor, ama iş denetime, cezaya gelince acımasız bir hikâye dönüyor. Birkaç gün önce Beyoğlu Belediyesi’nden gelen mesaj: “Çevre ve temizlik vergilerinizi şu tarihler arasında ödeyebilirsiniz.” Kapalı olan mekânların hepsine geldi bu mesaj. Bu bir ironi. Diğer taraftan, devlet bize “sizi kapatmadık” diyor, kapatmadığı için de herhangi bir yardım, bir hibe söz konusu değil.
“Kısa çalışma ödeneği” diye verilen aylık 1500 lira. Bununla geçinemeyenler banka kredileriyle borçlandırıldı. Ne kira yardımı, ne bir stopaj, vergi indirimi. Bunun üstüne bir de sokağa çıkma cezası, sigara içme cezası, onun cezası, bunun cezası…
Küçük esnafın çok ciddi bir borç krizi yaşadığı anlaşılıyor. Bu sürecin orta vadede etkisi ne olur?
Bu kapitalizmin krizi. Eğer muhalif bir müdahale olmazsa, kapitalizm kendini yenileyip bu işin içinden çıkacaktır. Salgın sürecinde yüzlerce işçi eylemi var. Şu an bu işçilerle dayanışma göstermeyen esnaf da diğer mağdurlar da yarın tıpkı onlar gibi eylem yapmak zorunda kalacak. Salgın bittikten sonra, işsiz kalanlar, bu süreçte psikolojik ve ekonomik olarak zarar görenler tepkilerini dışa vuracaktır. Bu bir temenni değil, gerçeklik. Ben bunu yaşıyorum mesela. Ancak yan yana geldiğinde bir şey çıkacaktır ortaya.
Birkaç ay sonra kısıtlamalar kalktığında, mekânlar açıldığında durum nasıl olacak sizce?
Hukuk bir sektör haline gelecek bu süreçte. Geçtiğimiz haziranda, mekânlar açılmaya başladığında, adliyelerde en fazla görülen davalar ödenmeyen kiralarla ilgiliydi. Bu kiralar ödenemez, mümkün değil. Bizler işlettiğimiz mekânlardan kazandığımız artı değeri, emeği servete dönüştüren insanlar değiliz. Buralar büyük çaplı ciroların olduğu yerler değil. Biz gündelik çalışırız. Bu işe eklemlenen herkes öyledir, müzisyenler de, garsonlar da, aşçılar da… Bu insanların çalışmadıkları zaman paraları olmaz, ertesi gün işe gelmek zorundalar. Olmayan servetlerimizden ödeyemiyoruz ne yazık ki mekânların kirasını, ev kiralarımızı, temel ihtiyaçlarımızı. Dolayısıyla, borçlanıyoruz ve borçlar ödenmeyecek şekilde birikiyor. Bu borçlar hukukunun konusu olacak. Orada da burjuva hukuku dediğimiz şey devreye giriyor. Yani mülkiyeti olanı korumaya dair kararlar çıkacak. Asıl hikâye de oradan sonra başlayacak. Bu borçlar ödenemediğinde ne yapacaklar? Olmayan mülküme mi haciz koyacaklar, ne yapacaklar?
Beyoğlu’nun tarihi zamanlarına şahitlik ediyoruz. Mekânların kapanmasından dolayı sokaklar ıssız. Tepede polis helikopterleri uçuyor. Beyoğlu’yla duygusal bağı olan bir insan olarak bu ıssızlığı görünce ne hissediyorsunuz?
Beyoğlu’nun ıssızlığının Türkiye’nin ıssızlığından bir farkı olmadığını, birbiriyle paralel yürüdüğünü düşünüyorum. Bu ıssızlık Beyoğlu sokaklarına has değil, Beyoğlu zaten yaklaşık 20 yıldır ötekileştiriliyor. Buradaki kozmopolit yapının son kalıntılarını da kırmaya dönük bir derdi var iktidarın. Tarlabaşı projesi de buna hizmet ediyor. Burayı büyük otellerin üstlerine ya da altlarına sığdırmaya çalıştıkları restoranlarla, barlarla, gece kulüpleriyle düşürmeye çalışıyorlar.