Dünya halkları çok değerli bir aydınını, bilimcisini, yol göstericisini yitirdi. Eserleri arasında dolaşarak uğurluyoruz. Anısına saygıyla…
Immanuel Wallerstein, 1 Temmuz 2019’da yayınlanan 500. yorumuna “Bu Son; Bu Başlangıç” başlığını atmış ve 1 Ekim 1988’den o güne 15 günde bir düzenli olarak yayınlanan yorumlarının sonuncusunu yazdığını duyurmuştu. Wallerstein bu yorumunda bir süredir 500 sayısına ulaşmak için kendisini zorladığını söylüyor ve bir bakıma yaklaşmakta olan biyolojik sonunu duyuruyordu.
Son yorumunun son cümlelerini yıllardır söylediklerini tekrar ederek bitiriyordu: “Dünya yan yollardan birine saparak yoluna gidebilir. Ya da gitmeyebilir. Sınıfı çok geniş bir anlamda kullanırsak, asıl mücadelenin sınıf mücadelesi olduğunu geçmişte belirtmiştim. Gelecekte hayatta olanların yapabilecekleri şey kendileri ile mücadele etmektir ki, bu değişim gerçek bir değişim olabilsin. Hâlâ böyle düşünüyorum ve sanırım dönüşüm sağlayan gerçek bir değişimi başarmak için yarı yarıya şansımız var, ama sadece yarı yarıya.” [1]
Sömürgecilik sonrası Afrika’dan Braudel’in Akdeniz’ine
Wallerstein, 1930’da Büyük Bunalım’ın çıkış noktası ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın başkenti işlevini üstelenecek olan New York, Manhattan’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı bölgede yaptıktan sonra, 1951’de gene Manhattan’da bulunan Columbia Üniversitesi’nden mezun oldu. Wallerstein, McCarthism and Conservative (McCartizm ve Muhafazakâr) başlıklı eleştirel teziyle 1954’te yüksek lisans, The Road of Independence: Ghana and Ivory Coast (Bağımsızlık Yolu: Gana ve Fildişi Sahili, 1964) adlı çalışmasıyla 1959’da doktora derecesini aldığı Columbia Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde aynı yıl öğretim üyesi oldu.
Bu yıllarda Columbia Üniversitesi bir yandan “Amerikan Sosyolojisi”nin büyük isimlerini, diğer yandan da Avrupa’dan ABD’ye göçmüş ünlü isimleri bünyesinde barındırıyordu. Bu yıllar, ABD hegemonyasının kurulduğu, dünyanın üçte birinin sosyalist olduğu ve sömürgelerin tasfiye edildiği bir döneme denk geliyordu.
Wallerstein ekonomiden uluslararası ilişkilere, sosyolojiden siyaset bilimine, çok sayıda disipline ait ders kitaplarında anılan bir isim. Hemen her disiplinden yapılan atıflar, genellikle Wallerstein’in çok yönlü çalışmalarının bir yönüne işaret ediyor ve ortaya körlerin fili tarif etmesine benzeyen bir Wallerstein profili çıkıyor.
Columbia yıllarında ayrıca Africa, The Politics of Independence (Afrika, Bağımsızlık Politikası, 1961), Africa: The Politics of Unity (Afrika: Birlik Politikası, 1969) adlı çalışmaları yayınlandı. Bu döneminde, Wallerstein tek tek Afrika ülkelerini incelemekle başladığı akademik kariyerinde, bağımsızlığını kazanan Afrika ülkelerinde sömürge yönetimlerinin tasfiyesinin sonucu olarak beklenen modernleşme/gelişme sürecinin neden yaşanmadığı sorusu üzerine yoğunlaştı, bu süreçte giderek Afrika’yı tek tek ülkeler yerine bir bütün olarak görmeye başladı.
Wallerstein’in Columbia’daki görevi 1968 ayaklanmasında öğrencilerin yanında saf tutması üzerine “kibarca” uzaklaştırılana kadar sürdü. Bu olay üniversite kurumunu ve üniversitede örgütlenmiş bilim anlayışını derinden sorgulamasına yol açtı ve 1969’da University in Turmoil: The Politics of Change (Üniversitede Kargaşa: Değişimin Politikası) kitabını yayınladı.
Columbia’dan ayrıldıktan sonra, 1971’de Kanada’nın Montreal şehrindeki McGill Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Burada çalıştığı 1971-1976 arası dönemi, Fransızca konuşanların çoğunlukta olduğu Quebec eyaletinin İngilizce konuşanların baskın olduğu Kanada’dan bağımsızlık isteğinin yoğunlaştığı bir döneme denk geliyordu. O güne kadar yaşadığı ABD’de ırkçılık, üzerinde çalıştığı Afrika’da ülke milliyetçiliği olarak karşısına çıkan sorun Montreal’de etnisite olarak gene karşısındaydı.
Bu dönemde Wallerstein, “Tek tek Afrika ülkeleri neden kapitalistleşemedi, ya da tek tek Afrika ülkeleri neden modernleşemedi?” biçiminde tartışılan bir konunun sorusunu değiştirdi: “Afrika kıtası nasıl Afrika oldu?” Bu noktada, Fernand Braudel ve büyük eseri II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası ile yakınlaşması dünyaya bakışını değiştiren etmenlerden biri oldu. Braudel, bu kitabında, o güne kadar akademide yerleşik kuralların dışına çıkıyor ve üç yeni şeyi bir arada yapıyordu: 1) Analiz birimini bir ülke yerine bir deniz olarak seçmişti. 2) Kronolojik bir siyasi anlatı yerine coğrafi, ekonomik ve bireysel olmak üzere üç farklı zamana odaklanan bir anlatı kurmuştu. 3) Araştırmasında doğa bilimleri, beşeri bilimler ve sosyal bilimlerden hemen hemen aynı ölçüde yararlanmıştı.
Kapitalizmin tarihsel hikâyesi: Modern Dünya-Sistemi
Wallerstein, 1974’te kendisini bütün dünyaya tanıtacak olan The Modern World-System (Modern Dünya-Sistemi) adlı devasa çalışmasının ilk cildini yayınladı. Bu cildin “Giriş: Toplumsal Değişimin İncelenmesi Üzerine” başlıklı bölümünde, hayatının geri kalan kısmında açarak ve geliştirerek savunacağı (ve genellikle anlaşılmayan ya da eksik/yanlış anlaşılan) temel tezlerini dile getirdi. Ancak, çalışmasında o günlerde asıl ününü sağlayan şey, dönemin entelektüel ortamının süregiden tartışmalarından “feodalizmden kapitalizme geçiş” meselesine çok zengin ve çok çeşitli kaynaklardan derlenmiş bir tarihsel belge ve olgu setiyle katılması, daha da önemlisi o yıllarda “bağımlılık okulu” tarafından geliştirilen “merkez/çevre” modelini yaratıcı bir biçimde kullanmasıydı.
Wallerstein, “Tek tek Afrika ülkeleri neden kapitalistleşemedi ya da modernleşemedi?” biçiminde tartışılan bir konunun sorusunu değiştirdi: “Afrika kıtası nasıl Afrika oldu?” Bu noktada, Braudel ve büyük eseri Akdeniz ve Akdeniz Dünyası ile yakınlaşması dünyaya bakışını değiştiren etmenlerden biri oldu.
Modern Dünya-Sistemi’nde, feodalizmden kapitalizme geçişin marksist yazarların ileri sürdüğü gibi toplumsal ilerlemenin yol açtığı kaçınılmaz bir sonuç değil, tamamen tesadüfi olduğunu ileri sürüyordu. Ayrıca, kapitalizm bir ilerleme değil, büyük bir ahlâki çöküşe denk geliyordu. Sonra, kapitalizm tek bir ülkede (İngiltere) ortaya çıkan, sonra da başka ülkelere (Belçika, Fransa vs.) sıçrayan bir üretim tarzı değil, başlangıcından itibaren bir “dünya” olarak kavranması gereken bir tarihsel sistem olarak analiz edilmeliydi.
Modern Dünya-Sistemi, Atlantik Okyanusu’nun kıyıları arasında, Avrupa-Amerika ve Afrika’yı kapsayan bir tarihsel sistem olarak doğmuş ve giderek yerküre olarak Dünya’yı bütünüyle yutan bir tarihsel sistem haline gelmişti. Bu süreçte uzak mesafe ticaretine bağlı olarak ortaya çıkan uzun meta zincirleri başat rolü oynamış, buna modern devletlerden oluşan devletlerarası sistem (1648, Vestfalya) eşlik etmişti. Daha sonra modern sınıflara kaynaklık eden hane halkları ve nihayet 1789 Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan kapitalist jeokültür ile kapitalist dünya-sistemine meşruiyet kaynağı sağlayacak yapısal işbölümünün bütün unsurları oluşacaktı.
Wallerstein Modern Dünya-Sistemi’nin “Merkantilizm ve Avrupa Dünya-Ekonomisinin Güçlendirilmesi 1600-1750” altbaşlığını taşıyan ikinci cildini 1980’de, “Kapitalist Dünya-Ekonomisinin Büyük Genişlemesinin İkinci Evresi 1730-1840” alt başlığını taşıyan üçüncü cildini 1989’da ve “Merkezcil Liberalizmin Zaferi 1789-1914” altbaşlığıyla dördüncü cildini 2014’te yayınlayarak kapitalizmin tarihsel hikâyesinin önemli bir kısmını yazdı.
Immanuel Wallerstein, ünlü olduktan sonra, 1976’da arkadaşı Terence K. Hopkins’in çağrısına uyarak New York Eyalet Üniversitesi’nin (SUNY) eski bir sanayi şehri olan Binghamton’daki yerleşkesinde görev aldı ve buradaki Fernand Braudel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Araştırmaları Merkezi’nin müdürü oldu. Bu arada, 1975’te, Türkiye’de Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri adlı kitabıyla bilenen Pitirim Sorokin adına verilen Sorokin ödülünü aldı.
Uluslararası Afrika Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyeliği, Review dergisi editörlüğü, Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılandırılması için Gulbenkian Komisyonu başkanlığı, Uluslararası Sosyoloji Derneği başkanlığı gibi görevler üstlenen Wallerstein, 1999’da Binghamton’dan emekli oldu, ama Fernand Braudel Merkezi müdürlüğünü 2005’e kadar sürdürdü; yaşamının son yıllarını ise Yale Üniversitesi’nde emekli profesör olarak geçirdi. Uzun sayılabilecek yaşamı boyunca onlarca kitap, yüzlerce makale yazan Immanuel Wallerstein ayrıca Dünya Sosyal Forumu’nun Danışma Kurulu’nda da bulundu.
Wallerstein, Modern Dünya-Sistemi’nde, feodalizmden kapitalizme geçişin toplumsal ilerlemenin yol açtığı kaçınılmaz bir sonuç değil, tamamen tesadüfi olduğunu ileri sürüyordu. Ayrıca, kapitalizm bir ilerleme değil, büyük bir ahlâki çöküşe denk geliyordu.
Dünya-Sistemi analizinin dört veçhesi
Wallerstein, bugün ekonomiden uluslararası ilişkilere, sosyolojiden siyaset bilimine, çok sayıda disipline ait ders kitaplarında anılan bir isim. Hemen her disiplinden yapılan atıflar, genellikle Wallerstein’in çok yönlü çalışmalarının bir yönüne işaret ediyor ve sonuçta ortaya körlerin fili tarif etmesine benzeyen bir Wallerstein profili çıkıyor. Halbuki, kendisi kendi yapıtını değerlendirirken kapitalist dünya-ekonominin jeokültürünün ayrılmaz bir parçası olan bilim anlayışına karşı yeni bir bilim anlayışı geliştirdiğini söylüyor: Dünya-Sistemleri Analizi.
Dünya-Sistemleri Analizi, toplumsal değişime süreçlerini incelerken görünüşteki değişim (her şey değişir, ama hiçbir şey değişmez) ile gerçek değişim arasında ayrım yapmamız gerektiğini söyler, ayrıca insan toplumlarının içinde çok sayıda öznenin devindiği kendi kendini örgütleyen sistemler olduğuna dikkat çeker.
Bu (teori değil) analiz yöntemi ilk olarak kapitalizmin ilerlemeci ve değiştirilemez tarih anlayışına karşı, bir tarihsel sistemin içindeyken büyük ölçüde öngörülebilir, ama tarihsel sistemlerin çöküş anlarında kaotik, öngörülemez, dolayısıyla sonucu mücadeleye bağlı bir tarih anlayışını savunur.
İkinci olarak, toplumsal değişim süreçlerinin (elitler ya da sınıf gibi) tek bir öznesi olduğu anlayışına karşı, farklı çıkarlar doğrultusunda geleceğin belirlenmesi için mücadele eden (ya da mücadele edenler arasında susarak ya da katılarak seçimde bulunan) bütün güçlerin toplumsal değişim sürecinde özne olacağını ileri sürer.
Üçüncü olarak, toplumsal değişimin gerçekleştiği asıl alanın felsefi, siyasal ya da ekonomik alanlardan biri ya da birkaçı olmadığını, toplumsal değişimin kaosun yaşandığı geçiş dönemlerinde yapılan ahlâki seçimlerin ürünü olduğunu savlar.
Dördüncü ve son olarak da, toplumsal değişimin gerçekleştiği ölçeğin ülke ya da bir ülkede vücut bulmuş bir üretim tarzı olmadığını, bir tarihsel sistem olduğunu vurgular.
Üç tarihsel sistem
Wallerstein’e göre, “tarihsel sistem” dediğimizde, belli bir tarihte ortaya çıkan (doğan), belli bir ömrü olan (büyüyen, olgunlaşan ve yaşlanan) ve bir gün yok olacak olan (ölen) bir yapılar bütününden söz ediyoruz demektir.
Uygarlık tarihi boyunca toplumsal değişim sürecini incelerken kullanabileceğimiz üç tarihsel sistem tipiyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. 1) Dünya-İmparatorluk, 2) Dünya-Ekonomi, 3) Mini Sistemler. Bunlardan ilki, en yaygın görülen tarihsel sistem tipi olan Dünya-İmparatorluklar, nispeten geniş bir coğrafyada birden çok kültürü, ekonomiyi ve toplumsal süreçleri tek bir siyasi merkezin (devletin) denetiminde tutar. İstikrarı önceleyen bu tarihsel sistemler 600-1000 yıl arası varlığını sürdürürler ve çoğunlukla dışarıdan gelen bir fatih gücün merkezi yenilemesiyle gerçek bir toplumsal değişim olmaksızın değişmeyi başarırlar. Antik Mısır, Akat, Çin, Roma, Bizans, Osmanlı İmparatorluğu bu tarihsel sistem tipine örnektir.
Wallerstein yalnızca devasa bir yapıt bırakmadı, mevcut bilim anlayışına topyekûn bir alternatif oluşturmaya da çalıştı. Daha da önemlisi, Machiavelli’nin formüle ettiği kapitalist ahlâka karşı amaç-araç birlikteliğini savunan yeni bir ahlâk önerdi.
Dünya-Ekonomiler, Dünya-İmparatorluklardan farklı olarak, değişik kültürlere sahip çok sayıda siyasi birimi (devleti) ekonomik bir ağla birbirine bağlayan tarihsel sistemlerdir. Bunlar istikrarsız, içsel çatışmanın yüksek olduğu tarihsel sistem tipidir ve genellikle 500 yıl kadar yaşarlar. Sümer şehir devletleri, Antik Yunan dünyası, İtalyan şehir devletleri ve içinde yaşadığımız kapitalist dünya bu tarihsel sistem tipine örnektir.
Mini sistemler, kapitalist dünya-ekonominin yerküreyi ele geçirmesinden önce, farklı tarihsel sistemlerin arasında, bazen de geçiş dönemlerinde ortaya çıkan, genellikle 150 yıldan az yaşayan, çevresindeki bir dünya-imparatorluk ya da dünya-ekonomi tarafından yutularak ortadan kalkan tarihsel sistemlerdir.
İçinde yaşadığımız tarihsel sistem kapitalist dünya-ekonomidir. Sisteme kapitalist niteliğini veren ayırt edici özelliği sonsuz sermaye birikimidir. Bu tarihsel sistem 1500’lerde Atlantik Okyanusu’nun iki kıyısı arasında ortaya çıkmış, 1648-1914 arasında büyümüş, 1914-1968 arasında olgunlaşmış ve o günden itibaren yaşlanmaya başlamıştır. Muhtemelen 2045 civarında ölecektir, ancak yerine neyin geçeceği belirsizdir, mücadeleye bağlıdır. Mevcut kapitalist dünya-ekonomi yan yollardan birine saparak küçük değişikliklerle varlığını sürdürebilir, birkaç dünya-imparatorluk kurulabilir ya da gerçek bir değişim yaşanabilir. Wallerstein’in sosyal bilimcilere seslenirken dediği gibi: “İki yüz yıldır yanlış yollarda gezindik. Başkalarını yanlış yönlendirdik, ama en önce kendimizi yanlış yönlendirdik. Kendi kendimizi insan özgürlüğüne ve kolektif refaha ulaşmak için verilen gerçek mücadelenin dışına itiyoruz. Eğer bizim dışımızdaki herkesin (daha doğrusu herhangi birinin) dünyayı değiştirmesine yardım etme gibi bir umudumuz olmasını istiyorsak kendimizi değiştirmeliyiz. Her şeyden önce, ukalâlık desibellerimizi düşürmeliyiz. Bütün bunları yapmalıyız, çünkü sosyal bilimin gerçekten de dünyaya sunacak bir şeyleri vardır. İnsan sorunlarına insan zekâsını uygulama ve böylece insanın potansiyelini gerçekleştirme imkânını sunabilir; bu da çok büyük bir şey olmayabilir, ama insanların şimdiye kadar ulaştıklarından fazla olduğu kesindir.” [2]
Görece uzun bir yaşam ve parlak bir kariyerin ardından Immanuel Wallerstein yalnızca devasa bir yapıt bırakmadı, mevcut bilim anlayışına topyekûn bir alternatif oluşturmaya da çalıştı. Ancak, daha da önemlisi, Machiavelli’nin formüle ettiği kapitalist ahlâka karşı amaç-araç birlikteliğini savunan yeni bir ahlâk önerdi. Bugün, ölümünün ardından, yıllar önce Tarihsel Kapitalizm‘in Sunuş bölümünde Marx için söylediklerini onun için tekrarlayabiliriz: Yazılarını anlamlı olabilecek tek biçimde –bildiği kadarını bilen bir kavga yoldaşının yazıları olarak– kullanalım.