KOMET’E VEDA

Söyleşi: Yücel Göktürk, Sungu Çapan, Arslan Eroğlu
25 Eylül 2022
SATIRBAŞLARI

Janis Joplin – Mercedes Benz

Komet: Janis Joplin. Nasıl bildim ya, hayret. Çok hoş yahu. Hiç dinlememişimdir halbuki. Bilmediğim şeyi nasıl bildim? Allah allah…

Şarkının adı “Mercedes Benz”. Sizin Mercedes’li bir hikâyenizi duyduk: Bir resminizi siyah bir Mercedes’le değiş tokuş etmişsiniz. Ece Ayhan’ın cenazesine de o siyah Mercedes’le gitmişsiniz…

(gülüyor) Yok, öyle değil. Topuk dikeni çıktı bende. Çok ayakta duran insanlarda olan bir arıza. Ara sıra uzak bir yere gitmem icap ettiği zaman bir arkadaşımın arabalarından birini kullanıyorum, siyah Mercedes o. Sonra o arkadaş için birkaç desen çizdim, bütün hikâye bu. Assos’a gitmiştik o arabayla, oradan da Çanakkale’ye geçtik, Ece Ayhan’ın cenazesine. Öküz’cüler Ece Ayhan’la Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın fotoğraflarını çekmişler beraber, halbuki geçinemezler eskiden beri. Çok hoş bir fotoğraf, ikisi de böyle duruyor. (yüzünü şişirip somurtuyor) Konuşmamışlar zaten, ki Ece konuşmadan duramaz. Ece’nin fotoğrafını şu duvara asmıştım. Öldüğü gün –böyle şeylere inanmam ama– düştü, tekrar bantladım, akşam geldim ki yine düşmüş. Ne acayip, değil mi? (gülüyor)

Ece Ayhan’la ahbaplığınız nasıl başlamıştı?

Ece’yi 6O’lı yıllardan tanıyorum. Benim için dünyadaki en önemli bir-iki şairden biridir. En son Yapı Kredi’de bir toplantı düzenlendi, Fransız konsolosluğunda Fransız şair Bernard Noel’le birlikte şiir okumuşlardı. Ece yürüyemiyor, fakat durmadan konuşuyor. Dedim ki, Ece artık ağzıyla yürüyor. (gülüyor) Bir ara Mustafa Irgat’la kalıyordu, ben de kalıyordum orada. Fasulye pişirecek, fasulyeleri tane tane sayıyordu…

Tekaüt bir Alman, eşeklere, eşek sesine merak sarmış, kulak yapıyor kendine, ağaçların arasından anırıyor. Eşekler koşup geliyor, fakat sukut-u hayale uğruyorlar.

Fakat nasıl bildim o şarkıyı yahu? Kalitesinden mi acaba? İyi bir şeyi sevebiliyormuşum demek ki. Çünkü benim için müzik çok ilkel bir şey. İnsan şunu şuna sürtüyor, üflüyor, bir ses çıkıyor, çıkan sese göre ya hüzünleniyor, ya da gülüyor, dansediyor. Çok komik. Direkt ve müthiş ilkel bir şey. (masaya üst üste vuruyor) Ama işte böyle şeylerden nefret ediyorum. Hiçbir şekilde dayanamıyorum o vurmalılara. En kötüsü o galiba. İnsan sesi en iyi sestir herhalde, hayvan sesi de iyidir belki de. (gülüyor) Dolmabahçe Kültür Merkezi’ndeki sergimi gördünüz mü? Videoları uzun tuttum orada. Bir tanesinde tekaüt olmuş bir Al­man, eşeklere, eşek seslerine merak salmış, kulak yapıyor kendine, ağaçların arasından anırıyor, eşekler koşup geliyor, fakat sonra sukut-u hayale uğruyorlar tabii.

Güzel bir Tom Waits hikâyesi var. (geçen sayıdan bir pasaj gösteriyoruz) “Bir çayırdan geçerken durdum. Albümümü teybe koyup sesi sonuna kadar kökledim. Arabanın kapılarını açtım. Bir baktım, inekler toplanmış geliyor.”

(gülüyor) İyi adam olduğu belli tabii. Birkaç kere dinledim galiba, fena değil, insanca bir şeyler söylüyor o da. Bende bir kasetinin, diskinin olması lâzım… 1999 galiba, bir baktım, Beyoğlu’ndan bando sesi geliyor, belediye bandosu. Özürlülerin yürüyüşüymüş. Bilmem kaç tane âmâ, topal… Körlerin de ayrı grupları var, devrimci körler var mesela. Ama eyvah, kameram yok yanımda. “Özürlü devlet el ele” diye bağırıyorlardı, sonra unuttular, farkında olmadan “özürlü devlet” demeye başladılar, birileri uyardı hemen, “olur mu” diye. Bari banda alayım dedim, aralarına karıştım, amigo gibi oldum. “Sanatçı özürlü el ele” diye bağırıyorum, “sanatçılar da özürlüdür” diye de. Sanat Fuarı’nda bir konuşma vardı, orada bunu dinletmek istiyordum insanlara, sergiye de koyacaktım, kayboldu. Böyle kayıtlar yapıyorum ara sıra…

Ama müzik yapmak isterdim doğrusu. Victor Hugo mesela, biliyorsunuz, müzikten nefret eden bir insan. Ben o kadar değilim, bazı şeyleri dinliyorum. Bach’tan Anton Webern’e kadar pek çok besteciyle aram iyi. Elektronik müziğe ilkgençliğimizde çok takılmıştık. Paris’e gittiğimde ilk aldığım iki longplay var, biri Dr. Jean-Claude Chabrier. Daha sonra onun baldızıyla sevgili olduk. UNESCO onun çok güzel bir klasik Osmanlı müziği plağını yayınlanmıştı. Daha sonra İran müziğine yöneldi Chabrier… Bir de, radyoda çok güzel bir şey dinlemiştim, sadece insan sesi, bir Stockhausen çalışması. Çok hoşuma gitmişti, ertesi gün bir Stockhausen plağı almıştım.

Alpay – Hem okudum hem de yazdım

(gülüyor) Arkadaki enstrüman kötü. Nedir bu yahu? (düşünüyor) Tanıdım. Zeki Müren mi? (gülüyor) Ben daha iyi söylerim bunu yahu. Kapat şunu da ben söyleyeyim. Böyle olur mu bu? (Söylemeye başlıyor) “El veriyor, el veriyor, ortadirek bel veriyor hey…” Folklor folklorde kalmalı. Onun kendisine mahsus bir şeyi var, bütün dünyada öyle. Bu Çorum türküsü. Kim söylüyor?

Alpay… Siz Çorumlusunuz, değil mi? Bir çocukluk fotoğrafınız var Öteki Komet adlı kitabınızda. 4O’lı yılların Çorum’undan mı o?

Osmancık kasabası orası. Ben ‘41 doğumluyum, o fotoğrafta herhalde üç-dört yaşındayım. Babam öğretmendi. Ankara Gazi Terbiye, İstanbul Yüksek Muallim Mektebi filan, oralarda okumuş. Keman çalıyordu. Bana dergiler, kitaplar alırdı. İki ciltlik çocuk ansiklopedisi vardı, onu çok okurdum, yıllar sonra buldum sahaflarda. İçinde bütün şaheserler, sanatçılar yazıyor. Daha küçükken okuduğum şeyleri de buldum, eski yazı, içinde masallar, anlatılar var. Bazıları Schiller filan yani. Oradaki illüstrasyonlar benim aklımdan çıkmıyor. O kadar ezber ediyorsun ki çocukluğunda okuduğun şeyleri. Tarihe, coğrafyaya çok meraklıydım ben. Çok genç yaşta hevesle okuyor bunları insan.

İstanbul’a gelişiniz ne zaman?

‘58’de Akademi’ye girdim. Ama ondan önce de ara sıra gelirdim. İstanbul büyük bir oyuncak… Lisedeyken sanatçı olmak istiyordum, özeniyordum, kültür olarak hazırdım buna.

Resim arzusu ilk nasıl doğdu?

İlkokulda Kore köşesine resimler yapmıştık, “kahraman Mehmetçikler falan diye. Tarih şeridi vardı, oraya padişahların resimlerini yapmıştık. İlkokulda benden daha kabiliyetliler de vardı. Ama ben tarihe, coğrafyaya çok meraklıydım o yaşlarda. İlkokul bitirme sınavında tahrir dersi vardı, şimdi galiba kompozisyon diyorlar. “Ne olacaksınız” diye sormuşlardı, “ilkokuldan sonra ortaokula gideceğim, sonra liseye, sonra Dil-Tarih-Coğrafya fakültesine gideceğim, önce asistan, sonra doçent olacağım, sonra profesör, sonra ordinaryüs profesör olacağım” diye yazmıştım. Şemsettin hocanın dört ciltlik resimli tarihini okuyordum.

Şair yahut felsefeci olmak isterdim. Futbolcu olmak da isterdim. O heyecan önemli. Ama iyi futbolcu olmak lâzım, Fenerbahçe’de oynamak lâzım, Ortega gibi olmak lâzım.

Resme yönelişiniz nasıl oldu?

Merak, bir de kendini gösterme duygusu vardı. Ufak tefektim, ama kimsenin yapmadığı yaramazlıklar yapardım. Sonradan düşünüyor insan, kendini gösterme duygusu bu, varlığını gösterme, kızların hoşuna gitme… Resme kabiliyetsizimdir aslında, doğru dürüst desen çizemem, ama eleştirel yön kuvvetlidir bende. “Bu değil, böyle olmalıdır” diyebilirim. Bazı arkadaşlarda –mesela Metin Talayman, Mehmet Güleryüz– bilek vardır. Bende öyle güzel bilek yok. Gözlem kuvvetli belki, yoksa beceriksizimdir, müthiş sakarımdır, yazım felakettir mesela, okuyamazsınız. Aslında şair yahut felsefeci olmak isterdim. Futbolcu olmak da isterdim, o heyecan önemli. Ama iyi bir futbolcu olmak lâzım, Fenerbahçe’de oynamak lâzım, Ortega gibi olmak lâzım. (gülüyor)

Fenerbahçe’yi mi tutuyorsunuz?

Çocukken demişlerdi, sen kaleye geç, Fenerbahçelisin, Aslan Cihat ol… Yıllarca hiç ilgilenmedim futbolla. Yıllar sonra Galatasaray Fransa’ya gelmeye başladı, maçlarına gittim. Büyükada’ya yazları gelip gitmeye başladım, orada fanatik taraftarlar var. “Abi hangi kulübü tutuyorsun” dediler, tabii Fenerbahçe eski gözağrımız, “Fenerbahçeliyim” dedim. “Abi sen zaten başka türlü olamazdın” dediler. (gülüyor) Ara sıra alıp beni maçlara götürüyorlar.

Charles Aznavour – La Bohème

Léo Ferré diyeceğim, ama değil. Aznavour. Müzikten çok şarkı bunlar, hakiki müziksel bir durum değil. Aznavour’un şarkısı Neriman Tuna’yı hatırlattı bana.

O kim?

Bitpazarında eşyalarını buldum. Ölmüş herhalde. 50’li yıllarda kadın hakları için mücadele etmiş. Mutlaka Aznavour’dan hoşlanıyordu, fotoğrafları var beraber. Trajikomik bir olay. Şiir yazmış birisi Neriman Tuna için, onları çerçeveletmiş, yazık. Yapmacık bir feminizm tabii o zaman için. Çin devlet başkanlarıyla bile fotoğrafları var. Burada yabancı okullarda okumuş. Diploması bile çıktı o yığının arasından. Her şeyi tozlar içindeydi bitpazarında. Birkaçının tozunu almış temizlikçi kadın, tozlatmak lâzım tekrar… (gülüyor)

Gazhane’de Seretonin sergisi yapalım demişlerdi bir ara. Gazhanede hâlâ insanlar çalışıyor, kömür gölleri falan felaket, “abi” diyorlar, “çok yaşamıyoruz burdan çıkınca”, omuzlarıyla vagonları itiyorlar. “Burada olmaz” dedim ben, Kandilli Kız Lisesi yanmıştı, orada yapalım dedim, insanlar sandallarla gitsinler… Kabul etmediler, “o zaman ‘protesto ediyorum’ diye 10 metreye 15 metre bir şey asın” dedim, “ancak o şekilde katılırım Gazhane’ye”. Asamamışlar, yere koymuşlar. Gittim açılışa, polisler yakaladı beni, “neyi protesto ediyorsun” diye. Sonra oradaki çeşitli durumları gazetede, televizyonda söyleyince, müdür kızmış, bezi gömdürmüş toprağa. İdi, İdim, İdik adlı sergime koyalım dedik, fakat sığmıyor, biz de yeni bir şey yaptık, ama bu sefer “Proteso ediyor idim” oldu. Onun tozlanması lâzım, çalışanlar götürüp varoşlarda bir yere gömmüşler, polis gelmiş. Hadi polisten kurtulduk, çamur içinde getirdiler sergiye. Bu sefer de temizlikçiler çöp zannedip atmışlar. Bana söylemiyorlar kızacağım için. Çöp arabasını durdurmuşlar, her şeyi indirmişler aşağı, bulmuşlar sonunda.

Şarkının adı “La Bohème”. Sizin gençliğinizin Akademi’si hep “bohem zamanlar” olarak anlatılır…

O zamanlar ikinci sene bile kendimize “ressam” diyorduk. O heves olmadan olmaz ki zaten, insana bir enerji veriyor o. Bir anlamı vardı o zaman böyle şeylerin. Dünya çok değişti… Akademi’de kendimizi talebe gibi değil, sanatçı hissediyorduk. Bir sömestr, hepimizi sınıfta bıraktılar, çünkü hocaların akademik anlayışında çalışmıyorduk, iyi veya kötü ama, daha şiirsel, figüratif bir resim denemeye çalışıyorduk. Bir grubumuz vardı, içiyoruz, çılgın gibi yaşıyoruz. O arkadaşlarımın hepsi öldü, topluma esir olmadılar çünkü. Ben biraz belki taviz verdim de ayakta kaldım. Burhan’ı (Uygur) tanırsınız, Şener Akmen, Ali Aşuroğlu, Erdoğan Kocabalkan, bir sürü insan… Ne adamlar vardı. Müzikli resim gösterileri olurdu, karikatür sergisi ya da. Şener Akmen, objelerle karikatür yapmıştı; mengeneye tüy sıkıştırmıştı mesela. 1960 başları bunlar. Özdemir Altan asistandı ‘65’te, beraber ev tuttuk Mühürdar’da. Ben o sıralarda enstalasyonvari şeyler yapıyordum. Evde odanın biri benim, ipler gerili içeride, her şey hareket ediyor. “İçeri girmek yasaktır” yazıyor kapıda. Kapı açılınca sesler filan da var. Odadaki şeylerden bazılarını sergiye götürdüm. Yedigün gazetesinde “Çöplük eşyasına bakarak ilham almak isteyen ve ileride ressam olmak isteyen bir genç, yere oturmuş düşünüyor” diye çıktı. Özdemir bir sene sonra bursla Paris’e gitti, Adnan Çoker geldi yerine. Bir pusula yazmıştı, duruyor hâlâ, diyor ki: “Gürkan, sizinkilerden iki pire benim tarafa geçmiş, pis kokan odalarınızı havalandırın, banyonun kapısı açık olsun, insan bu pislikle sanatçı dahi olamaz…”

Komet adını alışınız nasıl oldu?

Liselerde ad takılır ya, “embriyon” derlerdi mesela bir ara bana. Ortaokulda mıydık neydik, İngilizce hocamız Azize Hanım vardı, çok güzel mavi gözlü, sarışın. Yıllar sonra benim sergime geldi. Nefis bir gri manto giymiş, hâlâ çok güzel, yetmiş-seksen yaşında vardı herhalde, bir de resim aldı. Bana hediyeler getirmiş… Azize Hanımın hocamız olduğu zamanlarda, akşam arkadaşlarla çıkıyoruz, herkes saçını yatırmaya çalışıyor, “senin saçın yatmaz” dediler. Yirmi sinemasına bir arkadaşla bahse girdik, briyantin gibi katılaşmış bir şey buldum, saçlarım oldu pasparlak, tabii bu arada geç kaldık okula. Sınıfa bir girdim, herkes gülmekten yere yattı. Azize Hanım baktı, “Edremit faresi” dedi bana. Edremit’te fareler zeytinyağı fıçılarına düşermiş sık sık, onun için tüyleri parlak olurmuş. (gülüyor)

Komet ismi Bill Haley ve Kometler’den geliyor. Ankara’da bizden biraz büyük bir çocuk vardı, konservatuara gidiyor, ama eve gelince piyanodan sıkılıp abisinin gitarını çalıyor, naylon gömlekler filan. O yaşlarda isim takılıyor ya, o Bill Haley oluyor, biz de Kometleri. (gülüyor) Zaman geçti, Akademi’deyiz, bohem yaşıyoruz, karakollara düşüyoruz. Babamın saati vardı, “zaman da ne demek” dedim, attım saati. O sıralarda Komet diye imzalamaya başladım resimleri. Varoluşçu durumlar var ya, kendini yapmak, başkasının koyduğu isme karşı olmak filan. Ko­met hikâyesi o.

Alla Turcani (İstanbul Laternası)

Ne yazık yahu, ne kadar güzeldi Taksim Belediye Gazinosu, onu hatırladım şimdi. Bu kadar güzellik olur mimari olarak. Nasıl olur da yıkarlar, anlamıyorum. Bir daha da yapılmasına imkân yok. Vapur gibiydi, dehşetli güzel bir vapur.

“Alla Turcani” şarkısı İstanbul Laternası albümünden eski, anonim bir kayıt. Epey bir meyhane geçmişiniz var, nasıldı laternalı zamanlar?

Nevizade böyle değildi, fazla bir şey yoktu. Lef­ter’in meyhanesi vardı, başka birkaç yer vardı. Bütün kültür çevresindeki insanlar giderlerdi oralara. Sanatçı çevrelerine filan çıkıyoruz, meyhane­ye, şuraya buraya.

Ziya Bar’a uğradım. Entelektüel burjuvaların da geldiği bir yer. Kalabalık bir grubuz. Birisi geldi, Yılmaz’ın öldüğünü söyledi. Orada, burjuvalar dahil herkes ağladı.

Akademi baloları o zaman gazetelerin flaş haberi oluyordu hep…

Birkaç kişi bir araya gelip proje hazırlıyordu, seçiliyordu bir tanesi. Hep beraber bir ay, akademide gece gündüz yatarak realize ediliyordu bu proje. Zaten okulda her zaman yatıp kalkıyorduk, kalorifer dairesinde duş alıyorduk. Beni bacaklarımdan tutarlardı hafif olduğum için, denizden midye toplardım, tenekelerde kızartırdık midyeleri. Bir de lodos olunca palamutlar yukarı çıkardı, vur kafasına, al içeri. Elli tane kedi vardı, hepsi doyardı.

Bir resim geldi geçen gün, 1962 tarihli, bir bira bardağı ve bir yengeç. Tam Talat Aydemir’in darbe yaptığı akşam. Şener’le ben, çok güzel kırmızı bir pavurya, ama nasıl bir pavurya, ona bakarak içtik. Akademi’ye, Tophane’ye doğru iniyoruz, tanklar geçiyor. Sabaha karşı, akademide, merdiven altında yatmıştık. Daha sonra Akademi’den kovuldum, tekrar girdikten sonra da hiçbir hoca almıyor beni atölyesine, merdiven altında çalışıyorum. Sonra Bedri Rahmi Amerika’dan döndü, “çağırın benim sabıkalıyı” dedi. Ahbaptık zaten.

Siz esas olarak Zeki Faik İzer’in atölyesindeydiniz, değil mi?

Evet, onun talebesiydim, babamın da hocasıydı zaten. O, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kudsi Tecer, bunlar hep babamın hocası olmuşlar, benim de hocam oldular. Bütün güzel kızlar Zeki Faik’in oradaydı. Cezadan sonra Zeki Faik tabii almadı beni atölyeye. Fakat çok heyecan verirdi talebeye. Bir gün Yusuf Ziya Ortaç’a gitmiştik, “marangoz iyi bir şey yapsa, o adam onu bile kıskanır” dedi Zeki Faik için. Diğer öğrencilerin yağlarını, terebentinlerini koklardı, bizimse gelip ağzımızı koklardı. Çok iyi bir ressam değildi bence, ama çok iyi bir hocaydı, her şeyi gelip gösterirdi, belki en iyi hocaydı.

Deniz Kızı Eftalya  Kadıköylü

Tamburi Cemil Bey zamanı mı? Hafız Burhan mı yoksa? (vokal girince gülüyor) Tabii, anladım, Deniz Kızı Eftalya. (beraber mırıldanıyor) Heykeltraş Gürdal Duyar çok severdi bunları, eski taş plakları bulurdu. Bir gün Tatyos Efendi’nin saz semaisini bulmuş, Tamburi Cemil Bey çalıyor. Sabaha kadar dinleyip akademide resim yaptık sonra…

Şarkının adı “Kadıköylü”. Sizin bir de Kadıköy maceralarınız var…

Kadıköy deyince aklıma geldi, ‘69 galiba, askerlikten döndüm, Rumeli Pasajı’nı resimliyordum, sonra Burhan da gelip yardım etmişti. O sıralarda Hasan Kazankaya, “Ortadoğu’nun en büyük gazinosunu açacağım” diye, Caddebostan plajının yanındaki yeri gazino yaptı. Ben orayı dekore edeceğim, o zamanlar da op-art moda. Duvarlara daireler çiziyoruz tabaklarla, çeşitli boyutlarda daireler, arada figürler.

1969’da politikayla aranız nasıldı?

O zaman müthiş angajeyiz politik olarak, işçileri, çalışanları patrona karşı teşvik ediyoruz, fakat patronla da ahbabız. İşçilerin kafası karışıyordu. Benim Hasan Kazankaya’yla hukukum ‘65’lere gi­der. İki filmi iç içe çekiyor, Sayılı Kabadayılar ve Haracıma Dokunmayın; Yılmaz Güney oynuyor. Yılmaz’la ilk tanışmamız da o zaman. Güzel beyaz bir arabası vardı, onunla gelirdi, güzel silahları vardı arkada…

Biz de az değildik aslında, ben de Schnabel kadar olabilirdim. Dert de değil yani. Çünkü benim amacım o değildi. Çıtayı çok fazla yükseğe koymadım.

Gazino açıldı, benim de odam var orada. İlk Sevim Tuna gelecekti, kapris yaptı, Dündar Kılıç’a söylediler, o bir telefon etti, hemen geldi Sevim Tuna. İlk şartı da yukarıdan sarı sarı yapraklar düşmesi; yaprak gibi kestik hep kâğıtları. (gülüyor) Ben normal hayatımı yaşıyorum, millet gelip gidiyor, bütün İstanbul sosyetesi, bazen mafyalar geliyor, silahlar çekiliyor. Müzeyyen Senar geldi sonra. O sıralarda 15-16 Haziran olayları oldu. İşçilere “hadi gidelim” diyorum, Hasan da “n’apıyorsun ulan” diye bana bağırıyor. (gülüyor)

Katıldınız mı 15-16 Haziran’a?

Tabii, gittik Kadıköy’e. Kuşdili çayırına vardık, baktım, işçiler geliyor karşıdan. Polis otoları devrilmiş sağda solda. Ali Özgentürk’e, Mehmed Ulusoy’a rastladım orada… Bunlardan önce, varoluşçu zamanlarımız var, ‘60 başları, Mehmet ve İrvem Keskinoğlu, Ali Aşuroğlu, Tanju Gökçöl, Yavuz Örten… O zaman bir dergi de çıkardık Bulan diye. Askerden geldim, akademide boykot var. Oturuyoruz kantinde, “iyi ‘atış’ yapabilen birkaç kişi arıyoruz” diye geldiler. Allah allah dedim, ne hikâye? Meğer atış değil, afiş diyorlarmış. Akademi yemekhanesini açtırdık, herkes afiş yapmaya başladı, yüzlerce. Korsan olarak sokaklara, her tarafa yazılar yazıyorduk, resimler yapıyorduk. “Her zaman ‘katil polis’ diye yazıyoruz, millet öylece bakıyor, ‘yaşasın katil polis’ diye yazalım” dedim, afalladı herkes. (gülüyor) Ne durumlar oldu yahu! Maltepe’ye götürdüler herkesi, cephe kısmını (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi), orducuları (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) filan. Gittim ziyarete, elbise istediler, bavullarca elbise götürdüm. Meğer onları tünel hikâyesinde kullanıyorlarmış; o elbiselerle kaçtılar. Erim Süerkan ilk aranan altmış kişiden bir tanesiydi. Şişli’de randevu verdi bana, Doğancılar’da bir dişçi arkadaşına götürdü dişlerimi yapsın diye, ertesi gün de yakalandılar. 1971’de Deniz geldi –akademiden, 15 sene kalmıştı o da içeride–, “Komet, bize ev lâzım” dedi, benim de o sırada evim barkım yok. Gölcük’te Metin Talayman’ın bir arkadaşı var, deniz astsubayı. Onun evinde kalıyorum, anahtarım var, o anahtarı verdim. İlkay’la Necmi (Demir) gidiyorlar, tam o sırada polisler çıkıyor, çünkü komşular buraya gelip gidiyorlar diye ihbar etmişler.

Yılmaz Güney’i en son ne zaman gördünüz?

Nihat Behram’ın düğünü vardı Paris’te, Dev-Yol lokantasında, oraya gittim.

Lokantanın adı ne?

Dev-Yol lokantası. Yılmaz beni masasına aldı, içtik, çok içtik. Oğlu Yılmaz o zaman küçüktü, resim seviyormuş. Ertesi gün buluşacağız, ben onu müzelere götüreceğim. O kadar içmişim ki, ayılamadım ertesi sabah. Bir gün sonra da buraya geleceğim. Beni iki saat beklemişler. Bunu duyunca çok üzüldüm. Buraya geldiğimde Ortaköy’deki Ziya Bar’a uğradım, entelektüel burjuvaların da geldiği bir yer. Onat’lar (Kutlar) filan oturuyoruz, kalabalık bir grubuz. Birisi geldi, Onat’a Yılmaz’ın öldüğünü söyledi. Orada, burjuvalar da dahil, herkesin ağladığını gördüm.

Nasıl bir insandı Yılmaz Güney?

Yerine göre davranmasını bilen bir insandı, insanı hisseder, tanırdı. Biliyordu yaptığı şeyi. Ama o son olayı, savcının küfretmesini kendine yediremezdi. Bir keresinde, Güler (Yücel), Can filan oturuyoruz. Can’ın kafası iyiydi, “iyi yapmış dedi. Ben her şeye rağmen öldürmeye karşı olduğumu söylüyordum… Yılmaz aslında çok acı çeken bir adamdı tabii. Umut’u rahmetli Altan Küçükyalçın getirmişti Paris’e, Sinematek’te çalışıyordu Altan. Nasıl Pasolini’nin Mamma Roma’sı imkânsızlıklar içinde çekilmiştir, ya da ilk filminde ses bile yoktur Pasolini’nin, onun gibi imkânsızlıklar içinde çalıştı Yılmaz da.

Serge Reggiani – Pablo

(sözler girince) Eyvah, eyvah, kapat şunu, Allah aşkına! Lütfen, derhal! Hakiki bir fado ya da hakiki başka bir şey olsa, neyse. Ya da bizim eski uzunhava gibi bir şey… İyi flamenkolar da var, ama bu biraz yapma.

Şarkının adı “Pablo”. Picasso şarkısı.

Olabilir. Bir kadın gördüm geçenlerde televizyonda, Sabahat Akkiraz’mış adı galiba. Bir diski çıkmış, üff, o kadın hakiki işte. (müzik hafif hafif devam ediyor) Picasso olsaydı, kırardı bunu. Sert bir herifti.

Guernica tablosundan ve İspanya içsavaşından bahseden bir şarkı bu…

Biraz hafif kalıyor ama. Ne Picasso’nun ne Guernica’nın hali gibi değil. Picasso’nun resminde güçlü bir konstrüksiyon var. Bu şarkı Guernica’nın hiçbir trajedisini vermemiş.

Paris’teki ilk sergisinin açılışında, Öküz Gözü Galerisi, 1976

Picasso’yu nasıl bulursunuz?

Picasso, tam bir ressam işte. Lisedeyken filan ilgimi çekmişti. Bana yakın değil ama. Onun grafik tarafı daha ağır basıyor, çok sert. Benim çalışmalarım da sosyal, dışa açık şeyler, ama bendeki pentür daha entim, daha içeri doğru bir şey. Bir taraftan bir romantizm var bende, onu komikle, mizahla bağdaştırmaya çalışıyorum. Ama sanatta çok zor bu. Picasso’da mizah duygusu yok…

Gençliğimde daha moderndim. Sonra bunları dışladım, bir yerden sonra beni ilgilendirmedi akımlar filan. 15 sene önce Ferit Edgü Sanat Olayı dergisinde resim yorumluyordu. “Sanki hiç Cézanne geçmemiş gibi” demişti bir resmimi yorumlarken. Bu doğru. Sanatın bütün bu entelektüel tarafı tamam da, bir de kişisel veyahut insanın içinden gelen bir dürtü var. İnsan unutuluyor biraz, daha mütevazı olmak lâzım. Yeni bir din gibi çıkarılıyor sanat, biraz abartılıyor belki de. Öbür tabuların, dogmaların yanında, tamam, iyi bir şey, ama o da bir dogma olmaya başlıyor ve o şekilde bize birtakım değerler kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu da bir çeşit baskı oluyor belki. Özgür olamıyoruz.

Velvet Underground & Nico – Femme Fatale

Bu kim?

Velvet Underground. Andy Warhol’un Factory’sinde çalıyorlardı.

Ha, evet. Bir de bir İngiliz grup vardı ya, neydi, hoşuma gidiyordu. Deli herifler, bir de kız var. Hah, Aqua! Onlar hoş.

Sizin Andy Warhol’la aranız nasıl?

Gençken takip ediyorduk onları, hoşumuza gidiyordu. Andy Warhol’u birkaç yerde gördüm de. Müthiş zeki bir herif.

Pop-art’a bakışınız nasıl?

Pop-art pop-art’tır işte. Beni zekice yapılmış her şey etkiler. İlk çıktığında ilgilendirmişti ama, önce insanın kendini halletmesi gerekir bence, bu daha önemli.

Sizin tabela resimleriniz var, Andy Warhol’un bazı işlerini çağrıştırıyor. Hikâyesi ne o tabelaların?

1994’te Nişantaşı Güzelleştirme Derneği Nişantaşı’ndaki mağazalara resim koyacakmış. Bir sergi düzenliyorlar. Bubi var, ressam, o uğraşıyormuş bu işlerle, telefon etti. “Nasıl bir şey vereyim?” dedim, “imzanız olursa, ne olursa olur” dedi. Ben de gittim, Yüksekkaldırım’da bir tabelacı buldum, tabela yaptırdım ona, tabelada Komet yazıyor sa­dece. “Marka” ya Kornet hesapta, neye imza koysa olur. Kendimle dalga geçiyordum biraz. Koydular mağazanın vitrinine. İmzaladım da Komet diye. Dolmabahçe Kültür Merkezi’ndeki sergi olunca otuz tane daha yazdırdık tabelacılara. Bir nevi o marka meselesine karşı tavır, o durumu protesto ediyorum aslında. Önce bir tabelacı yapmıştı, onun yaptıklarını beğenmemiştik, tekrar yaptırmıştık. Nadi Güler var ya Kumpanya’da, o beğenmediğimiz tabelaları bitpazarında bulmuş, Paris’e telefon etti, “çocuklara bunların üzerinde bir şey yaptıracağım” dedi. Tamam dedim. Komet nedir diye sormuşlar, kimisi Jardel diyor, kimisi su diyor, çok matrak. Sonra çocuklarla beraber taşıdık İstiklâl caddesi boyunca onları, çok komikti.

Bir şarkı daha dinleyelim…

(nağmeyle okuyor) “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın…”

Georges Moustaki – Le Métèque

Kim bu yahu? Moustaki? Evet o. Moustaki’yi tanıyorum, resim de yapıyor şimdi.

Nasıl tanıştınız?

Mübin’in (Orhon) ahbabıydı. İlk gittiğim sırada karısından ayrılmıştı, kızı Pia vardır, onların evlerine giderdik. Şimdi ara sıra rastlıyorum, benim resim malzemesi aldığım yere geliyor.

Şarkı göçmenlik üzerine. Göç nasıl bir duygu, sizin hayatınızda Paris nasıl bir yer tutuyor?

Malik değilim ben, mülkiyetim yok, onun için mekân o kadar önemli olmuyor hayatımda. Ama kitaplar üzerinden düşünebiliriz belki. Yedi-sekiz bin kadar kitabım var Paris’te, burada da üç bin kadar. Atamıyorum kitaplarımı. Önceleri askere giderken kitaplar dağıldı, dönünce ev bark yok, toplayamadık. ‘87’den beri tekrar birikti. Birkaç gömleğim var, ama hepsini giymiyorum, sevmiyorum. Hiçbir şeyi atmıyorum. Paris’te ev her şeyle dolu, vida parçası, şu bu… Birkaç sene önce servet beyannamesinde göstermek için, her şeyi, kırık düğmeleri, tel parçalarını, tozlanmış kâğıtları tarifle yazmayı düşünmüştüm. Aylarca çalışmak lâzım ama bunun için. (gülüyor)

Mübin Orhon, Mehmet Nâzım, Komet (Tekin Deniz arşivi)

Şu sıralar ne okuyorsunuz?

Bir sürü kitabı beraber okuyorum. Heidegger’in Şey Nedir? diye bir kitabını okuyorum. Kemal Tahir’in Büyük Mal’ını tekrar okuyorum. Kavramlar ve Bağlamlar Arasında diye bir kitap çıktı, düşünürlerle söyleşiler, ona da bakıyorum. En son Henry Miller’ın küçük bir kitabını bitirdim. Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabını aldım, çevirisinin nasıl olduğuna bakıyorum. Bir de tabii sinema var. Çocukluğumdan beri çok giderim sinemaya, burada Sinematek’e çok giderdim, Paris’e gidince özel ilişkilerim de oldu. “Sinefil” der Fransızlar, öyleydim. Haftada en aşağı altı-yedi film görürdüm. Paris o bakımdan öyle bir yer ki, on sene içinde eski filmlerin çoğunu görebiliyorsunuz. Benim kafamda hepsi birbirine karışıyor tabii. (gülüyor)

Sinemayla daha yakından ilişkiye girmeyi düşünmediniz mi?

Düşündüm kaç defa, düşünmez olur muyum? Mustafa Irgat’la Haydi Suna’yı gerçekleştirecektik, ama her şeyi birden yapamıyor insan. Şimdi video yapmaya çalışıyorum, şiir yazıyorum, resim yapıyorum. Çocukken, gençken bir sürü şey yapardık, zaman bitmek bilmezdi. Şimdi felaket. Bize dayatılanlar, öğretilenler… Bütün duygu ve mantık yapılarımız çözümlenebiliyor artık belki de. Onu aşabilmek çok zor bir hikâye. Ama tabii yapılabilir yine de, yapsınlar. Ben son iyi ressamlardan biriyim dünyada, bütün yaptıklarımla değil tabii, iki-üç bin şey içinde elli tane, yüz tane çok iyi çıkmışsa iyi. Megalomani hiç yapmadım hayatımda ama, kendime özgü bir tarafım da var.

Portre, bronz heykel

Francis Bacon’ı nasıl buluyorsunuz?

Onunla bir ahbaplığım vardı benim. Bacon’ın belli bir dönemi var ki, çok beğeniyorum. Daha sonra daha taktik bir hale geldi. Büyük bir retrospektif sergisi açıldı Paris’te, bunun daha çok farkına vardım orada. Umduğum kadar yetkin bulmadım, ama tabii ki önemli bir sanatçı, zeki bir insan.

Ya “resmin Jimi Hendrix’i” Basquiat’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Basquiat ayrı bir şey, otantik bir tarafı olan bir adam. Başka bir yerden geliyor, aşağıdan, sokaktan. İyi bir sanatçı… Ben Bruegel’den ve Piero Della Francesca’dan çok etkilendim. İkisi birbirlerine çok ters aslında. Dingin bir cennetvari güzellik var Francesca’da. Halbuki Bruegel’de tam tersi bir sertlik, başka bir hikâye var. İyi olan her şeyi severim ben, çok fazla etkileniyorum hepsinden. Çin resmini de severim, bizim minyatürleri, hepsini severim.

Yüksel Arslan’ın Kapital’i resimleme projesine ne diyorsunuz?

Yüksel Arslan Marksizmi biraz geç keşfetti bize nazaran, daha önce başka bir hattaydı. Benim problemim felsefe olarak varlık meselesiydi, çok önemliydi benim için. Deliriyordum neredeyse. 19 yaşımda Nietzsche’yi ezbere biliyordum. Bir gün Yüksekkaldırım’dan aşağı inerken Marx’ın Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’sının önsözünü okuyordum, insan şuuru nasıl oluşuyor meselesi. Orada gördüm ve anladım: Ben böyle olmasaydım, böyle düşünmeyecektim… Oradan başladım, popülist bir şekilde girmedim Marksizme, zaten her zaman Marksist-anarşist oldum. Fransa’ya gidince Enternasyonal Sitüasyonistlerle karşılaştım, hemen onlarla irtibata geçtim, çünkü gündelik hayattaki kişisel tavır çok önemli. Kendi kendini nasıl yönetiyorsun, ne yapıyorsun, ne oluyorsun? Devrimci bir üniversiteydi Fransa’da gittiğim, Vincennes üniversitesi. Baktım yemek kuyruğuna aradan girmeye çalışıyorlar. Bir devrimci nasıl böyle bir şey yapabilir, şaşıyordum. Daha sonra tabii sınıfsal ilişkilerin, sosyal şeylerin farkına varıyorsun. Ama tek bir şey olarak da değil. Çünkü hem belli kalıplardayız, hem de her insan bir kişi. Aynı şekilde olmuyor… Belki yürüyüşümüzden de tanırız, ama esas olarak yüzlerden tanırız birbirimizi, değil mi? Niye yüz yapıyorsun diyorlar bana. Halbuki yüzler önemli. Mimikler çok komik şeyler. Acı çektiği zaman böyle oluyor yüz. (taklit ediyor) Güldüğümüz zaman başka türlü, kızdığımız zaman başta. Çok acayibiz…

Gündelik hayattaki tavır çok önemli. Fransa’da gittiğim üniversitede baktım yemek kuyruğuna aradan girmeye çalışıyorlar. Bir devrimci nasıl böyle bir şey yapabilir?

Yüksel Arslan galiba ‘67-68’lerde filan girdi Marksizme. Yüksel’de naif bir taraf vardır, saf ve kurnaz bir taraf. Onun yaptığı sanatta eleştirilebilecek şey, hani eski yazmalar vardır, o havadadır biraz onun resimleri, eskitilmiş gibi. Tek eleştirilebilecek yeri orası, yoksa özgün bir sanatçı. Yüksel çok kitap okuyor, kitaplardan yapıyor ama, en baştan beri kendi özgün kanalında kendi işini götürüyor. Bir sürü eleştiri çıkmıştır Yüksel’in Kapital’i hakkında. Hatta Sezer Tansuğ da yazmıştır, “Kapital’in iç lojiği ve yapısıyla uymuyor Arslan’ın resmi” diye. Çünkü eskitilmiş bir havası var resimlerin. Ama ben resim olarak çok beğeniyorum onu. Kendi boyalarını kendi yapıyor, taşlardan, şundan bundan, her şeyi kullanıyor. Zaten sanat dediğimiz şeyde yaptığın işin manyağı olmak lâzım, her şeyini ona vermen lâzım. Hatta araba kullanmayacaksın, evlenmeyeceksin. (gülüyor) Paris’teyken kaytardım, yoksa daha iyi olabilirdim. Bir de tabii yetiştiğin çevre, “o anda, orada” olmak meselesi var. Yoksa biz de az değildik aslında, ben de Schnabel kadar olabilirdim. Dert de değil yani. Çünkü benim amacım o değildi. Çıtayı çok fazla yükseğe koymadım. Paris’e gittiğim sırada avangard şeyler yapıyordum, anti-pentür, anti-art. Gördüm ki, birisi bir iş yapıyor, öbürü “ben daha önce yaptım aynısını” diyor, böyle kavga ediyor sanatçılar. Bir gün Mehmet Güleryüz’e dedim ki Paris’te, “ben akımların dışında, köşemde, mütevazı bir şekilde resmimi yapacağım, bu at yarışından çekiyorum kendimi”. Öyle de oldu sonunda. Ama insanın içinde kalıyor bir şeyler.

Beatles – Twist and Shout

Bu güzel bir şey. Hakiki çünkü. Kim bunlar?

Beatles, şarkı “Twist and Shout”…

Severim onları. Gençliğimizde çok dinlemiştik, çay partilerinde filan. O zamanlar müziğe elektrik bu kadar girmemişti. Bir sergide ampullerle “Kahrolsun Edison” yazmıştım. Başımıza ne geliyorsa, elektrikten geliyor. Diktatör olunca ilk yasaklayacağım şey elektrik. Elektrik eşittir kapitalizm zaten. Her gün aralıksız deliyorlar elektrikli matkap gibi bir müzikle. Felaket bir şey. Elektrik düşmanım. Uzun zaman telefonum, televizyonum yoktu. 1987’den sonra Paris’te televizyon kiraladım, yalnız kalmıştım, dışarı çıkıp çok içiyordum çünkü. Ama sonra hastası oldum, devamlı bakıyordum yahu. Buraya geldiğimde komşulara gidip bakıyordum, ya da sokakta giderken pencere aralarından gözetliyordum televizyonu. Sonra video da kiraladım, boyuna bakmaya başladım, insanlar geliyor, gösteriyorum bir şeyler. Neyse ki sonra kurtuldum o hastalıktan.

Yüksekkaldırım’dan aşağı inerken “Ekonomi-politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünü okuyordum. Orada anladım: Ben böyle olmasaydım, böyle düşünmeyecektim…

Sizin maskeli bir televizyon çekiminiz epey meşhur olmuştu bir zaman…

Evet, televizyonda ikinci kanal yayınlanmaya başlandığı zaman, 80’lerde, çağdaş olup olmamak tartışılıyordu, ben de canavar maskesiyle çıkmıştım programa. Çıkarıyordum maskeyi, “çağdaş olup olmamak beni ilgilendirmiyor” diyordum. Hangi taksiye binsem, “canavar sensin, değil mi abi” diyorlardı.

Elektriği sevmiyorsunuz, ama Beatles’ın ve rock’un temelinde elektrik var…

Yine de onlar otantik, fazla rahatsız etmiyor, matkap gibi değil. Hele Türkler ne buldum delisi oluyor iyice. Boyuna her şey elektrik için. Savaşlar elektrik için çıkıyor, petrol elektrik demek, enerji budur yani.

Lenin’in ünlü bir lafı var: “Komünizm nedir” diye soruyorlar, “sosyalizm artı elektrik” diyor.

Evet, işte orada yanlışı var. Yüzyıl başı, 19. yüzyıl sonu, makineleşmek, “her şeyi yarattık” heyecanı… Sonra 30’larda robotlar filan var. Belki de çuvallama orada başlıyor aslında, ama mecbur bir yandan da. Zaten mutlak sessizlik yok herhalde ama, o kadar da seskolik olmuşuz ki. Şehirde yaşayanların mutlak sessizliğe tahammül etmesi çok güç. Resim saygılı bir şeydir hiç olmazsa, bir sergide resimlere bakmadan da geçebilirsin. Bir yerde bir şey çalınca, mecburen dinliyorsun.

Elektrik konusunda pek anlaşamayacağız, en iyisi yeni bir şarkıya geçelim…

Geçelim bakalım.

David Bowie – Jean Genie

Bakın, bu güzel. Hiç olmazsa anlaşılıyor, daha elektronik gelişmemiş. Kafam iyi olunca gençler beni götürüyor böyle müziklerin çalındığı yerlere, ama bunu isteyerek yapmalı insan. Bugün gidiyorsun bir yere yemek yemeye, koyuyorlar o yeni elektronik şeyleri, dan dun, artık ona da müzik denmez. Onlar da olsun ama, yemek yerken değil. Kimdir bu çalan?

David Bowie.

David Bowie bu mu? Bilirim onu halbuki. Fena değildir o da.

Şarkının adı “Jean Genie”, Jean Genet’yi anıştırmayla. Genet deyince aklımıza Sartre, Sartre deyince de onun mezarı başındaki fotoğrafınız geliyor ister istemez…

Varlıkbilim, her şeyi sorgulamak da önemliydi benim için. Camus, Sartre, ’60 başında bizi bayağı etkiledi. Çok önemlidir Sartre.

O fotoğrafın hikâyesi nasıl?

Bedri ve Sibel Baykam geldiler, sanatçıları çekiyorlardı Paris’te. “Sartre’ın mezarı başında Fatiha çekerseniz olur” dedim. Bu da paradokslarımızı gösteriyor bizim. İlkgençliğimizde okuduğumuz Sartre, ate olmak filan… Çocukken her şeyi düşünüyorsun, sonra din okuyorsun, mecburen tasavvufa geçiyorsun, sonra bakıyorsun, Milli Eğitim’in Klasikler dizisinden Spinoza, Leibniz çıkmış. Yavaş yavaş gidip felsefe okumaya başlıyorsun ve belli bir yaşta Nietzsche okumaya başlıyorsun. Bir sergide tanıştırdılar Üzeyir Garih’le, bir soru sordu bana. Ona dedim ki, “çok genç yaşta tanrıtanımaz oldum”. Herhalde bütün aksiyonlarımda, psike olarak öyleydim ama, içimde metafizik bir şeyler vardı yine de. Şimdi cennete de inanabilirim, bal akan derelere filan, ama içimdeki o metafizik şey kalmıyor bu sefer de. Bu bizim paradoksumuz, ama pek kimse anlamadı.

Sartre’la Paris’te bir araya geldiğiniz oldu mu hiç?

Tanışmadık, ama karşılaştım, aynı mahallede oturuyorduk. Bir defa genç bir hanımla bir porno sinemasına girerken görmüştüm, şimdi yok artık o sinema. lonesco’yla tanışmam var. Bir yaz günü, ben akşamdan kalmayım, herkes teraslarda, dışarlarda oturuyor. La Coupole’a girdim, terasa değil ama. Demek ki oraya girecek param da var, yiyecek bir şeyler söyledim, beyaz şarap bir de. Bir baktım, Ionesco girdi içeriye. Koca kahvenin içerisi bomboş, garsonlar da ileride. Adam yaşlı, seslenemiyor. El ettim, merak da ediyorum ne ısmarlayacak diye. Böyle bir dondurma geldi önüne.

Select kahvesinin yanında bir lokanta vardı, eski bir Macar göçmeni işletiyordu orayı. Orada çalışan Lelia diye bir garson hanım vardı. Ionesco da gelirdi oraya. Dome kahvesinin yanında sigara satan bir yer var, bir gün oraya girdim, baktım Lelia orada. Onunla konuşurken Ionesco girdi. Sohbet etmeye başladılar. Beni tanıştırdı, Dome kahvesine gittik, bir kahve içtik. Sonra ben koşa koşa eve gittim, Türkçeye çevrilmiş bir romanı vardır, Yalnız Adam, onu alıp imzalattım. Gelinlik Kız diye bir oyununu Akademi’de sahneye koymuştum, ondan bahsettim.

Ne düşünüyordunuz Sartre’ın mezarı başında Fatiha okurken?

Sartre belli tip bir düşüncenin insanı, ben de Türkiye’den, Müslüman bir ülkenin insanı. O ilişkiyi kurcalamak istemiştim, o paradoksu.

Kendisinin de hoşuna giderdi o fotoğraf.

Muhakkak.

Simone de Beauvoir’la beraber mi yatıyorlar hakikaten?

Evet, ama yan yana; üst üste değil herhalde. (gülüyor)

Sartre’ın sizde yer eden bir cümlesi var mı?

Var ama, ben ona evet de diyemem, hayır da. Bulantı’ları filan biliyorduk da, ilk okuduğumuz Sartre Varoluşçuluk Nedir isimli küçük kitabıydı. Orada “varlık özden önce gelir” diyordu. Çok basit bir cümle, ama hâlâ biraz şüphem de var. Öz ne, varlık ne? Derin mesele.

Basit, ama çok anahtar bir cümle. Şöyle düşünelim: Bir Komet’in özü var, bu öz kuvveden fiile çıkıyor ve Komet oluyor. Bu durumda öz varlıktan önce geliyor. Metafizik düşünce hep bir “öz”den hareket eder, varlık bu “öz”ün kendini gerçekleştirmesi. Yani, aslında varılacak nokta en baştan belli.

Aslında bu kadar basit değil tabii mesele. Çünkü o maya nerede?

Çünkü aslında öyle bir maya yok. Sartre da bunu söylüyor: İnsanın özü filan yok, yalnızca eylemleri ve yaptığı seçimler var. Komet eylemleri ve seçimleriyle Komet oluyor. “Öz”ü o fiillerden oluşuyor, tersi değil. İnsan kendisini yapıyor.

Yapıyor ama, sadece kendisi mi yapıyor? Değil. Çünkü onu, çocukluğundan itibaren ailesi, sosyal katmanı, sınıfı, dış ve iç etkenler, sosyal etkenler, hepsi beraber belirliyor. Tabii ki genetik etkenler de işin içinde.

Sartre’ın sonradan Marksizme yönelmesinin sebebi de o. Çünkü, Marx’ın dediği gibi, tarihi insanlar yapıyor, ama diledikleri gibi değil, kendilerini içinde buldukları verili şartlar içinde.

Marx’ın Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde anlattığı da bu: İnsan şuurunun üretim ilişkileri içinde şekillenmesi. İnsanın şuurunu üretim ilişkileri içindeki pozisyonu tayin ediyor… Bir ara delirecektim, Akademi’den kovmuşlardı beni, Çorum’a gittim. Boyuna felsefe okuyorum. Hastayım diyorum, herkes hasta değilsin diyor. Yaşarken rüyada  yaşamışım gibi oluyorum. Sevgilimden ayrılmışım, bir sürü şey. Psikolog “tamam, hastasın” deyince, ben hemen Nietzsche’den bahsetmeye başladım. Adam Çorum’da bir psikolog! (gülüyor) En megaloman zamanlarımdayım. Bunun güzel bir tarafı var, gençlere bu hevesi vermekte yarar var. Ama daha sonra değil tabii, bazı arkadaşlarımız sonradan megaloman olmaya başlıyorlar, o kötü. Neyse, hikâye şu: Dedim ki, dağda çoban olsaydım, böyle düşünmeyecektim. Şu şartlarda şöyle bir adam olduğum için, şöyle bir sosyal çevreden gelip şunları okumuş olduğum için bu şekilde düşünüyorum.

Marx’ın çok güzel bir cümlesi var: “İnsanın bilinci sosyal varoluşunu belirlemez, sosyal varoluşu bilincini belirler.”

Çok doğru. Onun için işte Marksist-anarşistim ben. Düşünürün sosyal davaların direkt olarak içinde olması Sartre’ın zamanında çok önemliydi. Ama şimdi işler çok karıştı. Entelektüelin belki doğrudan bir etkisi bile olmuyor. Ama Hakim Bey diye bir adam var mesela, daha önce bilmiyordum, tesadüfen keşfettim. İrlanda asıllı bir Amerikalı, çok önemli bir anarşist düşünür. Bugünün Sartre’ı o. Benim gençliğimde 2.5 milyar insan vardı, şimdi 6-6.5 milyar, insan canavar… Ama, insandan başka da durumları düzeltecek başka bir şey yok. Bazen çok kızıyorum insanlara, bazen de büyük bir şefkat oluyor içimde. Yalnız insanlar için değil, bütün yaratıklar için. Hayvanları ve bitkileri çok geç anladım ben. (gülüyor)

Bu kadar şarkı çaldınız, şimdi ben size bir şey çalayım. Ama bizim alet biraz dandik. Şurada bir kaset vardı, onu koyayım, klasik müziği severim. (“play” tuşunu arıyor) Buraya mı basılıyordu?

Evet.

(kasedi koyuyor, ama bandın sonu gelmiş, müzik bitiyor) Tüh.

Roll, sayı 68, Eylül 2002

^