• TEK PERDE •
David Birkin: Baba. Cerrah, matematikçi, II. Dünya Savaşı’nda savaş kahramanı.
Birinci kadın: Anne. Adı yok. Oyuncu.
Andrew Birkin: Abi. Tarihçi, matematikçi, astrofizisyen, yazar, yönetmen.
İkinci kadın: Kızkardeş. Adı yok. Heykeltıraş, ev kadını.
John Barry: İlk eş. Müzisyen, James Bond filmlerinin, Kurtlarla Dans’ın ve pek çok filmin müziğinin bestecisi.
Kate: Jane Birkin – John Barry çiftinin kızı.
Serge Gainsbourg: İkinci eş. Provokatör, şair, ressam, müzisyen.
Charlotte Gainsbourg: Jane Birkin – Serge Gainsbourg çiftinin kızı. Oyuncu.
Jacques Doillon: Üçüncü eş. Yönetmen.
Lou: Jane Birkin – Jacques Doillon çiftinin kızı. Oyuncu.
Olivier Rolin: Son eş. 68’in ve Fransa’da sol hareketin önde gelen liderlerinden, yazar (Port Sudan, Sırça Otelde Bir Oda gibi romanları Türkçede yayınlandı).
Aziz: Jane Birkin ve Lou’yu İstanbul’da kaldıkları bir hafta boyunca gezdiren taksi şoförü.
Nereden başlamak istersin? Geriye, geçmişe döndüğünde –çok kısa bir süre öncesi de olabilir, uzak geçmiş de– aklına hemen hangi görüntü, hangi sahne geliyor?
Jane Birkin: Tıpkı rulo yapılmış bir halının açılması gibi… Ama o rulo halının üstündeki herkes gidiyor. Giderek uzaklaşıyorlar. Yüz hatlarını unutmaktan korkuyorum, onlann kokularını hatırlayamamaktan korkuyorum, onlarla aramdaki bu mesafenin gittikçe açılmasından korkuyorum.
Bu nedenle mi hep çiziyorsun, insanları, görüntüleri saklamak için…
Hep günlük tuttum. Kendimi yalnız hissettiğim yatılı okulda, 12 yaşındayken günlük tutmaya başlamıştım. Sonra Serge’le (Gainsbourg) olan hayatım boyunca devam ettim… O günlükler çok tuhaf… Günü gününe yazmışım… Pek bir şey de yapmıyorduk. Gündelik hayatın inanılmaz ayrıntıları, son derece basit, sıradan şeyler… İnanılmaz derecede naif…
Sonra, Serge’i terk ettikten sonra, günlük tutmaktan vazgeçtim, kendime günlük tutmayı yasakladım, niçin bilmiyorum, ama kendime böyle bir ceza kestim. Sonraları, ama epey sonra, Serge ve babam öldüğünde yeniden yazdım. Ayrıca, Serge’e mektuplar yazıyordum habire, ama göndermiyordum.
İnsanın günlük tutarken kendisine karşı gösterdiği hoşgörüyü, o bağışlayıcılığı sıkıcı buluyorum ama. “Hep hep aynı şikâyetler” diye düşünüyordum. 12 yaşındayken de, 50 yaşındayken de hep aynı şeyler. “Geceleyin yalnızım”, panik… Hep aynı insan… Birisi bunları okuduğunda, hatta ben yeniden okuduğumda çok sıkıcı buluyorum… Sonra, evden taşınırken ve bu sayfalar sayfalar dolusu yazılara, mektuplara, sakladığım her şeye baktığımda, kendi kendime “bu gevezeliği bırakıyorum artık” dedim.
Her şeyi saklamak gibi bir takıntın mı var?
Her şeyi saklayan, hiçbir şeyi atmayan bir kız hakkında bir senaryo yazdım. Evinde bir dolu karton kutu, koli olan birinin hikâyesi. Bu kutulardan insanlar çıkıyor. Bu fikri çok takıntılı ve çok kişisel buluyorum. Sonra desenler çizmenin daha matrak, daha iyi olacağını düşündüm. Çünkü yazıyla aynı anlama geliyor, ayrıca çok çabuk ortaya çıkıyor, daha iyi anlatıyor. Çocuklar için de daha güzel. Çünkü uzun uzun bakabiliyorlar ve orada duygular yok, daha doğrusu, duyguların çok fazla hâkimiyeti altında değil.
Günlüklerini tekrar okuduğun zaman “hep aynı insan, hep aynı şikâyetler” diyordun, neydi bu şikâyetler, hep yalnızlık mı?
Tam bilemiyorum… Çocukken “ben” demekte çok zorlanıyordum. Hep “siz” diyordum. Annem, “niçin ‘ben’ demiyorsun” diyerek beni azarlıyordu. Ya siz diyordum, ya da “gidiliyor”, “geliniyor”, “hissediliyor” gibi belirsiz özne kullanıyordum. İnsan yatılı okulda, herkes uyurken kendini çok yalnız, zavallı hissediyor. Uykusuzluktan yorgun düşsem de daha büyük kızlarla etüde kalıyordum ve kendimi ölü bir çantaya benzetiyordum. Tekrar okuduğumda, bana çok melodramatik geldi. Öyle yazmışım, “ölü çanta”. Ve o günlerdeki bütün günlükler, hüzünlüyken yazılmıştı. Dolayısıyla, insanın kendisiyle ilgili iyi bir intiba uyandırmıyor. İnsan neşeliyken, yazmaya vakti olmuyor. Dolayısıyla sadece acıklı, sefil düşünceler, hisler, intibalar…
Çocukken “ben” demekte çok zorlanıyordum. Ya siz diyordum, ya da “gidiliyor”, “geliniyor”, “hissediliyor” gibi belirsiz özne kullanıyordum. İnsan yatılı okulda, herkes uyurken kendini çok yalnız, zavallı hissediyor. Uykusuzluktan yorgun düşsem de daha büyük kızlarla etüde kalıyordum ve kendimi ölü bir çantaya benzetiyordum.
Biraz önce hiçbir şeyi atmayan, her şeyi saklayan bir kızla ilgili senaryodan söz ettin. Başka böyle senaryoların var mı?
Yazdığım ilk filmde, bir türlü uyuyamayan bir kızdan söz ediyordum. Ama adam uyuyor… Bir başka senaryoda, bir kız kardeşle erkek kardeş arasındaki aşk var. Kız, erkek kardeşini tıpkı küçükkenki gibi, 12 yaşındayken sevdiği gibi seviyor hâlâ… Bu senaryo çekilmedi. Çünkü Oh Pardon! Tu dormais’deki (1992) bir sahneyi buraya da aynen koyduğumu fark ettim. Kız oğlanın çantasına girmeye çalışıyordu. Okula onu da götürsün diye. Çektiğim filmde de kızdan valize girmesini istemiştim. Hep aynı arzu: Birinin sizi cebine koyup beraberinde götürmesi arzusu. Terk edilmemek… Birine ait olmak… Çok tuhaf, çünkü herkes sizin çok liberten, çok özgür birisi olduğunuzu tahayyül ediyor. Üç farklı eşten üç kızım var dediğinizde, insanlar aşırılıkları olan, aşkın bir hayat yaşadığınızı düşünüyor… Ama, sadece bu üç erkeği tanıdım ben. Beraber olduğum insanların bensiz yapamayacaklarını duymak istiyordum. Bu doğru olmasa da…
Ve hayata onların “ceplerinden” mi bakıyordun?
Evet, öyle… Sadece Serge’in gözüyle kendimi güzel buluyordum. Ve sevdiğim diğer erkeklerin gözüyle. O insanların gözüyle kendimi çekilir, tahammül edilir buluyordum. Ve hepsi çok zeki insanlardı, belki de onların yansımasıyla kendimi de daha zeki hissediyordum. Hep beyinleriyle beni büyüleyen insanlardı… Yaratıcı insanlar… Sıradan insanlar ilgimi çekmiyordu.
Ailen nasıldı?
Ailem çok burjuvaydı. Babam bir İngiliz burjuva ailesinden geliyor. Annesi aristokrat, ama yoksul düşmüş bir İngiliz kadın. İngiltere’de dükün soyunun son kızı… Büyükannemin babası din adamıymış. Abisi ise dük. Kendisinin küçük kilisesi varmış, çok bakımlı, yakışıklı bir adammış, ama parası yokmuş. Kızı, yani büyükannem soylular arasına henüz girmiş, Birkin’le evlenmiş. Babam David Birkin çok narin bünyeli bir insandı, tüberkülozu vardı. Sık sık tedavi görmesi, ameliyat olması gerekmiş. Gözünden de ameliyatlar oluyormuş. Ameliyatlı, hastanede yatarken, bir gece bir hemşireyle çıkmış. Beraber sinemaya gitmişler, geri geldiğinde, ateşi yükselmiş. Hemşireyi ihbar etmek istememiş, dolayısıyla hiçbir şey dememiş, bunun üzerine doktorlar ameliyattan kaynaklanan bir hata olduğu sonucuna varmışlar. Gözü yeniden açmışlar. Ve aslında mesleğinde çok parlak olan cerrah, bıçağı kaydırmış. Yanlışlıkla, bütün görme sinirlerini kesmiş. Bu nedenle babam çift görüyordu. Bundan sonra, vücudunun her bir yerinden yetmiş kere cerrahi müdahale görmüş. Ben onu tanıdığımda, tamamen çürüğe çıkmıştı, ciğerleri kanıyordu…
Sadece Serge’in gözüyle kendimi güzel buluyordum. Ve sevdiğim diğer erkeklerin gözüyle. O insanların gözüyle kendimi tahammül edilir buluyordum. Ve hepsi çok zeki insanlardı, belki de onların yansımasıyla kendimi de daha zeki hissediyordum.
Bu narin çocuk savaş başladığında babası tarafından İsviçre’ye gönderilmiş. Hemen geri gelmiş, orduya girmek istiyormuş. Görme bozukluğu ve genel sağlığı nedeniyle bu isteği reddedilmiş. En nihayet, deniz kuvvetlerine, gizli servise kabul edilmiş. Gelgitlerin matematiksel seyrini incelemiş, çünkü ay ışığının olmadığı gecelerde, geminin içine gizleyerek insanların ulaşımını sağlamış. Onları İngiltere’den Fransa’ya direnişçilere götürüyormuş. Küçük bir adaya çıkarıyormuş, direnişçilerin gelmesini bekliyormuş, sonra gün aydınlanırken tekrar yola çıkıyormuş. Légion d’honneur’ü vardı. Olağanüstü cesurdu. Üstelik çok tuhaf bir adamdı. Hep kusuyormuş, çünkü deniz tutuyormuş. Gözünün birinin üzerinde korsanlar gibi bant olan son derece romanesk bir şahsiyetti, çok çok güzeldi, müthiş yakışıklıydı.
Savaş sırasında ona her zaman âşık olan kuzini, müthiş güzel bir oyuncu kızla aynı evde kalıyor. Ve o kuzin güzel oyuncuya, yani anneme “çok yakışıklı, çok romanesk kuzenim David’le mutlaka tanışman lâzım” diyormuş. David’e, babama da, “bu tanrıça güzelliğine sahip kızla tanışman lâzım” diyormuş. Nihayet tanışıyorlar ve savaş sırasında evleniyorlar. Annem çok yoksul bir aileden gelen bir oyuncu. Savaş sırasında “A Nightingale Singing Barclay Square” adlı bir şarkı söylüyor. Bu şarkı bir numara oluyor. Savaşa giden bütün denizciler bu şarkıyı dinliyor. Çünkü savaş sırasında onlara cesaret veriyor.
“Lili Marlen” gibi…
Evet. Sonra, piyeslerde oynuyormuş, onun için oyunlar yazılıyormuş, müthiş zarif ve güzeldi… Bu zarif ve güzel oyuncuyla bu romanesk adam evleniyorlar ve üç çocukları oluyor: Şimdi yazar, astrofizisyen, matematikçi, ama hepsinden önemlisi, yönetmen olan abim Andrew. Şu sıralar Besson için Jeanne d’Arc senaryosu yazmakla meşgul. Bütün beyinleri o kapmış, inanılmaz bir adam. İnanılmaz yetenekli, ve son derece çekici. Bir de küçük kızkardeşim var, o heykeltıraş, sanatsal açıdan müthiş yetenekli. Üçümüz içinde, annemin istediği gibi, düzgün biriyle evlenen bir tek o oldu. Kocası İngiltere kraliçesi için çalışıyor. Koskoca bir bahçenin içinde bir köşkte, üç oğullarıyla, gürültüden patırtıdan uzak yaşıyorlar. İnsanın kaderi ne kadar farklı gelişiyor, o benden çok çok daha güzeldi, çok yabani bir yanı vardı, Fransa’nın güneyine gitmişti, sanatçıydı, âşıkları vardı. Sonra bir dönem, çok hastayken, kraliçe için çalışan bu oğlan ona çok yardımsever, çok nazik davranmış. Herkesin düşündüğünün tam tersine, onunla evlendi, tıpkı peri masallarındaki gibi, kilisede evlendiler… Ben annemi babamın ölümüyle keşfettim. Annem çok bağımsızdı. Babamla evlenmesinin onun için büyük bir tuzak olduğunu fark ettim. O bir oyuncuydu ve oyunculuğa devam etmek istiyordu.
Evlendikten sonra devam edememiş mi?
Babam hiçbir zaman “yapmayacaksın” dememiş. Ama hep Londra’dan gittikçe daha uzak evler seçiyormuş. Bu şekilde, engellenmiş… Annemle ben bir test yapmıştık. Testteki oyuna göre, burada bir göl var, gölün içinde bir küçük ada… Tekneye biniyorsun ve adaya gidiyorsun, orada hayalindeki adamla karşılaşıyorsun. Önünde şöyle seçenekler var: Tekneyi yakıp adamla birlikte adada kalabilirsin; adamla bir gece geçirdikten sonra karşı sahile dönebilirsin. Adam adayı terk edemiyor. Annemle ben işte bu testi yaptık. Annem hayalindeki adamla bir gece geçirdikten sonra geri dönmeyi seçti. Ben inanılmaz şaşırmıştım.
Peki sen neyi tercih etmiştin?
A şıkkını. Adaya gidip tekneyi yakıyorsun. Öyle sanıyorum ki, annem tatmin olmadığı bir hayat sürdü.
Testte tercih ettiğinin, yani gönlünde yatanın zıddını yaşamış…
Kesinlikle. Bu, onun için korkunç olmalı. Ben Serge’e âşık olduğumda, benim için şarkılar yazıyordu. Jacques’la tanıştığımda, benim için filmler yapıyordu. Mesleğimi yapmamı hepsi kabul ediyordu. Ben kendimde pek bir şey bulmuyordum, ama onlar bende bir şeyler buluyordu. Hiç hırslı değildim. Buna karşılık, annem hakikaten bir şeyler yapmak istiyordu. O hakikaten bağımsızdı.
Evden ayrılışın, yatılı okula gidişin nasıl oldu?
Abim altı yaşındayken, savaştan sonra yatılı okula gönderildi. Okuldan önce bir dadımız vardı, o bize okumayı vesaire öğretiyordu. Annem tiyatroculuk yapamasın diye Londra’dan uzakta oturduğumuz için ben 12 yaşında yatılı okula gittim. Numaram 99’du, kızkardeşiminkiyse 177’ydi. İkimizi beraber yollamışlardı. O dönemde, yatılı okulda ismini geride bırakıyordun, bizi numaralarımızla çağırıyorlardı. Abimle, kardeşimle kırda tatil hayatı sürdürürken, maceralar yaşardık, hikâyeler uydururduk, tamamen özgürdük, yaşımız biraz daha büyüdüğünde bunları filme çekerdik. Abim yönetmenlik yapıyordu, ben hep kurban oluyordum. Beni tren raylarına zincirle bağlıyordu ve filme çekiyordu. Kızkardeşim bunlardan dehşete düşüyordu.
Hepiniz annenin sanatçı yanını almışsınız yani…
Evet. Babama savaştan sonra Foreign Office’de görev önerdiler. Savaş kahramanı olarak iyi bir şöhreti vardı. Savaş yılları onun hayatının en heyecanlı dönemiydi diye düşünüyorum. Kimseyi öldürmesi gerekmemişti, insanları kurtararak savaşa katıldı, tıpkı erkek çocukların çok sevdiği macera romanları gibi… Savaştan sonra, bir çiftlik alıp çiftçilikle uğraşmaya karar verdi. Ama sağlığı daha da berbat olmuştu. Ve dolayısıyla, giderek Londra’ya yaklaşıyordu. Orada idam cezasına karşı, hapishanelerdeki koşullara karşı faaliyetlerde bulunuyordu. Ufak tefek saçmalıklar yapıp başı derde girmiş on küsur genç çocuğu yanına almış, hapishaneye girmemeleri için onlara kefil olmuştu. Daha sonraları, iyice hastalandığı zamanlar, insanların hapishaneden kısa sürede çıkmasını sağlamak için çalışan bir komisyonun üyesiydi. Angajmanlarıyla beni derinden etkilemiş bir kişidir babam.
Hayatının ilk kahramanı yani…
Kesinlikle evet. Ve sonuna kadar da öyle kaldı. Serge’in ölümünde, cenaze için bana yardıma gelmemesini söylediğimde, ona “uçakta ölürsün” demiştim, bana “neden olmasın” dedi, “ne harika bir ölüm şekli! Sana yardıma geliyorum”. Ve aynı akşam öldü. Kalp krizi. Gelmeye hazırlanırken öldü.
Babanın en sevdiği çocuğu muydun?
Evet, öyle sanıyorum. Çok adil bir şey değil ama, eminim öyleydi. Babam sağken, odası benim fotoğraflarımla kaplıydı. Serge de babama hayrandı. Babama hayran olması gerektiğini hemen anlamıştı, yoksa ilişkimiz yürüyemezdi. Babam da Serge’e hayranlık duyması gerektiğini anlamıştı. Uyku ilaçlarını beraber alırlardı. Harikaydı. O odayı Serge’e göstermiştim, babam için ne derece önemli olduğumu görmüştü. Babam öldüğünde, annem bu odayı kendisi için değiştirdi, çünkü daha önceleri sandık odası gibi bir yerde yatıyordu. Annem çok güzel bir oda yaptı. Tabii ki duvarlara asılı şeyleri çıkarması gerekmişti. Ben Londra’ya gidince, evi kızım Charlotte’un kocasına gezdirirken “babamı tanımamış olmanız ne yazık” dedim. Charlotte “benim durumum da aynı” dedi. Çünkü onun da babası (Serge Gainsbourg) ölmüştü. O zaman kendi kendime bu kadar çok babamdan söz etmemem lâzım dedim, çünkü Charlotte’un kendi babasından söz etmeye daha fazla hakkı vardı. O daha fazla acı çekmiş olmalıydı, çünkü babası öldüğünde yirmi yaşındaydı. Onun için her halükârda daha büyük bir adaletsizlikti. Daha sonra, Olivier’yle tanıştığımda, ona artık o odayı gösteremezdim, bu bana çok korkunç geldi, çünkü o oda sevildiğimin kanıtıydı… O oda kanıttı.
Anıt gibi…
Evet. Hayatımdaki yeni birisine babam tarafından ne kadar sevildiğimi, onun için ne kadar önemli olduğumu gösterebilmem için o oda artık orada durmuyor maalesef. Babamdan isterdim, o da bana koltuk altındaki tüyleri tıraş edip gönderirdi, ameliyatlarından geriye kalan her şeyi, vücudunun parçalarını saklardım. Bir tür fetişizm gibiydi. O da benimle ilgili her şeyi saklardı. Ve hiçbir zaman en ufak bir kötülük, bir hata yapmadığımı, yapmayacağımı söylerdi. “Baba yanılıyorsun, ben de hata yapıyorum, kötülük yapıyorum” derdim. Bunu işitmek bile istemezdi. Ona “baba, yaşlanıyorum” dediğimde, “hiç de değil, her geçen gün daha da güzelleşiyorsun” derdi bana, “gittikçe daha çok bana benziyorsun”. Hayatta beni en çok seven kişi o oldu, bunu biliyorum, çünkü benim kusurlarımı seviyordu. Belki bir de Serge. Her şeye rağmen beni seven iki kişi.
Peki ilk evliliğin nasıl oldu?
Yatılı okuldan hemen sonra, John’a âşık oldum, 16 yaşındaydım.
Kate doğduğunda kaç yaşındaydın?
Umutsuzluğa kapılmıştım, çünkü bir türlü bebeğim olmuyordu. Ve tek istediğim şey buydu. 19 yaşındayken o bebeğe sahip oldum. Babam, John Barry’den 17 yaşına gelmemi beklemesini istemişti, çünkü yasalar tarafından korunmamı istiyordu, ama sonunda teslim oldu, çünkü John Barry çok acele ediyordu. Newsweek’te şöyle bir yazı çıkmıştı: “John Barry and his E–Type Jaguar and his E–Type Wife”. Ben E–Type Wife’tım. Bu bence aslında gerçek bir iltifat değil. Ve eğer John Barry çekip gitmeseydi, ben hayatım boyunca onun banyosunu hazırlamakla, yumurtasını pişirmekle uğraşarak yanında kalırdım. Yumurtasını tam üç buçuk dakika pişirir, beste yaptığı yere götürürdüm, ben onun “E-tipi” karısıydım, tıpkı Jaguarı gibi, aynı marka. Neyse ki terk etti, gitti, çünkü bu bana biraz cesaret verdi. Böylece, Fransa’ya gittim. Orada Serge’le tanıştım ve bütün hayatım değişti.
John Barry’yle nasıl tanışmıştın?
Bir seçmeye katılmıştım. Bir müzikal komedi için. Ne şarkı söylemeyi biliyordum ne dans etmeyi, onları güldürüyordum. Bunun üzerine sakar bir karakter uydurdular. Yatılı okullarla ilgili bir konuydu. Tuhaf bir şekilde denk düşmüştü, çünkü tamamen benim yatılı okuldaki hayatıma benziyordu. Herkes benimle dalga geçiyordu.
Bu senin ilk performansın mıydı?
Daha önce de çok küçük bir denemem olmuştu. Annemin bir ahbabı, bir seçmeye katılmamı önermişti. Bana bir tiyatronun ismini verdi. Annem, babamdan gizli gizli, teksti ezberlememe yardım ediyordu. Çünkü babam duysa kudururdu, zaten annem oyuncuydu, bir de üstüne ben… Sanki ona karşı bir komplo gibi düşünürdü. Neyse, annem bana yardım etti. Ben o seçmeye gittim. Babamın yine de olayda bir payı var, bana beyaz bir gül vermişti, ben de onu elbiseme iliştirmiştim. Oraya çok düzgün bir kılıkta gittim. Ama tiyatroyu karıştırdım, yanlış bir tiyatroya gittim. Graham Greene’in bir oyunuydu. Rolü aldım. Çünkü metni unutmuştum. O kadar moralim bozulmuştu ki, ne yapacağımı, edeceğimi bilemiyordum. Onlar bana “mükemmel” dediler, “masumiyet sembolü bir kız arıyorduk”. “Ama ben metni unuttum” dedim. “Hiç önemli değil” dediler, “sen bir sağır-dilsizi oynayacaksın”.
Daha sonra, John Barry’nin müziklerini bestelediği bir oyunda yer aldım. Oyuncu sekiz kız vardı, ve o kızların içinde evlenme teklif etmek için beni seçti. Çok şaşırmıştım. Onunla evlendim. Yine o sıralarda, Michelangelo Antonioni, Blow Up’ta oynayacak kızlar için test çekimi yapıyordu. Ben testi kazandım. Çünkü ağlamıştım. İsmimi söylemem gerekiyordu, beni azarladı, ben ağladım. “Ağlamayı bilip bilmemeniz benim için çok önemli” dedi, “ben duygu istiyorum. Ama sizi önceden uyarmam lâzım, filmde elbiselerinizi çıkarmanız gerekecek”. Ben de bunu John Barry’ye anlattım. O bana “cesaret edemezsiniz” dedi, “çünkü benimleyken bile ışıkları kapatıyorsunuz”. Bu lafı beni sinir etti. Ve bu işi becereceğim diye düşündüm. Benim açımdan bir inat meselesiydi.
Antonioni nasıl bir yönetmendi, ilişkiniz nasıldı?
Önemli bir yönetmendi tabii. Çok özel bir ilişkimiz olmadı. Blow Up’ta oynadım. Daha sonra Kate’in doğumunu bekledim. Blow Up gösterime girdiğinde Kate’e hamileydim. Kate’in doğumundan bir ay kadar sonra, John Barry çekip gitti. Hamileliğimin son dört ayında sürekli Amerika’ya gidip geliyordu ve benim onunla beraber gitmeme izin vermiyordu, çünkü çok şişmandım. Beni terk edeceğini anlıyordum, böyle bir şeyin olmamasını ümit ediyordum, ama sonunda gitti. Başka birisiyle gitti. Benim bir kız arkadaşımla… Çok seksi bulduğum bir kız arkadaşımla… Londra’daki bütün oğlanlarla yatmıştı… Halbuki annem bana “başka kimseyle yatmayacaksın, böylece birbirinize daha çok saygı duyarsınız” diyordu. Ve o kalkıp o kızla çekip gitti. (gülüyor) İyi ki de gitmiş. Çünkü bunun üzerine, bebeğimi bir sepetin içine koyup, annemle babamın evine döndüm. Tekrar annemlerle olmaktan sıkılıyordum. Ve Fransa’da bir deneme çekimine gitmeyi kabul ettim. Fransızca bir film içindi. O testten geçtim. Slogan filmi içindi. 68’in başlarıydı.
Alain Delon’la filmde oynayacaktım. Serge kıskançlıktan deliye dönmüştü, çünkü Alain Delon’un müthiş çekici olduğunu düşünüyordu. Delon’dan daha gösterişli olmak için en büyük limuzini kiraladı. St. Tropez’nin o dar sokaklarının hiçbirine girmiyordu araba. Arabanın üstüne bütün valizler, bebek arabaları, yataklar filan iple bağlanmıştı. At arabasına benziyordu. Çok “flash” gözükmek isterken, Serge bu hale düşmüştü…
Yani 68 Mayıs’ını, olayları Paris’te yaşadın…
Hayır. Yönetmenin arabası havaya uçmuştu. Belki de olayların ilk gününü gördüm sadece, sanıyorum Saint Germain bulvarındaydı, patlama olmuştu. Beni İngiltere’ye geri yolladılar. Hareketin sakinleşmesini, durulmasını beklemek için. Haziran ayında Paris’e döndüm. O deneme çekiminde filmin yıldızı, her şeyi Serge Gainsbourg’la tanışmıştım. Hayli müstehziydi, onu fazla kendinden emin, fazla kendini beğenmiş bulmuştum. Mor bir gömleği vardı, çok esmerdi. Onun şair olduğunu bilmiyordum, onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Adının Serge Bourgignon olduğunu sanıyordum. Çok kızmıştı. Adının Serge Gainsbourg olduğunu söyledi.
O dönemde henüz tanınmış biri değil miydi?
Tanınmıştı, ama ben tanımıyordum. France Gall’in söylediği “Poupée de cire, poupée de son’’u bestelemiş, Eurovision’u kazanmıştı. Brigitte Bardot’yla ilişkisi olmuştu. Onun için “Je t’aime… moi non plus”yü yazmıştı, ama plak henüz çıkmamıştı, çünkü Bardot “yapma” demiş. Bardot, Gunter Sachs’la evlenmişti ve böyle bir şey evliliğinde başını ağrıtabilirdi. Dolayısıyla, Serge plağı yapmayı durdurmuştu. Evine ziyarete gittiğimizde her yerde Bardot’nun kocaman fotoğrafları vardı. Pikaba “Je t’aime… moi non plus”yü koydu. Ve ben, “vay vay vay, ne biçim bir adam bu, ne kadar çekici olduğunu göstermeye çalışıyor hep!” diye düşünmüştüm. Her şey bir yana, Serge bana çok kibar davranmıştı, deneme çekimi esnasında Fransızca kelimeleri hatırlayamadığımda bana fısıldıyordu. İyi ağladığımı düşünüyordu. Star o olduğu için, pekâlâ “bu İngilizi istemiyorum, Marie Isabelle’i istiyorum” diyebilirdi. Aslında, onu benden daha güzel buluyordu. Ama yönetmen beni tercih edince, “hayır” demedi.
Sonra, işte, haziran ayında geri geldim. Yönetmene “bu adam korkunç derecede kendini beğenmiş, kibirli, ben bununla nasıl oynayabileceğimi bilemiyorum” dedim. İlk sahne banyodaydı. Kendimi çok sarsak hissdiyordum. Belki beraber bir akşam yemeği yesek iyi olur diye düşündüm. Yemeğe çıktık. Sonra dans etmeye gittik. Bir dolu içti, içti… Beni dansa kaldırdı, ama dans etmeyi bilmediğini fark ettim, habire ayaklarıma basıyordu. Bu bana çok sevimli geldi. Sonra bir başka gece kulübüne, ardından başkasına, bir başkasına gittik. Sabahın 6’sına doğru beni Hilton’a götürdü. Odasını istedi. Ben “oh la la la” dedim. Aman allahım ne korkunç, “Hayır, hayır demem lâzım. Çok korkunç”. Odaya çıktık. “Ben ne yapacağım şimdi” diye düşünerek banyoya girdim. “Ne yapacağım ben şimdi. Her şey fazla çabuk oldu.” Odaya döndüğümde, Serge uyuyordu. O kadar memnun olmuştum ki, çıktım, sabahın 7’sinde drugstore’a gittim, “Yami yami! yami…” diye giden sözleri olan bir plak aldım. Komik bir 45’likti. Odaya çıktım. Onun iki ayak parmağının arasına plağı sıkıştırdım. Böylece namusumu kurtarmıştım.
Sonra filmde beraber oynadık. Birbirimize hemen âşık olduk. Film için beraber Venedik’e gittik. Olan olmuştu. Benden “Je t’aime… moi non plus’’yü söylememi istedi. Bardot’lu versiyonunu dinlemiş olduğum için “evet, evet” dedim. Kıskançlıkla. Yoksa bir hit plak yapmak istediğimden filan değil, sadece telefon kulübesi gibi küçücük stüdyoda başka bir kızla söylemesini istemiyordum…
Slogan’ı bitirdiğimiz gün, Romy Schneider ve Alain Delon’la Piscine filminde oynayacak bir kız aranıyordu. Beni seçtiler. St Tropez’ye götürdüler. Oyuncular da kabul etti. Serge kıskançlıktan deliye dönmüştü, çünkü Alain Delon’un müthiş çekici olduğunu düşünüyordu. Ve Delon’dan daha gösterişli olmak için en büyük limuzini kiraladı. St. Tropez’nin o dar sokaklarının hiçbirine girmiyordu araba. Arabanın üstüne bütün valizler, bebek arabaları, yataklar filan iple bağlanmıştı. At arabasına benziyordu. (gülüyor) Çok “flash” gözükmek isterken, Serge bu hale düşmüştü…
O filmden hemen sonra, Katmandu Yolları’nda oynamak için seçildim. Serge kendisine takma bıyık taktıkları küçücük bir rolü kabul etti. O bıyıkla konuşamıyordu bile. Sırf benimle gelmek için kabul etti ve birlikte Hindistan’a gittik… Sonra, bir yıl boyunca Londra’daki evimde, orda burda otellerde kaldık. Ben, otelin çok pahalı olduğunu söyledim. Kendisine inşa ettirdiği eve niçin taşınmıyoruz diye sordum. Sonra bir yaşındaki bebeğim Kate’le beraber oraya gittik. Ondan sonra da Fransa’dan bir daha hiç ayrılmadım. Otuz yıldır. İlk başlarda, Serge aslında hâlâ Bardot’ya çok âşıktı. Piscine’in çekimleri sürerken, St. Tropez’de bir gün, biz lokantadayken, o içeri girmişti, Serge’in yüzü bembeyaz oldu. Çok yaralandığını anladım. John Barry Londra’daki evime Kate’i alıp çıkmak için geldiğinde, ben ağlayarak pencereden bakardım, yolun sonunda gözden kayboluşunu seyrederdim. Serge ise piyanonun başına geçiyor, hiddetle dam dam dam dam dam dam vuruyordu. Çünkü benim için de bu ayrılığın hâlâ çok taze olduğunu anlıyordu. Tıpkı şey gibi; bir kâğıda bir şeyler yazarsın, çizersin, eğer fazla bastırmışsan, o sayfayı kopardığında, alttaki sayfada hâlâ izi kalır. Ama Serge’le ben sayfaya o kadar çok şey çizdik ki, alttaki iz artık değişti, anlaşılmaz, görülmez oldu. Giderek başlangıçtaki yara tanınmaz hale geldi. Ve ortaya başka bir tablo çıktı. Yavaş yavaş, giderek o benim için vazgeçilmez oldu. Bütün film çekimlerime geliyordu. Başka biriyle gideceğim diye ödü kopuyordu. Film setlerini çok afrodizyak buluyordu. Filmdeki oyuncuyla çekip gitmemden korkuyordu. Ondan yirmi yaş genç olduğum için bana her şeyi öğretiyordu. O eğitimini çok önce almıştı. Tabloları, resimleri… Her şeyi çok önce öğrenmişti. 13 yılda, hep aynı iki kitabı okudu: Madame Bovary ve Benjamin Constant’ın Adolphe’u. Her ikisinin de sonunda o kadar ağlıyordu ki, burnundan balonlar çıkıyordu. Bu iki romanı çok hüzünlü buluyordu. Ve onunla birlikteliğimizde Charlotte’u doğurdum…
Babamdan isterdim, bana koltuk altındaki tüyleri traş edip gönderirdi, ameliyatlarından geriye kalan her şeyi, vücudunun parçalarını saklardım. Bir tür fetişizm gibiydi. Babam sağken, odası benim fotoğraflarımla kaplıydı. Serge de babama hayrandı. Babama hayran olması gerektiğini hemen anlamıştı, yoksa ilişkimiz yürüyemezdi. Babam da Serge’e hayranlık duyması gerektiğini anlamıştı. Uyku ilaçlarını beraber alırlardı. Harikaydı.
Ayrılmamızdan önceki son albümde, benim için bir şarkı yazmıştı, en iyilerinden biri değildi, çünkü beni anlamıyordu, “La Déprime”di adı: “Pourquoi est-ce une crime d’avoir la déprime?” Beni bunalımlı gördüğü için yazdığı bir şarkıydı. Ve “niçin bunalımlısın anlamıyorum, her şeye sahipsin” diyordu. “Evin var, paran var, çocukların var, ben varım.” Ben: her şey. Dış dünyayla aramda sorun vardı, yanlış anlaşıldığımı düşünüyordum, sürekli bana bir şeyler dikte edilmesini, ısmarlanmasını istemiyordum. Evde piyanoya dokunmaya bile hakkımız yoktu, bir Afrika ülkesi gibiydim. (duraksıyor) İsyan eden… Biraz…
Onu terk ettin, öyle mi?..
Bir gün kapıya genç bir adam geldi… Şöyle oldu… Claude Berry ve karısı Anne Marie bana La femme qui pleure adında çok ilginç bir film yapan bu yönetmenle mutlaka bir filmde çalışmalısın diyorlardı. Kate’le birlikte La Femme qui pleure’ü seyretmeye gittim. Çok etkilenmiştim. Yönetmenin Alain Resnais gibi birisi olduğunu tahayyül ediyordum. 60’lı yaşlarda bir adam… O güne kadar hep sabun köpüğü gibi filmlerde oynamıştım. Komik, eğlencelik, saçma sapan şeyler… Asla zor bir şeyde oynamadım. Kimse ciddi bir şey için beni istemiyordu, çünkü öyle bir şeye uymuyordum: Ben Serge’in oyuncak bebeğiydim. Öyle biliniyor, tanınıyordum. Bir çift olarak tanınıyorduk.
Her neyse, ben bu anlattığım yönetmeni bekliyordum, kapı çaldı. Çok esmer, çok genç bir oğlan duruyordu karşımda. Ne istediğini sordum. Kendisinin o yönetmen olduğunu söyledi: Jacques Doillon. Salona daha o girer girmez, Serge her şeyi kendi denetimi altına almaya başlamıştı bile. Hangi restorana gidilecek falan, her şey… Ben kendi kendime “hayır” diye düşündüm, “bu genç adama kim olduğumu asla açıklayamam böyle”. Jacques’a odamı göstermek istiyordum. Çünkü küçücük bir odam vardı, orada çocukluk fotoğraflarım ve benim için önemli şeyler vardı. Ama olmadı…
İşte böyle. İlk defa ciddiye alınan bir filmde oynadım. Michel Piccoli’yle… Boğazına kadar düğmeleri ilikli, depresyon geçiren bir kızı oynuyordum. Bu rolü oynadım, iyi oynadım, ilk defa iyi eleştiriler aldım.
Filmin adı neydi?
Fille Prodigue.
Serge Gainsbourg’u terk etmeye o zaman mı karar verdin?
Çekimlerin sonunda, birkaç gel-git oldu, ama geri dönemiyordum artık. Birdenbire, başta anlattığım rulo halı gibi olmuştu. Serge’in evi bir anda inanılmaz uzaklaşmıştı. Uzaktan çok küçücük görünüyordu. Bir anda bir gece, otele gidebileceğimi, kredi kartıyla ödeyebileceğimi düşündüm. Özgürdüm. Bu benim için tamamıyla yeni bir duyguydu. Kredi kartı mevzuu o kadar mühim değil, ama çocukluğumdan beri tek başıma bir adım bile atmamıştım. Jacques’ın filminden sonra denedim. Jacques ev değiştirmişti, ortadan kaybolmuştu. Onu aradım, nerede olduğunu bulmaya çalıştım hep. Telefon rehberinde soyadını buldum. Gecenin bir vakti aradım. Annesi çıktı. Bana onun uyuduğunu söyledi. Onu bulmuştum. O andan sonra beraber hayatımız başladı.
Hayatımda biri olmadığı zaman herhangi bir şeye karşı merak ya da ilgi duymuyorum. Ancak birisiyle ya da birisinin gözünden merak duyuyorum. Hayatımda sadece bir kere tek başıma bir yere gittim, o da Saraybosna’ya. Bunu yapmasam vicdanım rahat etmeyecekti. Karar vermek çok kolaydı. Bir şey yapmamaya artık dayanamıyordum. Paris’te kalmak, gitmekten daha zordu.
Ama kısa bir süre sonra, Serge benim için şarkılar yazmak için tuhaf bahaneler buldu: Baby Alone in Babylone. O albümden itibaren benim için yazdığı bütün şarkılar onun üzüntüsünü, sıkıntılarını yansıtıyordu. Ayrılışımızdan bir ya da bir buçuk yıl sonra, stüdyoda söylüyordum. Bu sefer Serge camın bir tarafında, ben öteki tarafındaydım. Serge bana bakarken, gittikçe daha yüksekten söylüyordum. Benim için gitgide daha zor şarkılar yazıyordu. Gittikçe daha yüksek şarkılar… Ve onun hoşuna gidebilmek için yapabildiğim tek şey buydu. Teknik bakımdan daha zor şeyler yazıyordu, ama sözler en güzelleri değildi. Bunlardan biriyle, Baby Alone in Babylone’la Charles Cros ödülünü kazandım. En büyük ödüllerden biri, insan hayatında bir kere kazanıyor. Jacques’la çekimdeydim o esnada: La Pirate. Ödülü almaya gitmem imkânsızdı. Serge o sırada Paris’teydi. Bu ödülün onun için çok önemli olduğunu biliyordum. Ona bir telgraf çektim, ödülü benim adıma almasını rica ettim: “Ödül sana geri dönüyor. Senin sayende onu alıyorum.” Ödülü benim adıma aldı, telgrafımı okudu.
Buna rağmen, başka bir 33’lük daha yazdı: Lost Song. Yine çok yıpranmış, melankolik, hüzünlü şarkılar… Kesinlikle muhteşemdi. Bir kız arkadaşım vardı, yeni ölmüştü. Onun için bir şarkı yazar mısın diye sordum. Yazdı. Japonya’dan yeni gelmiştim. Kendimi yerimi yurdumu kaybetmiş, perişan hissediyordum. Ona “Fransız mıyım, İngiliz miyim, genç miyim, yaşlı mıyım, kimim bilmiyorum” demiştim. O da bana “Lost Song’u istiyorsun sen” demişti. Ben de “evet” dedim. “Lost Song”u yazdı. On iki tane daha harika şarkı… Ve o zamandan sonra, her akşam oynadığım piyese, tiyatroya geliyordu. Jacques onun gelmesine “hayır” diyemiyordu. Çünkü o Serge’di! Çok tuhaf bir ilişkimiz vardı, birlikte olduğumuz zamankinden aslında daha sıkı. Eğer Serge’in bana ihtiyacı varsa, Paris’i baştan aşağı kat ederdim. Ben sıkıntıdaysam, dünyanın öbür ucunda olsa geleceğini bilirdim.
Serge’in ölümünden altı ay önce, benim için yazdığı son albümü yapmıştık: Amours des feintes. O albüm için çini mürekkebiyle benim resmimi çizmişti. Beni bir televizyon programına çağırmışlardı, tabii ki Serge’i de davet ettim. Program canlı yayınlanıyordu. Bana “sizce Serge Gainsbourg’u en iyi özetleyen sözcük nedir” diye sordular. Çok hızlı düşünmek gerekiyordu. Ben de “sen” dedim. Hemencecik bu “sen”i bulduğum için çok memnun olmuştum. Sonra Serge’e “Jane’i tarif eden bir kelime söyle” dediler. “Ve ben” (et moi) dedi. Ben de “ah, hep ben ben ben” diye yakındım. Bana “‘ve ben’i kaç kelimede yazarsın” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. “Tek kelimede” dedi: “Veben” (etmoi). Bunlar milyonlarca seyirci önünde olmuştu. Çok daha sonra, Jacques bana o akşam televizyonu seyrederken “ya ben?” (et moi?) diye yazmak istediğini söyledi. İki kelime halinde…
Serge’in ve babanın ölümü seni nasıl etkiledi?
Babam öldüğünde, Serge öldüğünde benim kendi küçük dünyam yıkıldı, darmadağın oldu. Beraber yaşamak için fazla kederli bir insan haline geldim. Bütün kepenkleri kapattım. Ama Lou için kendimi toparladım. Çünkü Kate ve Charlotte erkek arkadaşlarını bulmuşlardı. Onlar evden ayrıldığı için bana bir tek Lou kalmıştı. Ve elimi çekiştirip “karnım acıktı, canım sıkılıyor…” diyen Lou sayesinde o bunalımdan çıktım. Ama Lou’nun babası için bunun çok kolay olmadığını anlıyorum.
Bütün hayatını başkaları için, başkalarının gözünden yaşadığını düşündüğün olmuyor mu hiç?
Ben tek başıma İstanbul’a da gelemezdim. Benim için hiçbir ilginçliği olmazdı, şimdi ilgimi çeken Lou’ya göstermek. Lou’yu çizmek. Lou’nun gözüyle dünya. Médecins du Monde [Sınır Tanımayan Doktorlar] için Filipinler’de bir filmde oynamayı kabul ettiğimde, bunu Lou için yaptım, onu da götürdüm. Onu her gittiğim yere götürüyordum. Uluslararası af Örgütü için ilk kısa metraj filmde asistanım sekiz yaşındaki Lou’ydu. Onunla birlikte Kuala Lumpur’a gitmiştik. İki “kayıp” Filipinli kız için Unutmaya Karşı Üç Dakika diye bir filmdi. Hayatımda biri olmadığı zaman herhangi bir şeye karşı merak ya da ilgi duymuyorum. Ancak biriyle ya da birisinin gözüyle merak duyuyorum. Bu nedenle torunlarımın olması beni çok memnun ediyor. Kate’in oğlu Roman’ı cumartesi pazar görmezsem, paniğe kapılıyorum. Evde duramıyorum. Yalnız kalmayı sevmiyorum. Bu nedenle de Olivier (Rolin) gibi seyyahlara büyük hayranlık duyuyorum. Olivier’ye, “şimdi biri sana muz yüklü bir gemiyle Güney Amerika’ya kadar gidebilirsin dese hoşuna gider miydi” diye sordum. O da “tabii” dedi, “çok hoşuma giderdi”. Hakikaten şömine başında ayağına terlikleri geçirip oturmaktan nefret eden insanlar var.
Peki ya sen?
Ben şömineyi ve terlikleri sevdiğimi sanıyorum. Anneme “Venedik’te bir bodrum katına kapanıp, entelektüel olmak için, evden hiç çıkmadan kitap okumayı isterdim” demiştim. O da “madem bodrum katında kalacaksın, o zaman niçin Venedik’te ki?” diye sormuştu. Annem bana “kendinle ilgili bir imaj yaratıp kendini de ona inandırmaya çalışıyorsun, ben bu imajın hakiki olduğunu sanmıyorum” demişti. Bilmiyorum. Ama tanıdığım insanların hayatımda büyük yeri olduğu doğru. Anıtlara, binalara bakmayı seviyorum. Ama, örneğin buradan hatıra olarak sadece bunları saklamayacağım, Aziz’i, sizleri, insanların görüntülerini hatırlayacağım daha çok.
Hayatımda sadece bir kere tek başıma bir yere gittim, o da Saraybosna’ya. Bunu yapmasam vicdanım rahat etmeyecekti. Karar vermek çok kolaydı. Bir şey yapmamaya artık dayanamıyordum. Paris’te kalmak, gitmekten daha zordu. Babamın da hoşuna giderdi. Saraybosnalı insanların bizim onlara kayıtsız kaldığımızı düşünmelerini istemiyordum. “Seni düşünüyoruz” demek yetmiyor. Kanıtlamak lâzım. Oraya gitmek lâzım.
Senin için politika, angaje olmak ne anlam ifade ediyor?
Sadece bu gibi konulara kendimi angaje hissediyorum.
Hakiki Jane Birkin’le tutkulu aşkların kadını Jane Birkin imajı arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyor musun?
Evet, kesinlikle. Ama son zamanlarda bu fark daha az. Çünkü Saraybosna’dan döndükten sonra birçok kez televizyona çıktım. Tanınmış biri olduğum için olan bitene dikkat çekebilme şansım vardı. İnsanları sarsabiliyordum. Bu tür konularla Serge’le olduğum zamankinden daha çok ilgilenmeye başladım. Serge idam cezasından yanaydı. Ben karşıydım, aramızda tartışıyorduk, gerçi onun gerçek düşüncesini söylediğine inanmıyordum. Neyse… Beni kızdırmak da hoşuna gidiyordu. İnsanları şaşırtmak onu eğlendiriyordu. Kürtaj hakkı için yürüyüşlere katılmıştım. O tersini düşünüyordu. O zamanlar bu yürüyüşe falan katılmıştım, ama angaje bir insan değildim, öyle tanınmıyordum. Ama şimdi öyleyim. Cezayir için, Médecins du Monde için, Alzheimer hastaları için çok şey yapmak istiyorum. Le Pen’e karşı yürüyüşe katıldım. İnsanların kafasındaki imajımın biraz değiştiğini sanıyorum. Ama büyük çoğunluk için, sıradan insanlar, taksi şoförleri için hâlâ Serge’in oyuncak bebeğiyim. Basının rolü büyük, basın korkunç olabiliyor…
Serge’i terk etme cüretini göstermiş olduğum için pişmanlık duydum. Kendi hayatımın onunkiyle aynı değerde olduğunu düşündüm. Halbuki bağımsızlığımı kazanmaktı önemli olan. Bu kibir yüzünden cezalandırıldığımı düşünüyorum. Benim hayatım onunki kadar değerli değildi. Onu terk etmemeliydim.
Basınla didişen ilk insanlardan biri de Catherine Deneuve’dür. Ben bu kadını hakikaten çok takdir ediyorum. Çünkü o birçok şeyi ilk olarak yapma yürekliliğini gösterdi. Kendisinin de kürtaj yaptırdığını söyleyerek kürtaj hakkı için kampanyalara katıldı, imza verdi. Bu çok cesurca bir hareket. Bu şekilde davranan başka kimse yoktu. Dört-beş yıl boyunca Paris Match ona ambargo uyguladı. Bir filmi çıktığında, mesela yönetmenin, diğer oyuncuların adı yazılıyor, onunki yok. Ondan öçlerini ancak bu şekilde alıyorlardı. Paris Match’a dava açmıştı, ısrarla pozisyonunu korudu ve kazandı. Koca bir kamyon dolusu gübre alıp onu Paris Match’ın kapısının önüne döktürmüştü, kimse gazeteye giremiyordu. Üç saatte o gübreyi oradan boşalttırmışlar. İnsanlara doğru davranan, onları küçümsemeyen bir kadın…
Bir ara herkes Dalida’yla dalga geçiyordu. Bir şovu için hazırlanan afişte, bacaklarını açmış, bacağının arasında da bir erkek şapkasıyla görülüyordu. Bir dergi de, komiklik olsun diye güya, fotomontajla şapkayı kaldırmış, cinsel organ koymuş. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün bir restoranda herkes bunun mavrasını yapıyordu. Julien Clerc falan dalga geçiyordu; Serge, ben, hepimiz aptal aptal alay ediyorduk. Orada Catherine Deneuve de vardı. “Ben bunu hiç de komik bulmuyorum” dedi, “eğer Giscard d’Estaing için taşakları dizlerine kadar sarkan bir fotoğraf bassalar, bu kadar komik bulmayacaktınız, kadın olduğu için onunla dalga geçiyorsunuz”. Herkes alayı bıraktı. Bir süre sessizlik oldu. Dostlarının, ahbaplarının karşısına dikilme cesareti göstermişti. Hepimiz kendimizi çok aptal hissetmiştik. Catherine kendi fikrini söyleme yürekliliğini göstermişti, oradaki havaya kapılmamıştı. O işte böyle bir kız, sağlam bir kız.
Peki sen nihayet şimdi bağımsızlaştığını, kendini bulduğunu düşünüyor musun?
Bilemiyorum ki. Ama Lou bir filmde oynayacak. 16 yaşına geldi. Artık bana tam olarak ihtiyacı yok. Öyle sanıyorum ki, çok yakında bana hiç ihtiyacı kalmayacak, evet. Evde olma mecburiyetim bitecek. Köpeğim çok yaşlandı. 13 yaşında bir buldog, daha uzun süre yaşayacağından şüpheliyim. Serge için bir albüm daha yaptım Versions Jane adında… İki yıl önce, iyi oldu, tuttu… Benim için yazmadığı bütün şarkıları sanki benim için yazmış gibi söyledim. Serge’in şarkılarıyla bir albüm daha yapabilirim. Ama bu sene ilk defa Serge’in şarkılarından oluşmayan bir albüm yapıyorum. 13 farklı bestecinin şarkılarıyla, 13 farklı türde müzik… (gülüyor) Sadakatsizlik yaptığım hissine kapılıyorum, tek bir yazarın şarkılarından albüm yapamazdım. Bambaşka bestecilerin parçalarını aldım. Hayatımda ilk defa Serge’in olmadığı bir albüm yapıyorum, ilk defa. Belki eylül ayında bir film çekimi için İrlanda’ya gideceğim. Bu sefer yalnız başıma gideceğim. İlk defa. Ocak ayında, umarım, kendi yazdığım bir piyeste oynayacağım. Bu da ilk defa olacak. Tehlikeli şeyler.
Seni korkutuyor mu?
Evet. Zaman zaman paniğe kapılıyorum. Bana şimdi “her şey iptal oldu, bu sene ne piyes ne film olacak” deseler, bir yandan çok rahatlarım.
Geçmişe baktığında pişmanlık duyduğun şeyler var mı?
Serge’i terk etme cüretini göstermiş olduğum için pişmanlık duydum. Kendi hayatımın onunkiyle aynı değerde olduğunu düşündüm. Halbuki bağımsızlığımı kazanmaktı önemli olan. Bu kibir yüzünden cezalandırıldığımı düşünüyorum. Benim hayatım onunki kadar değerli değildi. Onu terk etmemeliydim, böyle bir düşünceye kapılmamalıydım. Bu, hâlâ kendi kendimi cezalandırdığım bir pişmanlık. Özel hayatım bedeli ödedi, belki de. 12 yaşındayken, abimle filmler çektiğimiz zaman, bir ilginçliğim vardı, herkes gibi değildim. O yaşta bir tür bağımsızlığım vardı. Fiziksel olarak bile. Sonra başkalarına benzemeye çalıştım, moda olan kişileri taklit ettim, kendime hiç güvenim yoktu, gözlerimi iri göstermeye çalışıyordum, habire boyuyordum, aptalca, saçma sapan makyaj yapıyordum. Hep kocamın tercih edeceğini düşündüğüm başka birisine benzemeye çalıştım. Kocamın benden önceki karısının bir fotoğrafını bulmuştum, hemen saçlarımı onunki gibi sarıya boyattım. Lou’yla Charotte’un yüzlerini boyamadan, çıplak suratla dolaşma cesaretlerini çok takdir ediyorum. Zaman kaybetmemek lâzım. Eğer genç oyuncular ya da genç şarkıcılar sorsalar, “hadi hadi hemen yazın, söyleyin, yapın” derim. Sonra bir daha hiç aynı olmuyorsun. Daha sonra, belki elli yaşında yine gençken olduğu gibi kaybedebiliyor insan kendini. Çünkü nereye gideceğini bilmiyor insan, tıpkı yeniyetmeler gibi. Nadya Komaneçi telin üstünde büyüleyiciydi. Çünkü muğlak bir hali vardı. Çocukluktan çıkmıştı, ama henüz kadın değildi. İpin üzerinde bu muğlaklık yürüyordu. Öyle sanıyorum ki, elli yaşında da biraz öyle oluyor. Bir şeyi kesin olarak geride bırakıyorsun, bunun ne zaman başına geldiğini tam fark etmiyorsun. Çok ürkütücü: cinsellik, gizem, ne olacak, nasıl olacak, ne oluyor, bu nedir, daha sonra ne olacak, devam etme cesareti gösterebilecek miyim?.. Tiyatroda oynamaktan, bir albüm yapmaktan korkuyorsam, eleştirileri okuyamıyorsam, buna parmak basmalarından korktuğum için. İlginç olmadığımı söylemelerinden korkuyorum. Hep de böyle düşündüm. Belki de birileri çok açık seçik görecek, her şey balonmuş diyecekler, evet, böyle düşünüyorum, belki de risk bu. Ama henüz ölmediğime göre, devam etmek lâzım dedim kendi kendime.
Abimin çok ilginç bulduğum bir teoremi var. Kelebek teoremi: Yapılan en küçük hareket, en küçük tercih, en ufak ayrıntı, örneğin, yolda sağa değil de sola dönerek, oturmaya değil de ayakta durmaya karar vererek, dünyayı değiştiriyorsun. Herkes, şuradaki adam, şu küçük çocuk, sen, ben… Çünkü Andrew bana şöyle açıklamıştı bir gün. Trende gidiyorduk, annem biletleri kaybetmişti. Andrew anneme “dünyayı değiştirmektesin” demişti. Annem, “ben sadece biletleri kaybettim, nasıl dünyayı değiştiriyormuşum?” dedi. Andrew: “Birazdan kontrolör gelecek, yeni bilet kesmesi gerekecek, üç dakika kaybedecek burada. Burada kaybettiği üç dakika zarfında, yandaki vagonda, belki iki kişi konuşuyor olacak, belki o arada birbirlerine âşık olacaklar, belki de İskoçya’da bir sürü küçük çocuğu öldüren sapık bir çocukları olacak, ya da belki çok sağduyu sahibi, bilge bir kişi olacak… Ne olursa olsun, kontrolörün üç dakika gecikmesiyle, hiçbir şey tam olarak aynı olmayacak...” Ve bana şöyle dedi: “Herkes, ne kadar önemsiz olursa olsun, dünyanın kaderinde bir rol oynuyor. Ve bu, Laurence adında bir bilginin Güney Amerika’da kelebeklerle ilgili olarak öne sürdüğü bir teoreme dayanıyor. Hesaplayarak havayı hiçbir zaman tahmin etmenin mümkün olmadığını fark etmiş bu bilgin. Kabaca bir şey söylenebilir, ama bir hafta sonra havanın nasıl olacağını söylemek çok zor. Avustralya’nın üzerinde kanat çırpan bir kelebek, Güney Amerika’da kasırgaya sebep olabilir…”
Abim başka bir örnek daha anlatırdı. Bunu da çok müthiş buluyorum: Dünyanın derinliklerinde, çok çok derinlerde, bir tür ahtapot varmış. Çok küçük bir ahtapot. Bütün çocukluğu boyunca, bütün ergenliği boyunca bir kaya arıyor. Bu kayayı bulduğu anda bir daha hiç kıpırdamıyor, asla. Arıyor, arıyor ve hoop, kayasını bulduğu anda, oraya asılıyor ve bir daha kıpırdamıyor. Ölmüyor, hayatının geri kalanını o kayada sürdürüyor. Peki sence ne yiyor? Tahmin et.
Kendi kendisini mi yiyor?
Evet, ama vücudunu yemiyor, beynini yiyor, çünkü artık ona ihtiyacı yok. Çünkü artık kayasını buldu. Belki de bu nedenle hep hareket halinde olmak lâzım… (gülüyor)
Roll, sayı 22, Ağustos 1998