“Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne?”, Ermenistan’dan İstanbul’a göçmen olarak gelen ailelerin mücadelesini, çocuklarının bir kilisenin bodrum katında eğitim alma gayretleri üzerinden anlatan bir belgesel. 38. İstanbul Film Festivali ve 30. Ankara Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması bölümlerinden En İyi Film ödülleriyle dönen belgeseli yönetmen, senarist, yapımcı ve fotoğrafçı Rena Lusin Bitmez’den dinliyoruz.
Ermenistan’dan İstanbul’a gelen göçmenlerin yaşantısına dair çocuklara odaklanan bir belgesel çekmeye nasıl karar verdiniz?
Rena Lusin Bitmez: Bu filmi çekmeye 2011’de bir gazete haberi ile Ermenistanlı çocukların varlıklarını öğrendikten sonra gidip okulu gördükten sonra karar verdim. Yetişkin göçmenleri herkes biliyordu, ancak çocukların durumundan kimse haberdar değildi. Öncesinde, 2010’da Tarlabaşı’nda mülteciler ile çalışıyordum. Ancak aramızda etnik dil sorunu vardı. Ön hazırlığı uzun sürecek bir film için yeterli bağ kuramıyorduk. Görüştüğüm kişiler bir süre sonra ya yer değiştiriyor ya da ülkeden gidiyordu. Bu filmi hayata geçirmek ve çocukların durumunu anlatmak benim için kıymetliydi. Hepsinin hikâyesini tek tek dinledim. Bağırmayan, güler yüzlü bir film yapmak istedim. Filmin her ânında öteki olmanın, göçmen olmanın hallerini gördüm. Çocuklardan tek farkım benim vatandaş, onların ise göçmen olmalarıydı.
Siz de çocukluğunuzu belgeselinizin baş karakterleri gibi İstanbul’daki Ermeni topluluğunun içinde, belki de yakın bir mahallede geçirmişsiniz. Çocukluğunuza dair hafızanızda en çok neler öne çıkıyor?
Çocukluğum Kurtuluş, Feriköy semtlerinde geçti. Göçmenlerin yaşadığı Kumkapı’da, filmi çektiğim yokuşun paralelinde nenemin evi, dayımın terzi dükkânı vardı. Ahşap evlerde yaşayan insanların arasındaki dostluğu ve o evlerin kokusunu iyi biliyorum. Semte yabancı değilim. Ancak zamanın ruhu değişti. Semt el değiştirdi. Şu an neredeyse mahallenin tamamı göçmen gettosu oldu. Yerli olan sadece esnaflar. Onlar da akşam dükkânı kapatıp gidince mahalle göçmenlere kalıyor ve başka bir hayat başlıyor.
Belgesel “Otuz yıldır ekonomik nedenlerden dolayı gerçekleşen göçe” dair bir notla başlıyor. Filmdeki aileler Türkiye’de de refah içinde yaşamıyor. Sizce burada aradıklarını bulabiliyorlar mı? Sayıları ne kadar?
Ermenistanlı göçmenlerin büyük bir çoğunluğu ekonomik nedenlerle geliyor. Sovyetler’in dağılması, büyük deprem, ülkedeki ekonomik nedenlerden dolayı göç ediyorlar. Sadece filmdeki göçmenler değil, neredeyse hiçbir göçmen refah içinde yaşamıyor. Ortak tuvalet, mutfak paylaşımı olan tek odalı yaşamlarda “konfor” göçmenler için pek kullanılmayan bir tanım. Çünkü yaşadıkları göçmen gettosu ne güvenli ne de konforlu. Sayıları ile ilgili kesin bir bilgi olduğunu zannetmiyorum. Açıkçası sayılarla çok ilgilenmedim. Gerçek insan yaşamları odağımdaydı. Kalmak isteyen Ermenistanlı göçmen sayısı çok az. Hedefledikleri miktarı kazandıktan sonra büyük bir çoğunluğu geri dönüyor.
Yaklaşık bir buçuk yıl hikâye ve karakter aradım. Çok uzun zaman geçirdik, beraber yaşadık. 120’den fazla röportaj yaptım. Ayaküstü yaptığım görüşmelerin sayısı da çok. Çekimlerde neredeyse hiç zorluk yaşamadım. Asıl zorluk post-prodüksiyon kısmında başladı.
Belgeselde teknoloji sayesinde de oradaki yakınlarıyla görüşebildiklerini görüyoruz.
Evlerinde internet olan yakınlarını Skype’tan, köyde yaşayan yakınlarını çağrı merkezinden arayarak görüşebiliyorlardı.
Ermenistan’daki siyasi ve toplumsal gelişmeler buradaki göçmenleri ne kadar etkiliyor, takip ediyorlar mı?
Onlarla yaşadığım süre içinde gözlemlediğim konulardan biri de buydu. Eğitim seviyeleri yüksek olduğu ve neredeyse en az üç dil bildikleri için sadece Ermenistan’ı değil, tüm dünyayı yakından takip ediyorlar. Ermenistan’daki yönetimin değişmesiyle de bu yıl çok sayıda geri dönüş yapan oldu. Göçmen mahallesine her gittiğimde giderek bir azalma olduğunu görüyorum.
Bir filmin sekiz yıl gibi uzun bir zamanda vücut bulmasına çok rastlanmaz. Bu, çekimlerin kendisinden ziyade ön hazırlık ve post-prodüksiyon süreçlerinden kaynaklanıyor olmalı. Ön hazırlık sürecinde nelere dikkat ettiniz?
Ana çekimlere hemen başlamadım. Yaklaşık bir buçuk yıl hikâye ve karakter aradım. Çok uzun zaman geçirdik, beraber yaşadık. Semt genelinde 120’den fazla röportaj yaptım. Ayaküstü yaptığım görüşmelerin sayısı da çok. Çekimlerde neredeyse hiç zorluk yaşamadım. Herkes çok yardım etti. Asıl zorluk film bittikten sonra post-prodüksiyon kısmında tek başıma kaldığımda başladı.
O süreçte ne gibi zorluklar yaşadınız?
Filmi bitireceğime kimse ihtimal vermemişti. Kapanan kapılar, “Olmuyorsa filmi çöpe bas” diyenler, “En kötü ihtimal YouTube’a koyarsın” diyenler, işe başlayıp, parayı alıp işin ortasında bırakıp gidenler… Otuzdan fazla fon ve sponsor başvurum reddedildi ve hepsi bana başarılar diledi. Sağolsunlar. Gerçekten sağlam çileydi. Sonrasında Tanrı’nın eli değdi filme ve doğru insanlarla yolumuz kesişti. Her şey kendiliğinden iyileşti. Filmi çekerken görüntü yönetmeni Nurdoğan Erduvan ile ben vardık. Sonrasında tanıştığım ve ilk defa çalıştığım kurguda Uğur Hamidoğulları’na, post-prodüktör İzzet Arslan’a ve ses tasarımcısı Erkan Altınok’a minnettarım. Bu şahane adamlar şartsız şurtsuz filme el attılar. Her aşaması zahmetliydi ve onlar bu zahmete katlandılar. Sadece profesyonelliklerini değil, yüreklerini koydular. Filmi destekleyen, desteğini çeken herkese teşekkür ediyorum. Böyle çok güzel oldu.
Çekim boyunca neden iki kişiydiniz?
Çünkü filmde kimse çalışmak istemedi.
Şu anki tepkiler nasıl?
Film henüz çok yeni, 11 Nisan’da ilk gösterimi oldu. 2020’de daha çok kişiye ulaşacağını düşünüyorum. Yurtdışı festivallerinden ilgi var, davetler alıyoruz. Ancak hedeflediğimiz festivallere öncelik tanıyoruz. Yolumuz uzun. Şu âna kadar bana ulaşan olumsuz bir tepki olmadı. Hiç tanımadığım, ilk defa gördüğüm, filmi sahiplenen, tanıtımı için ne yapabiliriz diye arayan insanlar da var, filmi yok sayıp, görmezden gelip uzaktan “yakın” takip eden insanlar da var. Siz çikolatalı pasta yapsanız “tuzu biraz fazla olmuş” diyenler olacaktır. Asıl olan niyettir. Bütün bunlar işin fıtratında var. Hayat bu, olur böyle şeyler. Bunları bilerek ve öngörerek yola çıktım.
Çekimlerden önce çocuklara ne yapacağımı uzun uzun anlattım. Kameralar verdim, birbirlerini çektiler. O kadar iyi kavrayıp benimsediler ki, zaman içinde kamera neredeyse eridi gitti. Herkesin şaşırdığı doğallığın nedeni bu.
Uzun süren bir çalışmadan sonra filmle duygusal bağınızı koparabildiniz mi?
Benim filmle olan yolculuğum ilk gösterimden sonra bitti. Şimdi filmin kendi yolculuğu başladı. Bir gün Uğur (Hamidoğulları) “Kurgu bitti, artık bırakalım” dediğinde içime kapandım. Filmin post-prodüktörü İzzet (Arslan) bir gece arayıp “Sevgilinle vedalaşır gibi vedalaş ve filmi bana ver, başlamak istiyorum” dediğinde, “sevgiliyle vedalaşmak kolay, ama bu evlat” demiştim. Film bittiğinde ise koca bir boşluk oldu hayatımda. Çünkü her sabah uyandığımda filmle ilgili yapmam gereken mutlaka bir iş oluyordu.
Odaklandığınız dört çocukla karşılaşmanızı, Ruzanna, Hasmik, Antranik ve Harutyun’u anlatır mısınız?
Çocuklarla ilk karşılaştığımda “Aman Tanrım! Zavallıcıklar!” gibi bir duygum olmadı. Ağzında altın kaşıkla doğmuş biri değilim. Okulda neredeyse bütün çocukların hikâyelerini dinledim. Ancak birbirleriyle teması olan kişilerin hikâyesini anlatmak istiyordum. Ruzanna’nın sınıf öğretmeni sevgili Bayzar Galstyan Dal’ın aracılığıyla Ruzanna ile tanıştım. Ruzanna düzenli göçmen olduğu için Ermenistan’da idi. Haftalarca Ruzanna’nın gelmesini bekledim. Sonra Ruzanna’nın sıra arkadaşı Antranik dikkatimi çekti. Aylarca haberi olmadan onu izledim. Meğer o da filmde olmak istiyormuş. Sonrasında annesinden ve kendisinden dinledim. Ruzanna’nın alt katında oturan, okulun gönüllü öğretmenlerinden Lilit ve kızı Hasmik’i de uzun bir süre fark ettirmeden izledim. Onlar da filme dahil oldu. Harutik hiç hesapta yoktu. Bir süre sonra filmin içinde kendi yerini kendi buldu. Birbiriyle teması olan herkes filme dahil oldu. Yapmak istediğim tam da buydu.
Film dili, üslûbu ve kurgusu ile bildiğimiz belgesel anlatımının dışında, 90 dakika boyunca sıkça kurmaca film hissi veriyor. Kamera görünmez oluyor, çocukların hareketleri son derece doğal. Bu sonuca nasıl ulaştınız?
Çekimlerden önce çocuklara ne yapacağımı uzun uzun anlattım. Kameralar verdim, birbirlerini çektiler. Ne yapacağımı artık çok iyi biliyorlardı. Hatta onlara bunun bir belgesel olduğunu, tekrarı olmayacağı için kameraya bakmamalarını en başta söylemiştim. Bazı durumlarda “Bunu tekrar yapar mısınız?” dediğimde çocuklar bana “Bu bir belgesel ve tekrarı olmaz” deyip yapmadılar. O kadar iyi kavrayıp benimsediler ki, ben istememe rağmen tekrar yapmadılar. Zaman içinde neredeyse kamera eridi gitti. O yüzden filmin yüzde doksanının tekrarı yok. Herkesin şaşırdığı doğallığın nedeni bu.
220 saat görüntüyü 90 dakikaya nasıl indirdiniz?
Filmin senaryosunu dört defa yazdım ve kimseye okutmadım. Çünkü çekimler bittiğinde başladığım yerde değildim. Yaklaşık bir yıl filmin izlemesini yapıp iskeletini çıkardım. Filmin kurgusu dört defa yapıldı.
Göçmen iseniz, öteki iseniz her zaman arka mahallenin çocuğusunuz. Bir el her zaman size kenarda tutar ve “Sen orada kal ve sesini çıkarma” der. Bunu sadece egemenler, muktedirler yapmaz.
Çocukların dört duvar arasına sıkışmışlığına tanık oluyoruz. Ancak hepsinin de geleceğe dair ayrı ayrı hayalleri var. Göçmenlik durumu çocuklar üzerinde ne gibi etkiler bırakıyor?
Göçmenler başka bir ülkede yaşasalar da benliklerine ve kültürlerine sahip çıkıyor. Yetişkinlerin konuşmalarından ve yaşanmışlıklardan çocuklar da nasibini alıyor. Görmedikleri ya da çok küçükken ayrıldıkları ülkelerini merak ediyorlar ve özlüyorlar. Kulağa çok romantik gelse de realite bu. Yetişkinler her duruma bir şekilde alışıyor. Çocuklar ise başka çareleri olmadığı için katlanıyorlar.
Galiba aslında Ermeni okullarında okuma hakları var, ama olası bir Ermenistan’a dönüş durumunu göz önünde bulunduran ailelerin çocukları Gedikpaşa İncil Kilisesi’nin bodrum katındaki Hrant Dink Okulu’na devam ediyor. Verilen eğitimin içeriğinden, öğrencilerin daha sonra buradaki ya da Ermenistan’daki eğitim seçeneklerinden bahsedebilir misiniz?
Amaç tamamen çalışan ailelerin çocuklarının sokakta veya evde tek başına kalmamaları. Burada kaldıkları süre içinde gönüllü öğretmenler tarafından çocuklara asgari okuma-yazma öğretiliyor. Çocukların geri döndüklerinde eğitimlerine devam edebilecekleri seviyede eğitim almaları için çaba sarf ediliyor. Diploma alacakları şekilde köklü ve temelli bir eğitim yok. Resmi okula ve Ermeni okullarına gidebiliyorlar, ancak “misafir öğrenci” konumunda olmak kaydıyla. Bu statüden dolayı diploma alma şansları yok. Ermeni okullarına giden çok az öğrenci var, ancak eğitimin Batı Ermenicesi olmasından dolayı çok tercih etmiyorlar. Ermenistan’a döndüklerinde tekrar sınavlara girip eğitimlerine devam edebiliyorlar.
Eğitim sorununun dışında göçmen olmanın çocuklar üzerinde yol açtığı ekstra zorluklar mevcut mu?
Göçmenler dünyanın her yerinde “istenmeyen misafirler” ve “döner kapıda sıkışanlar” olarak tanımlanır. Her yerde sağlık, eğitim, barınma ve toplumsal yaşama katılım gibi en temel insan haklarından yoksun bırakılıp mülksüzleştirilirler. Aileleriyle birlikte tek odalı evlerde yaşamak zorunda kalırlar. Zorlu ve geleceği belirsizliklerle dolu yaşamları, toplumsal farklılıktan kaynaklı yaşadıkları travmalardan dolayı hem aileler hem de çocuklar için sürdürdükleri hayat hiç kolay değil. Bu durumdan en çok etkilenenler kadınlar ve özellikle çocuklar oluyor. Göçmen iseniz, öteki iseniz her zaman arka mahallenin çocuğusunuz. Bir el her zaman size kenarda tutar ve “Sen orada kal ve sesini çıkarma” der. Sesini çıkarmazsan iyi çocuksundur. Bunu sadece egemenler, muktedirler yapmaz. Bazen yakınınızda olan, size her gün selam veren tanıdıklarınız, arkadaşlarınız, toplum içinde “saygın” diye nitelendirilen insanlar da yapar. Bu her dönem geçerli, yazılı olmayan bir kural ve değişmez.
Özbek kadının “Siz daha iyi yaşayın diye bütün gün tuvalete gitmeden çalışıyoruz” deyip yüzüme bakmadan konuştuğunda, kapısı olmayan tuvaletin duvar dibinde ayakkabı tabanı yapıştıran Afgan göçmenleri gördüğümde ve anlatamayacağım yaşamlara şahit olduğum her anda bir avuç cam kırığı yutuyordum.
Festivallerde filminizin biletleri kısa sürede tükendi, ancak öncesinde tanıtım yapmadınız, fragmanı hiçbir yerde görmedik.
Öncesinde tanıtım yapmamak film için riskti. Bu riski göze aldım. Yolu görmek istedim. İlk gösterimden kısa bir süre önce fragmanı çıkardık. Seyircinin ilgisini sevdik. Güzel oldu.
Filmi çekerken aklınızda kalan anlar var mı?
Antranik “Bizim şanssızlığımız sana da bulaştı, film bir türlü bitmiyor” dediğinde, Ruzanna’nın “Sen bizimle bu kadar uğraşıyorsun, ama kim bizim hayatımızı merak eder, herkes bizden daha iyi yaşıyor. Bence insanlar bu filmi izlemez” umutsuzluğunda, metal atölyesinde çalışan Özbek göçmen kadın “Siz daha iyi yaşayın diye biz bütün gün tuvalete gitmeden çalışıyoruz” deyip yüzüme bakmadan konuştuğunda, ayakkabı atölyesinde, bütün gün kapısı olmayan tuvaletin duvar dibinde ayakkabı tabanı yapıştıran Afgan göçmenleri gördüğümde, şimdi 13 yaşında olan, üç yaşındayken annesi, babası işe giderken tek gözlü odada maması, suyu, oyuncağıyla yalnız bırakılan çocuğun zaman içinde akli melekelerini yitirdiğini gördüğümde ve anlatamayacağım yaşamlara şahit olduğum her anda, her defasında bir avuç cam kırığı yutuyordum. Şunu da söylemeliyim ki, vatandaş olup göçmenlerle aynı şartlarda yaşayan çok sayıda insan var.
Çocuklarla görüşmeye devam ediyor musunuz? Ruzanna, Hasmik, Antranik ve Harutyun şu an ne yapıyorlar?
Hepsiyle görüşüyorum, yakından takip ediyorum. Ruzanna ve Antranik eğitimlerine devam etmek için Ermenistan’a gitti. Hasmik İstanbul’da yaşıyor. Lilit evlendi ve Hasmik’in bir erkek kardeşi oldu. Harutik ve ailesi geri döndüler ve babası köyde terzi dükkânı açtı. Filmin geçtiği binada artık kimse yaşamıyor ve yakın zamanda yıkılacak.
Filmi, göç yolunda hayatını kaybeden göçmen çocuklara ve Maryam’a ithaf etmişsiniz. Maryam kim? Filmde göremedik.
Filmi çekerken kaybettiğim kızkardeşim. “Ben ölsem bile bu filmi yarım bırakma, bitir” demişti. Ben filmi bitirdim, o izleyemedi.
Türkiye’de belgesel sinema ve belgesel film yönetmenleri ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Film üretme konusunda dünya standartlarında yarışacak, yaratım ve anlatım açısından son derece yetenekli, vizyoner, derin entelektüel birikime ve tecrübeye sahip yakından tanıdığım belgeselci ustalarım, meslektaşlarım, arkadaşlarım var. Daha fazla destek alıp üretim, gösterim ve dağıtım sorunumuzu çözersek çok daha iyi yerlere geliriz. Bundan hiç şüphem yok. İhtiyacımız olan sadece iyi niyetli dayanışma ve destek.
Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
İnsanı insana anlatan filmler yapmaya devam edeceğim.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yıllar önce, öğrencilik zamanımda Express dergisini okurken “Bir gün benim filmimi de yazarlar mı?” demiştim. O zamanlar ne yönetmendim ne de filmim vardı. Hayaldi, gerçek oldu. (gülüyor)