YASA VE YASAK: LGBTİ+ VAROLUŞU

Söyleşi: Levent Pişkin
23 Eylül 2018
SATIRBAŞLARI
Almanya yasalarında “evlilik eşitliği” tadilatından sonra bir yıl içinde evlenen eşcinsel çiftlerin sayısı yedi bini geçti. Romanya’da evlilik yasasında toplumsal cinsiyet vurgusu kaldırıldı. Dünyanın bir kısmı bu yönde seyrederken, OHAL ve başkanlık sistemiyle tahkim edilen Türkiye’de LGBTİ+ toplumuna yönelik eza ve cefa gün geçtikçe artıyor: Trans kadınlar Esra Ateş İstanbul’da, Simge Sezer Samsun’da öldürüldü, kendisinden on gün haber alınamayan Begüm’ün işkence yapılmış, tanınmayacak hale gelmiş cesedi Bursa’da bir otel odasında bulundu. Konya’da polis trans kadınların yaşadığı 113 evi mühürledi, bu evlerde yaşayanların ismini emlakçılara tehditle dağıttı, Ankara Esat’ta bekçiler trans kadınları evlerinden çıkarmamak, esnaftan alışveriş yaptırmamak için rutin uygulamalara başladı. 2015 Onur Yürüyüşü’nde biber gazlarına, plastik mermilere boğulan, tecavüz edildikten sonra öldürülen, yakılan, cansız bedeni yol kenarında bulunan Hande Kader’in davasında, iki yılı aşkın zaman geçmesine rağmen iddianame bile hazırlanmadı. Eşcinsel kimliğinin kurum tarafından deşifre edilmesinin ardından maç alamayan ve Türkiye Futbol Federasyonu’na dava açan hakem Halil İbrahim Yıldız’ın mahkemede kazandığı tazminat hakkı geçtiğimiz günlerde Yargıtay eliyle kaldırıldı… LGBTİ+ topluma yönelik ayrımcılık hangi kanallardan besleniyor, hukuk ve yargı eliyle nasıl destekleniyor, “yerli ve milli birlik ve beraberlik” hangi mekanizmalarla kurulup geliştiriliyor? Avukat Levent Pişkin’e bağlanıyoruz…
İstanbul Onur Yürüyüşü, 2014

“Sadece sapkın değil, aynı zamanda meydan okuyanlarız da”[1]

Stonewall Ayaklanması, David Carter’ın biyografisine[2] göre, polise bira şişesi atılmasıyla ve gün geçtikçe artan devlet baskısına karşı LGBTİ’lerin “yeter” demesinin ve varoluşlarına sahip çıkmasının bir sonucu olarak başlamış. Ataerkil heteroseksist sistem, devletin taşıyıcılığı ve himayesinde bu varoluşu zaten tarih boyunca tehdit etmiş, baskılamış, kıyımlara maruz bırakmış ve en iyi ihtimalle yok saymış. Ama ‘68’in özgürlükçü havası içinde, Afro-Amerikan hareketiyle, antikapitalist öğrenci hareketi ve savaş karşıtı gösterilerle birleşerek, onlara temas ederek büyüyen bu isyan kuşkusuz onların da katkılarıyla bambaşka yerlere ulaştı. Stonewall Ayaklanması’nın önemi ve her yıl Onur Yürüyüşleri ile anılması tam da buradan kaynaklanıyor: İnkâr ve imhayı sona erdirmeye muktedir bir başkaldırı.

Eldeki “resmi” verilere dayanarak 2002-2014 yılları arasında Türkiye’de 103 trans nefret cinayeti sonucu öldürüldü. Transgender Europe’un verilerine göre trans nefret cinayetlerinde Türkiye dünyada dokuz, Avrupa’da birinci sırada. Bu verilere kuşkusuz eşcinsel/biseksüel erkek ve kadınlar ve intiharlar dahil değil, ki son yıllarda artan intihar vakaları da bu nefretin doğrudan sonucu.

Belli bir iklim içinde yeşeren LGBTİ+ mücadelesinin varlığını ve politikalarını çoğu zaman bulunduğu yerin koşulları şekillendirdi. Mesela, bu başkaldırının bu topraklara dahli 25 yıl evveline, LGBTİ+ tarih anlatımında örgütlü mücadelenin başlangıcı olarak addedilen bir zamana dayanıyor.

Bu topraklarda LGBTİ+ örgütlü mücadelesi dünyada gerçekleştirilen ilk Onur Yürüyüşü’nden tam 23 yıl sonra filizleniyor. Özgür ve eşit yaşamak için, yani aslında sırf yaşamak için başlamış bir avuç ibnenin, dönmenin, sevicinin mücadelesi…

Stonewall Inn gece kulübü, 28 Haziran 1969

Düzenlenmek istenen ilk Onur Yürüyüşü devlet eliyle engellenerek yasadışı ilan ediliyor ve yürüyüşü organize etmeye çalışanların evi, yürüyüşten bir gün önce “kamu düzenini” bozdukları iddiasıyla basılıyor.

Devletin bu tepkisi LGBTT[3] sessiz harflerini yan yana görünce “terör örgütü” addetmesinden mi, yoksa ikili cinsiyet sistemini alt etme ve aşındırma potansiyeline sahip bir varoluşsal tehdit olarak saymasından mı ileri geliyor sorusunun cevabı, son yıllarda yaşananlardan dolayı, izahtan vareste.

Bu noktada LGBTİ+ toplumuna yönelik suçları ve devlet pratiğini görmek icap eder.[4] Devlet şiddeti ve baskısının LGBTİ’lerin görünür olmaya başladığı andan itibaren bir devamlılık içinde seyrettiği söylenebilir. 12 Eylül darbesi sonrası transların toplanması, sahne yasağı getirilmesi, saçlarının kesilmesi ve son kertede trenlere bindirilip başka yerlere sürülmeleri verilen ilk sistematik devlet tepkileridir.

O günden bugüne olumlu anlamda ciddi bir değişim olmadı. Devletin LGBTİ’lere yönelik sivil/adli suçlar yönünden kayıtsız ve şartsız koruduğu ve dolayısıyla kurumsallaştırdığı cezasızlık politikası şiddetlenerek devam etti. Mevcut ahlâk ve namus algısını korumak ve güçlendirmek üzerine kurulu bu politika yasa yorumlayıcıların pratiğine büyük anlamda yansıdı. İşlenen nefret cinayetlerinde tamamen ahlâki kaidelere dayalı olarak uygulanan “haksız tahrik” indirimi veya “meşru müdafaa” hakkı, failleri aklayıp, ödüllendirip olası failleri cesaretlendirerek LGBTİ+ toplumunu kriminalize etti.

Onur Yürüyüşü bu sene de yasaklandı, ama Beyoğlu buluşması engellenemedi (fotoğraf: Hüseyin Aldemir)

Bir avuç sapkından meydanda on binlere

Eldeki “resmi” verilere dayanarak 2002-2014 yılları arasında Türkiye’de 103 trans nefret cinayeti sonucu öldürüldü. Transgender Europe’un verilerine göre trans nefret cinayetlerinde Türkiye dünyada dokuz, Avrupa’da birinci sırada. Bu verilere kuşkusuz eşcinsel/biseksüel erkek ve kadınlar ve intiharlar dahil değil, ki son yıllarda artan intihar vakaları da bu nefretin doğrudan sonucu.

LGBTİ’lere yönelik zorla yerinden etme –Ülker Sokak/İstanbul, Eryaman/Ankara, Alsancak/İzmir, Meis Sitesi/İstanbul–, linç girişimleri, trans mahpusların durumu ve bu durumu görünür kılmak için yapılan açlık grevleri en çok karşılaştığımız meselelerden.

Fiili propaganda yasağı denilebilecek ve çok fazla sayıda üniversite ve il valiliklerince LGBTİ+ etkinliklerine getirilen yasaklamalar da devlet destekli homofobi/transfobinin görünen en büyük parçası.

Temas ederek ve teması çoğullaştırarak verilen mücadelenin yasal ve yapısal düzlemde en görünür olduğu nokta, yeni anayasa yazım sürecinde Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda dönen tartışmalardır. İktidarın “hastalık”, “sapkınlık” ve “ahlâksızlık” retoriği karşısında muhalefet, LGBTİ+ onuruna ortak olarak eşitlik talebinde ısrar etti ve komisyon görüşmeleri bu uğurda yer yer kilitlendi.

LGBTİ+ varoluşu hastalık, suç ve günah ekseninde yüzyıllardır şekillendirilmekte ve böyle algılanmaktayken, OHAL rejimiyle birlikte devletin zımni veya sarih desteğini haiz  saldırılar LGBTİ+ toplumu için gündelik hayatın bir parçası haline geldi. Yine de hareket kitleselleşerek, herhangi bir çağrısıyla caddeleri zapt etmeye muktedir.

Bu “zapt etme” sürecinin kolay yaşandığını söylemek kuşkusuz asılsız bir iddia olacak. Aradan geçen yıllarda zorlu ve çok yönlü bir güzergâhta mücadele edildi ve hâlâ ediliyor. Zorlu, çünkü bu varoluş, yukarıda kısaca bahsettiğimiz üzere, örgütlenme özgürlüğünden nefret cinayetlerine, varoluşun mücrimleştirilmesinden toplu sürgünlere kadar bir dizi yasal ve fiili engellemeye muhatap kılındı. Çok yönlülüğü ise, LGBTİ+’ları ahlâksız, Türk aile yapısına aykırı ve hasta ilan eden iktidar söylemiyle onları kapitalizmin artığı ve/veya “snop” addeden muhalefetin zımni birlikteliğine karşı birlikte mücadele edilmesinden kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, mevzunun tek başına yasal/anayasal statü ve engellemelerden ibaret kalmadığı, iktidarın tek yönlü ve majör bir yapı olmadığı fikriyle LGBTİ+ hareketi, ittifak imkânlarını ve toplumsal özgürleşmenin birlikteliğini gözeterek ve bu cihette adımlar atarak gelişti.

Hande Kader, İstanbul Onur Yürüyüşü, 2015

Temas ederek ve teması çoğullaştırarak verilen mücadelenin yasal ve yapısal düzlemde en görünür olduğu nokta, yeni anayasa yazım sürecinde Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda dönen tartışmalardır. İktidarın “hastalık”, “sapkınlık” ve “ahlâksızlık” retoriği karşısında muhalefet, LGBTİ+ onuruna ortak olarak eşitlik talebinde ısrar etti[5] ve komisyon görüşmeleri bu uğurda yer yer kilitlendi. On binlerce kişinin katılımıyla LGBTİ+ hak talepleri sosyal medya aracılığıyla gündem edildi. Heteroseksizmin fabrikası ve kalesi olan ana akım medya bu mücadeleyi görmezden gelemeyecek noktaya getirildi.

Tam bu noktada LGBTİ+ hareketi iktidarın gözünde “tehdit addedilmeyen bir avuç sapkın” olmaktan çıkıp meydanları on binlerle doldurmaya ve gündem oluşturmaya muktedir, çarka çomak sokan bir görünüme kavuştu ve “tehdit” sıfatına nail oldu: Hegemonik ve hatta dominant cinsel pratiğe ve tek meşru aşka yönelik bir tehdit.

 “Tek Dil, Tek Vatan, Tek Devlet, Tek Millet” şeklinde ifadesini bulan AKP iktidarının mevcut “tekçi” politikası, etnik, dinsel, cinsel azınlıkları bir arada ve/veya ayrı ayrı hedef alıp bastırmaya ve yok etmeye çalışırken LGBTİ+ toplumuna yönelik saldırıları da bu noktadan okumak gerekiyor.

Hukukun ve milliyetçiliğin kuşatması

“Ataerkil dışlama” aracılığıyla “meşruiyet” sınırlarının ve toplumsalın dışında bırakılmış cinsel pratiklerin varlığının toplumsallaşması tekçiliğe dayalı rejime yönelik bir meydan okumaya dönüşünce, iktidar en temel mekanizmalarından hukuk ile “soruna” yaklaştı.

Hukuk bu anlamda bir denetim ve/veya dışlama mekanizması olarak kurgulanmış bir kuşatma biçiminde tezahür etti. Sistem için temel dengenin, yani hem üretim biçiminin hem de yaşam tarzının merkezinde kurgulanan aile sisteminin sürdürülmesi ve korunması iktidarın muhaliflere gösterdiği sopa aracılığıyla sağlandı.

İlaveten belirtmek icap eder ki, LGBTİ+ toplumuna yönelik yasakları ve engellemeleri sadece bu topluma yönelik bir tutum olarak okumak yanlış/eksik bir siyasal okuma olacaktır. Artan otoriterleşme ve muhafazakârlaşmanın yansımalarından biri diyeceğimiz yasak ve engellemeler, mevcut iktidarın ideolojisinin olası sonucu. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ifade özgürlüğüne yönelik topyekûn saldırının en dinamik muhalif hareketlerden biri olan LGBTİ+ hareketini kesmemesi kaçınılmazdı. “Tek Dil, Tek Vatan, Tek Devlet, Tek Millet” şeklinde ifadesini bulan AKP iktidarının mevcut “tekçi” politikası, etnik, dinsel, cinsel azınlıkları bir arada ve/veya ayrı ayrı hedef alıp bastırmaya ve yok etmeye çalışırken LGBTİ+ toplumuna yönelik saldırıları da bu noktadan okumak gerekiyor.

2015 yılında “toplumun Müslüman hassasiyetleri” bahane gösterilerek yasaklanan/engellenen Onur Yürüyüşü’nden bu yana LGBTİ+’lara yönelik bu tutum mevcut rejimin otoriter-militer-milliyetçi-patriyarkal-İslamcı karakteriyle paralel olarak şiddetlenip devam ettiriliyor. Rejimin otoriter karakteri LGBTİ+ toplumu açısından özellikle “aile politikaları” bağlamında kendini belli ediyor. Öyle ki toplumu yeniden düzenleme stratejisi olarak aileye ve ahlâka yapılan vurgu ile beden politikaları dikkatle incelendiğinde bu tutumun sebepleri daha da berraklaşıyor.

Rejimin LGBTİ+ toplumu açısından tutumu bu bağlamda iki nokta üzerinden şekilleniyor: İfade özgürlüğüne yapılan topyekûn saldırı ile aile ve beden politikası. Ancak bu politikaları belirlerken rejimin tekçi yaklaşımının –özellikle milliyetçilik bağlamında– geniş anlamda etkisi olduğunu vurgulamak gerekir. Hatta mevcut tutumun yoğunlaşmasının ve baskıların artmasının milliyetçi-muhafazakâr iklimden kaynaklandığını iddia etmek abartı olmayacaktır. Zira çok yakından tanıdığımız üzere[6] milliyetçilik ve homofobi/transfobi aynı kökten beslenen toplumsal dışavurumlardır. Bu anlamda homofobi/transfobi bireysel konumlanışlar değil, toplumsal müesseseler olup çoğu zaman devletin zımni ya da sarih desteğiyle palazlanırlar.

“Hizada tutma” ideolojisinin bir parçası olarak vücut bulan homofobik ve transfobik yaklaşımlar aslında bir tür beka meselesi: Türk, Müslüman, Sünni ve heteroseksüel erkeğin/erkin bekası…

[1] Bu cümleyi Gülkan Noir ilk defa bu şekilde çevirdi. Pat Califia, Public Sex: The Culture of Radical Sex, California: Cleis Press, 2000

[2] David Carter, Stonewall : The Riots That Sparked the Gay Revolution, US: St. Martin’s Press, 2004

[3] İlk dönem LGBTT olarak kullanılan kısaltma daha sonra LGBTİ ve son kertede LGBTİ+ olarak kullanılmaya başlandı.

[4] LGBTİ+ toplumu hakkında devlet kaynaklı istatistiki bilgiler kesin rakamları vermekten uzaktır, zira devlet pratiğinde karşılığını tanınmayan/yok sayılan bir kimlik olarak bulmaktadır. Derneklere ulaşan bilgilerin ise güvenilir olmakla beraber kısıtlı olduğunu belirtmeliyiz.

[5] “LGBT haklarına anayasada değil, gerekçede tahammül edebildiler”, T24, 13 Ağustos 2013

[6] Nazi Almanya’sında Yahudilerle birlikte topluca katledilen diğer grup eşcinsellerdi: “Time is right to tell of gay men in Holocaust”, LGBT Institute, 27 Mart 2018-07-23

^