İlk görüşmemizde “Yazı çizi âleminden gittikçe uzaklaşıyorum aslında” demiştiniz. Son romanınızın üzerinden on sene geçti. Fakat Gazete Duvar’daki bahçecilik, tarım politikaları yazılarınızla okuyabiliyoruz sizi. Onları edebiyata verdiğiniz arayla birlikte düşününce William Faulkner’ın “edebiyat iyidir, ama asıl önemli olan tarımdır” sözü geliyor akla. Sizce de böyle mi? Neler oldu da yazı çizi âleminden uzaklaşmaya, bahçeyle, tarımla ilgilenmeye başladınız?
Aslı Biçen: Faulkner’a can-ı gönülden katılıyorum. Bahçeyle ilgilenmeye başlamam aslında çok daha eski. Babamın emekli olduğunda satın aldığı yazlığın bahçesinde çiçek yetiştirerek başladı ilgim, yaklaşık otuz sene önce. O zamana kadar bahçecilikten bu kadar zevk alacağımı, hatta alâkam olduğunu bile bilmiyordum. O dönemde, yani yirmili yaşlarda edebiyatla bahçıvanlığa eşit mesafedeydim sanırım. Ama edebiyat için bir kâğıt, bir kalem yeterli, bitki yetiştirmek için mutlaka toprak gerekiyor. İçimdeki bu arzuyu kiraladığımız bahçeli evlerde gidermeye çalıştım, ama beni pek kesmedi. Kafamdaki şeyleri yapmak için en az bir-iki dönümlük bir alana ihtiyacım olduğunu anladım. Sonra kendimize hedef koyduk ve Karamürsel’de bir köyden şu anda içinde oturduğumuz araziyi aldık. Arazinin alınmasıyla birlikte odağım tamamıyla bitki yetiştirmeye kaydı.
Edebiyat âleminden uzaklaşmamın iki sebebi var sanırım. Birincisi, kardeşimi genç yaşında kaybetmenin bana yaşattığı travma. İkincisi, edebiyat âleminin epey piyasalaşmış olması. 1990’larda çeviriye ilk başladığımda etrafımda gördüğüm yayıncılar yaptıkları işten heyecan duyardı, yayınladıkları kitaplar onlar için önemliydi. Kitaplarla okurlara bir katkıda bulunmayı hedeflerlerdi. Şimdi maalesef bütün dünyada olduğu gibi bizde de işin bu manevi yanı, iyi kitap basmanın verdiği haz ve tatmin, yerini tamamen çok satacak kitap aramaya, bulmaya, avlamaya bıraktı. Bir de otuz senedir çeviri yapıyor olmak ve yayıncılık piyasasını, buradaki sömürü hikâyelerini, haksızlıkları çok iyi biliyor olmak beni sektörden iyice soğuttu sanırım.
Toplumsal yabancılaşmaya ve sefalete bir nebze olsun derman olabilecek bir şey tarım. Hatta iklim krizinin bizi bu tüketim ve sanayi toplumu yıkıcılığından geriye, iyi tasarlanmış bir tarım toplumuna çağırdığını düşünüyorum.
Toprak üzerine yazma deneyimi nasıldı? Gazete Duvar’daki yazılarınızda sık sık “Bahçecilik politik bir eylemdir” diyorsunuz. Bahçecilik politik olduğu kadar edebiyat ve sanatla da ilgili olabilir mi?
Toprak üzerine yazma deneyiminden çok keyif aldım. İlk çıkış noktam insanlarda gördüğüm umutsuzluk, geleceksizlikti. Kendimce bir çözüm önermek istedim. Verili hayat kalıpları dışına çıkmak, yaşantımıza kapitalizm dışında bir yerden bakmak, bu arada dünyaya da katkıda bulunmak mümkün hissini okurlara vermek istedim. Elbette sistem çok yerleşik ve insanlara nefes aldırmıyor, ama bir yerden onu kemirme, bireysel olarak ya da küçük gruplarla daha yaşamaya değer bir hayat oluşturma imkânları mevcut. Bahçeciliğin topluluğu bir araya getiren, insanlara ortak bir çalışma ve buluşma zemini sağlayan yönü bana çok önemli geliyor. Bir de, güzel bir bostanı olan hiç kimse aç kalmaz. Toplumsal yabancılaşmaya ve sefalete bir nebze olsun derman olabilecek bir şey tarım. Hatta iklim krizinin bizi bu tüketim ve sanayi toplumu yıkıcılığından geriye, iyi tasarlanmış bir tarım toplumuna çağırdığını düşünüyorum.
Diğer sorunuza gelince, bizde olmasa da dışarıda bahçeciliğin bir edebiyatı olduğunu söyleyebilirim, ama benim için zaten bir bahçe kurmak sanatın ta kendisi. Üç boyutlu, yaşayan, sürekli değişen, gelişen bir resim yapmak aslında bahçecilik. Bir bahçenin içinde yaşamak kendi ürettiğiniz bir eserin içinde yaşamak gibi ve çok tatminkâr. Bu arada mis gibi sebze-meyveleri yemek, binlerce canlıya yuva sunmak da cabası.
Dışarıdaki bahçecilik edebiyatı nasıl bir şey? Bizde neden yok sizce?
Belki bahçecilik literatürü desem daha iyi anlaşılır. Bahçe tasarımından sebze ve meyve yetiştiriciliğine, su bitkilerinden çokyıllık çiçeklere ve çalılara, permakültürden organik tarıma, çok güzel ve anlaşılır, yer yer edebi bir dille yazılmış binlerce kitap var. Bunlar bitki yetiştirme konusundaki pratik bilgilerle dolu kitaplar. Bir bahçıvana zaten en çok bu tip şeyler lâzım. Bahçeye meraklı bazı edebiyatçıların, mesela şair Vita Sackville-West’in yazdığı metinler de buna dahil. Bu özellikle İngilizlerin bahçe âşığı bir millet olmalarıyla ilgili bir durum. Büyük bir imparatorluk olarak dünyanın dört bir yanından bitkiler getirmişler, botanik bahçeleri, tropik seralar kurmuşlar. Bu bitkileri üretip yaygınlaştırmışlar. Çok yerleşik bir bahçe kültürleri, inanılmaz çeşitlilikte kültür bitkisi varlıkları var.
Aslında bizim imparatorluk döneminde de böyle bir merak görülüyor, Gülru Necipoğlu’nun “The Suburban Lanscape of Sixteenth Century Istanbul as a Mirror of Classical Ottoman Garden Culture” makalesinde bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi bulunabilir. Gazete Duvar’daki “Bir Bahçe Kurmak” başlıklı yazımda (20 Haziran 2020) hem bu makalenin bana önemli gelen yerleri hem de bu konudaki düşüncelerim yer alıyor. Belki İngilizler emperyal bir güç olmayı sürdürdükleri halde bizim dağılma sürecinde yoksullaşmamız bu tür zevklerin fazla dallanıp budaklanmasını engellemiştir.
Bizde genelde bahçe deyince akla herkesin birbirinden aldığı üç-beş süs bitkisi ve daha çok da sebze bahçesi gelir. Estetikle fazla işimiz yok, bildiğiniz gibi. Kendimize has bir bahçe kültürünün oluşması bir yerde sekteye uğramış. Şimdi fikir ve bitki bakımından büyük ölçüde dışarıya bağımlıyız, başka pek çok şeyde de olduğu gibi. Halbuki inanılmaz bir doğal bitki çeşitliliğine sahibiz ve bunları kültüre alsak dünyaya ihraç edilebilecek pek çok tür üretiriz. Böyle fuzuli işlerle uğraşmıyoruz milletçe.
Bu yılın sonunda Tehdit Mektupları’nın yeni baskısı yapıldı. Mart 2021’de ise ikinci kitabınız İnceldiği Yerden Istros Books tarafından Snapping Point adıyla İngiltere’de yayınlandı. İngilizceye çevirisi Feyza Howell’ın. Burada ister istemez sizin çeviri külliyatınız akla geliyor. Nasıl hissettirdi yazdığınız romanın çevirisine bakmak? Üstlenmeyi düşündünüz mü hiç bu işi?
Yazdığım bir romanın çevrilmesi gerçekten ilginç bir deneyimdi. Üstlenmeyi hiç düşünmedim, çünkü insan bence anadiline ya da anadili gibi konuşabildiği bir dile çeviri yapabilir. İngilizce benim daha çok metinler üzerinden ilişki kurduğum bir dil olduğu için böyle bir yeterliğe sahip değilim. Feyza gerçekten çok iyi iş çıkardı. Metne gündelik konuşmanın dinamik dilini kattı. Bence her çeviri, yazar kadar, onu kendi diline kazandıran çevirmenin de eseridir. Snapping Point’in yazarlığını Feyza’yla paylaşmaktan son derece memnunum.
Yorumlardan anladığımız kadarıyla, Snapping Point ilgiyle karşılanmış İngiltere’de. “Büyülü gerçekçi” ya da “yarı-fantastik” diye tanımlayanlar var. Covid günlerine denk düşen yanları konu ediliyor. Ve tabii Brexit de anılıyor romandaki Andalıç kasabasıyla birlikte. Sadece bizden değil, dünyadan da güncel sorunları imleyen şeylerle dolu çünkü İnceldiği Yerden. Ne dersiniz bu yorumlara? İngilizceye çevrilme süreci nasıl gelişti, Istros Books ile nasıl buluştunuz?
İnsanlık durumunun öyle sanıldığı kadar parçalı olmadığını düşünüyorum. Bu milletler, dinler, kültürler filan aslında yüzeysel ayrımlar. Bir-iki ülkeye gidince kendini insan denen hayvan türünün bir üyesi gibi hissetmemek imkânsız. Yoksa çeviri diye bir şey de olmazdı muhtemelen. Bin küsur yıl önce Japonya’da yaşamış saraylı bir kadın olan Sei Şonagon’un Yastıkname’sini okuduğumuzda her satırını mükemmelen anlamak, duygu birliği kurmak, esprilerine gülmek mümkün olmazdı. Edebiyat evrenseldir lafı bir klişe değil. İnsanın aklını kurcalayan çoğu konu da milliyetsiz ve zamansızdır. Türümüzün bir illeti olan baskı mekanizmaları ya da Nuh tufanından beri yaşadığımız afetler de bu konulardan. Yani herkesin kendi bağlamından tartışması, benzerlik bulması bana doğal geliyor.
Kitabın İngilizceye çevrilmesi pek de kolay olmadı aslında. Öncelikle Metis’ten Müge Gürsoy Sökmen kitabı çok önemsediğinden başka bir dilde görmek için epey emek verdi, ama konunun evrensel olması, bilinmeyen bir dilde yazılmış bir kitabı pek de ilginç kılmıyor. Cunda’da çeviri atölyeleri düzenleyen hocam Saliha Paker’in romana duyduğu büyük sevgi ve onu Feyza Howell’la buluşturması asıl etken oldu. Feyza kitabı okuduğu andan itibaren çevirmeyi çok arzuladı ve azimle yayınevi arayışına girdi. Daha sonra, genelde Balkan edebiyatı yayınlayan Istros Books’un editörü Susan Curtis-Kojakovic kitabı basmaya karar verdi. Şimdi bu isimleri arka arkaya sıralayınca müthiş bir kadın emeği görüyorum. Tabii TEDA’dan çeviri yardımı çıkmasa muhtemelen basılmayacaktı, ama iki yıllık bir bekleme süresi ardından o da çıktı. Bu süreç beş-altı yıla yayıldı. Ben o kadar umudu kesmiştim ki, kitabı elime alana kadar basıldığına inanamadım.
Andalıç büyük bir deprem sonrası “dönüşsüzlüğün sesi, küçücük bir çıtla” yarımadalığının sonuna gelen hayali bir kasaba. Ege Denizi’ne savrulmuş kurtarılmayı beklerken distopik haline bürünüyor. Sokağa çıkma yasakları, paramiliter gruplar, kısıtlı suyu, erzağı nasıl bölüştürdükleri belli olmayan despot yöneticiler, panoptikon işlevi gören tepedeki huzurevi, Yunanistan’a yaklaştıkça artan milliyetçi marşlar, hamaset naraları… İçinden geçtiğimiz tedirginlik verici benzer günler neler düşündürüyor? Ne kadar zaman oldu romanı yazalı? Nasıl bir ortamda ve ruh haliyle yazılmıştı?
Romanı yazalı 14-15 sene oldu sanırım ve o sırada aslında 90’ların kesif karanlığından sonra görece hafif bir aydınlık vardı. Sözümona AB’ye girebilmek için reformlar filan yapıyorduk. “Askeri vesayet”ten kurtulma söylemleri filan vardı. İktidar değişikliğinden sonraki o kısa rahatlama dönemindeydik aslında. Şu an içinde bulunduğumuz bu otoriter tek adam yönetiminin ipuçları bile yoktu. Ben o sırada yaşadığımız Ayvalık’taki hoparlör kullanımından duyduğum rahatsızlıktan yola çıkarak yazdım İnceldiği Yerden’i ve gündelik hayatta her şey normal gözükse de pek çok baskı kalıbını nasıl içselleştirdiğimizi, bir yerden bir yere savrulmanın tek bir çıt sesine baktığını anlatmak istedim. Kolayca faşizme kayan bu sağ, muhafazakâr iktidarların epey sağlam temelleri var, milyonlarca insanın zihinlerini onlarca yıldır süren beyin yıkamayla ele geçirmiş olmak gerçekten büyük bir güç. Parmağınızı bir şıklattığınızda her şeyi yaptırabildiğiniz bir güruh var elinizde.
Cortazar’la Faulkner’ı muazzam üslûpları açısından ayrı bir yere koyarım. Dickens’a da büyük bir sevgi duyarım. Benim için bu üçü çok değerli. Bir de Djuna Barnes belki. Edebiyat modernistlerle bitse üzülmezdim sanırım. Hatta epey adil bir son olurdu.
Hayali bir kasaba dedik, ama İngilizce basımının tanıtımlarında Cunda’ya işaret etmekten çekinilmedi. Kitabın kapağı sayesinde Cunda yerli okuyucuların da aklına geldi, ama orası Andalıç. Yarı kurgu bir mekân yaratmanızdaki saik neydi? Ayvalık’taki günlerinize dair nasıl hatıralarınız var?
1996’da eşimle birlikte İstanbul’dan bıkıp Ayvalık’a yerleşmeye karar verdik. Ondan önce de ailemin o bölgedeki yazlığı sayesinde çok aşina olduğumuz bir kasabaydı. Şu anda şehirli belli bir kesim epey göç ettiği için daha kozmopolit bir yere dönüştü, ama eskiden öyle değildi. Mesela bizim ev sahibimiz yaklaşık elli metre ilerideki dersaneden çıkan çocuklar kızlı erkekli sahilde takılıyorlar diye dersaneyi kapattırmaya uğraşıyordu. Babası 1950’lerde belediye başkanlığı yapmış biriydi. Genelde hep sağ partilere oy çıkardı Ayvalık’ta. Biz oradayken hangi partiden adaylığını koysa seçilen belediye başkanı, Çatlı’larla filan birlikte Sarımsaklı’daki ülkücü komando kamplarında eğitim almıştı. İnceldiği Yerden’de ideolojik altyapının kurgu olduğunu söyleyemeyeceğim bu yüzden. Ama sizin de söylediğiniz gibi romandaki kasaba gerçekte var olmayan hayali bir yer, çünkü dünyanın herhangi bir yerinde olabilirdi.
Kitapta bir de daha çok Saliha üzerinden okuduğumuz taşra sıkıntısı meselesi var. Nurdan Gürbilek şöyle tanımlıyor bu sıkıntıyı: “Yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için.”
Saliha’nın hiçbir yere yerleşmeden, hareket halinde yaşama arzusunu da düşündürüyor bu satırlar. Sizin için ne ifade ediyor taşra? Artık bir köy sakinisiniz üstelik. Sadece edebiyatın meselesi değil taşralılık, taşra sıkıntısı halleri galiba…
İzmir’e bile taşra dendiğini duyduktan sonra bu soruya ne cevap versem boş. Büyük şehirden kaçmaya eğilimli biri olarak kendimi hiç taşrada hissetmedim desem yeridir. Kendini toplum dışında hissetme ve eve kapanma deneyimine taşralılık denebilir mi, bilmiyorum. Taşra bana daha ziyade şehirde bulabildiğimiz bazı imkânlara erişememek gibi geliyor. Kafa dengi arkadaşlar, konserler, tiyatrolar, sinemalar, söyleşiler, insanın zihnini besleyen, hayatını hareketlendiren şeyler. Romanda da Saliha’nın derdi taşrada olmak değil. İnsanlarla anlaşamamaktan, kapitalist sisteme ayak uyduramamaktan kaynaklanan yalnızlık ve depresyon asıl derdi. Bu aslında pek çoğumuzun derdi. Bireysel hayatlarımızda merkezde olmanın nimetlerinden faydalansak bile anlamlı bir toplum hayatı bulmakta zorlanıyoruz. Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar kitabının (Metis, 2019) anlattıkları bence daha iyi tanımlıyor Saliha’nın durumunu, bir benzetme yapacaksak.
Sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla, büyük çoğunluk hem sistemden şikâyetçi hem özel hayatında bunalıyor. Bir araya gelme, örgütlenme ihtiyacımız olduğu çok açık, ama kimse kimseyle yanyana duramıyor. En ufak bir hatada herkes birbirine nefret kusuyor. Herkesin hayatında kara delik gibi bir boşluk var. Bir grup insanla, ortak iyilik, hatta ortak lüks için çalışmak, çabalamak, anlamlı bir şeyler yapmak, hayatı iyileştirmek, daha sağlıklı ve estetik bir çevrede yaşayabilmek eminim hepimizi çok daha fazla tatmin ederdi. Mesela Çev-Bir’i ilk kurduğumuz yıllar bizim için böyle hoş ve heyecanlı zamanlardı. Kalabalığı dayanışma ağlarına dönüştüremedikten sonra, aşırı yüksek bilet fiyatları yüzünden sanat etkinliklerinin birçoğuna da ulaşamadıktan sonra, köyde oturmak bence çok daha iyi. Mutlak bir yalnızlığı anlamsız bir kalabalığa tercih ederim.
İnceldiği Yerden’i anneannenize ithaf etmenizin sebebi neydi?
Aslında yazdığım her şeyi anneanneme ithaf etsem yeri. Küçük yaşlardan itibaren beni sürekli okumaya teşvik ederdi. Okuma-yazmayı öğrendikten sonra bulduğum bütün kâğıt parçalarına yazdığım şiirleri peşimden toplardı. Hatta ben sekiz yaşındayken bunlardan küçük bir şiir kitabı oluşturup matbaada bastırmış, sonra da bütün akrabalara, tanıdıklara dağıtmıştı. O zamanlar bütün bunlardan utanırdım, ama daha sonra beni gerçekten de nasıl cesaretlendirmiş olduğunu farkettim. Ne yazık ki anneannem ilk kitabımın yayınlandığını bile görmeden hayatını kaybetti. Onun için çok büyük bir mutluluk olurdu.
Bazı söyleşilerinizde “İnceldiği Yerden’in sonunda olduğu gibi o kâbus baskı ortamından kurtulamadık biz ‘80 darbesi sonrası. Bizim hikâyemiz de öyle bitseydi Tehdit Mektupları hiç yazılmayabilirdi” diyorsunuz. Tehdit Mektupları yayınlanan son romanınız. Kitap mahkeme tutanakları, mahrem günlükler ve mektuplar arasında mekik dokuyor. Mektup-roman türü içine kolaylıkla girebilir bu haliyle değil mi? Bu formata varmanız nasıl oldu? Tehdit Mektupları yüzleşemediğimiz darbe ve sonrası yüzünden mi yazıldı?
Tehdit Mektupları için mektup-roman diyebiliriz elbette. Bu formata tarafsız bir anlatıcı ihtiyacı üzerinden ulaştım. Birinci tekil, hatta üçüncü tekil bile olmayan, soğuk ve resmi bir üst anlatıcı istedim. Ana karakterlerin günlüklerindeki ya da mektuplarındaki mahremiyeti soğutacak, ona üstten bakan bir anlatıcı. Bize darbe döneminde yıllara yayılan büyük acıları yaşatan soğuk ve duygusuz devletin romanda bu şekilde bulunmasını istedim. Duyguları, düşünceleri, hayatları umursamayan, her şeyi kolayca tek bir kararla yok edebilen, devasa gücünü daima kendini korumak, karşısındaki güçsüz vatandaşı ezmek için kullanan devletin sesi buydu bence. Doğrusu, yola çıkarken darbeyi anlatmak gibi bir niyetim yoktu. Elimde seneler önce yazdığım “Bahattin’in Hikâyesi” vardı sadece ve o hikâyeyi çok sevdiğim için geliştirip bir romana dönüştürmek istiyordum. Sonra diğer karakterler eklendi ve aniden bu aile trajedisi, kendisini toplumca yaşadığımız büyük trajedinin içine yerleştiriverdi. Roman yazmanın en güzel yanı olan o beklenmedik sürprizlerden biriydi.
12 Eylül’ü nasıl tarif edersiniz? Neler yaşamıştınız darbe zamanı ve sonrasında?
Henüz on yaşındaydım darbe olduğu zaman. Öncesini çok iyi hatırlamıyorum. Bazı geceler sokaktan silah sesleri geldiğini ve çok tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Ajanslardaki ve gazetelerdeki çatışma haberlerini, her gün çok sayıda insanın öldüğünü hatırlıyorum. Büyüklerin bundan rahatsız olduklarını, ordunun duruma el koymasını istediklerini, darbe olduğunda ilk anda sevindiklerini hatırlıyorum. Tabii sonra o korkunç öğütme mekanizması işlemeye başladığında hepsi aslında ne olduğunu anlamıştı. Ortaokul ve lisede hiçbir şekilde siyasetten bahsetmediğimizi, tamamen apolitik olduğumuzu hatırlıyorum. Üniversitede de açıkçası pek siyasetle ilgilenmek mümkün değildi. En ufak bir eylemde, mesela 1 Mayıs’a katıldı diye, insanlar içeri atılıyor, Gayrettepe’de altı ay hiç mahkemeye çıkarılmadan işkence görüyordu. Lise öğrencileri örgütlendiler diye içeri atılıyor, on sene hapiste tutuluyorlardı. Sık sık örgüt evi olduğu söylenen yerlere kanlı baskınlar yapılıyor, içerideki insanlar infaz ediliyordu. Toplumun ve medyanın üzerinde çok büyük baskı vardı. Çok karanlık zamanlardı. O zaman da devlet, kendi ideolojisine uymayan herkese düşman hukuku uyguluyordu. Şimdi en azından sosyal medya var.
Ayhan Geçgin Tehdit Mektupları üzerine yazdığı bir yazıda Şükrü Argın’la yapılan bir söyleşiyi de anarak şöyle diyor:
“Bu öyle bir şiddet, bir ateş topuydu ki, hapisten çıkanlar ailelerine geri döndüğünde ne aileler çocuklarının ne de çocuklar ailelerinin yüzüne gerçekten bakabilmişti. Edebiyat da benzer biçimde olaya bakamamıştı ya da bakmak istememişti. 12 Mart romanlarda düşünsel ya da dilsel bir engelle karşılaşmadan yer almasına rağmen, 12 Eylül âdeta yok sayılmıştı. ‘Edebiyat baksa’ diyor Argın, ‘bakabilse, tıpkı içinde yer aldığı toplum gibi, kendi felâketini görecektir çünkü. Başka bir deyişle, dilde, insanın söyleme, anlatma, aktarma yetisinde derin bir krizin meydana geldiğini kabul etmek, bununla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Sanki dil, işkence görenlerin, ölenlerin kapalı ağızlarında kalmıştı, edebiyat bu ölü ağızlardan bu ölü dili çekip almanın bir yolunu bulmak gibi olanaksız bir görevle karşı karşıya kalmıştı’…”
Böyle bir felâketi anlayabilmek için edebiyatın iki uç yolu olabileceğini söylüyor Ayhan Geçgin. İlki, aynı şiddetle, tanınmaz, parçalanmış hale gelen dilin anlatısı, diğeri ise sanki bir kayıt bildiriyormuş gibi mesafeli, soğuk bir dille gelen anlatı… Tehdit Mektupları’nı bu ikinci uca yerleştiriyor. Ne dersiniz bu yoruma ve 12 Eylül’ün edebiyattaki yankısına?
Geçgin’in tespitine kısmen katılıyorum. Ama Tehdit Mektupları’nda sadece mesafeli ve soğuk bir dil yok bence, zamanın mağdurlarının birinci ağızdan anlattıkları çok sıcak ve yakıcı deneyimleri de var. Bu deneyimleri elbette ben de etrafından dolanarak ve ima ederek anlattım. Ama hapiste yatmış ve işkence görmüş bazı arkadaşlarımız daha sonra bu konuyu epey zorlanarak da olsa birinci ağızdan anlattı. İnsanların bunları dışarı çıkarması, yazması sağaltıcı bir pratik olabilir, ama hiç yazmak istememesi, o travmaya geri dönmek istememesi bana çok anlaşılır geliyor.
Edebiyatçıların da bütün toplum gibi suçluluk duyduğunu ve bu suçluluğun altında ezildiğini söyleyebiliriz belki. Bence 12 Eylül darbesiyle edebiyatın değil, toplumun bir şeyler yapması gerekirdi, ama hangi toplum? Daha önce de sözünü ettiğimiz devletin makbul toplumu mu? Hayır, onlar “düşmanlarının” ezilmesinden ve yok edilmesinden son derece memnun. Şu anda da şaşıyoruz ya, ülke en az elli yıl geriye götürülmüş, ekonomisi batmış, son yirmi yılda inşaat dışında hiçbir değer üretememiş, doğası yağmalanmış, bütün kurumları tarumar edilmiş, kamunun en değerli mal varlıkları satılmış, yolsuzluk bir yönetme biçimine dönüşmüş, nasıl oluyor da hâlâ yüzde 30 oyları var diyoruz ya, işte bu devlet bu insanlardır.
Çok radikal değişiklikler gerekiyor. Sistemi tümüyle terketmemiz lâzım. Dünyayı şirket sahipleri ve silah tüccarlarının elinden geri almamız lâzım.
Bu insanların refah içinde, birbirine güvenen ve birbirini destekleyen bir toplum içinde yaşamak, güzel ve rahat bir hayat sürmek, sömürülmemek, emeğinin hakkını almak gibi dertleri yok. Bu insanlar sadece kendi ideolojilerinin iktidarda olmasını ve başka hiç kimsenin oraya sokulmamasını istiyor. Bu ülkede devleti yönetenler ve insanların hayatlarını mahveden, insanların bedenlerini yok eden kararları alanlar uyguladıkları zulüm yüzünden yargılanmadıkları sürece, hiçbir hesap vermedikleri sürece bundan sonra da benzer şeyler yaşamaya devam edeceğiz maalesef.
Bu kesinlikle edebiyatın konusu değil bence. Toplum olmayı becerebilecek miyiz? Bir geleceğimiz olsun istiyor muyuz? Daima bu milliyetçi muhafazakâr kafaların küflü hayallerinde mi yaşayacağız, yoksa bu çürütücü, yozlaştırıcı, düşmanlaştırıcı, keyif, akıl ve yaratıcılık düşmanı hayali yırtıp yerine yeni bir şey koyabilecek miyiz?
Sizin cevaplarınız neler? Yazılarınızdaki gibi reçeteler önerseniz bu dertlere, neler aklınıza gelir?
Bunlar çok uzun cevapları olan sorular. Ama önereceğim birinci reçete televizyon programlarını değiştirmek olurdu. Sabah kuşağı programları ve dizilerin çoğu bence korkunç. Toplumu ahlâken ve ideolojik olarak çok aşağı çeken şeyler. Bir de mahalle örgütlenmelerini ve tüketici kooperatiflerini çok önemsiyorum. Her fikirden insan bu tür örgütlenmeler içinde sadece kendi yaşamlarını iyileştirmek için bir arada olabilir. Birbirine güvenmeyi öğrenebilir. Şu anda kimse kimseye güvenmiyor.
Ayrıca, bütün çalışanlar, ister beyaz yakalı, ister mavi yakalı olsun, mutlaka örgütlenmeli. Çalışma saatleri çok uzun, insanlara altından kalkamayacakları kadar fazla iş yükleniyor, ücretler çok düşük, aşırı bir yorgunluk karşılığında sadece hayatta kalınabiliyor. Bu sömürü kalemlerinin hep mücadeleyle değiştirilmesi lâzım. Gündelik hayatın insan bedenine ve ruhuna iyi gelecek şekilde düzenlenmesi gerekiyor. Bu da ancak hepimizin talep etmesiyle mümkün.
En büyük hastalıklarımızdan, farklı olana duyulan nefretten, ırkçılıktan, düşmanlıktan kurtulmak da yine büyük bir mücadele konusu haline getirilmeli. Bu ancak toplumsal bağları güçlendirmekle, örgütlenmekle ve yönetici iradeyi yönlendirmekle mümkün.
Başta değindiğimiz çevirmenlik hayatınıza dönelim. Çevirmenlikten gelen yazarlığa etki eden haller, alışkanlıklar var mı? Çev-Bir’in kurucuları arasındasınız. Çevirmenliğe başladığınız yıllarla kıyaslayarak baktığınızda, çevirmenler için durum nasıl? Çev-Bir rolünü hakkıyla icra edebiliyor mu?
Çevirmenlikle yazarlık tümüyle farklı iki şey. Bence pek bağlantıları da yok. Mesela ben çeviri yaparken yazamazdım, çünkü zihni çok yoran bir iştir. Bütün romanları tasarlarken olmasa bile yazarken kendime boş zaman yaratmam gerekmişti. Çevirideyse insan bir başka yazarın sesini, ruhunu, üslûbunu yakalamaya çalışıyor. Onun zihninin içinden, onun yarattığı bir eseri kendi dilinde var etmeye çalışıyor. Çok disiplinli olmadan yapılacak bir iş değil. Her gün düzenli mesai yapmayınca ortaya kolay kolay bir şey çıkmıyor, bir yüke dönüşüyor. Yazmak en azından benim için bir disiplin işi değil. Yazı bana gelirse yazarım, yoksa başına oturup yazmaya uğraşmam. İçeriden fışkırması gerekir. Benim için bir iş ya da meslek değildir. En azından benim hayatımda çeviriyle yazının bambaşka iki alan olduğu kesin. Çevirmenliğe başladığım yıllarla şimdi arasında maalesef sömürü açısından büyük bir fark yok. Hatta ucuz işgücü bu kadar kolay bulunabildiği için çeviriyi meslek olarak sürdürmek isteyenlerin işi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Hele bu son kriz, kâğıt fiyatlarının inanılmaz artması bütün sektörü çok zor durumda bıraktı. Eminim bunun çevirmenlere yansıması da şartlarının daha kötüleşmesi şeklinde olacak. Bu olumsuz koşullar karşısında çevirmenlerin tek sığınağı olan Çev-Bir kanunun ona belirlediği sınırlar ve maddi olanaklarının elverdiği ölçüde rolünü icra ediyor bence. Bazen şikâyetler de duyuyoruz, eksik kaldığı, yanlış yaptığı da oluyor, ama memnun olanların sayısı daha fazla. Mesela yayınevlerinin çevirmene ödemediği ücretleri tahsil etme konusunda gayet iyi olduklarını biliyorum, zaten kuruluş sebebi buydu.
Cortazar, Faulkner, Dickens, Berger, Fuentes, Rushdie, Barnes, Lawrence… Çevirdiğiniz yazarlardan ilk aklımıza gelenler. Sizde en çok yer edenler hangileri? Üzerine konuşmayı sevdiğiniz ya da bu zor günler yüzünden hatırladıklarınız, andıklarınız var mı içlerinde?
Cortazar’la Faulkner’ı muazzam üslûpları ve dünyaya bambaşka bakışları açısından ayrı bir yere koyarım. Çevrilmesi son derece zor yazarlardır doğal olarak. Onları her zaman hayretle okurum. Bir insan böyle bir şeyi nasıl üretebilir sorusuyla. Edebiyatın gerçekten sanat olduğunu hissettiren yazarlar. Dickens’a da büyük bir sevgi duyarım. Karakterlerine gösterdiği merhamet yüzünden belki. Aynı zamanda bence müthiş bir biçim ustasıdır. İngilizceyi de olağanüstü kullanır.
Saydığınız diğer bütün yazarları çok severek çevirdim, ama benim için bu üçü çok değerli. Bir de Djuna Barnes belki, Geceyi Anlat Bana, başlığını çevirmek bile bir meseleydi. Edebiyat modernistlerle bitse çok da üzülmezdim sanırım. Hatta epey adil bir son olurdu.
Arundhati Roy bir yazısında roman yazmaya ara verdiği yirmi yıl boyunca toprak, barajlar, orman kıyımları hakkında denemeler yazdığı için aldığı eleştirileri kurgu yazmaya döndüğünde cevaplıyor. İki yazı türünü birbirinden neden ayırmadığını –ya da nasıl ayırdığını–, Hindistan’ın korkunç talan politikalarının ona kendisini nasıl dayattığını anlatırken bazı sorular soruyor: “Sulama, toprağın tuzlanması, drenaj, barajlar, ekinler, özelleştirme, elektriğin birim maliyeti… Sıradan insanların hayatlarını etkileyen şeyler… Bu konuları edebiyata dönüştürmek mümkün müydü? Herkes için edebiyata –okuma-yazma bilmeyen, ama bana düşünmeyi öğreten insanlar da dahil?”
Aynıyazıdan başka bir cümlesi: “Sığınağa ihtiyacımız var. İhtiyaç duyulan edebiyat fikrini çok seviyorum. Barınak sağlayan edebiyat.”
Yazılarınızda andığınız “6. Kitlesel Yok Oluş”un eşiğindeyken, edebiyat da dönüşerek, değişerek yardım edebilir mi bize? Geçenlerde Twitter’da “izninizle bugünü üzerime alınıyorum” diyerek Dünya Kadın Çiftçiler Günü’nü kutladınız. Kadın bir çiftçi ve çiftçi bir yazar olarak nasıl yorumlarsınız bu meseleleri?
Bazen okurlara ihtiyaç duydukları sığınağı sağlama fikri bir yazara hoş gelebilir. Kitap sizden çıktıktan sonra yapabileceği en iyi şeylerden biri budur belki. Birilerinin hayatına bir ışık tutmak, kısa süreli bir keyif sağlamak, daha önce düşünmediği bir şeyleri düşündürmek… Evet, belki edebiyat insanlara yardım da edebilir, belki bazı yazarlar bu şekilde yazmaya motive de olabilir. Ama bence edebiyatın böyle bir sorumluluğu yoktur, bunun için yazılmaz ya da daha şahsi söylemem gerekirse, ben böyle bir fikirle bir roman yazmaya motive olmam. Benim için geleceksizlik fikri yazmayı engelleyen bir şey.
Bazen geleceği düşündüğümde terk edilmiş, insansız şehirler geliyor gözlerimin önüne. İnsanın yaptığı pek çok şeyle birlikte kitapların da toza toprağa karıştığını görüyorum. Dünya edebiyattan değerlidir. Şu anda hepimizin topyekûn dünyayı kurtarmak için harekete geçmiş olmamız gerekiyordu. Kapitalizm denen bu saçmalıktan kurtulmamız gerekiyordu. Ama etrafıma baktığımda umutsuzluğa kapılıyorum.
Şu anda bildiğimiz dünyanın sonuna doğru yaklaşıyoruz, her sene binlerce insan Akdeniz’de düzensiz göç esnasında boğuluyor, şu sıralar Polonya sınırına yığılan mültecilerin “medeniyetin kapısında” açlık, susuzluk ve soğuktan öldüğü söyleniyor. Suriye savaşında bölgede uzun süredir devam eden kuraklığın da payı olduğunu biliyoruz, üç senedir biz de sonbahar ve kış aylarında ciddi bir kuraklık yaşıyoruz. Geçen sene tahıl ve bakliyat üretiminde yüzde 18-30 arası bir düşüş olmuş, haftalarca orman yangınlarını söndüremeyen Türkiye en büyük su sıkıntısı yaşayacak ülkeler arasında gösteriliyor.
Bu arada, insanlar tam bir atalet içinde aynı şekilde tüketmeye, aynı gereksiz şeyleri satın almaya, bu gereksiz şeyleri ve aldıkları gıdanın üçte birini çöpe atmaya, aynı umursamazlıkta hayatlarını yaşamaya devam ediyor. Şu âna kadar şahit olduğumuz acılar maalesef bizi bekleyenlerin yanında solda sıfır kalır. Güney Asya’da iki milyar insanın yerinden yurdundan olması ihtimal dahilinde. Bu büyüklükte bir şeyden kaçıp edebiyata filan sığınamayız. Bu büyüklükte bir şeyden kaçamayız. Bitki örtüsünün büyük bir kısmını, bir milyon canlı türünü, okyanustaki mercanları kaybettiğimiz, gırtlağımıza kadar plastiğe battığımız ve insanları hasta edecek, toprağı öldürecek şekilde gıda ürettiğimiz bir dünyadan hiçbir yere kaçamayız. Yepyeni, bambaşka bir dünya kurmak elimizde, ama türsel özelliklerimiz nedeniyle bunu yapamayacağız. Üzgünüm, umutlu değilim.
İnceldiği Yerden’in içinden, iki gencecik kadının, Jülide ve Saime’nin bir yürüyüş sohbetinden alıntıyla bitirelim:
“– Sence her şeyden sorumlu muyuz?
– Dünyanın dönmesinden, mevsimlerin değişmesinden…
– Cidden…?
–Bilmem. Belki de insan neden sorumlu olduğunu asla bilemez. Kendini her şeyden sorumlu hisseder durur…”
Kitlesel yok oluşumuzun başlangıcında durmuş geleceğe bakarken, Jülide ve Saime’ye kulak kabartmalı mıyız? Neler bekliyor bizi yakın gelecekte?
Jülide’yle Saime’nin bu diyaloğunu yazdığım sırada, yani topu topu 15 yıl önce, bu soruya başka bir cevap verilebilirdi belki. Şimdi tek bir cevabı var, evet, sorumluyuz. İklim krizi gerçekten beklenmeyecek ölçüde hızlı ilerledi. Bundan sonra da uslu ve öngörülebilir bir gelişme hattı izleyeceğini sanmıyorum. Havayla, doğayla biraz ilgilenen biri her şeyin bir anda çok daha kaotik bir hal alabileceğini bilir. Yani bilim insanlarının en uç noktadaki tahminlerini bile gölgede bırakacak gelişmeler olabilir.
Bizi bekleyen kıyametten korka korka oturduğumuz yerde oturduğumuza hâlâ inanamıyorum. Kaderimizi elimize almak zorundayız. Hem kendi kaderimizi hem dünyanın kaderini. Şu anda tek bir ağacı bile kaybetmememiz, tek bir hayvanı bile öldürmememiz gereken eşiği çoktan geçtik, ama her şeyi yok etmeye devam ediyoruz. Yağmur yağmıyor mesela. Belki şehirde çok anlaşılmıyordur. Ben geçen sene aralık ayına kadar bahçe sulamak zorunda kaldım. Bu sene bir gıdım daha nemli gidiyor hava.
Geçen sene sonbahar çok kurak geçti ve Marmara Bölgesi’nde kışın kar, baharda yağmur yağmasa tahıl ürünü alınamayacaktı. Güneydoğu’da yağmadı ve yer yer yüzde 70-80 kayıp yaşandı. Bazı çiftçiler hiç ürün almadan tarlayı sürdüler. Takip ettiğim Diyarbakırlı bir çiftçi kaybettiği üründen çok yirmi yıl önce ektiği koca koca çamların kurumasına dertlendi. Babam bana hep yağmurdan bahsediyorsun diyor, eskiden köydekiler de hep yağmuru konuşurdu. Yağmurdan daha önemli hiçbir şey yok.
Bir senelik ürün kaybı belki şimdi tolere edilebiliyor, ama ya üç sene arka arkaya ürün alamazsak? Diyelim başka ülkelerden satın da alamadık. Kıtlığın nasıl bir şey olduğunu çağdaş insanın pek hayal edebildiğini sanmıyorum. Yani paran olsa bile bir şeyi alamayacak olmak nasıl bir şey? Çok elzem bir şeyin mutlak yokluğu. Orman örtümüzü kaybedersek ne olur mesela? Yangınlar yüzünden kaybedersek ve sonra kuraklık yüzünden yerine yenisi gelmezse? Ormanların tuttuğu suyu kaybedersek? Genel olarak suyu kaybedersek? Göç mü ederiz? Peki nereye?
Gazete Duvar’daki yazılarımda daha çok çözümlere odaklanmaya çalışmıştım. Çözümler var, hem de çok fazla ve bunları uygularsak dünyayı da, kendimizi de kurtarabiliriz. Ama bunun için çok radikal değişiklikler gerekiyor. Mevcut sistemi tümüyle terketmemiz lâzım. Derhal doğal alanların restorasyonuna başlamamız, yaban hayatını teşvik etmemiz lâzım. Tarım pratiklerini tümüyle değiştirmemiz, toprağı kazmamayı, karbonu toprakta tutmayı öğrenmemiz lâzım. Şehirdeki organik atıkları dönüştürüp tarımda kompost olarak kullanmamız lâzım.
Dünyayı zengin şirket sahipleri ve silah tüccarlarının elinden geri almamız lâzım. Herkesin kendi gıdasının en azından bir kısmını yetiştireceği şekilde örgütlenmiş bir tür tarım toplumuna geri dönmemiz lâzım. Daha pek çok şey var tabii. Bunları yazılarımda uzun uzun yazmıştım. Mevcut düzen, benim dayanışmayla dolu, doğayla barışık, güzel bir dünya hayallerimden çok daha gerçekdışı. En sevdiğim sloganla bitireyim en iyisi: İklimi değil, sistemi değiştir!
1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22