Ocean Vuong’un ilk romanı “Yeryüzünde Bir An için Muhteşemiz” yaklaşık otuz dilde yayınlandı, pek çok ödüle layık görüldü. Türkiye’de, yeni kurulan Harfa Yayınları’nın ilk kitabı olarak ve Deniz Koç’un çevirisiyle 2020’nin son aylarında yayınlandı. Mektup formundaki romanda ana karakterin kendini keşfetme ve dönüşme süreci ile Vietnam Savaşı’nın izleri iç içe. Şair, akademisyen, yazar Ocean Vuong’a bağlanıyor, ondan otobiyografik roman, gelenekle bağlar, sözlü kültürün yazıya etkisi, anadil, hayattaki “kesişimsel” imkânları, beslendiği yazarları, şairleri dinliyoruz.
Kitabın gördüğü ilgiden başlayalım. Romanda ele aldığınız ırkçılık, türcülük, cinsiyetçilik, homofobi, yaşçılık, sınıfçılık, mültecilik meselelerinin oldukça sert yaşandığı, savaş ve göçün, her çeşit ayrımcılığın bin yıllardır sürdüğü bir ülkede, bu denli ilgi ve sevgiyle karşılanmasına ne diyorsunuz?
Ocean Vuong: Kendimi şanslı hissediyorum. Bu kitabı tek bir dile bile çevrileceğini düşünmeden yazmıştım, dolayısıyla pek hoş bir sürpriz bu olanlar. Jeopolitik şiddet meselesinin ve bunun çok sayıda neticesinin insan türü için kalıcı olduğunu düşünüyorum. Askerler varolduğu müddetçe şairler de varoldu. Herhangi bir toplumun bu durumla bir bağ kurabileceği fikrindeyim. Yeni kurulan Harfa Yayınları tarafından yayınlanıyor olmaktan da ayrıca çok mutluyum, kitaplara âşık insanlardan oluşan böylesi müthiş tutkulu bir ekiple birlikte olmak çok heyecan verici. Minnettarım. Benim açımdan tüm süreç şahaneydi.
Sizinle yapılan söyleşilerden de görebildiğimiz kadarıyla romanınız otobiyografik öğeler içeriyor. Barthes Yas Günlüğü’nde “edebiyat yapmaktan” korktuğunu söylüyor, çünkü hatırayı yazarak, yazı aracılığıyla, dillendirerek bozacağını düşünüyor. Romanınızdaki bu otobiyografik bakış, bir risk ya da potansiyel mi? Yazarken bir avantaj mı, yoksa başa çıkılması, bertaraf edilmesi gereken bir korku mu?
Bana kalırsa otobiyografik kurmaca yeni bir olgu değil, aksine çığır açan MobyDick’le başlayıp Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ıyla, Baldwin’in Go Tell It on the Mountain (Git Bunu Dağlarda Anlat), Plath’in Sırça Fanus’uyla daha da güçlenen bir damar. Dolayısıyla ben de kendimi o kadim geleneğin içinde görüyorum: O gelenek de bir benliği müzayedeye çıkarmak ve böylelikle de kurgulanmış dünyaya dair bahisleri yükseltmek. En nihayetinde amaç, “Ocean Vuong”u tekrarlamak değil, bilakis Ocean Vuong’unkine “benzeyen” bir yaşamı bütünüyle başka bir şeye dönüştürmek. Bu anlamda da Küçük Köpek karakteri, benden çok daha cesur, sabırlı, nazik ve umutlu. Bilimsel bir terim kullanacak olursam, otobiyografik roman, bir simülasyon, bir paralel evren yaratmaktır, tıpkı olasılık üzerine bir deney gibi –bir çoklu evren tahayyülü.
Sıklıkla baskıcı sistemlere maruz kalan öznelere sorulan sorular: “… ile nasıl başa çıkıyorsunuz, bu size ne ifade ediyor, bunu nasıl kabulleniyorsunuz?” Halbuki ben bu soruları silahları üretenlere, savaşları çıkaranlara, aileleri, insanları yok edenlere sormak istiyorum, onlar nasıl “baş ediyorlar” tüm bunlarla?
Küçük Köpek mitler, masallar, hikâyeler, halk şarkılarıyla büyüyor. Anneannesi de, annesi de farklı biçimlerde birer hikâye anlatıcısı. Hafızanın kurulmasında, aktarılmasında ve kurmacada bu sözlü anlatıların, mitlerin, efsanelerin yeri nedir sizce?
Sözlü hikâye anlatıcılığının zanaatle zenginleşmiş, incelikli bir anlatım biçimi olduğunu büyüklerimden devraldığım gelenek içinde anladım. Çünkü çoğunlukla, hikâyeler benim kulağıma gelene kadar, nesilden nesile aktarılırken zaman içinde yeniden kurgulanıyorlar. Kolektif bir emek sayesinde gereksiz tüm unsurları eleniyor, parıldayan anları iyice keskinleşiyor, hikâye mükemmel haline kavuşuyor.
Peki aynı zamanda bir yazar olan Küçük Köpek ya da yazar Vuong, oldukça hoyrat “beyaz” dünyayla, kapitalist heteronormatif patriyarkayla nasıl “baş ediyor” ya da etmeli mi? Ne dersiniz?
Bir romanın “baş etme” sorusuna açık ve yerinde bir cevap sunup sunamayacağından emin değilim, ki bu da sıklıkla baskıcı sistemlere maruz kalan öznelere sorulan bir soru. “… ile nasıl başa çıkıyorsunuz, bu size ne ifade ediyor, bunu nasıl kabulleniyorsunuz?” Halbuki bunun yerine ben bu soruları silahları üretenlere, savaşları çıkaranlara, aileleri, insanları yok edenlere sormak istiyorum, onlar nasıl “baş ediyorlar” tüm bunlarla?
Başka bir deyişle, bana kalırsa “bilmiyorum” ya da hatta “baş edemiyorum” cevabı en isabetli, hatta en kapsamlı cevap. İster Küçük Köpek ister bir başkası olsun, herhangi bir insan kendisinin dünyaya gelişinden çok daha önce tesis edilmiş bir iktidar düzeneğine karşı nasıl makûl, uygun çözümler sunabilir ki? Böylesi bir çözüme sahip olmak zaten fantezilerdeki veya bilim kurgulardakine benzer bir mucize olurdu. Cevapları olmayan, “sonuç”u olmayan bir roman yazmamın sebebi tam da bu. Kitap ancak ikili bir geriye dönüşle nihayete eriyor, zaman tersyüz oluyor –iki kere hem de, sırf annenin kahkahasıyla bitirebilmek için. Üstesinden gelinemeyen hegemonyaya karşı verilebilecek belki de en iyi yanıt budur: Sebepsiz, mânâsız bir kahkaha. Önü sonu olmayan bir kahkaha.
Kim ve ne olduğu mu, kime ve neye dönüşeceği mi daha önemli onun için? Bir tür “tekamül” fikrinin içinde mi yaşıyor? Zen Budizmi, Vietnamlı kökleriyle bir bağı olabilir mi bunun?
Hiçbir fikrim yok. Benim için kitaptaki karakterlerin sınırları çizilmiştir, kitapta olmayan ne varsa da ancak okur tarafından tamamlanabilir. Bu anlamda Barthes’ın “yazarın ölümü” şiarına da katılıyorum. Fakat evet, Zen Budizmi tüm yaratıcı işlerimdeki düşüncelerimi en temel anlamlarda etkiliyor.
Roman pek çok yönüyle kuir bir örnek olarak da değerlendirilebilir. Sara Ahmed, “kuir özneler için ahlâki ve politik bir sorun yas tutulup tutulmaması değil, nasıl yas tutulacağıdır” diyor Duyguların Kültürel Politikası’nda. Siz de yası tutulmaz addedilenlerin yasını tutuyorsunuz. Kitaptaki bu yası “kuir bir yas” olarak da okumak mümkün mü?
Olabilir, fakat bu kitabı bir trajediye indirgemek olur, ki şahsen böyle olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakarsanız, kulağa naif gelebileceğinin de farkında olarak kitabın bir kuir zafer olduğunu öne sürebilirim. Kuirlik anlamında, Küçük Köpek ve Trevor’ın gergin, sıkıntılı, fakat nihayetinde sürdürülebilir bir ilişkileri var. Yas aslında pek de kuir bir yas değil, daha ziyade bizzat en savunmasız öznelerini yüzüstü bırakan Amerika’nın matemi. Oğlanlar hayatta kalabilirlerdi, hatta birlikte bir “gelecek”leri bile olabilirdi –fakat uyuşturucu bu ihtimali ortadan kaldırdı. Trevor’ı kuir olduğu için değil, Amerikan ilaç endüstrisinin kendisini kullanılıp atılabilir bir kâr aracı olarak gördüğü için ölen bir özne olarak resmetmek benim için önemliydi. Bu anlamda kitap (hiç değilse bana göre) kuir bir zafer, fakat bir Amerikan trajedisidir.
Yine buradan devam edelim. Anadilin yegâne ev ve sığınak olarak görüldüğü bir anlatı geleneğinde keder ve yası dile getirmede dilin rolünü nasıl tanımlarsınız?
Vietnamca keder ve yastan çok daha fazla sayıda duyguyu harekete geçirmek için kullanılabilir, ben de öyle yaptığımı umuyorum. Bu niyetimi ileride de sürdürmeyi istiyorum. Her ne olursa olsun Vietnam dili daima benim kalem olacak –ve daima bir tür sığınağım. Müziği ve dolayısıyla şiiri ilk kez işittiğim dildi bu.
Irkçılık, cinsiyetçilik, yaşçılık, sınıfçılık, heteronormative, türcülük, mekân ve insanla türlü ilişki ve ilişkilenme biçimleri, anne-oğul-baba ve aile ve bunları çepeçevre saran yazmak, anlatmak, dil-anadil meselelerini ele alıyorsunuz.Tüm bunlar romanda birbirinin üzerinde tahakküm kurmuyor. Kesişimsellik ve kurmacadaki yeri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu çok ince bir saptama. Bunu fark ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sıklıkla metalaştırılan “temalar” halinde ortalıklarda dolanan, “sindirilebilirlik” uğruna birinin bir başkasından üstün kılındığı bu “meseleler”e eşitlikçi bir bakışla yaklaşmak benim için önemliydi. Tüm bunlar haklı ve meşru meseleler, zira hayatta hepsi eş zamanlı yaşanıyor. Ayrıca Moby Dick gibi edebi öncüllere bakacak olursak da karşımızda neredeyse hiçbir şeye hayır demeyen, tüm takıntıların eşit bir şekilde ele alınmasının mümkün kılındığı bir metin görürüz. Henry James’in dediği gibi roman “başıboş, çuval gibi bir canavar”dır ve bu bakımdan da bünyesinde çeşitlilikleri barındırabilir.
Trevor’ı kuir olduğu için değil, Amerikan ilaç endüstrisinin kendisini kullanılıp atılabilir bir kâr aracı olarak gördüğü için ölen bir özne olarak resmetmek benim için önemliydi. Bu anlamda kitap (hiç değilse bana göre) kuir bir zafer, fakat bir Amerikan trajedisidir.
Az evvel saydığımız meseleler içinde en temelde insan merkezli bir hümanizm ile heteronormative eleştirisi çok belirgin romanınızda. Sizce Antroposen çağ, yazara, edebiyata nasıl bir sorumluluk yüklüyor?
Edebiyat toplumsal ve kişisel olanın yeniden kurgulandığı ve derinlemesine keşfedildiği bir alan olduğundan dolayı pek tabii Antroposen çağının korkunç ekolojik neticeleriyle edebiyatta hesaplaşılması gerektiğini düşünüyorum. Benim hayvanlar ve onların uğradığı istismarlarla olan derdim aynı zamanda Budist öğretiyle de şekillendi. Budizmde insanlar ile hayvanlar arasında net, ahlâki bir sınır göremeyiz.
Patriyarka bedene ve cinsiyete roller biçiyor. Romanınızda da anneanne, anne, teyze olmak üzere üç ayrı rolde üç kadın görüyoruz. Ama üçünü de kutsallaştırmıyor, mükemmelleştirmiyorsunuz. Bu patriyarkayla başka türlü bir hesaplaşma mı?
Doğrusu ben, yaşadıkları ıstırapları, yalnızca bu karakterleri bir tür mitosa ya da “kadın savaşçılar”a dönüştürmek adına, romantize etmek istemedim, nitekim bence bu, jeopolitik şiddetin bu karakterlerin yaşamlarının üzerinde bıraktığı derin acıların izlerini silerdi. Benim açımdan mühim olan titiz, adil ve en önemlisi de yargılardan uzak olmaktı.
Şiirleriniz çevrilecek Türkçeye, merak ve heyecanla bekliyoruz. Türkiyeli okurların romanınızla ilgili en çok yaptıkları yorumlardan biri “sert gerçekleri şiirsel bir dille anlatması” olmuştu. Şiir, şairliğinizle romanınız, yazarlığınız arasındaki bağı, ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Sizi büyüten yazarlar, şairler kimler?
Her ne kadar her iki tür bariz biçimde bambaşka imkân ve ihtimaller sağlasa da, bu ikisi arasındaki başlıca farkın benim nezdimde ne olduğunu söylememin nihayetinde güç olduğunu düşünüyorum. Zira ben, günün sonunda, cümlelerin çırağıyım –ve ümit ettiğim şey, güçlü bir cümle yazabilmek, türü ne olursa olsun.
Üzerimde başlıca tesirleri olan eserlere gelecek olursak, en azından bu roman için, şunları sayabilirim: Franz Kafka’nın Babaya Mektup’u, Theresa Hak Kyung Cha’nın Dikte’si, Anne Carson’un Kırmızının Otobiyografisi, Kim Thúy’nun Ru’su, D.H. Lawrence’ın Oğullar ve Sevgililer’i, James Baldwin’in Go Tell It on the Mountain’i, Walter Benjamin’in eleştirileri ve Marguerite Duras’nın filmleri, metinleri, her şeyi.
Çeviren: Alara Çakmakçı
KİTAPTAN TADIMLIK
Kafesteki buzağı
Baştan alayım.
Sevgili Anne,
Sana ulaşabilmek için yazıyorum; yazacağım her kelime senin bulunduğun yerin bir kelime ötesinde olsa da. Virgina’daki dinlenme tesisinde, tuvaletlerin yanındaki içecek otomatının üzerinde asılı duran ve yüzüne boynuzlarının gölgesi düşen o doldurulmuş geyik kafasına dehşet içinde bakakaldığın zamana dönmek istiyorum. Arabanın içinde başını sallayıp durmuştun. “Neden böyle bir şey yaparlar aklım almıyor. Bunun bir ceset olduğunu anlamıyorlar mı? Cesedin ortadan yok olması gerekir, sonsuza dek asılı kalması değil.”
Şu an aklımda o geyik kafası var, kara cam gözlerine bakarken kendi yansımanı, o cansız aynada tepeden tırnağa yamulan vücudunu görüşünü düşünüyorum. Seni sarsan, kafası kesilmiş bir hayvanın grotesk bir şekilde duvara asılmış olması değildi; taksiderminin sona ermeyecek bir ölümü, biz ihtiyacımızı gidermek üzere önünden geçerken ölmeye devam eden ölümü cisimleştirmesiydi.
Yazıyorum, çünkü bana bir cümleye asla çünkü ile başlamamamı söylediler. Ama ben bir cümle kurmaya değil, özgürleşmeye çalışıyordum. Çünkü özgürlük, avcıyla avı arasındaki mesafeden başka bir şey değilmiş.
***
Sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki anne. Eskiden bilginin bir şeyleri açıklığa kavuşturacağına inanacak kadar saftım, ama anladım ki bazı şeyler dizi dizi söz ve anlam katmanlarının ardında, günlerin ve saatlerin, unutulmuş, kurtarılmış ve elden çıkarılmış isimlerin ardında kalmış ve yaranın varlığını bilmek onu açığa çıkarmaya yetiyor.
Ne dediğimi bilmiyorum. Sanırım demek istediğim şu: Bazen ne ya da kim olduğumu bilmiyorum. Bazı günler kendimi insan gibi hissediyorum, bazı günlerse daha çok bir sesmişim gibi geliyor. Dünyaya kendim olarak değil de eskiden kimdiysem onun yankısı olarak dokunuyorum. Sesimi duyabiliyor musun artık? Beni anlayabiliyor musun?
Yazmaya ilk başladığımda, imgeler, cümlecikler, fikirler, hatta kullandığım kâğıt kalemle ilgili bile bu kadar kararsız olduğum için kendimden nefret ediyordum. Yazdığım her şey belki ve muhtemelen ile başlayıp bana kalırsa ya da diye düşünüyorum. Ama şüphem her yere sinmiş, anne. Bir şeyin kesinlikle gerçek olduğunu bildiğimde bile o bilginin çözülüp yok olmasından, onu yazsam bile gerçek kalmamasından korkuyorum. İkimizi bir daha ayırıyorum, belki bu şekilde bizi başka bir yere taşıyabilirim –tam olarak nereye dersen, emin değilim. Tıpkı sana ne diyeceğimi bilmediğim gibi: Beyaz mı, Asyalı mı, Amerikalı mı, anne mi?
***
Sonra sana gerçeği söyledim.
Grimsi bir pazar günüydü. Gökyüzü sabah boyunca sağanak tehdidinde bulunmuştu. İki insan arasındaki bağa kolayca karar verebilecek türden bir gün olacağını ummuştum –hava öyle kasvetliydi ki, birbirimizi görmek ikimiz için de rahatlatıcı olacaktı, tanıdık çehrelerimiz iç karartıcı bir ışığın fonu önünde hatıramızda kaldıklarından daha aydınlık görünecekti.
Dunkin’ Donuts’ın ışıklı salonunda, aramızda iki kahve fincanının dumanı tütüyordu. Pencereden dışarı bakıyordun. Araçlar Main Sokağı’ndaki kilise ayininden dönerken yağmur yolu dövüyordu. “İnsanlar bu aralar şu SUV şeyini seviyor galiba.” Arabaya servis sırasındaki araç kervanını işaret ettin. “Herkes hep daha yüksekte oturmanın peşinde.” Parmakların masada tıkırdadı.
“Şeker ister misin anne?” diye sordum. “Krema? Ya da belki bir çörek? Ah yok, sen kruvasan seviyorsun…”
“Ne söyleyeceksen söyle Küçük Köpek.” Sesin sönük, keyifsizdi. Fincandan yükselen duman yüzüne değişken bir ifade veriyordu.
“Ben kızlardan hoşlanmıyorum.”
Vietnamca kelimeyi, Fransızcada pedofilin kısaltması olan pédé’den gelen pê-dê’yi kullanmak istememiştim. Fransız işgalinden önce Vietnamcamızda kuir bedenler için bir isim yoktu –çünkü onlar da bütün bedenler gibi etten kemikten görülüyor, aynı kaynaktan geldikleri düşünülüyordu– dolayısıyla ben de bu parçamı suçlular için kullanılan sıfatla takdim etmek istemiyordum.
Gözlerini bir-iki defa kırptın.
“Kızlardan hoşlanmıyorsun,” diye tekrar ettin, dalgınca başını sallayarak. Kelimelerin içinde gezindiğini, seni sandalyene mıhladığını görebiliyordum. “Peki neyden hoşlanıyorsun? On yedi yaşındasın. Hiçbir şey hoşuna gitmiyor. Hiçbir şey bilmiyorsun,” dedin, masayı çizerek.
“Erkeklerden,” dedim, sesimi kontrol ederek. Ama kelime ağzımdan cansız çıktı. Öne kaykılırken sandalyen gıcırdadı.
“Çikolata! Çikolata istiyorum!” Ellerindeki elmalarla dolu kese kâğıtlarından bir elma toplama gezisinden döndükleri anlaşılan bir grup çocuk, üstlerinde büyük beden camgöbeği tişörtleriyle dükkâna dalıp içeriyi heyecanlı çığlıklarla doldurdu.
“Gidebilirim anne,” dedim. “Beni istemiyorsan gidebilirim. Sorun çıkarmayacağım, kimsenin bilmesine de gerek yok… Anne, bir şey söyle. “Fincandaki yansımam küçük siyah bir dalganın altında kırıştı. “Lütfen.”
“Çenenin altındaki avucunun ardından ‘Söylesene,’ dedin, “şimdi elbise mi giymeye başlayacaksın?”
“Anne –“
“Öldürürler seni,” dedin başını sallayarak, “bunu biliyorsun.”
“Kim öldürür?”
“Elbise giydi diye öldürüyorlar insanları. Haberlerde çıkıyor. İnsanları tanımıyorsun. Onları tanımıyorsun.”
“Giymeyeceğim anne. Söz. Bak, daha önce hiç giymedim, giydim mi? Şimdi niye giyeyim?”
Yüzümdeki iki deliğe diktin gözlerini. “Hiçbir yere gitmen gerekmiyor. Sadece sen ve ben varız Küçük Köpek. Başka kimsem yok.” Gözlerin kızarmıştı.
Dükkânın öbür tarafındaki çocuklar Old MacDonald had a farm’ı söylüyordu; kulak tırmalayıcı sesleri, tasasız coşkuları.
“Anlat,” dedin ve yüzünde endişeli bir ifadeyle dikleştin, “bunlar ne zaman başladı? Sağlıklı, normal bir oğlan doğurdum ben. Bunu biliyorum, ne zaman?”
***
Yağmur yağarken, suaygırı şeklindeki metal kaydırağın altında bulduğun. Buz kesmiş botlarını çıkarıp kirli ve donmuş başparmaklarını teker teker ağzınla sarmaladığın. Küçüklüğünde, titrediğin zamanlarda annenin sana yaptığı gibi.
Çünkü o titriyordu. Senin Trevor’ın. Senin sapına kadar. Amerikalı sığırın, süt danan değil. Senin John Deere’in. Çenesinde yeşimtaşı yeşili bir damar. Dişlerinle üzerinden geçtiğin kıpırtısız bir şimşek.
Çünkü Trevor’ın tadı nehir gibiydi ve sen batmaktan belki de bir kanat çırpışı uzaklıktaydın.
Çünkü buzağı kafesinde öyle sakince bekliyor ki
süt danası olmayı.
Çünkü sen hatırlıyordun
ve hafıza ikinci bir şanstır.
İkiniz de kaydırağın altında yatıyorsunuz: Kelimeleri olmayan iki virgül, nihayet, sizi birbirinizden ayrı tutmak için.
Yazın enkazından, annelerinin vücudunu terk eden oğullar gibi sürüne sürüne çıkan siz.
Kutuda bir buzağı. Bekliyor. Rahimden daha dar bir kutu. Yağmur boşanıyor, metalin üzerine çarpan çekiçleri aragaz verilen motor gibi. Menekşe rengi havada bekleyen gece, bir buzağı
silgi gibi yumuşacık toynaklarıyla içeride kıpırdanıyor, boynunda asılı çan çalıyor
da çalıyor. Bir adamın gölgesi ona doğru büyüyor. Elinde anahtarları, kapıların virgülleri olan bir adam. Başın Trevor’ın göğsünde. Buzağı bir iple çekiliyor, duruyor
nefes almak için, burnu taflanların baş döndürücü kokusundan oynuyor. Trevor uyuyor,
senin yanında. Düzenli nefesler. Yağmur. Kareli gömleğinden bir sıcaklık yayılıyor, tıpkı buzağının böğründen çıkan buhar gibi,
sen yıldız basmış tarlanın öte tarafından gelen çan sesini,
o bıçak gibi parlayan sesi dinlerken. Ses Trevor’ın göğsünün derinliklerinde ve sen dinliyorsun.
O çan sesini. Bir hayvan gibi dinliyorsun,
konuşmayı öğrenen bir hayvan.
Ocean Vuong, Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz, İngilizceden çeviren: Deniz Koç, Harfa Yayınları, Kasım 2020