VEFATININ YILDÖNÜMÜNDE TEZER ÖZLÜ’NÜN ANISINA

Feza Kürkçüoğlu
18 Şubat 2020
SATIRBAŞLARI
18 Şubat 1986’da, daha 43 yaşındayken ayrıldı aramızdan. “Kendi olmanın”, “aklını ve bedenini özgürleştirmenin” peşinden gitti yaşamı boyunca. Vefatının 34. yıldönümünde Tezer Özlü’yü saygı ve özlemle anıyoruz.

Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda

Bir ses birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal cama vuruyor
Tezer

Can Yücel, Bir Arkadaş Niçin? 

Tezer Özlü, 18 Şubat 1986’da, 43 yaşında İsviçre’nin Zürih kentinde vefat etti. Çağdaş Türkçe edebiyatın bu “aykırı” ismi, kısa yaşamına sığdırdığı kitaplarıyla hem kendi kuşağında hem sonraki kuşaklarda silinmez izler bıraktı.  

Yaşarken yayınlanan Eski Bahçe, Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk’a ölümünden sonra yayınlanan Kalanlar, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, Zaman Dışı Yaşam eklendi. Ayrıca Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, Her Şeyin Sonundayım –Tezer Özlü Ferit Edgü Mektuplaşmaları ve Tezer Özlü’ye Armağan kitapları okurları ile buluştu…

1943 Kütahya, Simav doğumlu olan Tezer Özlü, çocukluğunu anne ve babasının memur olması nedeniyle Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçirdi. İlkokulu İstanbul’da bitirdi, 1965’te İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oldu. 1981’de sanatçı bursu ile Berlin’e giden Tezer Özlü, 1983’de İstanbul’a döndü, 1984’te Zürih’e yerleşti. 1986’da göğüs kanserine yakalandı, 18 Şubat 1986’da günü aramızdan ayrıldı, Aşiyan’da toprağa verildi.

“Saklısı, gizlisi yok Tezer Özlü’nün: Her şeyi, alışık olmadığımız bir yüreklilikle, apaçık söylüyor; cinsel sorunlarını ve ahlâki ilkelerini ancak yarattıkları ‘kadın’ kahramanların kişiliklerine bürünerek savunabilen kimi ‘erkek’ yazarlarımızla karşılaştırılamayacak kadar cesur.”

Sezer Duru, Tezer Özlü’ye Armağan kitabında kardeşini şu satırlarla anar:

“O korkunç hastalık günlerinde beni avutmaya çalışan gene oydu. Tezer ölüme akıl almaz bir cesaretle gitti. Belki de daha önce yaşadıkları, ona ölümün soğuk yüzünü göstermiş olduğu için, ölümle bir dostluk kurduğu için böyleydi bu. Çünkü tıpkı Kafka ve Pavese gibi Tezer de yaşamın çok derinlerde yatan, yaratıcılara görünen ve nasıl olsa ölümle bitecek olan dayanılmazlığın bilincindeydi. Belki de bu yüzden kısa yaşamına pek çok şeyi sığdırmaya çabalamıştı.”

“Alışık olmadığımız bir yüreklilik”

Yazdıklarının gücünü yaşadıklarından, gözlemlerinden alan ve kendi dilini yaratan Tezer Özlü, “şikâyet etmeden” gerçeğin sesini duyurmak ister satırlarında. Duyurur da. Eleştirmen Fethi Naci, 11 Eylül 1984’de Gösteri dergisindeki “Eleştiri Günlüğü” yazısında Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını şöyle değerlendirir:

“Evet, Tezer Özlü’nün kitabı, bir yanıyla, bir ‘aydın kadın’ın toplumsal törelere nasıl başkaldırdığını (Yoksa ‘boş verdiğini’ mi demem gerekirdi?) gösteriyor. Hem de nasıl! (…)

Görüyorsunuz, saklısı, gizlisi yok Tezer Özlü’nün: Her şeyi, alışık olmadığımız bir yüreklilikle, apaçık söylüyor; cinsel sorunlarını ve ahlâki ilkelerini ancak yarattıkları ‘kadın’ kahramanların kişiliklerine bürünerek savunabilen kimi ‘erkek’ yazarlarımızla karşılaştırılamayacak kadar cesur.”

Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk‘ta –ki bu kitapların öykü, roman, anlatı formlarından hangisi olduğu hakkında hâlâ bir tartışma sürmektedir –edebiyatın estetik kaygılarının peşinde koşmadan, gerçeği yazmayı tercih eder. Tam da bu nedenle yalın, ama sarsıcı dili ile etkiler okuru.

Tezer Özlü, yeniden basılan kitapları ile yeniden okurları ile buluşur, çeşitli sıfatlarla anılmaya başlar. “Lirik prenses”, “gamlı prenses”, “nostaljik prenses”… Halbuki Tezer Özlü’nün bu sıfatlardan çok, hem de çok uzak bir yaşamı oldu…

Yaşarken ve de öldükten sonra bazıları yok saydı, ansiklopediler de iki satırı bile çok gördü. Yıllar sonra basılan kitapları ile yeni okurlar, yeni hayranlar kazandı Tezer Özlü. Yaşarken “genç kadın yazar” olarak tanındı. Ama o, yaşarken “genç” olarak değil, “büyük” olarak yaşadı. Şimdi artık sonsuza kadar “genç kadın yazar” olarak kalacak.

Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur –artık hiçbir yerdesin.

“Hiçbir yer”de olmak

1990’da yayınlanan Kalanlar isimli kitabın önsözünde kadim dostu Ferit Edgü, “Tezer’den Kalanlar” başlıklı yazısında onu şöyle anlatır:

“Onun yaşamı ve yapıtıyla ilgili başka ne diyebilirim? Onun burada yazdıklarından başka? Kendi üstündeki giysinin örgüsünü çözen ve yazdıklarında kendi çırıl-çıplak gerçeğini okuruna sunmak isteyen, bu anlamda korkusuz, ender yazarlardan biriydi. Ölümün kokusunu (korkusunu değil) çok genç yaşlarda içine çekmişti. Bu nedenle olsa gerek, yaşamakla yazmak arasındaki sınırı silmek istemişti. Genç yaşta öleceğini bilircesine, yılları değil, anları seçmişti yaşam sürecinin birimi olarak.”

Tezer Özlü, “kendi olmanın” peşinde sınırları silmek, aşmak, yok etmek üzere düşünsel bir yolculuğa çıkarır bizleri. “Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü. Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı” der demesine, ancak acı çekmek zordur. Yazar için sancılı ve acı doludur bu yolculuk ve elbette biz okurlara da bu acıdan epeyce pay düşer.

Ölümünden sonra kardeşi Sezer Duru ve dostu Ferit Edgü tarafından kitaplara girmeyen yazılarından oluşan Kalanlar ile devam edelim. Tezer Özlü, “hiçbir yere” gidişi anlatıyor:

“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey, hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur –artık hiçbir yerdesin.”

“Haykırmak istiyorum…”

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü’nün yaşamı boyunca hayranlıkla okuduğu Svevo, Kafka ve Pavese’nin izlerini takip ettiği bir roman / anlatı olarak 1984’te yayınlanır. 1983’te, Bir İntiharın İzinde ismiyle Almanca olarak yayınlan ve 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazanan kitap ertesi yıl Türkçe olarak Yaşamın Ucuna Yolculuk ismiyle okurları ile buluşur.

Yaşam ve ölüm ikileminin süregeldiği bir yolculuktur Yaşamın Ucuna Yolculuk.

“Kendi olmanın”, “aklını ve bedenini özgürleştirmenin” izlerini takip eden Tezer Özlü, toplumun çürümüşlüğünü, kendimize ve birbirimize cesaret edip söylemediğimiz, söyleyemediğimiz gerçeği haykırır yazılarında. Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta Tezer Özlü, yalın cümlelerle anlatıyor neden bu “ikiyüzlülük” içinde yaşamaktan bıktığını ve neden karşı koyduğunu kurulu düzene:

“Tezer Özlü’nün cümleleri, anneden babadan kaçırılmış, kilit altında tutulan bir hatıra defterine gizlice düşülmüş notlar gibidir. Özgürlüğü önemseyen birinin açık sözlü, düz, net, doğrudan cümleleri; gücünü olduğu kadar güçsüzlüğünü de dolaysızlığına borçlu bir dil.”

“… Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

“Açık sözlü, düz, net cümleler”

Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında çocukluğunun “unutulmaz” anılarına döner. Çocukluktan olgunluğa kadar yaşadığı tüm baskılara, dayatmalara karşı çıkar. Dayatmalara karşı özgürlüğü savunur. Hem de o anın duygusu ile öfkesi ile… Evlerden, okullardan, öğretmenlerden, evliliklerden hep sıkılır, kurtulmak ister. “Gitmek” ister…

Nurdan Gürbilek’in, Ev Ödevi isimli kitabından Tezer Özlü’nün “ev” konusundaki “bunalımını” anlattığı satırları aktaralım:

“Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlattığı, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta açıkça dile getirdiği bir çocukluk: ‘Çocukluğun sınırları korkunç… Sınırları, olanaksızlığı, görüntüleri, hareketsizliği, çocukluğun dar sınırları korkunç…’

Evi, evin hiçbir biçimini sevmez Tezer Özlü. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin ilk bölümünde –adı ‘Ev’dir bölümün– bunu açıkça söyler zaten: ‘Aslında hiçbir evi sevmem. Bir kez girilen, sonra çıkılan ve bir daha ayak basılmayan evler benim için en rahatlatıcı yerler.’ Bu yüzden hep gitmeyi, bırakıp gitmeyi; bütün evlerden, evliliklerden, aile bağlarından kaçmak ister. ‘Eski, anılarla dolu, küf kokan, merdivenleri karanlık, nemli ve soğuk bir ev’dir Tezer Özlü’nünki. Bir türlü içselleştirilemeyen, bir mutluluk mekânına dönüştürülemeyen bir yer: ‘Ev büyük. Ev yalnız. Ev eski.’ (…)

Tezer Özlü’nün en sevdiği üç yazar: Italo Svevo, Franz Kafka ve Cesare Pavese

Tezer Özlü’nün cümleleri, anneden babadan kaçırılmış, kilit altında tutulan bir hatıra defterine gizlice düşülmüş, onlara inat büyük bir açık sözlülükle yazıya dökülmüş notlar gibidir. Onlarla birlikte yaşanmış bir hayat parçasını kurtarmayı, bu hayat parçasıyla birlikte kurtarılmayı, yani nihai bir adaleti değil de hayatın o parçasını bir an önce geride bırakmayı, yani özgürlüğü önemseyen birinin açık sözlü, düz, net, doğrudan cümleleri; gücünü olduğu kadar güçsüzlüğünü de dolaysızlığına borçlu bir dil. Bir anı, o anın duygusunu bütün dolaysızlığıyla anlatan, o an geride kalınca gücünü yitirmeyi göze almış cümleler.”

“Güzel yaşamlar”

Çocukluğun Soğuk Geceleri hayat-ölüm ikilemini, ölüm korkusunu, intihar olgusunu, ölen arkadaşlarını ve “güzel yaşamlar” beklentisi içinde olanları anlatır. Bugün de onca yoksulluk, yoksunluk, adaletsizlik, çaresizlik, ölüm, acı varken “güzel yaşamlar” yaşayanları, bunun hayalini kuranları, bu uğurda “üç maymun”u oynayanları, hafızalarını silmekte birbirleri ile yarışanları gördükçe Tezer Özlü çıkagelir.  

“Güzel yaşamların” sırrını paylaştığı şu satırlarda durmamız gereken yeri gösterir bize:

Sanki herkes daha güzel bir yaşamın gelip bizi bulmasını bekliyor. 12 Mart dönemi geçti. Ama bu dönemin acısı içimize kaya gibi oturmuş, varlığımızla bütünleşmişti. Terörün gücü, yıllar yılı sızmaya, yayılmaya çalışacak ve bizleri daha çetin günlere sürükleyecek. Esintili yaz akşamlarında, küçük yaşantılara hazırlanırken, bir yandan da bu acıları içten duymamak olanaksız.

“Sanki herkes daha güzel bir yaşamın gelip bizi bulmasını bekliyor. 12 Mart dönemi geçti. Ama bu dönemin acısı içimize kaya gibi oturmuş, varlığımızla bütünleşmişti. Terörün gücü, yıllar yılı sızmaya, yayılmaya çalışacak ve bizleri daha çetin günlere sürükleyecek. Esintili yaz akşamlarında, küçük yaşantılara hazırlanırken, bir yandan da bu acıları içten duymamak olanaksız. Tedirginlik her zamanki gibi var. Büyüyor. Küçülmüyor. Sonra arkadaşlarımızdan birkaçı arka arkaya ölüyor. Henüz kırk yaşlarında insanlar. Daha güzel yaşamlara duyulan özlem ve bekleyişi onlarla birlikte gömüyoruz. Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı’nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok. Güzel yaşamın sınırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar…”

“Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu”

Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar kitabında Leylâ Erbil, “Yazarın ülkesinde bir gezinti ya da burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu” başlıklı yazısında Tezer Özlü’nün de aralarında bulunduğu bir grup arkadaşı ile katıldıkları 1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı’nda yaşanan katliamı anlatır ve devam eder:

Leylâ Erbil ve Tezer Özlü, 1984

“İşçi sınıfının, solun yükselişinin kırk ölü, yüzlerce yaralıyla durdurulduğu gün. Bizim bulunduğumuz bu alanlardan yükselen seslerle futbol sahalarından, camilerden ve ekranlardan yükselen sesler hiçbir vakit örtüşemiyor.

O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor.

Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, ‘burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu’ diyerek sürekli yineliyor… Hâlâ da öyle değil mi?

Ben, Tezer Özlü’nün sıkıntılarının büyük ölçüde, kışkırtılan bu toplumsal şiddetten, korkudan kaynaklandığına inananlardanım. Burada Baudelaire için söyleneni anımsıyorum, ‘Baudelaire’i çıldırtan Fransız emperyalizmiydi…’ Hepimizi de öyle!”

Mücadeleye devam!

Tezer Özlü’yü kaybedeli 34 yıl oldu… Onun yaşadıklarının üzerine dünyada ve ülkemizde yaşananları anlatmaya sayfalar yetmez. Katliamlar, yargısız infazlar, hapisler… Hemen hepsinden sonra ortak duygumuz, düşüncemiz onun sözü oluyor: “Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu”. Sonra… Sonra, ölen arkadaşlarımıza ve kendimize verdiğimiz sözler geliyor aklımıza ve her defasında “mücadeleye devam!” diyoruz

Aklın ve yaşamın sınırlarının zorlandığı bir yolculuğun tanığı o. Yaşadığımız dünyanın dayanılması zor acısıyla baş etmenin kolay yolunu tercih etmeyenler için fazlasıyla gerçek…

Tezer Özlü, “Yaşam, öğretilen, anlatılan gibi ilerilerde değil, yaşanan her anda” diyerek, kendi olmanın güzelliğini bizlere hissettirmiş bir yazar olarak aramızda yaşamaya devam ediyor.

^