Belediyeleri kayyumlarla gasp edilen Kürt illerinde ilk hedef malûm: kadın kurumları. Şafak baskınları, gözaltılar, keyfi tutuklamalarla kadın hakları mücadelesi veren bütün kadınlar tehdit altında. Kobanî Davası’ndan İstanbul Sözleşmesi’ne, devlet politikası haline gelen kadın kırımından feminist özsavunma atölyelerine, Diyarbakır’daki kadın mücadelesini Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya’dan dinliyoruz.
Rosa Kadın Derneği’nin kurucularından Ayla Akat’ın da aralarında bulunduğu HDP’nin eski MYK üyesi 108 siyasetçinin 29 ayrı suçtan 38’er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 19 bin 680’er yıl hapis istemiyle yargılanacağı Kobanî davası yarın (26 Nisan) Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlıyor. Ne diyorsunuz dava için? Ayla Akat’la görüşebiliyor musunuz?
Adalet Kaya: Ayla Akat ile avukatlar ve ailesi aracılığıyla haberleşiyoruz. Morali yüksek. Yargılandığı bütün dosyalar siyasi çalışmaları ile kadın ve barış aktivizmine dair. Kobanî’yle ilgili sorumluların yargılanmasının bahis konusu bile olmadığı bir yargılama bu. Altı yılın sonunda, gizli ve açık tanık beyanları doğrultusunda oluşturulmuş, çelişkili iddiaları barındıran bu iddianame hukuksuzdur ve buradan adaletin çıkmayacağını biliyoruz.
Sincan’da görülecek dava Diyarbakır’a nasıl yansıyor?
Ayla Akat dahil bu davanın tüm sanıkları irademizle seçtiğimiz siyasetçiler. Öte yandan, 6-8 Ekim (2014) olaylarında yakınlarını kaybeden birçok kişi de yine Ayla’nın yol arkadaşları. Hatta beraber kadın çalışması yürüttüğümüz bir mücadele arkadaşımız da oğlunu kaybetti o günlerde. Davanın mağduru olarak duruşmaya çağrıldı. Aynı kentte yaşayan, beraber çalışmalar yapan, aynı taraftaki insanlar mağdur ve fail olarak karşı karşıya getiriliyor. Böylesi çelişkili ve bir o kadar üzücü olan bu durum kentte hepimizi derinden yaralıyor. Birlikte kadın mücadelesi yürüttüğümüz arkadaşlarımız sorumlu olmadıkları toplumsal olaylardan yargılanıyorlar. Toplum olarak pür dikkat davayı takip edeceğiz, çünkü arkadaşlarımızın yapacağı savunmanın bir sistem yargılaması olacağını biliyoruz.
Aynı zamanda Diyarbakır’da örgütlü kadınlara yönelik gözaltı ve tutuklamalar sürüyor. 5 Nisan’daki baskınlarda ve sonrasında neler yaşandı?
Geçtiğimiz 22 Mayıs’tan bu yana bu dördüncü dalga. İlk dalgada bizi gözaltına almışlardı. 5 Nisan’da 28 noktaya baskın yaptılar, 26 kadın gözaltına alındı ve 15 arkadaşımız adli kontrol şartıyla bırakıldı, 11 kadın arkadaşımızsa tutuklandı. Sabahın beşinde üç tane Akrep, iki Range, iki Doblo ile 20-30 polis dayanmış bizim derneğin kapısına. Önce kapıyı kırmaya çalışmışlar, sonra çilingir çağırıp girmişler. Avukat arkadaşlarımız gelinceye kadar geçen iki saate yakın sürede içeride ne yaptıklarını bilmiyoruz. Kanepelerin içlerine kadar her tarafı didik didik etmişler. Karar defteri, resmi dokümanlar ve proje belgelerine kadar her şeyi aldılar. Bir arkadaşımız not defterine yeğenine aldığı çocuk bezi markasını yazmış, İngilizce bir şifre olabilir diye o deftere de el koydular. (gülüyor) Kadınların yazdıkları Kürtçe şiir ve deneme kitapları delil kabul edilip alınmış. Sık sık başımıza geldiği gibi yine tutanağı vermek istemediler. Avukat arkadaşlarımız ısrarla tutanağı tutanakla aldılar.
Yeni Yaşam’daki yazınızda “yargı yoluyla sistematik taciz” olarak tarif ediyorsunuz yaşananları…
Şafak baskınları, gözaltılar, keyfi olarak uzatılan gözaltı süreleri, TEM’de (Terörle Mücadele) sözlü tacizlerle yaşanan bu süreç bazı arkadaşlarımızın tutuklanmasıyla son buluyor her defasında. Sadece bizim derneğimiz değil, ilde kadın hakları mücadelesi veren bütün kadınlar tehdit altında. Benim şimdiden üç dava dosyam var. Rosa davasından dolayı üç ay tutuklu kaldım. Şu an tutuksuz yargılanıyorum. 8 Mart, 25 Kasım (Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü) gibi tarihlerde yapılan eylemler suç sayılıyor, kadınlara “ne sıfatla açıklama yaptınız” diye soruluyor. Dernekte bir atölye yapmıştık, herkes tahayyül ettiği barış dünyasını çiziyor veya yazıyordu. Bu çalışmada bir kadın arkadaş “erkeklerin ellerindeki bütün mikrofonları sustururum” demişti. Bu çalışmalar delil kabul edilerek dosyaya kondu. Son gözaltılarda kolluk kuvvetleri kadınları sorguya götürürken “Önemli bir şey değil, İstanbul Sözleşmesi meselesi işte, Temmuz’a çıkarsınız” demiş. Temmuz manidar bir tarih, tek adam iktidarının Avrupa Konseyi’ne yaptığı bildirimin yürürlüğe girmesi için gereken süre 1 Temmuz’da doluyor. Kahroluyorum öfkeden…
Sistematikleşen baskıların elbette travmatik bir tarafı var, ama bir taraftan da güçlendiriyor. Hepimiz işimizi, kentimizi, arkadaşlarımızı kaybettik, ama yine de güçlenerek mücadeleyi sürdürüyoruz. Özgürlük ve eşitlik mücadelesinden vazgeçmek kendi emeğime ihanet etmek demek.
Operasyonlar, baskınlar, davalar arasında çalışmak çok yıpratıcı; nasıl etkiliyor sizi bu ortam?
Baskınların öncesinde, Ağustos 2019’da Mardin Belediyesi’ne kayyum atandı; ben Mardin Büyükşehir Belediyesi’nde daire başkanlığı yapıyordum. KHK’yle işlerimize son verildi. Ekonomik nedenlerle Mardin’de yaşama şansım kalmadığı için kızımı alıp ailemin yanına Diyarbakır’a yerleştim. 22 Mayıs’tan beri de tek bir gece bile şöyle rahatça uyumadım. Her sabah saat 6-7’de “oh” diyorum, “bugün de gelmediler”. Hepimiz yaşıyoruz buna benzer travmaları. Ama ilginç bir şekilde, hemen başka bir psikolojiye geçiyoruz, işe güce devam ediyoruz, bağışıklık kazanmışız. (gülüyor)
İnanılır gibi değil ama, dava dosyalarımda TCK 103 (çocukların cinsel istismarı suçu) ile ilgili Türkiye’deki bütün kadınlarla eşzamanlı yaptığımız zincir eylemi var. Geçen sene 8 Mart’ta HDP grup toplantısında kadınlar kürsüye çıktı. Ben de orada “kayyumların yaptığı gasptır, kadınların alanlarını da gasp ettiler” dedim, bu da suçlama olarak var dava dosyasında. İki-üç telefon görüşmemin tapeleri var. Biri çok ilginç, bir arkadaşımla mesajlaşmış, ardından da telefonda görüşmüşüz. Telefonda “kahvaltı yapamadım” diyorum, o da “ben de” diyor. Twitter’daki haber üzerine iştahımızın kaçtığını söylüyoruz birbirimize. Bu konuşma “TSK’nın düzenlediği bir operasyonu iştah kaçırıcı bulmuş olmamız” şeklinde yorumlanmış, kovuşturmada bunu aynen alıp dosyaya koymuşlar. İnanılır gibi değil, “iştahım kaçtı” diyorum, başka bir şey demiyorum. Özetle, mesnetsiz iddialarla dolu üç dosyanın hepsinde ayrı ayrı örgüt üyeliği suçlaması var. 11. Ağır Ceza’da birleştirildi bu dosyalar. Şu anda çok büyük bir suçlu gibi gözüküyorum. Üst sınıra, 8 yıla kadar çıkabilir hakkımdaki karar.
Bu yaşananlar çevrenizdeki kadınları ve mücadelenizi nasıl etkiliyor?
Artık sistematikleşen bu durumun elbette travmatik bir tarafı var, ama bir taraftan da güçlendiriyor. Herkes inatla mücadeleyi sürdürüyor. Arada birbirimize takılıyoruz “aman en sonunda mülteci olacağız” diye. Kaybedecek bir şeyimiz yok artık. Hepimiz işimizi, kentimizi, arkadaşlarımızı kaybettik, ama yine de güçlenerek mücadeleyi sürdürüyoruz. 43 yaşındayım, dönüp arkaya bakıyorum. 16 yaşımdan beri özgürlük ve eşitlik mücadelesi vererek bugünlere gelmişim. Vazgeçmek kendi emeğime ihanet etmek demek. Birçok kadın arkadaşım için de bu böyle. Şunu da biliyoruz ki, bu topraklara barış gelse bile kadınlar olarak bizim mücadelemiz bitmeyecek. Ataerkil aile ilişkileri, feodal bağlar hep mücadele etmemiz gereken konular. Devletten ve erkekten gördüğümüz çok yönlü şiddet mücadelemizi bir yaşam biçimine dönüştürüyor.
Bir süredir hak temelli örgütlenen yapıların, kadın örgütlerinin, LGBTİ+ derneklerinin bezdirici mali ve idari denetimlere tabi tutulduğunu görüyoruz; siz de böyle bir denetim geçirdiniz mi?
İki farklı baskında evraklarımıza el konduğu halde geçen hafta denetimdeydik. Bir önceki baskında alınan evrakları mahkemeden isteyip incelediklerini öğrendik. Son baskında alınan defterlerimizi de savcılıktan talep edip incelediler. Hak temelli mücadele eden dernekleri, özellikle LGBTİ+ derneklerini kapatmaya dönük bir çaba var. Bu doğrultuda yasalar da çıkardılar. Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun dernek yönetiminde kovuşturma aşamasına gelmiş soruşturması olan kişiler varsa doğrudan derneğe kayyum atama, derneği mühürleme yetkisi veriyor İçişleri Bakanlığına. Bir de işin finansal boyutu var. Derneklerin kaynakları, bütün harcamaları kuruşu kuruşuna araştırılıyor. Örneğin, ben ceza aldım ve dernek kapatıldı, bundan bize destek olan yapılar da olumsuz etkilenebilir. Bizi kriminalize ederek işbirliği yaptığımız derneklere, içinde yer aldığımız ağlara ve fon sağlayanlara gözdağı vermiş oluyorlar.
Rosa Kadın Derneği hangi ağların içinde yer alıyor?
Rosa kurulduktan sonra ilk olarak sığınaklar kurultayına katıldı. TCK 103’e karşı kurulan ağın içindeydik. Kadınlar Birlikte Güçlü platformu oluşurken İstanbul’da büyük bir organizasyonda bir araya geldik. Nafaka hakkı gruplarında yer aldık, sığınaklar kurultaylarının hepsine katılıyoruz. Şimdi de Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) bileşenlerinden biriyiz. Operasyonların nedeni tamamen bu güçlü iletişim ağlarının içinde yer almamız. Benimle ilgili hazırlanan iddianamede alt aylık fiziki takip var, bu sürede beş kere İstanbul’a gitmişim, toplantılara katılmışım, kadın örgütleriyle görüşmeler yapmışım. Bunlar “delil” olmuş hep. Bu ilişkiler devleti rahatsız ediyor. Bu operasyondan birkaç ay önce, Şubat’ta, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “PKK kadın örgütüdür, eylemlerinde yüzde 56 kadın bulunuyor” diye açıklama yaptı. Ne zaman Süleyman Soylu Diyarbakır’a gelse kadın örgütlerine yönelik operasyon düzenleniyor. Tek dertleri var, kadın hakları mücadelesini terörize etmek. Bu bir bütün olarak Türkiye’deki kadın örgütlenmesine, Türkiye kadın hareketine zarar vermeye, parçalamaya dönük bir operasyonlar silsilesi ve yargı tacizi.
Bizi kriminalize ederek içinde yer aldığımız ağlara ve fon sağlayanlara gözdağı veriyorlar. Son operasyondan önce, Süleyman Soylu “PKK kadın örgütüdür, eylemlerinde yüzde 56 kadın bulunuyor” diye açıklama yaptı. Kadın hareketini parçalamaya dönük bir operasyonlar silsilesi ve yargı tacizi bu.
Tüm bunlara karşın, bu sene 8 Mart büyük coşku ve katılımla kutlandı. Siz de tertip komitesinde yer almıştınız, nasıl hazırlandınız?
İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar artmıştı. Zaten on iki gün sonra da (20 Mart) Cumhurbaşkanlığı kararını öğrendik bir gece yarısı. İstanbul Sözleşmesi uygulanmadığı için de kadına şiddet artış gösteriyordu. 6284 sayılı yasaya yönelik saldırılar da başlamıştı. Böyle bir iklimde 8 Mart’a gittik. “Cinskırım/kadın kırımı” kavramını öne çıkardık. “Eşitlik, özgürlük ve güvenli yaşam için, cinskırımı durdurmak için İstanbul Sözleşmesi’ni uygula” çağrısı yaptık. Bizim sloganımız da “Kadın kırımına karşı yaşamı, tecride karşı özgürlüğü savunuyoruz”du. Emniyet “tecrit” kelimesini kabul etmedi, o nedenle onu çıkarmak zorunda kaldık. “Kadın kırımına karşı yaşamı ve özgürlüğü savunuyoruz” dedik. Geçen sene de kadın cinayetlerine dikkat çekerek “Jin jiyane jiyanê nekuje”, yani “Kadın yaşamdır, yaşamı öldürme” demiştik. Bu sene büyük uğraşlar sonucunda mahalle mahalle, pazar pazar, sokak sokak her yerde bütün kadınlara bildirilerimizi dağıttık, bütün kadınlara “kadın kırımı”nı anlattık. Uzun zamandır bu kadar büyük bir enerji hissetmemiştim.
Sosyal medyada dans eden mor fistanlı bir kadının fotoğrafı günün simgesi gibi oldu…
Muhteşem dans ediyordu, tam onun videosunu çekecektim, müzik durdu… 8 Mart hazırlıkları sırasında yürüttüğümüz müzakerelerde emniyetin LGBTİ+’ların gelmemesi yönünde isteği olmuştu. Komite olarak LGBTİ+’lara yönelik kolluk şiddeti olabilir diye önlem aldık. İstasyon Meydanı’ndaydık. Çok büyük bir meydandır ve tıka basa doluydu. LGBTİ+’lar alana girdiği anda “LGBTİ+ örgütleri de aramızda” dedi sunucu, gökkuşağı bayrağı açıldı ve alkış kıyamet koptu. Boğaziçi direnişinin ve sonrasındaki saldırıların da sahiplenmede etkisi oldu sanırım. Çok müthiş bir kucaklama vardı, zılgıtlar koptu. İnanılmaz etkilendim. EŞİK’te 8 Mart’ta 8 saat canlı yayın yaptık. Biz İstanbul’daki, İzmir’deki kadınları izledik, onlar da bizi izlediler, birbirimizden haberdar olduk. Sadece Diyarbakır’da değil, Türkiye genelinde çok coşkulu geçti 8 Mart. Her yerde “ben buradayım, şiddetin karşısındayım, İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyorum” sözü yükseldi.
Newroz’da da aynı coşku, yine büyük katılım vardı…
Bizde 8 Mart Newroz’un nasıl geçeceğinin habercisi gibidir. 8 Mart’ta kadınların coşkusu alana yansırsa Newroz da coşkulu geçer. Newroz’da en az bir milyon kişi vardı alanda. Kadınlar yine müthişti, herkes fistanını giymiş, süslenmiş, takmış takıştırmış, o güne özel hazırlanıp gelmişti. 2015’ten bu yana yaşananların ve son dönemde pandemiyle gelen kısıtlamaların da etkisiyle insanlar birlikte aynı gökyüzüne bakarak taleplerini dillendirmek istedi. Her gün her dakika gündemimize düşen, hayatımızı daraltan, gitgide ağırlaşan baskılar neticesinde nefes alamaz duruma geldik. İnsanların kaybedeceği hiçbir şey kalmadı, her şeylerini kaybettiler. Kürtlerin yaşadığı illerde kamu görevlileri ihraç edildi, belediyelerden işçiler atıldı, istihdam alanlarının hepsi yok edildi. Özel sektörde zaten ekonomi korkunç durumda, pek çok iş insanı iflas etti. Hizmet sektöründe çalışanlar pandemide işsiz kaldı, yoksullaştılar, günlük işlerde yevmiyeyle çalışanlar, özellikle kadınların hepsi evde. Geçen sene yoksullukla ilgili bir anket çalışması yaptık. Evlere temizliğe giden yaklaşık 200 kadınla telefonda görüştük. Görüştüğümüz kadınların tümü ailesine bakıyordu ve pandemi sürecinde evine ekmek götüremeyecek hale gelmişti. Çocukları açtı ve hepsi büyük yoksulluk içindeydi. Evdeki şiddet artmıştı. O anket çalışması sonucunda bir dayanışma ağı kurduk.
Öte yandan ikinci kez belediyelerimize kayyumlar atandı, irademiz gasp edildi. HDP’nin kapatılması gündeme geldi. Newroz’daki katılım ve coşku işte tüm bunlara karşı “varız, buradayız, ne yaparsanız yapın, taleplerimizden vazgeçmiyoruz” anlamına geliyordu. 2015 yıkımları, 2016 darbe girişimi ve arkasından başlayan OHAL döneminde belediyelere kayyumların atanmasından beri şiddet, zulüm, baskı sürüyor. 2019’dan sonra ikinci bir kayyum dönemi başladı. İki dönemde de kayyumlar özellikle kadın kurumlarını hedef aldı. OHALʼden önce yerel yönetim deneyimlerinde özellikle kadına yönelik şiddetin azalmasında ciddi mesafe alınmıştı. Türkiye ortalamalarının altındaydı veriler. Bugünse Diyarbakır Türkiye genelindeki kadına şiddet verilerinde ilk sıralarda. Bütün kurumları, alanları yok ettiler, sivil toplum üzerindeki baskılar arttı. Örgütlerde dağılmalar gerçekleşti. Kürt kadın hareketinde çok sayıda arkadaşımızı kaybettik, ölenler oldu, sürgünde ve cezaevinde olanlar var…
Sur, Cizre ve Nusaybin’deki yıkımın açtığı yaralar bir nebze sarılabildi mi?
Bütün bu olanlar bir geri çekilme yarattı. Pandemiyle birlikte gelen derin yoksullaşmanın da etkisi büyük. Mesela birlikte çalıştığımız arkadaşlardan ihraç edilmiş olanlar diyor ki, “çok da görünür olmayayım, en azından kardeşim işten atılmasın”, böyle endişeler de var. Yaşamını sürdürme kaygısı var, dolayısıyla ajanlaştırma meselesi çok yaygın. Dosyalarımıza konan gizli tanıklar sistematik olarak örülmüş bir saldırı aynı zamanda. İnsanlar komşusuna güvenmiyor, iki yıl öncesine kadar aşırı endişeli, kaygılı bir ruh hali vardı. Son birkaç senedir kadınlar olarak yeniden çalışmaya başladık, eylem ve etkinliklerde yeniden beraberce bir şey yapıyor olmanın heyecanı geçti birbirimize. Şu anda bir geçiş dönemindeyiz, buradan ya çok güçlü şekilde çıkacağız ya da gerçekten bunu telaffuz bile etmek istemiyorum ama bir çöküşe gideceğiz.
İstanbul Sözleşmesi uygulanmadığı için kadına şiddet artış gösteriyordu. 6284 sayılı yasaya yönelik saldırılar da başlamıştı. Böyle bir iklimde, 8 Mart’ta “kadın kırımı”nı öne çıkardık. “Eşitlik, özgürlük ve güvenli yaşam için, cinskırımı durdurmak için İstanbul Sözleşmesi’ni uygula” çağrısı yaptık.
Kayyum öncesinde, yeterli olmamakla birlikte, en az üç sığınak vardı Diyarbakır’da, bugün durum nedir?
Kayyumlardan önce Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Kayapınar Belediyesi ve Kardelen Kadın Merkezi’nin birer sığınağı vardı. 900 bine yakın kadının yaşadığı kentte bugün belediye sığınaklarının hiçbiri aktif değil. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi’nin (ŞÖNİM) bir sığınağı var. Kardelen Kadın Merkezi’nin sığınağı kent merkezinde herkesin bildiği bir yere taşındı. Kadınları orada korumak mümkün değil. Büyükşehir Belediyesi pandemi süresince hizmet verebilecek durumda olmadığını bildirerek, şartları iyileştireceğine sığınağını kapattı. Şimdi sadece ŞÖNİM var. Kayyum sonrasında Kardelen’in de müdürü, çalışanları değişti. Liyakatsiz atamalar yapıldı. Bir de vaizeler istihdam ediliyor, onlar da kadınları ikna edip eve gönderiyor. ŞÖNİM’in sığınağına da kadınları biz doğrudan gönderemiyoruz. Başka kentlerdeki kadın örgütleriyle görüştük, kentte kalırsa canından olacak kadınları oralara gönderiyoruz. İstanbul’dan Mor Çatı müthiş bir dayanışma gösteriyor.
Şiddete maruz kalan kadınları ildeki tek sığınağa, ŞÖNİM’e neden gönderemiyorsunuz?
Kadınların tek başlarına, üstelik pandemide onların bürokratik taleplerini karşılaması mümkün değil. Şöyle özetleyebilirim: Şiddete maruz kalan kadın arkadaş bize başvuruyor. ŞÖNİM’e kadar eşlik ediyoruz, ŞÖNİM “karakola gitmeniz gerek” diyor. Kadın karakola gidiyor, karakol “hastaneden Covid olmadığına dair belge al” diyor. Hastaneden bu belgeyi almak birkaç gün sürebiliyor. Sonunda, karakol şiddete uğradığına ikna olursa ŞÖNİM’e gönderiyor. Korkunç bir durum. Kadının canı tehlikede, ne yapacak? Boşanma aşamasında, koruma kararı aldırmada veya adli yardım desteği talebi aşamasında bu dert hep var. Kadınlar hep aynı ağır işleyen prosedürle karşılaşıyor. Yakın zaman önce, bir gün dernekteyim, eşyalarını siyah çöp poşetlerine doldurmuş bir kadın geldi yanında küçük bir çocukla. Belli ki can havliyle çıkmış evden, terlikleri ayağında. “Eşim beni öldürecek, beni koruyun” dedi. “Kayyum belediyenin sığınaklarını işlevsiz hale getirdi, seni ŞÖNİM’e götürelim” dedim. Ağlamaya başladı. “Ben oraya gitmeyi biliyorum. Ben size sığındım, siz bana yardım edin” diyor. Dernekte böyle bir imkân yok. Baktım şöyle demeye başladı: “Onlar bizim belediyelerimize el koydu, ben nasıl onlara sığınırım?” Bir de böyle bir anlayış var. Yaşam hakkı tehdit altında, ama “ben kayyumun sığınağına gitmem” diyor. İkna ettik bir şekilde, ŞÖNİM’e götürdük. Aklıma geldiğinde boğazım düğümleniyor. Kürt illerinde Mor Çatı gibi bağımsız sığınaklar yapabilmeliyiz. Kayyumlardan sonra kadını güçlendiren hiçbir yapı kalmadı: Kadın merkezleri, kooperatifler kapatıldı, sığınaklar resmi olarak kapanmadı, ama işlevsiz.
Şiddeti tırmandıran etmenler neler?
Hem cezasızlık hem de kadınların sığınabileceği, başvurabileceği alanların olmaması, yani erkekleri daha da güçlendiren ve kadınları gittikçe zayıflatan durumların hepsi şiddeti tırmandırıyor. Bir diğer sebep de yoksulluk. Yoksulluk ve şiddet birbirini besliyor. Ve tabii sürekli savaş hali, üretilen savaş söylemi de şiddeti tırmandırıyor.
Adına “özel savaş” dediğimiz bir durum var ki, kentin toprağını, doğal kaynaklarını, dilini, kültürünü olduğu kadar genç kadınların yaşamını da tehdit ediyor. Bu mesele pandemi döneminde artış gösterdi. Gülistan Doku bir yılı aşkındır kayıp, soruşturmada bir ilerleme yok. Batman’da İpek Er’e tecavüz eden ve intiharının sorumlusu olan fail tahliye edildi. Genç kadınlara dönük farkındalık çalışmaları yapılmalı. Bizim çalışmalarımız da hep bu yönde. Çünkü iktidarın üniformalı, üniformasız kamu görevlisi, birtakım unvanlara sahip erkekleri genç kadınlara yönelik, şiddet olarak görülmeyen, “sevgi” adı altında psikolojik ve cinsel saldırılarda bulunuyorlar. Mesela Gercüş’te yaşananlar: Kolluk görevlileri, kamu görevlisi, zengin işadamları kadınları ve bir de çocuğu para karşılığında istismara maruz bırakıyor. Tekstil atölyesinde çalışan kadınlar kolluk görevlileri tarafından fuhuşa zorlanıyor. Cinsel saldırılar duyulunca basından bir arkadaş gidip görüştü kadınlarla, sonra bu kadınların hepsi ortadan kayboldu, kimse bir daha ulaşamadı. Araştırdık, bilgilerine ulaşmaya çalıştık, ama kimse konuşmayı kabul etmedi. Tam bir kör kuyu. Fuhuş yaptırılan çocuk burada, Çocuk İzleme Merkezi’nde (ÇİM) korumaya alındı, bir daha ona da ulaşamadık.
Şiddetle mücadele alanında çalışıyorsunuz, ama ÇİM’le temas kuramıyorsunuz, neden?
Sadece bizimle değil, baroyla da çalışmıyorlar. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, özellikle kadına ve çocuğa karşı şiddet konusunda hiçbir şekilde veri paylaşmıyor, işbirliği yapmıyor bizimle. İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmak istemelerinin temel nedenlerinden biri de bu, çünkü sözleşme sivil toplumla işbirliğini öngörüyor. Niye yapsın ki? Politik olarak şiddet üretiyorlar. Bu bir devlet politikası, biz bunu burada yoğun bir şekilde hissediyoruz.
8 Mart’ta, LGBTİ+’lar alana girdiğinde “LGBTİ+ örgütleri de aramızda” dedi sunucu, gökkuşağı bayrağı açıldı ve alkış kıyamet koptu. Boğaziçi direnişinin ve sonrasındaki saldırıların da sahiplenmede etkisi oldu sanırım. Çok müthiş bir kucaklama vardı, zılgıtlar koptu.
Son aylarda giderek daha çok dikkat çeken “cinskırım / kadın kırımı” tartışması kadın hareketinin ne zamandan beri gündeminde?
Bu tartışma on yıl kadar önce yükseldi. Kadın kırımı meselenin ikili yönüne işaret ediyor, devletten kadına yönelen şiddet ve erkek şiddeti. Cinskırımı mı, kadın kırımı mı tartışmasında kadın kırımının kullanılmasında bir ortaklaşma oldu. Yurtdışında da başvurulan bir kavram. Şiddetin sürekliliğine vurgu yapıyor. Çok sinsi ve en çok kadınlara ve kız çocuklarına yönelen şiddeti en iyi anlatan kavram. Sistem sistematik olarak kadına saldırıyor. Pandemiyle birlikte bazen günde beş-altı şiddet vakası cinayetle sonuçlanıyor. Kadın tecavüze, şiddete uğruyor, göç etmek zorunda kalıyor, mülteci oluyor, sürgün oluyor, öldürülüyor, bunların hepsi kırım. Bunu tanımlayabilmek, bunun bir devlet politikası olduğunu, sistematik olduğunu ifade edebilmek, bu söylemi üretebilmek çok kıymetli.
Bismil’de çocuğa cinsel saldırı olayında anne Nurcan Karakaş “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istemenizdeki amacınız daha çok katliam, daha çok adaletsizlik mi?” diye sordu. Onunla irtibata geçtiniz mi?
Haberi okur okumaz aradım Nurcan’ı. Çok öfkeliydi, bu haksızlığa tahammül edemiyor. Evet, 14 yaşındaki kızına yönelik şiddet var, tecavüz var, yaşam hakkı ihlali var. “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme amacınız daha çok katliam mı?” diye soruyor haklı olarak. Nurcan şikâyette bulunmuş, bütün yasal gereklilikleri yerine getirmiş, ama hiçbir şey yapılmamış. Fail elini kolunu sallayarak geziyor. Nurcan’a hukuki destek sağlayacağız, talebi çok açık: “Lütfen bu konuyu gündemleştirin, çocuğum için adaletin sağlanmasına önayak olun, bize güç verin.” İstanbul Sözleşmesi’ni de biliyor. Birbiri ardına yaşanan kadın cinayetleri sonrasında Bismil’de İstanbul Sözleşmesi konusunda bilgilendirme çalışması yapmıştık. Şiddet karşısında haklarımızı anlatan Türkçe ve Kürtçe broşürler hazırlamıştık. Kadınlar bunları okuyor, okuyamayanlar da birbirine anlatıyor.
Bizim bu çabalarımıza karşın, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından kadına yönelik şiddetin önüne geçilebilmesi amacıyla geliştirilen KADES uygulamasının altı dilde hizmet verdiği duyurulurken, Türkiye’de en çok konuşulan ikinci dil olan Kürtçe dil seçenekleri arasında yer almadı. Kadına şiddeti önlemek için bir yazılım geliştireceksiniz, Fransızca, İngilizce seçenekleri olacak, ama Kürtçe olmayacak!
Sizinle iki buçuk yıl önce yaptığımız söyleşide “Kayyumlardan sonra elimizde hiçbir veri kalmadı, bağımsız bir veri tabanı çalışması yürüteceğiz. Bize gelen şiddet başvurularına çözüm üretmeye çalışıyoruz, kuruluş amacımız eğitim çalışması yapmak, mahallelerde kadına ulaşmak” demiştiniz. Bunları hayata geçirebildiniz mi?
Mahallelerde olacağız, ev ev dolaşacağız diye düşünüyorduk. Nispeten gerçekleştirdik de. OHAL döneminde şiddetin yaygın bir şekilde yüzeye çıkması, pandemiyle birlikte eviçi şiddetin artması, destek kurumlarının yok edilmesi gibi nedenlerle yoğun olarak şiddet başvuruları almaya başladık. Aslında niyetimiz daha çok saha çalışması ve eğitim gibi şiddeti önleyici çalışma yapmaktı. Farkındalık yaratmak, zihniyeti değiştirmekti hedefimiz. Ama acil ihtiyaç nedeniyle koruma ve yargı süreçlerini takip etmeye başladık. Bu arada, Diyarbakır Şiddetle Mücadele Ağı’nın kurulmasına öncülük ettik. Bu ağın geçen Kasım ayında yayınladığı rapora göre son bir yıl içinde kadına yönelik şiddette Diyarbakır ilk sıradaydı: 33 kadın intihar etti, 43 kadın katledildi, 35 kadına ait ölüm verileri ise şüpheli bulundu.
Hangi kuruluşlar var bu ağda?
Biz varız, Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Merkezi, Çocuk Hakları Merkezi, Diyarbakır Barosu LGBTİ+ Hakları Komisyonu, İnsan Hakları Derneği Kadın Komisyonu, SHU-DER (Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği), TMMOB, Eğitim-Sen, ÖHD (Özgürlük İçin hukukçular Derneği), SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası), KESK Amed Kadın Meclisi, TTB Diyarbakır Kadın Komisyonu, DAKAH-DER (Dayanışmanın Kadın Hâli Derneği) ve DERMEZ (Derunnasên Mezopotamyayê – Mezopotamya Psikologları). Her kurumun kendi veri sistemi var, gizlilik ve kişisel verilerin korunmasıyla ilgili kuralları esnetmeden, bu verileri rapora dönüştürüyor, altı aylık periyotlarla yayınlıyoruz. Ayten Kaya dosyası var elimizde şu an. Annesi başvurdu “kızım intihar etmedi, eşi öldürdü” dedi. Avukat arkadaşlar hukuki işlemleri yaptı. Kadın savcılar bu konuda duyarlı olabiliyor. Savcı davayı hemen araştırdı ve dosyayı yeniden açtırabildik.
Kayyumlardan önce, kadına yönelik şiddetin azalmasında ciddi mesafe alınmıştı. Türkiye ortalamalarının altındaydı veriler. Bugünse Diyarbakır kadına şiddet verilerinde ilk sıralarda: Bir yılda 33 kadın intihar etti, 43 kadın katledildi.
Önümüzdeki günlerde neler yapacaksınız?
İstanbul Sözleşmesi’nin bir kararla feshedilemeyeceğine ilişkin Danıştay’a itiraz başvurusu yapacağız. Çok umutlu olmamakla birlikte, Kürt kadın hareketinden henüz hiçbir STK başvuruda bulunmadığı için kadın hareketinin genel itirazlarına anadil meselesini de eklemek istiyoruz. Saha çalışmalarıyla kadınlara İstanbul Sözleşmesi’ni, kadın haklarını ve başvuru mekanizmalarını anlatıyoruz. Vekilleri birebir izlemeye başlayacağız. Parlamentoyu imzasına sahip çıkmaya davet ediyoruz. 11 Mayıs’ta İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının onuncu yılını kutlamaya hazırlanıyoruz. Diyarbakır’da yaptığımız eylemler ve vaka/dava takipleriyle “kadın cinayetleri politiktir” demeyi sürdüreceğiz. “Etkin soruşturmalar yürütün, caydırıcı cezalarla kadına şiddetin insan hakkı ihlali olduğunu kamuoyunda yaygınlaştırın, cezasızlık bir devlet politikasıdır” mesajlarını her zeminde vermeye devam edeceğiz. Em Xwe Diparezin (Kendimizi Savunuyoruz) kampanyası kapsamında feminist özsavunma atölye çalışmalarını sürdüreceğiz.
Bu atölye çalışmalarının kapsamı nasıl?
Feminist özsavunma atölyeleri kadının özgüven kazanmasını destekliyor. Psikolojik ve fiziksel özsavunmayı anlatıyor. “Şiddete razı olmayın, yalnız kalmayın. En güçlü özsavunma örgütlenmektir” diyoruz. Bunları konuştuğumuzda kadınların kendilerini daha iyi hissettiğini görüyorum: “Komşunla, kadın örgütleriyle yapacağın dayanışma seni güçlendirecek. Örgütlü oldukça, bir arada oldukça tüm şiddet türlerine karşı kendimizi güçlü bir şekilde savunabiliriz. Erkeklerin yaptıkları ilk şey bizi yalnızlaştırmak. Erkeğin yarattığı o alanda her gün şiddete maruz kalıyoruz. Örgütlenmenin ilk adımı arkadaşlardan vazgeçmemek. Arkadaşımızla bağımızı bile koparmaya çalışan bir zihniyet var karşımızda, erkek de devletin mikro hali. Senin çoğul olmandan hoşlanmıyor. Çünkü geliştirdiği şiddeti eleştirebilecek, ‘hayır’ diyebilecek üçüncü bir göz istemiyor”.