Esme Madra “Çoğunluk”, “Nefesim Kesilene Kadar” gibi yeni Türkiye sinemasının yüzakı filmlerinde sergilediği oyunculukla pek çok ödülün sahibi oldu. Tiyatro sahnesinden film ve dizilere uzandığı oyunculuğunun yanında, deneysel kurgunun iyi sayılan kısalarıyla da tanınıyor. Yeni filmi “Sarı, Siyam, Kanocular ve Ev Sahibi” 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması kapsamında bugün (9 Ekim) izleyiciyle buluşuyor.
Hem yazıp hem yönettiğin Sarı, Siyam, Kanocular ve Ev Sahibi sürreel sularda dolaşan, diyalogsuz bir film. Nasıl tarif edersin bu filmi, nasıl gelişti yıllar içinde?
Esme Madra: Önce aklıma birtakım sahneler, karakterler geliyor, imajlar istikrarlı bir şekilde kafamda, gözümde netleşmeye başlıyor. Kanocular, onların gelişi ve bir kadının onları karşılıyor olması senelerdir kafamda dönüyordu, ama bunun tam olarak ne olduğunu bilmiyordum. O sahneleri tekrar tekrar kafamdan geçirip sonrasında ne olabileceğini düşünmeye başladım. Bir sonraki sahnede ne olacak, sonra ne oluyor olabilir? Ama bunlar birtakım anlamlara işaret eden metaforlar olsun, onları da şu şekilde yerleştireyim gibi işlemiyor süreç. Sonra benim dışımda insanların da takip edebilmesini sağlamak için bir matematik bulup ona oturtmaya çalışıyorum. Filmdeki birçok sahne kendi dünyamda bir yere işaret ediyor tabii ki. Ama hikâyenin bütününde aslında şu hikâyeyi anlatıyorum demek istemiyorum. Bunu demeye başladığım an kendime yabancılaşıyorum ya da çok açıklama yapıyormuşum, aslında açıklamaya çalıştığım şeyler gerçek değilmiş gibi geliyor. Daha çok resim çizmek gibi. Şunları çizeyim diye başlamıyorsun da, şekiller çiziyorsun ve onlar bir şeye dönüşmüş oluyorlar. Film çekerken de böyle oluyor. Bu işi yazmam yaklaşık beş sene sürdü. Birçok kez değiştirdim, ama bazı şeyler hep aynı kaldı.
Bir imgeler dizisini matematiğe oturtmak, filme dönüştürmek zorlu bir iş. Filme ilham olan gerçek insanlar var mı?
Evet, filmin referansları var. Anneannem Suzan Gülcügil UFO’lara inanırdı. Uzaylıların insan şekline bürünüp dünyayı işgal ettiği filmler izler, onları heyecanla bana anlatırdı. Hüzünlü şiirler yazardı ve şiirlerini arkadaşlarımın yanında ezberden okurdu. Çok derinlikli konular konuşabildiğiniz ve aynı zamanda şefkat dolu bir insandı. Hafızası son gününe kadar capcanlıydı. Hem edebiyat âşığı olması hem de gerçeküstü konularda bu kadar inançla konuşabilmesi muazzamdı, ondan çok etkilendiğimi düşünüyorum. Onun ruhundan ve evindeki eşyalardan çok iz var bu filmde. Senaryomun öykü halini ona da okuma fırsatı bulmuştum. Hikâyenin çıkış noktası anneannem değil. Ama anneannemin ruhuna dair Şebnem’de (Hassanisoughi), ev sahibi karakterinde ve ev sahibinin evinde çok şey var.
Şehirde geçen bir olay hayal edemiyorum. Daha açık bir düşünme alanı yarattığı için aklıma hep orman geliyor. Su, ateş ve toprağın olduğu ortamlarda daha kolay hislere doğru çekilebileceğimizi hissediyorum.
Çektiğin iki film de diyalogsuz, ama beden dili çok gelişkin filmler. Her oyuncunun neredeyse bir koreografisi var, Sarı, Siyam…’da dans da var.
Liseyi Pera Güzel Sanatlar’da okudum. O yaşta sanat okulunda olabilmek benim için büyük bir şanstı. Okulda doğaçlama ve hareket odaklı dersler çoğunluktaydı. Her zaman dansa ilgi duyduğum gibi, tiyatronun da konuşmasız olanı benim için merak konusuydu. Bir de, küçük yaştan beri günlük tutuyorum. Yakın bir arkadaşımla yirmili yaşlarımızın başına kadar birbirimize defter alıp verirdik. Yazı yazmaya hep ilgim oldu. Gerçeküstü hikâyelerin olduğu yazılar, öyküler yazıyordum. Analitik düşünebilen biri değilim. Eğitim sistemi beni çok zorladı, sınıfları çok zor geçtim. Dolayısıyla, öğrenme ve algılama biçimim de öyle değil. O yüzden net cevaplar veremiyorum, çünkü böyle düşünerek cümle kuramıyorum. Daha çok resimler, şekiller, hareketler var zihnimde. Bunların uyandırdığı şeyler ve ilişkilerin bu şekilde anlatımı beni harekete geçiriyor. Meşakkat ve Karısı (2013) filmimi biraz daha net tanımlayabiliyorum. Çünkü o hikâyede bir çift var. Meşakkat’i de öykü olarak yazmıştım. Bu kendimi rahatlatmak için yaptığım bir şeydi. Onu yazarken de ne yazdığımı bilmiyordum, ama hissi çok güçlüydü benim için. “Meşakkat ve Karısı yola koyuldu. Ama ayrı yollara…” diye bir şeyler yazmaya, sonra bu öyküyü yakınımdaki arkadaşlarıma okumaya başladım. Onlar da bunu izliyor gibi olduklarını söylediler. Bu öykünün izlenebilecek bir şey olduğunu söylemeye başladıklarında “acaba bunu senaryo gibi yazsam nasıl olur” diye düşündüm. Yine diyalogsuz senaryo formatındaydı. O film gerçekten öyküydü. Ama bunu öykü olarak yazarken bu işi filme dönüştürme ihtimalimizi hissediyordum. O heyecan vardı. Meşakkat’in post-prodüksiyon sürecinde aşırı zorlanmıştım. Bir daha film çekmem diye düşünmüştüm.
İlk kısa filmin Meşakkat ve Karısı da ormanda geçiyordu. İki filmi ortaklaştıran mekân niçin orman?
Şehirde geçen bir olay hayal edemiyorum. Orman, arazi ya da açıklık, bildiğimiz anlamda şehirdeki yaşamımıza dair bir şey olmasa da, her izleyen için farklı bir anlam taşıyor. Daha açık bir düşünme alanı yarattığı için aklıma hep orman geliyor. Su, ateş ve toprağın olduğu ortamlarda daha kolay hislere doğru çekilebileceğimizi hissediyorum. Herhalde bu yüzden orman geliyor hep aklıma.
Kurgu-deneysel sinema tarzını ne zaman keşfettin?
Lisedeyken tiyatro festivali kapsamında AKM’de Ultima Vez’in Blush adlı dans gösterisini izlemiştim. İzlemeye gitmeden önce olduğum kişiyle sonrasında aynı kişi değildim sanki. Biçimsel olarak ve his olarak her şeyin uçsuz bucaksız olabileceğine, her şeyin içinde daha da geniş bir şey bulunabileceğine dair bir hisle çıkmıştım oradan. Gerçekliğin kırıldığı bir tür olan müzikalleri de çok seviyorum: Hair, West Side Story, Pink Floyd – The Wall… İnsanların şarkı söyleyerek çok dramatik şeyleri anlattığı müzikallerden çocukluğumdan beri etkileniyorum. Müzikale tahammül dahi edemeyen çok insan var, gerçeğin bu kadar kırılması sahte ya da saçma geliyor bazısına. Ben hemen normal bir şeymiş gibi kabul ediyorum. Bunlar her zaman hayal gücümü coşturuyor. Ayrıca Jacques Tati filmleri. Bazı çocuk kitapları, Alice Harikalar Diyarında, Küçük Vampir, James ve Dev Şeftali… Küçük Prens’in 1974’te çekilmiş muhteşem bir filmi var. Müzikal olarak çekilmiş, bazı bölümlerinin dansları, kostümleri ve atmosferi muhteşem.
Yazma biçiminin içe dönüklüğü filmlerine de sızıyor…
Oyunculuğa heves etmemin bir sebebi de bu olabilir. Hislerimi belli edebilen bir insan olduğumu düşünmüyorum. Bir şekilde bunu belli etmenin yolu oyunculuk olmuş olabilir benim için. Dengemi bulabilmek için yazı yazmaya da, oyunculuğa da ihtiyacım var. Yazmadığım dönemler olsa da hislerimi toparlamak için her zaman yazıya dönüyorum. Duygu durumumu ancak böyle algılayabiliyorum.
İnsanların şarkı söyleyerek çok dramatik şeyleri anlattığı müzikallerden çocukluğumdan beri etkileniyorum. Gerçeğin bu kadar kırılması sahte ya da saçma geliyor bazısına. Ben hemen normal bir şeymiş gibi kabul ediyorum.
Oyuncu olmayı ve oyunculuğunu nasıl tarif ediyorsun?
Kendi oyunculuğum için sürekli üzerine çalışıp düşündüğümü söyleyebilirim. Her seferinde geliştirmem gereken bir şeyi fark ettiğim, kendimi her izlediğimde içimde bitmeyen, dönüşen, geri ya da ileri giden bir süreç yaşıyorum. Oyunculuğa tutkuyla bağlıyım. Ama yönetmenlik öyle bir şey değil. Yönetmenlik yapmamın pozitif bir tarafı var, çünkü oyunculuktan daha stressiz bir alan açılıyor. Çok tutku duyduğun şeyleri daha ince eleyip sık dokuyorsun. Bu da seni bazen kapatıyor ve başka zorluklar çıkarmaya başlıyor. Oyunculuk benim için bir ihtiyaçtı. Bununla ilgilenmeye başlayınca yaptığım şeyden çok emindim. Bu alanda devam etmek istediğimi biliyordum. Hayatımın dengesi için yapmam gereken şeydi. Ama bunu yine de tam olarak nasıl açıklamam gerektiğini bilmiyorum. Zor bir soru. Ama şu var: Oyunculuk, üslûp ve ruh olarak işin kendisine göre şekil alması gereken bir durum. Yani senin o şeye adapte olman ile eşdeğer. Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlerde oyunculuk kalitesi var. Dardenne Kardeşler’in filmleri gibi çok gerçekçi olanlarda ise neredeyse belgesel tadında bir oyunculuk var. Oyuncu olarak senin o duruma kendini evriltmen gerekiyor. En zevkli kısmı da bu. Ben hayatta insanların enerjisine çok kolay girebilen bir tipim. İstesem de, istemesem de birinin ruh haline hemen bürünüyorum, orada hapsolabiliyorum. Bu çok dipte ya da çok yüksekte de olabilir. Bunu hayatta yapmaktan hoşlanmıyorum, ama oyunculukta olduğu zaman çok zevkli hale geliyor.
Oyuncu olarak bir karakterle karşılaştığında hikâyeyi anlamaya, üzerine düşünmeye nereden başlıyorsun?
Senaryo çok iyiyse daha okurken sanki çekilmiş bir filmin içindeymişsin gibi bir his oluyor. İzler gibi okuyorsun. Çoğunluk’ta da (Seren Yüce, 2010), Nefesim Kesilene Kadar’da da (Emine Emel Balcı, 2015) aynı şey olmuştu. Dolayısıyla ilk okuduğum zaman senaryoya önce dışarıdan bakıyorum. Sonra karakterin enerjisiyle ilgileniyorum. Sosyal olarak dışarıdan nasıl göründüğüne dikkat ederek davranan birisi mi? Daha içe dönük, utangaç mı, yoksa daha rahat hareket eden birisi mi? Karakterin duruşunu, bakışını ve hareketini değiştiren şeyler ya bunlar, öyle bir yerlerden araştırmaya başlayıp “eğer öyleyse sahnede tavrı nasıl olur” diye kendi içimde debelenmeye başlıyorum. Yönetmen kimse ona sorular soruyorum. Kendi gündelik işlerimi yaparken o karakterin hareketlerini düşünmeye başlıyorum ve o işleri o yapıyormuş gibi içgüdüsel olarak denemeler yaparken buluyorum kendimi. Planlı değil de, öyle oluyor gibi. Daha bedensel bir yerden yaklaşıyormuşum başında, şimdi fark ettim… Sonra okuma provası başlayınca benim için zor oluyor. “Aaa kendim gibi konuşuyorum” demeye başlayıp sinir oluyorum. Öbüründe yol kat etmişim gibi gelirken, konuşmaya başladığım noktada kendime daha yakın bir yerde buluyorum. İkisini birleştirme kısmında zorlanıyorum. Hiçbir zaman kolay geçmiyor. Kendi içimde sürekli çelişiyorum ve her seferinde buna ikna olup oyunculuğu bırakmam gerektiğini düşünüyorum. Kendimi çok paraladığım bir döneme girip sonra bir şekilde oradan çıkmaya çalışıyorum. Nefesim Kesilene Kadar filminde en zorlandığım şeydi konuşmak. Çoğunluk’ta Kürt aksanı vardı. Onun sürekli derecesini konuşuyorduk. Emel’in (Balcı) filminde konuşma biçimine dair referansım yoktu. Şehirli olmaması gerekiyordu ve bir şeye de işaret etmesini istemiyordu Emel. Referans olmayınca ayarını tutturmakta çok zorlandım.
“Nefesim Kesilene Kadar” için Bağcılar’da bir atölyeye gidiyordum. Bir süre sonra bana da iş vermeye başladılar. Orada tanıştığım ortacı kız benim oynadığım Serap’tan küçüktü. İnanılmaz bir hızda çalışıyordu. Bir yandan da sürekli etrafı kesiyordu. Buna tanık olmasam filmde çok daha yavaş hareket etme eğilimim olurdu.
Nefesim Kesilene Kadar’daki tekstil işçisi Serap izleyicide izler bırakan etkileyici bir karakterdi…
Hayatımın en uzun prova dönemiydi. O sürecin sonunda Serap benim için çok iyi tanıdığım bir karaktere dönüştü. Çekimler başladığında ne olacağına çok hâkimdim, normalde yaşadığım tedirginlik yoktu artık. Çünkü karakteri tanıyor olduğumu düşünüyordum. Bu kadar uzun prova mı olur diye bunaldığım zamanlar olmuştu. Ama geldiğim noktada artık bir özgürlük alanı oluşmuştu. Başka birini izliyormuş gibi hissetmiştim kendimi izlediğimde.
Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, sınıf farkları, yoksulluk, yoksunluk gibi ağır temaların işlendiği bu iki filmin kadın oyuncusu olarak bu meselelerle oyunculuğunu nasıl buluşturuyorsun?
Filmin durduğu yeri anladıktan sonra politik ya da sınıfsal taraflarına girmemeye çalışıyorum. Bu durum role dışarıdan bakmana neden oluyor. O filmin oyuncusuysam da, o tarafa kendimi kaptırmadan filmin nesnesi olmaya çalışıyorum. Sezgi ve gözlem tarafında kalıyorum. Tekstilci bir kızı oynamak için tekstil atölyesine defalarca gittim. Komik duyuluyor böyle, ama çok şeyi değiştiriyor.
Tekstil atölyesinde ne öğrendin?
Bağcılar’da bir atölyeye gidiyordum. Bir süre sonra bana da iş vermeye başladılar. Çalışanlarla molalarda takılıyorduk. Kendi kendine düşünüp bulamayacağın, bir işi yaparken edindiğin hareketler var. Tekstil atölyesinde çalışmak da çok farklı bir ritme sokuyordu işçileri. Orada kaldıkça sen de o ritme giriyorsun. Atölyede çalan müziklerle makinelerin sesi birleşince çoğu zaman hiçbir şey duyamıyorsun, bu da insanlarla daha çok bakışarak anlaşmana veya sanki yalnızmışsın gibi çalışmana neden olurken, bir yandan da inanılmaz hızlı çalışıyorsun… Ortacı bir kızı oynuyordum. Orada tanıştığım ortacı kız benim oynadığım Serap’tan küçüktü. İnanılmaz bir hızda çalışıyordu. Gerçekten bir makine gibiydi. Bir yandan da sürekli etrafı kesiyordu. Buna tanık olmasam çok daha yavaş hareket etme eğilimim olurdu.
Son soru: Esme Madra’nın yazıp çektiği gibi filmler için oyunculuk teklifi gelse…
Çok sevinirdim! (gülüyor) Hem yönetip hem oynayabilecek olsam kesin atlardım yazdığım bir karaktere. Yazdığım tarzda yapılan deneysel oyunculuk çok ilgimi çekiyor. Uzun metrajlarda değilse de, kısa filmlerde biraz daha deneysel oyunculuk imkânı buluyorum. Ah Geceler ve Boğaz adlarında oynadığım iki kısa var. Onlarda karakterler fantastik değil pek, ama yine de birinde distopik bir dünya, diğerinde de biçimsel olarak bazı denemeler var. Heyecanlı bir dünya. (gülüyor)