TÜRKİYE ERMENİLERİ PATRİĞİ MUTAFYAN HAYATINI KAYBETTİ

Sevan Değirmenciyan
10 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Türkiye Ermenileri 84. Patriği Mesrob Mutafyan 8 Mart günü hayatını kaybetti. Mutafyan 1998’de patrik seçilmiş, 2008’de fronto-temporal demans hastalığına yakalanmıştı. O günden sonra, Ermeni cemaati içinde seçim ve meşruiyet tartışmaları da artarak sürdü. Rober Koptaş’ın belirttiği gibi, belki de “bu demans sadece Patriğin değil, tüm Ermenilerin çektiği ıstırabın billurlaşmış hali” idi. Agos’taki köşesinden, Azınlıkyan’dan, Ben Topik Değilim’den tanıdığımız çizer Aret Gıcır, 2016’da Galata Rum Okulu’ndaki açılan üçüncü kişisel sergisi Günden Güne’de Mutafyan’ı ve “uzun uyku”sunu büyük ölçekli tuvallere aktarmış ve sadece sadece cemaat içi bir mücadeleyi değil, bir insanlık durumunu, travma ve hafıza arasındaki araf ilişkisini de sorgulamıştı. Gıcır’ın sergisi üzerine Sevan Değirmenciyan’ın Express’in 144. sayısında yayınladığımız yazısını ve aynı sayıda kısaltarak kullandığımız Rober Koptaş’ın sergi kataloğu yazısını naklediyoruz.

Aret Gıcır’ın Galata Rum Okulu’nda açılan Günden Güne sergisinin öznesi olan Mesrob Mutafyan, henüz patriklik makamına oturma iddiası olmadığı bir dönemde, 1461’de kurulan İstanbul Ermeni Patrikliği’nin 1920’lerden itibaren fiilen yok hükmünde olduğunu söyleyen Kahire doğumlu rahip ve kilise tarihçisi Dr. Zaven Arzumanyan’a karşı bir yazı yazmamı arzu etmiş, benzer fikirlerin aslında diaspora çevrelerinde yaygın olduğunu eklemiş ve bütün bunlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylemişti. Mesrob Mutafyan İstanbul Ermeni Patrikliği’ne, onun maddi ve manevi varlığına inanan biriydi, en azından son yıllara kadar bıraktığı intiba bu yöndeydi.

Aret Gıcır’ın devasa tablolarında hapsolmuş, yaşam mücadelesini günden güne yenik düşerek değil, direnerek sürdüren Mesrob Mutafyan ise anonim, kolektif bir karakter. Hastalığı tablolardan dışarı yansıyan bir hal olmaktan ziyade, ziyaretçinin bilgisiyle örülen, tamamlanan bir durum. Kendisini bu verili algıdan soyutladığımızda ortaya çıkan, bizi büyük bir meçhule sürükleyen nasıl biri olduğu, kim olduğu, ne olduğu hakkında sorular. Galata Rum Okulu’nun bir labirente giriyormuş hissi veren merdivenleri yumuşak bir yastık üzerinde yarı açık ağzı, uzun sakalıyla kafasını gördüğümüz yatan karakterin asılı olduğu tabloyla nihayetlendiğinde, kaybolmadığını anlamanın verdiği rahatlık duygusu yerini tedirginliğe ve tekinsizliğe bırakıyor. Rahatsız edici bir görüntüyle karşı karşıyayız. Buna rağmen, sergi geneline bakıldığında, karakterin en masum, en suçsuz, en arınmış görüntüsünü yakalayabildiğimiz duruşu bu. Bu eser karşısında metanetli bir duruş sergilemek ancak Mesrob’u tanımamakla mümkündü belki. Bense, sadece burada değil, diğer tabloların da önünde, karakterin hastalığının baskısı altında kalan bir izleyici olmaktan çok, bir yansıtıcıyım. Karakterin hastalık sebebi, adımlarımı attıkça karşılaşacağım onun garip ve alışılmadık duruşlarının sorumlusu, gittikçe kendisini hasta edenim…

Karakterin dinginlik örtüsü altında yatan uyuşukluğu, elimde, patriksizlik durumunu niteleyen bir anahtar olabilir.

Yaklaşık on yıldır süren patriksizlik, toplumun geleneksel cemaat olma durumunun parçalanmasının bir tezahürü. Bir sanatçının, Aret Gıcır’ın, Mesrob Mutafyan adlı bir patrikle sanatsal olarak uğraşıyor olması bu kaygının, daha doğrusu bu yitişin bir yansıması olabilir mi?

Bu sergiyi açmaya hazırlandığında gelecek tepkilerden çekinip çekinmediğini Aret’e sorduğumu hatırlıyorum. Yaklaşık on yıldır patriğin manevi şahsına karşı saygısızlık olacağı bahanesiyle seçim yaptırmayan, hatta eş-patrik seçimini bile sabote eden “önde gelenler” pek tabii onun bu karakterize edilmiş görüntüsünü tepkiyle karşılayabilir, sanat eserlerine karşı tahammülsüzlük gösterebilirlerdi.1

Takriben on yıldır devam eden bu patriksizlik aslında büyük ve derin bir ilgisizliğin de göstergesi. Tarihten ve hâlâ hayatta olan insanların aktardığı anılardan, benzer bir durumun 1944-1951 yılları arasında da yaşanmış olduğunu biliyoruz. Patrik kaymakamı sıfatını almış bir episkopos yedi yıl boyunca makamı yönetmiş ve o dönem Türkiye Ermeni cemaatinde izleri bugün bile görülen, anısı anlaşılmaz bir şekilde hâlâ taze derin ayrışmalar yaşanmış, kavgalar edilmiş, kamplaşmalar ortaya çıkmış ve karşıt taraflar birbirlerine tehditler yağdırmıştır. O dönemle karşılaştırıldığında, şimdiki durumun ilgisizlikten de öte bir anlamı ifade edecek bir sıfata ihtiyacı var.

Siyasi saiklerle ve kadim Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği karşısında dengeleyici bir unsur olarak 1461’de tesis edilip tarih sahnesine çıkarılan İstanbul Ermeni Patrikliği, Ermeni Kilisesi’nin diğer patriklik makamlarıyla çatışmaya girip zaman içinde nüfuzunu artırmış ve 20. yüzyıla gelindiğinde en kuvvetli makama dönüşmüştü. Bu tarihi, Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan Batı Ermeni toplumunun öneminin artmasından bağımsız düşünmemek gerekir tabii. 1915’teki yıkım, beraberinde patriği de sürgüne yollamış, patrikliğe de kelimenin tam anlamıyla mühür vurmuştu. Halkın namevcudiyeti patrikliği de gereksiz kılacaktı doğal olarak. Fakat diğer yandan, bu kurumun asırlar boyunca kazandığı ağırlık önüne çekilecek herhangi bir barikatı devirecek boyuttaydı ve dolayısıyla yeniden mevcutiyet bulması çok uzun sürmedi. Artık olmayan, yaşamayan halka rağmen, kurumsuzlaştırılmasına, itibarsızlaştırılmasına rağmen…

1915’te gördükleri ve yaşadıkları karşısında aklını yitiren Gomidas gibi yaratıcı bir deha günden güne hastalığının farklı evrelerini yaşarken, Mutafyan’ın yitişi Hrant Dink cinayetiyle doğrudan ilişkilendirilse bile, aslında yaşananların, olup bitenin gizliliğinin dehşet verici boyutu hakkında da bir fikir veriyor. Bu bağlamda bizim de zihnimizi yitirmemiz söz konusu olabilir.

Aret Gıcır’ın öznesi günden güne çözülmeye başlayan, parçalanan2 Türkiye Ermeni toplumuna karizması ve çabasıyla yeni bir ivme kazandırmıştı hiç şüphesiz. Patriklik tahtına seçilmesi yeni bir dönemin müjdecisiydi pek çoğu için. Gelenekten gelen kurumun gerekliliği fikrini genç insanlara yeniden aşılamaya başladığı, onları bu yönde ikna ettiği, makamı şahsıyla doldurduğu bir zamanda Mutafyan, aslında gerekli olanın şahsı ve kişiliği –şahıs ve kişilik– olduğunu anlatırcasına, toplumundan mahrum bırakıldı. Anlatırcasına değil; Aret Gıcır’ın tuallerine baktığımızda kullanacağımız fiil aslında haykırırcasına! Çaresizce, sessizce haykırarak…

Yaklaşık on yıldır süren patriksizlik, toplumun geleneksel cemaat olma durumunun parçalanmasının bir tezahürü. Bir sanatçının, Aret Gıcır’ın, Mesrob Mutafyan adlı bir patrikle sanatsal olarak uğraşıyor olması bu kaygının, daha doğrusu bu yitişin bir yansıması olabilir mi? Patrik ve patriklik kurumsal olarak en kuvvetli olduğu dönemlerde yazın ve sanat dünyasının ilgi alanında değildi. Fakat bu zayıflığın, günden güne ölmemek için çırpınışın, kendini ispat için tüketilen gücün, bu devasa patriksizliğin bir kavram olarak literatüre girişini Aret Gıcır’ın sergisiyle ortaya koyduğu duyarlılığa borçluyuz belki de.

Sergideki ağzı yarı açık, kurban edilmiş koyun başı az ötesindeki ağzı ve gözleri açık bir şekilde son nefesini vermiş Mesrob’la bütünleşiyor ve her ikisi diğer odada sergilenen tabutu arıyorlar nihayetlenmek için. Sovyet Ermenistanı’nın Stalinizme verdiği en önemli kurbanlardan şair Yeğişe Çarents’in (1897-1937) “Benden hariç bir kurban talep edilmesin, / Hiçbir gölge darağacına yanaşmasın” dizeleri vardı aklımda bu üç tabloyu yan yana getirirken. Bu anlamda, aynı kare içine yerleşen silahın Türkiye Ermeni toplumundan alacağı, talep edebileceği yegâne kurban kurumsuzlaştırılmış, zavallılaştırılmış bir patriktir sadece.3 Öyle midir?

Bütün bunlardan öte, mavi tonların ardına gizlenen bir şahsın yaşadığı eziyeti düşünmek istiyorum. Her tabloda yalnız yahut kendisi ile savaş ve barış halinde olan kişi, bir kadının şefkatine kendini teslim ettiği tuvalde aslında çaresizliğinin ve yalnızlığının ne kadar da acıklı olduğunu anlatıyor. Kendinden emin duruşlarında, elinde haç göğsünü gere gere gezinirken, kravatlıların ellerini sıktığında, toplumsal faaliyetlerin peşinde koşturduğunda, tüm bu havalı durumlarda bile aslında bâkir bir ruhani olmanın verdiği biricikliği ve bir kadının göğsüne başını yaslamanın vereceği rahatlama özleminin içten içe ve günden güne bedenini kapladığını, ruhunu doldurduğunu anlamak gerekir. Ve aslında unutuş buradadır. Patriğin hastalığı, fronto-temporal demans, her ne kadar çıkış noktası olsa da, Mutafyan’ın kurumsuzlaştırılmışlığının, kendi ilkelliğine dönüşünün tezahürü, bugün annesi de olsa bir kadının şefkatli kollarında bulduğu bilinçsiz istirahattır.

Herkesin kafasını kurcalayan, doktorların bile cevabını vermekte zorlandığı soru Mutafyan’ın nasıl böyle bir hastalığa tutulduğu. Kendisini şahsen tanıyanlar, benzer bir hastalığa herkesin yakalanabileceği ihtimalini kabul etmekle beraber, bunun Mutafyan için geçerli olamayacağı fikrinde eminim birleşiyorlardı.

1915’te gördükleri ve yaşadıkları karşısında aklını yitiren Gomidas gibi yaratıcı bir deha günden güne hastalığının farklı evrelerini yaşarken, Mutafyan’ın yitişi Hrant Dink cinayetiyle doğrudan ilişkilendirilse bile, aslında yaşananların, olup bitenin gizliliğinin dehşet verici boyutu hakkında da bir fikir veriyor. Bu bağlamda bizim de zihnimizi yitirmemiz söz konusu olabilir. Yazının başında kolektif bir karakter olarak algıladığımı söylediğim Mesrob Mutafyan imgesi ile Aret Gıcır hepimizi içine alabilecek derecede geniş bir açı ortaya koyup ruhanî önderle halkını buluşturabilecek korkunç bir nokta daha sunuyor aslında.

1920’lerden sonra aslında belki de hiç olmayan patrikliği şahsı ile yeniden tesis etmenin telaşı bir belaya dönüşüp patriğin kendisini de yok etti. Geride kalanın ne olduğunu veya ne olacağını günden güne anlayabileceğimizi zannetmiyorum. Aret Gıcır’ın sergisi bana bütün bunları düşündürmesine karşın, birçok bilinmeyeni de onlarla mücadele etmem için önüme serdi.

NOTLAR
Onların bir aydır açık olan sergiyi ziyaret etmediklerine eminim.
Parçalanma ve çözülmeyi bölünmüşlük anlamında kullanmıyorum.
3  Yazarken, Çarents’in bu dizelerini Hrant Dink öldürüldükten hemen sonra kaleme aldığım makalede de kullandığımı hatırladım. Tesadüf olmadığını biliyorum.

 

1915’TEN 2016’YA, GOMIDAS’TAN II. MESROB’A
Çobanın uzun uykusu

Ne acıdır ki, zaman içinde fikir ayrılıkları karşılıklı sert beyanlarla kopuşa doğru giden iki simge ismin son buluşması, 19 Ocak 2007’de gazetesi önünde katledilen Hrant Dink’in cenaze töreninde oldu. Ayine riyaset eden ve törende bir de konuşma yapan Patrik Mesrob’un, cenaze çıkışında, Dink’i planlı bir şekilde öldürdüğü daha ilk günden çok açık olan devlet mekanizmasının temsilcilerini iki yanına alarak Patriklik binasının önünde poz vermek zorunda kalması ise onun sıkışmışlığının bir göstergesiydi. Hassas güç ilişkilerinin ortasında oynamak zorunda kaldığı oyun, omuzlarına artık ağır geliyordu. Patriğin bitmeyen sonu Dink’in katliyle uçurumun kenarına doğru hızla ilerlemeye başlarken, Patriklik merdivenlerindeki o anı kederle izleyenler arasında, Günden Güne’de bu enstantaneyi tuvale aktaran Aret Gıcır da yer alıyordu.

Mesrob II’nin hastalığı etrafında türlü şayialar eksik olmadı. Patriğin devlet tarafından zehirlendiği, akıl sağlığını etrafındaki giderek daralan siyasi cendere ve güvenlik kaygısı nedeniyle yitirdiği, tehditlere karşı kendisine tahsis edilen koruma polisi tarafından psikolojik baskı altına alındığı iddiaları cemaat içindeki özel sohbetlerde sıkça dile getiriliyordu. Doğrusu, Mesrob II ölüm tehditleri alıyordu ve bir dönem çok yakın olduğu Hrant Dink’in sistemli bir kampanya ile hedef haline getirilerek öldürülmesini pek çokları gibi adeta canlı yayında izlemişti. Neticede, bu atmosferin hastalığını tetiklediğine şüphe yoktur.

Mesrob Mutafyan

Mesrob II’nin yaşamla ölüm arasındaki bilinçsiz halini bir tür arafa benzetmenin mümkün olduğunu yazının girişinde belirtmiştim. Arapça urf kökünün çoğulu olan araf, “Tanıma, bilme, basiret, feraset, eğriyi doğrudan ayırt edebilme yetisi” anlamına geliyor ve doğu geleneğindeki kullanımında “Bu yetiye sahip olup da olumlu ya da olumsuz yönde kullanamayanları” kast ediyor. Şu halde, sağlığında urf yetisine fazlasıyla sahip olan Mesrob II’nin yaşadıklarının etkisiyle geçtiği arafın tıp dilinde karşılığının fronto-temporal demans olduğu söylenebilir.

Patriğin hastalığının ardından İstanbul Ermeni Patrikliği kötü bir sınav verdi. İlk dönemde, durum fark edilmesine rağmen hastalık gizlendi. Teşhisin resmen duyurulmasından sonra ise kilise gelenekleri son derece açık olmasına rağmen, yeni bir patrik seçimi yapmak yerine, Patrikhane’deki statükonun sürdürülmesi ve güç dengelerinin değişmemesi amacıyla bir soğutma ve oyalama süreci başladı. Bu sürecin temel sloganları, hasta patriğin haklarının bu şekilde korunduğu iddiası ve “Bizler Hıristiyanız, mucizelere inanıyor, patriğimizin iyileşmesi için dua ediyoruz” savunmasıydı. Bunun sonucunda, sürece başından beri dahil olan devletle danışıklı olarak “patrik genel vekilliği” adında gelenekte var olmayan bir unvan yaratıldı ve Kilise vekaleten yönetilir hale geldi. Tüm bu olaylar silsilesi, 1915’te Ermeni halkının anayurdundan sökülüp atılması için yürütülen büyük ve sistemli operasyonun karanlık gölgesinden bağımsız düşünülemez.

Aret Gıcır’ın Günden Güne’de yer alan tabloları arasında ilk anda bağlamsız gibi görünen bir küçükbaş hayvan kellesi tasviri, Patrik Mesrob II’nin kaderi ile de yakından ilintili. Bu tablo, 1915’te Anadolu dağ ve bayırlarında, Suriye çöllerinde can verenlerin sıkça gördüğü bir görüntünün yeniden üretimi olarak okunabileceği gibi, Hıristiyan öğretisindeki iyi çoban, yani ruhanî önder ile sürüsü, yani kilise cemaati alegorisini, ayrıca, İsa’nın Tanrı’nın kuzusu, yani kusursuz kurban olma özelliğini de anımsatıyor. Çobanın kim, kurbanın, kuzunun kim olduğu sorularını havada asılı bırakarak.

Mesrob II’nin hastalığı olan fronto-temporal demans, beynin ön lobundaki sinir hücrelerinin uğradığı hasar sonucunda özellikle kişilikte, davranışlarda ve dilde meydana gelen değişiklik ve bozukluklara verilen isim. Kendisinden pek hazzetmeyenlerin bile parlak zekâsını daima takdir ettiği bir kilise önderinin bu tür bir rahatsızlığa uğraması ile 24 Nisan 1915 tarihi arasındaki bağı görmezden gelmek de mümkün değil. Bu tarihte, İstanbul’da İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı Ermenilerinin fikirsel yaratıcıları olan 235 kadar aydını tutuklamış ve onları sonunda ölümün olduğu sürgün yolculuğuna çıkarmıştı. Soykırım’ın en büyük simgelerinden biri olan ve bu sürgünden sağ olarak İstanbul’a dönen Rahip Gomidas’ın gördüklerinin etkisiyle akıl sağlığını yitirmesi ve 1916’dan, öldüğü tarih olan 1935’e dek bilinçsiz ve sözsüz bir araf haline mahkûm olmasını hatırlamak, akıl, zihin, beyin, düşünce, bilinç, hafıza arasında sözünü ettiğimiz çağrışımlara bir boyut daha katıyor. Günden Güne 1915’i iki din adamı, Gomidas ve Mesrob II üzerinden 1935’e ve 2016’ya taşımış oluyor. Mesrob II’nin şahsında, bir halkın beyninin hasara uğratılmasına gönderme yaparken, demans sadece Patriğin değil, tüm Ermenilerin çektiği ıstırabın billurlaşmış hali olarak beliriyor.

Sergiye adını veren Garbis Cancikyan şiiri, “Günden güne / günlerle beraber / sönüverir günlerim” dizeleriyle son buluyordu. Cancikyan 1920’den 1946’ya dek süren kısacık ömrüne ışık veren güneşin yakalandığı verem nedeniyle günden güne söndüğünü görürken, neredeyse onun yetişkin ömrü kadar süreyi yatağa bağlı ve bilinci kapalı olarak geçiren Mutafyan’la aralarındaki tezata da mim koymak kaçınılmaz. Maddî olanaksızlıklar nedeniyle iyi bakılamadığı için günden güne solarak 26 yaşında yitip giden Cancikyan’ın aksine, tam da onun hayatını kaybettiği yerde, Yedikule’deki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde ve olabilecek en iyi koşullarda bakımı yapılan Patrik Mesrob II daha uzun yıllar yaşayabilir. Çobanla kuzunun kaderlerinin kesiştiği yer belki tam da burası. Kilise’nin beklediği yaşama dönüş mucizesinin hilafına, Mesrob II için gerçek kurtuluş, ölüme günden güne değil, belki tıpkı Cancikyan gibi bir an önce kavuşmaktadır, kim bilir?

ROBER KOPTAŞ

(sergi kataloğundan, kısaltarak)

 

^