Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi. Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı. Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet. Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı. 23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi. Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]
Maraş katliamının dönüm noktası iki öğretmenin öldürülmesiydi. Siz o günden (21 Aralık) itibaren kendinizi katliamın tam ortasında buldunuz. Katliam aşamasına nasıl gelindi?
Tahsin Kozanoğlu: Öğretmenlerin öldürüldüğü gün (21 Aralık) Adana’dan yeni dönmüştüm. Haberi aldığımda TÖB-DER’deydim. Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu tanınan, sevilen insanlardı. Mustafa Yüzbaşıoğlu bir İstanbul beyefendisiydi, halk ve öğrenciler içinde de etkindi. Maraşlıydı, fakat İstanbul Türkçesiyle konuşurdu. Yakışıklı, çok esprili bir insandı. Çok sıkıydı ilişkimiz. Bu haber üzerine herkes şok oldu. Olayın yaşandığı ve Hacı Çolak’ın evinin olduğu Yörükselim’e çıkıldı. Hastaneye gittiğimizde, büyük kalabalık vardı. Hacı Çolak ölmüştü. Cenazeyi evine götürdük. Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ölümcül yara almadığı söyleniyordu.
Nasıl saldırıya uğradıkları biliniyor muydu?
İki hoca beraber yürürken bir kişi gelip “Merhaba hocalar” diyerek ateş ediyor. Çok miktarda bilgi geliyordu. Ama ne kadarı sağlıklı, bilmek zor. Biz gittiğimizde Mustafa Yüzbaşıoğlu yaralıydı ve oldukça ayrıntılı ifade vermişti. Katili tanımıyordu, ki bu da kendi çevresinden biri olmadığını gösterir. İfadesinde bazı sanat okulu öğrencilerinin isimlerini veriyor. Zaten sanat okulu öğretmeniydi. “Bu kişiler beni vuranı biliyor olabilir” diye ifade veriyor.
O okulda dikkat çeken bir gerilim var mıydı, yoksa genel olarak Maraş’taki gerilimin ve çatışma ortamının sonucu muydu vurulmaları?
Okulda kavgalar var. Tepkiler var. CHP’nin iktidara gelmesiyle solcu öğretmenlerin Maraş içindeki okullara tayinleri yapılıyor. Buna karşı, “Solcu öğretmenler atılsın, TÖB-DER kapatılsın” diye talepler yükseliyor sağ görüşlü öğrencilerden. Solcu öğrencilerin eğitimlerine devam etmelerini engellemeye çalışıyorlar. Yüzbaşıoğlu bunlardan dolayı, bazı şüphelendiği öğrencilerin isimlerini veriyor. Bir gün sonra (22 Aralık’ta), sabaha doğru, Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun vefat haberi geldi. İnsanların kaygıları gittikçe artmıştı, ne yapabileceklerini konuşmaya başlamışlardı.
Cenaze töreni nasıl organize edildi?
Bir tertip komitesi yoktu. Esas olarak TÖB-DER’li öğretmenler öne çıkıyordu. Beklentimiz otopsi yapıldıktan sonra cenazelerin defnedilmesiydi. Fakat, sabah hastanenin önüne gidip saatlerce beklediğimiz halde otopsi tamamlanmadı. Sonradan düşündüğümüzde, cenazelerin bekletilmesi ve otopsinin geciktirilmesinin özellikle yapıldığı şüphesine kapıldık. Ama o gün öyle bir düşüncemiz yoktu. Zaten cenazeyi alıp hemen defnetmeyi kararlaştırmıştık. Cenaze bekletilip tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. Camiye yaklaştığımızda karşımızda on bin kişiye yakın bir topluluk gördük. O camide hiçbir dönemde bu kadar insan toplanmamıştı namaz için. Bugün bile Ulucami bin kişiyi almaz. Belliydi ki, hazırlanmışlar.
Cenaze tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. On bin kişiye yakın bir topluluk “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atıyordu. O linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık.
Nasıl hazırlanmışlar sizce?
Maraş’ın Bertiz köylülerine haber gidiyor, hatta anonslar yapıldığı söyleniyor ve belediye arabalarıyla yakın köylerden insanları camiye taşıyorlar. O arada Maraş’ın muhafazakâr kesimi de caminin önünde toplanıyor.
Cenazeyi hastaneden almanızdan sonra neler oldu?
Ulucami’ye kadar üç-dört kilometrelik yolu yürümeye başladık. Belediye önüne kadar geldik. “Katillerden hesap sorulsun” sloganları atılıyor. Belediye meydanına geldiğimizde önümüzde büyük bir topluluk gördük, polis ve jandarma kortejin önünü kesti. O anda, meydandaki Köker eczanesinin üstündeki birinci kattan üzerimize sandalyeler, benzeri eşyalar atılmaya başladı. Diğer tarafımızdaki Maraş kalesinin üstünden ise üzerimize taş yağmaya başladı. Bunun üzerine, jandarmalar kale tarafına doğru havaya ateş etti. Daha önce de cenaze kaldırmıştık, ama hiç böyle bir olay yaşamamıştık, bir saldırı olmamıştı.
Karşılık verdiniz mi?
Zaten cenaze topluluğu polis ve jandarma tarafından sıkı biçimde aranmıştı. Tek bir kişide bile taş dahi yoktu. Kortejin etrafında da polis ve jandarma vardı. Karşıdan gelen taşı onlara geri atma şeklinde bir karşılık oldu olduysa. “Mustafalar, Hacılar ölmez” sloganları atıyoruz. Sonradan, “Muhammed’in piçleri” diye bir slogan atıldığı iddia edildi. Bu çok komik. Maraş katliamında Sünnilerin hassasiyetlerini sömürmek için kullandıkları en büyük yalandır bu. Zaten klişe haline gelmiştir. Nerede böyle bir cinayet işlense, mutlaka bir hakaret bahsi koyarlar. Ama tek bir somut bilgi yoktur. Ben korteji sürekli en önden arkaya kadar kontrol ediyordum. Bırakın bu sloganı, herhangi bir tahrik edici slogan atılmadı. Sadece “MHP ve Ülkü Ocakları kapatılsın” sloganları atıldı. Camiye 300 metre kala durdurulduk. Karşı taraftan “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atılıyordu.
Toplanan kalabalığın cenaze törenini engelleyeceğini o anda anladınız mı?
İlerlenemeyeceği görülüyordu. Güvenlik güçleri de uyardı. Geri çekilme kararı aldık. Jandarma cenazeleri hastaneye götürdü. Cenaze töreni için gelen herkes Yörükselim’e döndü. Başka sığınacak yer yoktu zaten. Belki Karamaraş’a gidilebilirdi, ama orası nereden baksanız 10-15 kilometre uzaktaydı. Herkesi Yörükselim’e toplayan şey korunma ve güvenlik duygusuydu. Maraş ilk defa öyle bir kalabalık görmüştü ve taşkın hareketleri vardı.
Bir çatışma bekliyor muydunuz önceden?
Önceden öyle bir şey beklenmiyordu. Fakat cenazeyi bile kaldıramadığımızı görünce kendimizi nasıl koruyacağımızı düşünmeye başladık. Biz esas olarak çatışmayı Pazarcık’ta bekliyorduk. 1976’da Pazarcık’ta bazı olaylar yaşanmıştı. Belediye başkanı Memiş Özdal’a bombalı paket gönderilmişti. Özdal paketi kabul etmeyince postane memurları tarafından açılıyor ve patlamada memurlardan biri hayatını kaybediyor, biri yaralanıyor. Gözümüz o nedenle Pazarcık’taydı. Maraş merkezde böyle bir saldırının olacağını tahmin etmiyorduk, kendimizi özel biçimde koruma ihtiyacı duymamıştık. Camideki o linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Elimizde ruhsatlı silahlar dışında herhangi bir koruma aracımız yoktu.
Cenazenin defnedilmesini engelleyen kalabalığın daha da ileri gideceği, işi katliama vardırabileceği endişesi cenaze topluluğunun genelinde var mıydı?
Bu düşünce bırakın cenaze kitlesini, bizde dahi yoktu. Saldırı bekliyorduk. Ama boyutunun bu seviyede olması düşündüğümüzün çok ötesindeydi. Cenaze dağıldığında herkes korkuyla Yörükselim’e geldi. Açık ve gözle görülür bir korku vardı. Öğrenciler evlere ve Sağlık Okulu’na yerleşti. Bazı öğretmenlerin kafası kırılmıştı. Bunları görenlerin endişe ve korkusu haliyle artıyor. Bu nedenle çatışmanın açık bir saldırıya dönüşebileceğini düşündük, o gece güvenlik imkânlarını tartıştık.
Nasıl bir koruma planı geliştirdiniz?
Elimizde ruhsata tabi küçük silahlar vardı sadece. Birkaç arkadaş silah bulmak üzere Pazarcık’a gitti, ama dönemediler. Pazarcık yardım alabileceğimiz en yakın yerdi. Önlerini jandarma kesiyor ve ellerindeki silahlarla yakalanıyorlar. Osman isimli biri vardı silah işlerinden anlayan. Ona sordum. O da bir akrabasında bir kalaşnikof tüfek olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Mağaralı mahallesindeki evinden gece 3’te silahı alıp döndük. 500 de mermi vardı. O kalaşnikoftan başka, küçük tabancalar dışında elimizde hiçbir şey yoktu. Mermiler ise çok kısıtlıydı. Saldırıya karşı elimizdeki bütün malzeme buydu.
23 Aralık sabahı, Mağaralı’dan Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre vardı. Av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO militanları vardı.
Saldırı nasıl başladı, nasıl gelişti?
23 Aralık sabahı, saat 7 gibi, kadınlar dışarda bağırmaya başladı: “Birbirlerini öldürüyorlar.” Önce bunun mahalledeki bir kavga olabileceğini sandım. Bir anda böyle bir kavga çıkmasına pek anlam da veremedim. Dışarı çıktığımda Mağaralı mahallesinden Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre kadar mesafe vardı. Ellerindeki av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) militanları vardı. Mesafe 150-200 metreye kadar inince parkamın fermuarını açtım, silahı çektim ve topluluğun ön tarafına doğru ateş ettim. Ön tarafta ETKO militanları olmadığı için üzerlerine ateş etmedim. İlk anda maksadım korkutup geri döndürmekti. Önlerine düşen kurşunlar topluluğun biraz çekinmesine yol açtı. Fakat arkadan gelenler öndekileri itekliyordu. Birkaç dakikalık bir duraklamadan sonra, topluluk yeniden ilerlemeye başladı. Bu kez ön sıranın ayaklarına doğru taradım ve yere düşenler oldu. Düşenleri alıp geri çekilmeye başladılar.
Direniş o anda başlamış oldu galiba.
Biz o andan itibaren durumu fark etmeye başladık. O aşamadan sonra, mevzi almaya ve askeri tarzda düşünmeye başladık. Bazı binaların üstüne, kahvelerin önüne konum almaya başladık. Bir saat sonra, Mağaralı mahallesinin Yörükselim sınırının alt tarafından bir topluluk yeniden yukarıya doğru ilerleyerek saldırmaya başladı. Aşağıdan gelen topluluk neredeyse mahallenin ortasındaki kahvenin önüne kadar geldi. Orta Kahve’nin üstünde bizim arkadaşlarımız vaziyet almıştı. Fakat, aşağıdan o kadar yoğun ateş ediliyordu ki, başlarını kaldırıp topluluğun ilerlemesini engelleyecek müdahalelerde bulunamıyorlardı. Zaten ellerinde sadece birkaç tabanca vardı. Aşağı Kahve’nin camını kırıp, içeri ateş atıp yağmalamaya başladılar. Aynı anda bizi de yoğun ateşe almışlardı. Orta Kahve’nin üstünde Hamit Kapan, Derviş Koç, İbrahim Candemir konumlanmıştı, ama arkadaşlar kafalarını kaldıramıyordu. O anda Hıdır ve bir başka arkadaşımızın daha kafalarına saçmalar isabet etti. Ben daha yukardaki bir binanın tepesindeydim, onların durumunu görebiliyordum.
Saldırı kesintisiz mi devam etti?
İlk saldırı sabah 7 sularındaydı, ikincisi bir saat sonra, üçüncüsü akşama doğruydu. Üçüncüsünde hastanenin önündeki caddeden saldırdılar. Yine çok yoğun ateş ediyorlardı. Burada arkadaşlarımızdan biri topluluğa doğru soba borusunun içinden küçük tabancayla ateş etti. Bunun üzerine, talancı grup havan topuyla ateş edildiğini, top kullanıldığını söyleyerek jandarmaya şikâyette bulunmuş. Jandarma gelip o binayı aradı ve soba borusunu buldu. Çok garip bir durumdu. Jandarma kendi mahallemizde dışardan gelen katliamcı grubu durdurmak için bir şey yapmıyor, ama bizim karşı koymamıza müdahale etmekte hızlı davranıyordu. O sırada her evde yaklaşık kırk-elli kişi bulunuyordu. Herkes çığlık çığlığa, kadınlar, çocuklar ağlıyordu.
Saldırı gece de devam etti mi?
Geceleri atışlar kesiliyordu. İlk saldırıların olduğu günün (23 Aralık) gecesi, Mikail isimli arkadaşımız yukarıda nöbet tuttuğum yere geldi. Hafif duraksayarak, ama olağan bir durummuş gibi, babasının kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi. Çok üzgündü. Fakat babasının ölümünü idrak etmemiş gibiydi. Her an hepimizin ölebileceği, öldürülebileceği bir durumdaydık, ecelle ölümü bile olağan karşılıyorduk. Katliam sırasında yaşadığımız bu olay sık sık aklıma gelir. İnsan tehlike esnasında galiba duygularına izin vermiyor. Akşamları nöbetle geçiyordu. Benimle beraber birkaç arkadaşımız vardı. Onlar aşağıyı kontrol eder, haber getirip götürürdü. Biz yukarıda her an gelebilecek saldırıya karşı tetikte bekliyorduk. Bu üç-dört gün hiç uyumadım. Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Kahvelerin damları üzerinden bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk. Ertesi gün saldırılar yeniden başladı. Bu kez Yörükselim’in üst tarafındaki Çamlık mevkiinden profesyonel olduğunu düşündüğümüz bir grup tarafından saldırı yapıldı. Epey kalabalıktılar. Bir arkadaşımız elimden silahı aldı ve hızla oraya yetişti. Biz oraya ulaştığımızda halktan bazı insanlar “Neredesiniz, bizi niye korumuyorsunuz” diye sitem ettiler. Korkuları her hallerinden belliydi. Can derdine düşmüş bu insanlara diyecek bir şey yoktu. Onlara her ne pahasına olursa olsun onları koruyacağımızı söyledik. Elimizden gelen her şeyi tek bir silahla yapmaya çalışıyorduk. O tek silahı merkezi noktalarda tutuyorduk ki, her yönden gelebilecek saldırılara karşı hızlıca elden ele aktarabilelim diye. Zeytinlik mevkiinden iki kişi tüfeklerle bize ateş etmeye başladı. Otomatik tüfekle onlara karşılık verince zeytinlerin arkasına saklanıp kaçtılar. Sonra başkaları geldi, ateş etmeye başladı, ben yine karşılık verdim. Hemen yanımda, şarjörleri dolduran Bekir Vural isimli arkadaşım vardı. Omzundan vuruldu. Onu sıhhiye işinden anlayan bir arkadaşımızın bulunduğu yere taşıdık. Dürbünle Çamlık kesimini sürekli kontrol ediyordum. Sırtlarında torba olan üç-dört kişi dolaşmaya başladı. Bu esnada, asker Çamlık sınırına geldi ve topla Çamlık’a doğru birkaç defa ateş etti. On bine yakın kişi mahallede, evlerde sığınıyordu. Aralıksız ve ısrarla saldırmaya devam ediyorlardı. Asıl hedeflerinin bu topluluk olduğu belliydi. Sonradan jandarma kayıtları ve iddianameden benim ve diğer birkaç arkadaşımın ateş ettiği yerler tarif edilerek “otomatik silahlarla yoğun şekilde ateş edildiği” şeklinde tasvirler yapıldığını gördük. Fakat, elimizdeki otomatik tüfek sayısı hepi topu bir taneydi ve saldırgan topluluk nerden yaklaşırsa ona karşı koymak için sürekli hareketli haldeydik. Çamlık mevkiinden saldırılar sabah erken başlamıştı. Sınırdaki evler yakılıyordu. Derviş Koç arkadaşımızın evi bu esnada yakıldı. Kalaycı Mahmut isimli kişinin evini basıp evdekileri öldürmüşler. Yavaş yavaş Yörükselim dışındakilere neler yaptıklarını doğrudan ve somut olarak kavradığımız evreye gelmiştik. Çok yaklaştıklarını ve daha devam edeceklerini endişeyle fark ediyorduk. Elimizden geldiğince direnecektik. Dışarda çok ciddi katliam olduğunu görüyorduk. Fakat dışarı çıkma imkânımız yoktu. Yakında olduğumuz için hastaneye getirilenleri görüyorduk. Mahallede kıstırılmıştık. Diğer taraflardaki saldırının hangi boyutlarda olduğunu bilmiyorduk. Fakat insanların katledildikleri haberlerini alıyorduk.
Başka yerlerde neler yaşandığını sadece tahmin ediyordunuz, öyle mi?
Yörükselim’in dışındaki yerleri görmedik. Neler olduğunu bilmemiz mümkün değildi. Ama bize böyle bir saldırı olduğuna göre, dışarda kalanlara neler yapılmış olabileceğini düşünüp üzüntüye kapılıyorduk. Tek bir silahla onlara yardım edebilmemiz mümkün değildi. Tek silahla dışarı çıksaydık bu kez Yörükselim’deki on bin insanın toptan imhası sonucu doğacaktı. O durumda ölenler yüzlerle değil, binlerle ölçülürdü. Cenazeden kaçanların tümü neredeyse Yörükselim’e sığınmıştı.
Yörükselim mahallesinde evlerdeki insanların durumları nasıldı?
Nöbet tuttuğum damın altındaki evde yaklaşık 60 kişi bulunuyordu. İnsanlar korku içindeydi. Dışarı çıkamıyorlardı. Daha önemlisi, biz dışarıda direnişin içindeydik ve her şeyi görüyorduk. Ama onlar dışarda ne olduğunu bilmeden korku içinde bekliyorlardı. Her an ölüm korkusu, direnişin aşılması ihtimali karşısında hem de hiçbir şey yapamadan geçen onca gün. Onların durumunun bizden daha zor olduğunu düşünürdüm hep.
Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk.
Bütün bu uzun direniş sürecinde zaman nasıl akıyordu?
O an zaman diye bir şey yoktu bizim için. Hep tek bir ânı yaşıyor gibiydik. Ne yediğimizi bile hatırlamıyorum. Sigara ve çay dışında bir şey hatırlamıyorum doğrusu. Yörükselim zaten fakir, emeğiyle geçinen insanların mahallesiydi. İlk günden sonra ekmek bile kalmamıştı. Sahiplerine haber vererek bazı bakkalları açtırdık. Bir dükkânın sahibini bulamadık. Arkadaşlarımız kilidini kırıp içerideki unu alıp evlere dağıttı. Bu esnada içme suyuna zehir atıldığı şayiası yayıldı. Bir süre su içmek istemedi kimse. Yemek aşağıdaki evlerde yapılıyor ve bize ulaştırılıyordu. Zaten ekmek, bulgur, zeytinden oluşuyordu. Uykusuzluk çok zordu. Ama bir yandan da uyuyamıyordunuz. O gerginlik yüzünüzde tuhaf bir uyanıklık ve yorgunluk hali olarak sabitlenmişti sanki.
Yörükselim dışında bir de Karamaraş mahallesinde direniş örgütlenebilmiş. Katliamı engellemek için Pazarcık-Yolboyu köyünden şehre gelen muhtar Mehmet Mengücek’in Karamaraş’ta bir yüzbaşı tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Bu konuda bilginiz var mı?
Mehmet Mengücek bizim hareketimizin üyesiydi. Cenazelerin engellendiği günün (22 Aralık) akşamı Pazarcık’ta muhtarı olduğu Yolboyu köyüne haber salmıştık. O gün kızkardeşinin düğünü varmış. Buna rağmen motosikletine atlayıp bir MAT otomatik tüfekle Karamaraş’a geliyor. Üç gün boyunca mahallenin korunması için çaba gösteriyor. Karamaraş’ta Bingöllüler, Muşlu Kürtler yoğunlukla yaşardı. Mehmet Mengücek elindeki tek otomatik silahla mahalleyi korumaya alıyor. Birkaç gün boyunca savunmayı devam ettiriyor. Bulunduğu evi yaralı olarak terk ederken bir yüzbaşı tarafından çok yakından ateş edilerek öldürülüyor. Yüzbaşının kim olduğunu tespit edemedik. Babasının bize söylediği “sırtında küçük bir deliğin olduğu, göğsünde ise deliğin tamamen açıldığı” şeklinde. Bu da silahın çok yakından, hatta vücuduna dayanarak ateşlenmiş olduğunu gösteriyor.
Ertesi gün de saldırı devam etti mi?
Bir sonraki gün devam etmedi. Son gün (25 Aralık) jandarma yavaş yavaş girmeye başladı, evlerimiz arandı. Silahı odunluğa saklamıştık. Sonradan, İsmail Öztaş isimli bir köylü, “Yörükselim’i kurtaran silah” diyerek onu satın almış ve onda yakalanmış. Evde Che Guevara’nın resminin yanına Mahir, İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş’in fotoğraflarını koymuştuk. Jandarmanın biri bunları gördü ve komutanına sordu. Komutan “Onlar Latin Amerikalı resimleri, bırak” dedi. Biz hemen Maraş’tan çıkmamız gerektiğine kanaat getirdik. Fakat, Maraş’tan göç edilmesi taraftarı değildik. Buna kesin olarak karşı çıktık.
Mahalle sakinleri göç etmeye başlamış mıydı?
Tabii ki. Her yerde kamyonlar vardı. Herkes göçme hazırlığı yapıyordu. Bizse onlara “Yörükselim’deki direniş nedeniyle hayatını kaybeden olmadı, dayanışmaya devam edersek doğru davranmış oluruz” diyorduk, terk etmeyelim diye telkin ediyorduk. İlk anda ikna oluyor, taşınmaktan vazgeçiyorlardı. Fakat zaman içinde, biz oradan uzaklaştıkça göçler de artmaya başladı. O sırada herhangi bir gözaltı olmadı. Zaten herkes kimin saldırgan, kimin mağdur olduğunu görüyor, biliyordu. Böyle bir anda mağdurlara gözaltı yapılabilmesi mümkün değildi. Diğer yandan, artık askerler cemselerle halkı köylere ve ilçelere taşıyordu.
Katliamdan yaklaşık iki yıl sonra, bu kez sizi Maraş Katliamı’ndan sorumlu tutmaya dönük bir 12 Eylül fantezisi devreye girdi. Bu nedenle gözaltına alındınız. Nasıl gelişti o süreç?
Katliam sonrası Maraş’tan çıkıp Göksun ve Afşin ilçelerinde kaldım bir süre. Sonra, örgütsel nedenlerle arandığım için İstanbul’a geçtim. Kardeşimin kimliğiyle dolaşıyordum. Temmuz 1980’de, yemek yapmakta kullandığımız küçük tüp bittiği için evden çıktım. Bir sokakta birkaç kişi iki farklı yerden dur ihtarında bulundu. Ben de tüpü üstlerine fırlatıp kaçmaya çalıştım. O anda çapraz ateşe tutuldum, vücuduma yedi kurşun isabet etti. Gözlerimi hastanede açtım ve kardeşimin kimliğiyle polise ifade verdim. Bana ateş edenlerin kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Fakat, aynı yerde benden başka yedi-sekiz kişiyi kıstırıp bu şekilde infaz etmiş ülkücüler. Bunu sonradan duydum. Polis olduklarını zannetmiştim. Bana ateş ettikten sonra kaçıp gitmişler. Daha sonra bacaklarım sargılı vaziyette Pazarcık-Narlı’daki evimize geldim. Hatırlıyorum, Yılmaz Güney’in Öldükleriyle Kaldılar kitabını okurken geldiler ve beni gözaltına aldılar. Maraş sıkıyönetim komutanlığında gözlerim bağlanıp işkencehaneye alındım. Sıkıyönetim komutanlığı benim okuduğum okuldu, Maraş Eğitim Enstitüsü.
Doğrudan işkencehaneye mi götürüldünüz?
Evet. İlk girdiğimiz anda zaten sorgu sual olmazdı. Kaba dayakla başlarlardı. Girer girmez, gözlerin bağlı halde sopa ve yumruklarla bir karşılama yapılırdı. Kim olursan ol, herkes bu standart karşılamadan nasibini alırdı. Ben koltuk değnekleriyle idim. Duvarın kenarına oturttular beni. Sürekli yaralı bacağıma tekme atıyorlardı. Beraber yargılandığımız davadan arkadaşlarımız vardı, onlar önceden yakalanmıştı. Bazılarının artık aklını yitirmiş vaziyete geldiğini fark ettim. Bir arkadaşımız, sorguya gidenlerden kimin adı söylense, “burada” diye sesleniyordu. Erkekti, ama örneğin Elif diye seslenildiğinde, hemen öne çıkıyor, “burada” diyordu. Baskı ve işkencenin verdiği moral çöküntüsü yenilgi duygusunu daha da derinleştiriyordu.
Hepimizi spor salonunun bir odasında, ikişerli ranzalara zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım.
Sorgu nasıldı, neler soruldu?
Beni bir hafta kadar bu şekilde beklettiler. Bu süre içinde hiçbir soru sorulmadı. Sadece taciz amacıyla düzenli olarak yaralı bacağıma tekme atıp gidiyorlardı. Bu esnada, DHB’lilerin (Devrimci Halkın Birliği) sorgusu sürüyordu. Bir olay var ki, ağlasam mı, gülsem mi, bir türlü karar veremem. DHB davasında işkenceli sorgulardan geçirilen Arif isimli bir kişiyi öldü diye hücrenin önüne atmışlardı. Maraş’tan tanıdığım iki demokrat arkadaşımız Arif’in durumunu kontrol etmeye çalıştılar. İşkence yapıldığında dışardan merhem alınmasına izin verilirdi. Arkadaşlar dışardan merhem aldırıp Arif’in vücuduna, yaralarına sürmeye başladı. Bir süre sonra, Arif canlanmaya, ses vermeye, hareket etmeye başladı. Jandarma da başlarındaydı. Merhem süren arkadaşlardan biri yaralı arkadaşımıza “Arif gurban, sağ tarafında bir şey yok” dedi. Bir an durakladı “sol” sözcüğünü ağzına almaktan çekindi ve diğer tarafa “sol” diyemeyeceğini düşünerek, “sağ tarafının yanındaki diğer tarafta da bir şeyin yok” demesi üzerine, jandarmalar da dahil, herkes gülmeye başladı. Sol sözcüğünü kullanmaktan bile yaşanan korkunun espriye aktarılmış bu hali çok çarpıcıydı.
Sizin sorgunuz sırasında mı Maraş katliamı üzerinize yıkılmaya çalışıldı?
Hayır. Bu ilk aşamada sadece örgütsel ithamlar vardı. İlk sorgu bir buçuk ay sürdü. Hakkımda pek bir şey bilmiyorlardı. Bu süre içinde kaba dayak ve çeşitli ince işkence teknikleri uyguluyorlardı. Herhangi bir bilgi alamadılar. Bizi 141-142. maddelerden, yani komünizm propagandası yaptığımız iddiasıyla tutukladılar. Bir müddet cezaevinde kaldıktan sonra hakkımızda başka örgütten insanlara sorarak bilgi toplamışlar. Bunun üzerine, arkadaşımız Hamit Kapan’ı Maraş cezaevine getirdiler. Bizi onunla beraber yeniden cezaevinden alıp gözaltına, işkenceye götürdüler. Falaka, elektrik, tazyikli su gibi çeşitli işkence yöntemleri uyguluyorlardı. Bu kez Maraş olaylarını bizim çıkardığımızı, provokasyon yaptığımızı iddia ediyorlardı. Öğretmenlerin öldürülmesini de bizim üzerimize yıkmaya çalıştılar. Bu zaten akıl sır alacak şey değildi. Kaldı ki, öğretmen Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ifadesi de çok netti. Dahası, Maraş’ta ne kadar bombalama yapılmışsa, üzerimize atmaya çalışıyorlardı. Bizden sürekli silah istiyorlardı. Bu da mümkün değildi. Zaten silahlarımız yakalanmıştı.
İşkenceler sırasında katledilen arkadaşlarınız oldu, onlar kimlerdi?
İşkencede dört arkadaşımız öldürüldü. Cennet Değirmenci, Ali Ekber Yürek, Fehmi Özarslan ve Mehmet Ceren. Fehmi ve Mehmet’le aynı hareket içindeydik. Her ikisi de sonradan yakalanmıştı. İçeri alınır alınmaz işkenceye başladılar. Fehmi işkencecilere sloganla karşılık veriyordu. Birkaç gün boyunca kaba dayak, elektrik, askı uyguladılar. Ciğerleri artık boğazına gelmişti, nefes alamıyordu. Mehmet Ceren de aynı şekilde işkenceden geçirildi. Günler süren işkenceler neticesinde iki arkadaşımız yanıbaşımızda öldü. Katliamı üzerimize yıkmak için artık yapmayacakları şey kalmamıştı. Bu arada, Mamak cezaevinden, aralarında Hamdullah Erbil, Mustafa Ertekin, Hüseyin Gevher, Ali Köker isimli arkadaşlarımızın olduğu bir grubu getirdiler. Hepimizi spor salonunun bir odasında, zincire vurup bağladılar. İkişerli ranzalara, yatağa zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Adımız o dönemden sonra “Zincirliler” olarak kaldı. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Başımızda da bir jandarma eri nöbet beklerdi. Sorguda olmadığımız zamanlar, yine gözlerimiz bağlı halde zincirle el ve ayaklarımızdan yatağa bağlanırdık. Bizden silah istiyor, Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım. Özellikle arkadaşım Hamit Kapan’a çok yüklenildi, ona 200 gün aralıksız işkence yapıldı. Bütün bu işkencelerden sonra, artık gerçeklik duygumuzu yitirmiştik. Aylarca gözlerimiz kesintisiz bağlı kalmıştı. Bir yıl boyunca, hayatla tek ilişkimiz kulaklarımızlaydı. Diğer her duyumuz körelmişti. Kimseyle konuşmamıza izin verilmiyordu. Zincire vurulmuş haldeyken başımızda bekleyen jandarmalar tarafından her saniye kontrol ediliyorduk. Arada jandarmaların nöbet değiştirdiğini ayak seslerinden fark ediyorduk. Bir aşamadan sonra, artık ifade vermenin anlamını bile kavrayamaz olmuştuk. Ölüm bizim için iyi bir seçenek haline gelmişti. Örneğin, Hamit 200. gün, uykusunda kabul etmişti bir-iki suçlamayı. Gerçeklik duygumuzun tamamen yittiği anda, önümüze konan metne imza atmıştık. Zaten hiçbir bilgi, belge ve silah istemez olmuşlardı bizden. Sadece kabul etmemizi istiyorlardı.
Filistin askısı, çarmıh, elektrik, falaka… Bize yoğun işkence yapan kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti.
İmzayı atmanızdan sonra işkence sona erdi ve cezaevine mi götürüldünüz?
Hayır. Cezaevine götürülmek üzere bizi hazırlıyorlar, gözbağlarımızı çıkarıyorlar, zincirlerimiz çözülüyor ve savcıya ifade için çıkarılıyorduk. Savcı adliyede değildi, sıkıyönetim komutanlığının içindeydi. Bize Maraş olaylarında provokasyon yaptığımıza dair metinler okunduğunda imzamızı reddedince, savcı “Bunlar bu işi yapmamış, alın götürün tekrar” diye yeniden işkenceye iade ediyordu. Ve işkence yeni baştan başlıyordu. Savcının ismini de hatırlıyorum. Erhan Güney’di. Bugün gibi hatırlıyorum, mavi kareli bir gömlek giyerdi. Küçük gözlü, kısa boylu biriydi. Bize bunu birkaç defa yaptı ve bir yargı mensubu olarak işkencemizin süresini uzattı. Savcıdan her döndüğümüzde ters askı, Filistin askısı, çarmıh, çarmıhta elektrik verme, falaka… Kaba dayak zaten olağan durumdu. Bu işkence süreçlerine dair bir olayı unutamıyorum. Bize yoğun işkence yapan, özellikle falakaya yatıran kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti. Bunun üzerine, cezaevinde sorgulandık, “Tehdit mi ettiniz bu kişiyi” denerek. Tehdit etmemiz mümkün değildi. Ama zaten Maraş’ta bütün her şey, her gerçek tersine çevrilmişti. Saldırıya karşı kendimizi savunurken fail haline getiriliyorduk. Polis Ali Aydın bize aylarca işkence etmesinin kendisinde yarattığı ruh hali ve cezalandırılma korkusuyla intihar ettiğinde bile biz fail olarak sorgulanıyorduk. Gerçekten de Maraş’ta dünya tepetaklak tersine çevrilerek kurulmuştu.