“Bu yazı, bir şiire, şaire dair söz söyleme cüretini göstermeyecek elbette. Şiirden duyduklarını, orada gördüklerini derlemeye, toparlamaya çalışacak.” Asuman Susam’ın geçen sene sonlarında Everest’ten yayınlanan şiir kitabı “Plasenta” üzerine.
“dünya olmaya doğru sökülüyor köklerim”
Kendine ait bir oda yetmez bazen. Bir salon, balkon, mutfak da olsun istersin. Kendine ait bir ev. Yuva değil. Yer değil, mekân. Daha çok kabuk. Kendinle kat kat kurduğun. Varlığın, yokluğun, yoksunluğun, yoksulluğunla. Kendi nefesinle nefes alıp veren, sen uyuduğunda uyuyan, sen uyandığında uyanan bir ev. Bir korunak ya da kovuk. Sen sevdiğinde kendini sana sonsuzca açan, küstüğünde kilit düğüm kapatan, kapanan. Evet, küsebilen, barışabilen bir ev. Kalbi seninle atan, midesi seninle bulanan. Göğüne dumanlar üfleyip de dumanında hülyalara daldığın. Oralardan kelimeler derleyip toplayıp dökü döküverdiğin. Sana kurdeşen değil, kelime döktüren bir ev. Yalnızlığın bir kuyu değil, bir okyanus olduğu. Envai çeşit canlı, ses, soluk, renk… Hayat. Ev, bazen de budur, hatta epeyce budur. Ne kendine ait bir masa ne yatak ne balkon ne salon yeter. Kendine ait bir ev istersin. Ev, dünyandır senin. Giyinmeklerin kat kat, soyunmakların deriye kadar. Kemiğini hissetmeklerin. Damarını görmeklerin. İliğe ulaşma çabaların. Sesin, sessizliğin. Konuşmakların, susmakların. Ormanın.
İşte Asuman Susam’ın Plasenta’sı, bir orman/ev. Hâl böyle olunca bu yazı, bir şiire, şaire dair söz söyleme cüretini göstermeyecek elbette. Şiirden duyduklarını, orada gördüklerini derlemeye, toparlamaya çalışacak çok çok. Okur olarak benim, bir ağaç olarak şiirle harfler ve sesler ormanına/eve yolcuğumun hikâyesini anlatmaya çalışacak.
Duyuş: Ses ve Harfler
“bana yüzünle geldin / açıktayız, açıklıkta / yüzümden duy beni”
Plasenta toplamda, sezgi ve sesin şiiri, okuyana değil dinleyene, duyana konuşuyor. Medeniyete dair dille, tenle, zihinle, bilgiyle, akılla taşınan, öğrenilmiş, yüklenilmiş, yüklenmiş… her ne varsa, bunları döke saça ata sıyıra kazıya yabana doğru yola çıkıyor. Soyunan, arınan, eksilerek bütünlenen diliyle, daha çok mırıltıyla, bazen uğultu, bazen çığlıkla okuru bu yola davet değil, dahil ediyor: “dağıl, sarsıl, kus ve temizlen”, evet, “yine de kurtulamazsın / bu yabancı BEN’den” . Sen yine de dene, bunu bir kez olsun dene, deneyelim diyor.
Şair büyücü, cadı, şaman, hekim o ilk haline dönüyor. Şiirini ses ses, harf harf dizerken dilin kabuklarını soyup onu azaltıyor; sese ve harfe indirip toprağa, suya, göğe, ağaca karıştırıyor: “uğultuymuşum ormanda / iç çekiş, kendinden geçiş / tıss cadı dilinde”. Son derece korunaksız gibi görünen bir şiir dünyasına dahil olan okur, bu harfler ve sesler ormanında kendini, daha çok da şifasını arıyor: “nazarotu civanperçemi arıkantaron / denizden gelen şaplak / deli kahkaha / sert kaya sivri kaya yoz kaya / utandın mı sen döylediklerimden / vazgeçip söylemediklerimden // su zambağı su sümbülü mavi süsen.” Ya medet! Bu ormanda şair, seslerle onu bekliyor ve doğayı, uygarlığa karşı vahşi, korunaksız, tehlikeli, ehlileştirilmesi, alt edilmesi, denetlenmesi gereken bir yer olarak kuran Batı uygarlığına ve eril akla karşı beş duyusunu doğaya çeviriyor. Ona bırakıyor.
İnsana ölümler, ölüler, cesetler, mezarlıklar, yıkımlar… felaketler üzerinde kurduğu dikey yaşantıları gösterip kaçmıyor; onu bunaltıyla, soluksuzlukla, buhranla baş başa bırakmıyor. Eril bir meydan okuma, açıklama, ahkâm kesmeye başvurmuyor. Ağaçtan, topraktan, sudan, ottan, hayvandan kopan ve onu yok eden insana bunun doğurduğu, kendisinin sebep olduğu felaketleri, derin yarıkları, mesafeleri, yaraları hatırlatıp –evet, bunları deşmiyor, sermiyor dökmüyor, hatırlatıyor– bunların, kendin sandığından, bellediğinden uzaklaşıp, kurutulup doğaya dönüş ve dönüşmekle iyileşebileceği imkân ve ihtimalini duyurmaya çalışıyor. Evet, zor’u, zor olanı. Tıpkı doğanın uygarlıkça tahakküm altına alınıp denetlenmesi gibi dişil ve yabanılın eril olanca denetlenmesine itiraz ediyor. Aksi takdirde “hiçbir avuntu yetmez bana / ikna edemez beni dünyada kalmaya / şeylerin içinden geçebilmesi seslerin / bir torbaya sığdırılabilir dünya / kırılgan hafızası kaybedenlerin / kuyulardan ruh inlemeleri sızar / bir toplu mezar üzerinde bilmeden / hayata kadeh kaldırmış olabilirim / belki bunun hissizliğidir / kasıklardan kalbe doğru için çekilmesi” Peki n’apacağız? “gövdesinden çatlayan ağaç da / toprak da açıyor bize kendini / yazı çağırıyor ak mürekkeple / yazmaya kopacak kıyameti”. Dirmit olup, odalara sığamayıp çatılara çıkıp yazacağız.
“Plasenta”, tıpkı doğanın uygarlıkça tahakküm altına alınıp denetlenmesi gibi dişil ve yabanılın eril olanca denetlenmesine itiraz ediyor.
Yaban-uygar, kadın-erkek, hayvan-insan ikilikleri üzerinden kurulan sınıflandırma ve sınırlandırmaları silmek, belirsizleştirmek; farklılıklarımızla eşitlendiğimiz, akışkan, geçişken ve birbiriyle diyalog halinde bir alan ya mümkünse? İşte burada akıl ve bilginin sezgi ve dil üzerindeki kontrol ve iktidarı sarsılıp barışçıl dişil bir bilinç filizleniyor. Karşıtlık, farklılık, başkalık, benzemezliklerin kavgaya tutuşmak yerine birbirine akıp birbirini çoğaltmasının mümkünleri zorlanıyor. Bunları yaparken de poz kesmiyor ve diyor ki: “sevdiğim şairler jest bilmez / poz vermezdi mahcuptu gözleri / boşlukla sulandılar / içe konuşan ilkelmişiler / fark etmemiştim daha bunları / ağız bir sen’e konuşurken / göz kulağa el ayağa / konuşmaktaymış da / yazı bedenle bedene yazılanmış / sesime dokunabilirsin”
Oluş: Dil ve Beden
“sözcüklerden kazarak kendimi derinleştim / bir istikrarsız, sürçen dilim”
İnsanın ve insanlığın kötücüllüğünü, fenalığını kazıyıp taze ve yeni bir deriye, tene ulaşmaya çalışıyor sanki şair. Sesler ve harfler ormanında yolunu kaybediyor, yol açıyor, yol buluyor. Toplumun ve tüm baskıcı kurumlarının yüklediği roller, görevler, sorumluluklar, beklentiler, kimlikler, inançlar, cinsiyetleri, beden/oluş hallerini birer birer söküp atmaya çalışırken, onların açtığı çizikleri, yaraları, sızan kanları görüyor, onlara dokunuyor. Unutmuyor, hatırlıyor. Yazıya geçerken değişme ve dönüşme riski olan hafızayı, yazının beklediği, istediği, dayattığı kurallardan da azâde kılmaya çalışıyor. Başka ve yeni bir oluş’u deniyor.
İşte bu sebeple de cümleyle değil, harf, ses, kelimeyle kuruyor şiirini. Hem hafızayı en yalın ve kendi haliyle taşımaya, aktarmaya hem de günü, geleceği, gerçeği yeniden ve kendisi olarak kurmaya çabalıyor. Şiirleri, insana, insan olmadan evvel canlı olduğunu hatırlatıyor: “insan olmayana yaklaşmak iyidir / vahşide saklı saflık, atların su içişinde / anlaşılmaz olan, kurt mesafesinde”. İnsan olmaktan uzaklaşmalı, canlı olmalı. Önce, canlı olduğunu hatırlamalı adına “insan” denen. Sürekli ve çok konuşmaktan, yüksek sesten, hızdan vazgeçmeli; susmasını, sesini alçatmasını ve azaltmasını, beklemesini, ama en çok da dinlemesini öğrenmeli ilkin/artık: “Kelimelerle dolu ağız hiçbir şey anlatmıyor / kafatasını sıyırıp geçen delilik kelimeli ağız / kopmuş bacak eksiğini ağrısında arıyor.”
Bununla beraber, konuşmayı reddetmiyor: “konuştukça oluyorsun / dilden yapılma, dilde zuhur eden, SİN.” Fakat bu olma ve zuhur etme, bu dil, verili olan değil. Zira, “dil böbürlenir, tükürelim dili…” Plasenta’nın tükürmek istediği, ataerkinin dayattığı rolleri taşıyan dil, ses, ve söz. Uygarın/barbarın dili. Çere çöpe çamura batarken beraberimizdekileri de batırdığımız. Tenden, kemikten, ilikten geçerek konuşan/susan bir dil peşinde olmalı.
Dil, oluş’un hem parçası hem kurucu öğesi. Dil ve elbette beden. Zira, kapitalist, modernist, militarist, erkek egemen, türcü; hoyrat, kıyıcı, dünyada şu halle ne köklenmek mümkün ne de ondan kurtulmak. Bu araya sıkışmışlık, arada kalmışlık halinde insan, acı vermekten başka bir “şey” değil. Ölen ve öldüren. Açık, kapalı her alânı/yeri/mekânı mezbahaya çeviren bir canlı türü olarak insan, yok eden bir kıyım aracı.
Ne dün’e, geçmiş’e takılıp kalıyor bu şiir/ağaç ne de dün’den, geçmiş’ten, gelenekten taşıdıklarına. Bu, hafızaya ve zamana ne eyvallahsızlık ne de onu reddetme. Başka biçimde duyma, görme, okuma tavrı.
Oysa, bir metafor ya da gerçeklik olarak ormana/eve dönmenin yollarını bulmak gerekiyor. Ancak o zaman olacağız. Evet, belki o ormanı/evi asla bulamayacağız. Ona kavuşamayacağız. Ancak yolda, yollarda olmanın iyileştiriciliğini, kurtarıcılığını kimse yadsıyamaz galiba. İşte şiir de bunu gösteriyor. Meselenin o ilk kopuşta olduğunu. Kopma ve dönüşme: “bir dağın iç geçirmesi olayım / tomurcuk gürültüsü… dedim, deneye açıktım” Bunu da kendisi şiirden, dilden, gramerden koparak, oradaki birliği, bütünlüğü, tamlığı ve ağırlığı kırarak, bozarak başlıyor. Kendine de dönüp bakıyor. Kendinden dışarı çıkmaya çalışıyor. Ses’e varmaya: “grameri sil / seslerden başka icat kur / dil deme ona, dizgesiz / içeriden bir dışarı, dışarıdan bir içeri / bariyer yüklü / birikinti, sıvılar”
Ne dün’e, geçmiş’e takılıp kalıyor bu şiir/ağaç ne de dün’den, geçmiş’ten, gelenekten taşıdıklarına. Bu, hafızaya ve zamana ne eyvallahsızlık ne de onu reddetme. Başka biçimde duyma, görme, okuma tavrı. Bunun yolunu, yollarını öğretilenden, verilenden değil, öğretilmeyen, verilmeyen, saklanan, örtülenden, çok’tan değil az’dan, giyinmekten değil soyunmaktan, bilgiden değil sezgiden, betondan değil taştan, topraktan, sudan, ağaçtan geçtiğini söylüyor.
Tıpkı insanı canlı oluşa çağırması ya da bunu ona hatırlatması gibi şiirin de olup kurulup bitmediğini bu oluş sürecinin devam ettiğini söylüyor. Bunun sancılarını, acılarını, ağrılarını da taşımak gerektiğini, tüm bocalamaları, gelgitleri, çıkışsızlıklarıyla beraber.
Dünya “bir felaket anlatısına dönüşürken” sesimiz ve tenimiz hayvanın uluması ve diliyle buluştuğunda, biz, “zorunluluk” olarak biz, yani insan, buna müsaade ettiğimizde, kendimizi kendimizden soyup da yabana açtığımızda ve bıraktığımızda oluş’a, olma’ya yaklaşacağız.
Son: İnsan değil, Hayvan
“dünya bir gezinti yeri / ama insan… / kim ondan daha korkunç olan”
Plasenta, tekrar tekrar dönülen, her dönüşte işitilenlerle ayrı ayrı duyuş ve oluşlara imkân tanıyan bir kitap. Kendini kuran parçaların her birinin sanat, hayat, dil, beden, dünya, hayvana dair ideolojik, teorik arka planı, kökleri kuvvetli. Şu felaketler yumağı hoyrat çağda yaşamayı görerek, duyarak, hissederek ve dolayısıyla acıyla, sızıyla, ağrıyla –hem gerçek hem mecaz anlamıyla– nasıl mümkün kılabileceğimizi arıyor. Ben ve sen’den, bedenden ve dilden geçip giden, hatta kurtulan bir yaşamak bu aranan: “dünyayı okumak bir şey / yazmak… / kes yapıştır zorlu montaj / SEN’in dilinden ne varsa atıyorum dışarı / elimde kalan ses”. Bu ses ile, insanın hazır bulduğu, kendine giydirilen oluş ve duyuş halini parçalamasını, soyunmasını, arınmasını, başka bir duyuş ve oluşu neredeyse zorunlu kılan minör, ama asla biricik olmayan bir yaşamak hayali.
Zor bir güzden gelemeyen şu bahara, ve buradan hangi yakıcılıklara gebe olduğunu bilemediğimiz yaza taşınırken sadece kaçıp sığınmak için değil, kalıp yaşamak ve insan olmaktan soyunmak için derdi de dermanı da içinde bir orman Plasenta. Nefes alma, susma, olma çabasına esaslı bir eşlikçi.