“Barış Pınarı”nın önü kesildi, ama dayatma sürüyor. Suriye yetmedi, bir cephe de Libya’da açılması gerekli görüldü. Resmi gerekçe “Doğu Akdeniz’deki oyunu bozmak.” Oyun ne, oyuncular hangi pozisyonda, güç blokları nasıl şekilleniyor, bunların Suriye’deki gelişmelerle nasıl bir bağlantısı var? Sahi, Suriye’de gelinen nokta ne? Kim ne umdu, umuyor, ne buluyor? Saray rejimi savaşçı politikasını hangi amaçlarla, ne tür araçlarla yürütüyor? Gazeteci-yazar Fehim Taştekin’le enine boyuna durum değerlendirmesi…
Son derece olaylı geçen 2019’un son günlerine Libya krizi ve Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi ihtimaliyle girdik. Bu ihtimal gerçekçi mi? Erdoğan “Doğu Akdeniz’de oynanan oyunu” bozduğunu söylerken ne kastediyor?
Fehim Taştekin: Suriye’ye müdahale iç siyasette yakıt işlevi görüyor. Bu siyaset tıkandı. İçeride müthiş bir çöküş var. Fakat Libya siyaset cambazlarına yeni fırsatlar sunuyor. Aslında Türkiye Libya’da yıllardır vekâlet savaşı yürütüyor. Tuttuğu taraf zora girdi. Libya’daki çıkarlarını İslâmcılar üzerine bina ettiği için şimdi bu kanadın başarısı adına varını yoğunu ortaya koyuyor. BM ambargosunu delecek şekilde silah sevkiyatıyla yetinmeyip savaşın seyrini değiştirecek taktik ve uzmanlık desteği veriyor. Buradaki kirli savaşı meşrulaştırmak için, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları da Libya ile bağlantılı hale getirildi.
Savaşan taraflardan biriyle deniz sınırlarını belirleyen bir anlaşma imzalandı. Güya Yeni Sevr bu şekilde bozguna uğratıldı. Fakat çok fazla tutarsızlık ve yalan var. Serrac hükümeti BM tarafından tanınıyor diye, bütün argümanlar bunun üzerine bina ediliyor. Serrac hükümetine temel teşkil eden Aralık 2015’teki Suheyrat Anlaşması yasal süreçlerde onaylanmadan, meclisten geçmeden, BM Güvenlik Konseyi’nin desteğini aldı. Anlaşmaya göre kurulan hükümet meclisten onay almadı. Bir yıllığına kurulan hükümetin görev süresi Aralık 2016’da doldu. Türkiye’nin Trablus’taki hükümetle yaptığı anlaşmaların onay makamı Temsilciler Meclisi buna şiddetle karşı çıktı.
Nereden tutsan elinde kalan bir strateji. Ama bu stratejiyle Erdoğan Doğu Akdeniz’deki başarısızlıkları ve Libya’daki suçları örtmeye çalışıyor. Doğu Akdeniz’de enerji savaşına bu anlaşmayla girmek istiyorlar. Her şeyden önce anlaşmanın hukuki değeri yok. Anlaşmanın geleceğini garantilemek için şimdi de asker göndermekten bahsediyorlar. Türkiye’nin karşısında, Rusya dahil, büyük bir güç bloku oluşuyor. Belki askeri müdahale seçeneğiyle hesapları savaşa girmekten çok, müzakere masasında dengeleri değiştirmek. Burada ciddi bir tablo Türkiye’yi bekliyor: Libya, Suriye gibi sınır komşusu değil. Suriye’de kara harekâtını kontrol etmek ya da müdahaleyi sınırlı tutmak mümkünken Libya’da bunu yapma imkânı olmayacaktır. Libya’da rakip tarafı destekleyen Mısır gibi komşular savaşa daha fazla müdahil olabilir. Erdoğan dediğini yaparsa, böylesine çok boyutlu bir savaşı tetiklemiş olacak. Durum hiç parlak değil.
Türkiye Libya’daki çıkarlarını İslamcılar üzerine bina ettiği için bu kanadın başarısı adına varını yoğunu ortaya koyuyor. BM ambargosunu delecek şekilde silah sevkiyatıyla yetinmeyip savaşın seyrini değiştirecek taktik ve uzmanlık desteği veriyor. Bu kirli savaşı meşrulaştırmak için, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları da Libya’yla bağlantılı hale getirildi.
Erdoğan izlediği sekter ve kavgacı siyasetle Doğu Akdeniz’de işbirliğine gidebileceği bir komşu bırakmadı. Bu süreç Türkiye’nin enerji masasından dışlanmasına neden oldu. Şimdi oyunu zorbalıkla bozmak istiyor. Ama zorbalık ötekinin de zorbalığına davetiye çıkarıyor. Türkiye’nin elbette savunması gereken çıkarları var. Bunların nasıl ve hangi araçlarla mümkün olacağına dair gerçekçi bir politika üretilmesi gerekiyor. Artık her tarafa şantaj kartlarını gösteren bir iktidar var. Bu siyaset tarzının iç politikadaki tıkanmışlığı örten bir boyutu var, ama dışarıdaki karşılığı asla başarı değil.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde düzenlediği Barış Pınarı harekâtı Rusya’nın devreye girmesiyle aniden kesildi. Ekim ayının başlarında, Türkiye ve neredeyse bütün dünya, bu harekâtla büyük bir Kürt katliamı yaşanacağı endişesiyle yatıp kalkıyordu. Nasıl gelişti bu sürecin son aşamaları?
Türkiye’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın kafasındaki haritayı tamamlayacak operasyon önce ABD’yle, sonra da Rusya’yla yapılan iki ateşkes anlaşmasıyla bloke edildi. Suriye’ye müdahalenin getireceği riskler çok yükseldi. ABD yaptırımları Ankara’yı hizaya getirme mantığıyla Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Ayrıca, Erdoğan’ın kişisel servetinin araştırılması gibi iki kez düşünmeyi dayatan daha özel bir sıkışmışlık var. Bu caydırıcı bir etki yaratıyor. Rusya tarafından bakınca, Türkiye müdahalesi bir yanıyla kullanışlı, diğer yanıyla endişe verici. Rusya Türkiye’nin askeri müdahalesinin yol açtığı türbülansı değerlendirerek Suriye ordusunun sınırlara doğru çıkmasını sağlıyor. Türkiye’nin müdahalesi Kürtlerle Suriye devleti arasında olası bir çözüm sürecini de tehdit ettiği için Rusya’nın Ankara’ya yönelik esnekliği de sınırlı.
Ancak, askeri harekâtın önü kesilse de Erdoğan’ın Suriye’yi dizayn etme hevesi ve buna yönelik dayatmaları bitmedi. Erdoğan’ın Suriye’yle ilgili hedeflerinin yanı sıra, askeri müdahale denemeleri iç politikada sorunları öteleyen, toplumu baskılayan, AKP tabanını konsolide eden bir boyuta sahip. Bu nedenle, operasyon içeride büyük bir başarı hikâyesi olarak canlı tutuluyor. Halbuki Ankara ile sağlanan ateşkes muhtıralarının koşulları belli: Türkiye Tel Ebyad (Gire Spi) ve Ras el-Ayn (Serekaniye) bölgesinde 32 kilometre derinliğinde M-4 karayoluna kadar olan kısımda kalacak; bu iki yerin doğusu ve batısında, Kamışlı hariç olmak üzere, 10 kilometre derinlikte Türkiye ve Rusya ortak devriye turu atacak; YPG/SDG 30 kilometrenin altına çekilecek.
Ateşkesin bu koşulları Türkiye’ye Suriye’de dengeleri tehdit etme ve siyasi süreçleri bloke etme ya da etkileme imkânı sağlıyor. Fakat, Erdoğan’ın ilan ettiği hedeflerin çok gerisinde bir başarı. Hedef YPG-SDG’yi bitirmek, ilk aşamada 480 kilometre uzunluğundaki şeridi tamamen kontrol altına almak, burayı güvenli bölgeye dönüştürmek, ikinci aşamada Deyr el-Zor’a kadar inmek ve nihayetinde en az iki milyon sığınmacıyı Türkiye’den buralara taşımaktı. Bunların hiçbiri olmadı. Ayrıca, Menbic de hedefteydi. Erdoğan’ın istemediği başka sonuçlar ortaya çıktı: Erdoğan istediklerini alıncaya kadar Suriye ordusunun sınırlara gelmesini istemiyordu. Rusya akıllı bir stratejiyle Suriye ordusunu sınırlara döndürdü. İkincisi, YPG/SDG çekildi, ama dağılmadı. Ayrıca, özerk yönetim birimlerine de dokunulmadı. Yönetimin ana üssü Kamışlı zaten anlaşma dışında tutuldu. YPG-SDG’nin Suriye ordusuyla ortaklığı ya da bu yapının Suriye ordusu içine taşınması seçeneklerini de Erdoğan tehdit sayıyor. Rusya ise tam tersi, bunun olması için bastırıyor. Bu yüzden Türkiye hükümetinden birdenbire ateşkese rağmen operasyonun devam edeceği yönünde açıklamalar geldi. Rusya hemen ön aldı. ABD tarafında da yaptırımlar raftan indirilerek, Kürtlere yönelik olası hamlelerin yakıcı sonuçları olacağı mesajı verilmiş oldu.
Erdoğan bütün argümanları silaha dönüştürme gayretinde. Kürtlerin özerklik kazanımlarını yok etmek için “beka” ve “ulusal güvenlik” söylemine sarıldılar. Özerk yapının fiilen çökertilmesi de yetmiyor Erdoğan’a. Kürtleri barışçıl çözüm mekanizmalarından dışlıyor. Bu sürecin Suriye için sağlıklı bir gelecek vaat etmesi mümkün değil.
Bu tutarsız çıkışlar baskı mekanizmasını canlı tutma taktiği olarak da görülebilir. Çünkü iç siyasette Erdoğan rejiminin bekası için milliyetçi ve muhafazakâr cepheyi bir arada tutmaya yarıyor. Malûm, AKP bölünme sürecine girdi, dış politika duvardan duvara tosluyor, ekonomi çöküşte, buhran yaşıyor. Yani içeride hamasi milliyetçi kışkırtmaya şiddetle ihtiyaçları var. Erdoğan bütün argümanları silaha dönüştürme gayretinde. Kürtlerin özerklik kazanımlarını yok etmek için “beka” ve “ulusal güvenlik” söylemine sarıldılar. Kürtlerin kazanımlarını yok etmek için 2016’dan itibaren üç askeri harekât düzenlendi. Özerk yapının fiilen çökertilmesi de yetmiyor Erdoğan’a. İlaveten iki alanda blokaj uyguluyor. Birincisi, Kürtleri barışçıl çözüm mekanizmalarından dışlıyor. Cenevre’ye Kürtler Türkiye’nin vetosu yüzünden katılamıyor. Kürtlerin dışlandığı bir sürecin Suriye için sağlıklı bir gelecek vaat etmesi mümkün değil. İkincisi, Rusya ve İran’la Astana ortaklığını kullanarak Kürtlerin Şam’la ikili diyaloğa girip Suriye’nin kendi iç çözümünü bulmasını engellemeye çalışıyor. Bu tutumla Erdoğan Suriye’nin geleceğini de ipotek altına alıyor. Bu amaçla, hem sahada hem diplomasi alanında baskıyı sürdürüyor.
Halbuki Türkiye’nin Dostlar Grubu olarak en büyük iddiası Suriye’yi dönüşüme sokmaktı…
Erdoğan bütün başarısızlıklara rağmen, Suriye’deki heveslerinde takılı kaldı. Suriye’deki “oyun” 2011’de başladığında Şam’ın efendisi olmak hedeflerinin başındaydı. Bu ısrar sürüyor. Bunun için de sahada olmanın masada olmak anlamına geldiğine dair bir yaklaşımı öne aldılar. 2016’da El Bab-Cerablus-Azez üçgeninde, 2018’de Afrin’de, şimdi de Ral el Ayn-Tel Abyad hattında askeri varlığı var. Bunu pazarlık kozuna dönüştürüyor. Bu koz sadece Suriye ile değil, Rusya, ABD ve AB ile ilişkilerde de devrede. Bir de müdahale aracı olarak Türkiye’nin eğitip donattığı Suriye Milli Ordusu var. 43 milis grubuyla bu çatı yapıyı kurdular. Erdoğan’ın ifadelerine bakılırsa, mevcudu 110 bin asker. Ayrıca, Türkiye’nin desteklediği ve etki edebildiği İslâmcı gruplardan müteşekkil Ulusal Kurtuluş Cephesi var. Erdoğan bu yapıları hem pazarlık masasında avantaja dönüştürüyor hem de bunları Suriye’nin geleceğine taşımaya çalışıyor. Tabii bir de bunların sivil ayağı var. Malûm, Gaziantep’te geçici hükümet kuruldu. Erdoğan bu yapıları Cenevre’deki anayasa yazım sürecini etkilemek için kullanıyor. Bu siyasetin kesinlikle gözardı edilmemesi gereken bir de ekonomik boyutu var. Suriye yeniden inşa edilirken Erdoğan pay bekliyor. “Yıktık, yeniden yaparken de cebimizi dolduracağız” anlayışını görüyoruz. Savaş ganimetinin modern karşılığı TOKİ ile işin içinde olmak. Erdoğan daha 2012’de Van’da bir mermer fabrikasının açılışını yaparken “Size Suriye’de çok iş düşecek” diyerek bunu ortaya koymuştu. Mültecilerin geri gönderilmesi meselesini de inşaata bağlıyor.
Rusya bu oyundan ne elde ediyor?
2015’te Rus uçağının düşürülmesi, sağ yakalanan pilotun Türkiye destekli gruplarca infaz edilmesi, Ankara’da Rus büyükelçisinin öldürülmesi ve IŞİD’le petrol alışverişi gibi feci hatalar Rusya’nın elinde birer koza dönüştü. Moskova bu dosyalarla Türkiye’yi köşeye sıkıştırdı. Astana süreci bu zeminde başladı. Putin Erdoğan’ın etkisini kullanarak Suriye’nin pek çok cephesinde silahlı grupların uzlaşma sürecine girmesini sağladı. Çok sayıda cephe, muhalifler aleyhinde çöktü. Türkiye’nin oyununu Rojava’daki yapılanmayı çökertme hedefine göre kurgulaması diğer cephelerin çözülmesini kolaylaştırdığı için belli bir yere kadar Rusya’nın da işine geldi. Ancak, Rusya’nın Türkiye’yle yolculuğunda bir tıkanma noktasına gelindi. Moskova’nın Türkiye’yle Astana ortaklığından beklentileri vardı. Birincisi, ABD’nin Suriye’den çıkışının sağlanacağı bir dengenin kurulması. Türkiye-ABD ilişkilerindeki bozulma ABD’nin Suriye siyasetinde ayarları bozdu. Bu Rusya’nın istediği bir sonuçtu, ama asıl beklentisi, yani ABD güçlerinin çekilmesi gerçekleşmedi. Beri tarafta, Doğu Halep, Doğu Guta, Dera, Humus, Kuneytra cephelerinde silah bırakmayı reddedenler Türkiye’nin yardımıyla İdlib’e geldiler. İdlib şu anda, El Kaide’nin tarihinde görebildiği en büyük hâkimiyet alanı. Bu ciddi bir problem. Türkiye Suriye’de amaçlarına ulaşıncaya kadar İdlib’de bu grupların ortadan kaldırılmasına ayak diriyor. Rusya ise bir taraftan İdlib’deki kördüğümü bir an önce çözmek istiyor, çünkü burası bu haliyle Suriye’ye müdahale kapısı. Fakat bir yandan da Türkiye’yle yakaladığı ortaklığı sarsacak radikal adımlar atmaktan çekiniyor. Bu ortaklık Suriye’de ivme kazandı, ama daha sonra büyük bir bölgesel kurguya evrildi. Rusya’nın stratejik hedefleri Suriye’nin çok ötesine geçti. Bir noktadan sonra, Rusya için Türkiye Suriye’den önemli hale geldi. Bu yüzden, Erdoğan’a belli yerlerde alan açıyor, kendi oyununa ortak ediyor, bu sayede Suriye’deki süreci kendi kurgusuna göre ilerletmeye çalışıyor. Diğer taraftan Türkiye’yi kendine çekip silah satarak NATO’da arıza çıkarıyor.
Rusya açısından sorun üç noktada düğümleniyor. Birincisi, sayıları 100 bine ulaşan İdlib’deki cihatçılar. İkincisi, Türkiye’nin askeri varlığı ve güdümündeki milis güçler. Üçüncü olarak da ABD’nin Kürtlerle ortaklığı. Rusya bu üç tıkanmayı aşmak için evvela Türkiye ile işbirliğinin sunduğu olanakları tüketmek istiyor.
Rusya açısından sorun üç noktada düğümleniyor. Birincisi, sayıları 100 bine ulaşan İdlib’deki cihatçılar. İdlib’de Heyet Tahrir el Şam hâkim güç. Onun yanısıra, El Kaide’ye bağlı beş-altı örgüt var. İlaveten Uygurlar, Özbekler, Çeçenler ve Arap ülkelerinden savaşçılar mevcut. Bunlar tüm dünyanın problemi. İkincisi, Türkiye’nin askeri varlığı ve güdümündeki milis güçler. Üçüncü olarak da ABD’nin Kürtlerle ortaklığı.
Rusya bu üç tıkanmayı aşmak için evvela Türkiye ile işbirliğinin sunduğu olanakları tüketmek istiyor. Suriye’deki sürecin kontrolden çıkması tehlikesi bu işbirliğini dayatıyor. Rus stratejisi hasım ya da rakiplere esneklik gösterip, belli ölçülerde nüfuz alanları açıp sonuca ulaşmaya dayanıyor. Yani, daha az askeri-finansal kapasite kullanmayı gerektiren bir strateji. Bu esneklikle muhataplarını da kendisiyle işbirliğine mecbur bırakıyor. Mesela, ABD ile coğrafyayı nüfuz ya da operasyon alanlarına bölerek çatışmayı önledi. İsrail’in İran unsurlarını, hatta rejim hedeflerini bombalamasını mesele yapmadı. Bu, Suriye’nin yeni bir Afganistan bataklığına dönüşmesini engelleyecek bir yaklaşım aslında. Türkiye’ye de alanlar açarak işbirliği içerisinde tuttu. Bu strateji sürecin Rusya’nın istediği şekilde ilerlemesine yardımcı oldu, ama dediğim gibi, artık tıkanma noktasına geldi.
İdlib’deki tıkanmayı aşmak için 17 Eylül 2018’de Soçi Mutabakatı sağlandı. Türkiye 15-20 kilometrelik çemberi ağır silahlardan arındıracak, terör örgütlerini diğerlerinden ayrıştıracak ve Halep-Lazkiye (M-4) ve Halep-Şam (M-5) otoyollarını açacaktı. Ancak, Türkiye sözlerini yerine getiremedi.
Kürtleri ABD’den uzaklaştırıp Şam’a yaklaştırmak için Rusya Afrin’de Türkiye’ye yeşil ışık yaktı, ama Rus oyunu öngörüldüğü gibi gitmedi. Plan, Türkiye’yi durdurmak için Rus ordusunun Afrin’e taşınması yönündeydi, YPG ile pazarlıklar iyi gitmedi ve sonuçta Rus yeşil ışığıyla Türkiye Afrin’e girdi. Fırat’ın doğusundaki ABD-Kürt ortaklığı da devam etti. Bu yaklaşım Barış Pınarı harekâtı sırasında Fırat’ın doğusunda kısmen Rusların istediği sonuçları verdi. SDG Suriye ordusuyla anlaşmak zorunda kaldı. Suriye ordusu 2012’den itibaren ilk kez sınırlara çıktı. ABD çekilme noktasına geldi. Fakat Amerikan kamuoyundan yükselen ve establishment’tan gelen tepkiler nedeniyle ABD çekilmekten vazgeçti ve petrolü koruma bahanesiyle bölgede kaldı. Bu yeni pozisyon Kürtlerin Şam’a itilmesi senaryosunun bir kez daha önünü tıkadı.
İdlib şu anda, El Kaide’nin tarihinde görebildiği en büyük hâkimiyet alanı. Bu ciddi bir problem. Türkiye Suriye’de amaçlarına ulaşıncaya kadar İdlib’deki bu cihatçı grupların ortadan kaldırılmasına ayak diriyor.
Kürtlerle Şam yönetiminin uzlaşmasının koşulları yok mu?
Kürtler sivil, askeri ve siyasi alanlarda kurumsal düzeyde muhataplık, müzakerelerle de anayasal çözüm istiyor. Şam ise Kürtlerin evvela ABD ile ortaklığına son vermesini bekliyor. Kürtler güvenceler olmadan bunu yapmaya yanaşmıyor. Fakat Türkiye tehdidi sürerken de elleri zayıflıyor. Bu noktada Rusya’nın garantörlüğü önem kazanıyor. Rus-İran baskısı olmadan Şam’ın Kürtlerle ilgili kurumsal temelde bir çözüme girmesi zor görünüyor. Mesela, Suriye yönetimi SDG’yi muhatap almadan SDG içindeki askerlere “gelin Suriye ordusuna katılın” çağrısında bulundu. Kürtler bunu ciddiyetsiz bir hamle olarak gördü. Ruslar, SDG’nin özerkliğini koruyarak Suriye ordusuna dahil edilmesi fikrine karşı değil. Bu konuda Rusya’nın önünü kesen sadece Suriye’nin direnci değil, aynı zamanda Türkiye’nin sabote edici dayatmaları.
Ruslar şunun farkında: Kürtlere bir şey verilmediği takdirde Kürtler ABD’den uzaklaşmayacak. Bu tıkanmayı aşmak için Türkiye’yi esnetmesi gerekiyor. Cenevre’de anayasa yazım komitesi yol alır da bu sayede Türkiye’nin tehditleri bir ölçüde geriler diye beklenti var. Fakat iyimserliğe de yer yok. Rusya açısından Kürtlerle uzlaşma zemini var, ama İdlib’deki radikal İslâmcılarla yok. Zaten bu gruplar herhangi bir siyasi çözümü kabul etmiyor. Türkiye’nin sunduğu korumanın keyfini çıkarıyorlar. Hem Türkiye’nin sınırlarından besleniyorlar hem de koruyucu kalkan olarak 12 gözlem noktasından faydalanıyorlar. Bunlar rejimle uzlaşmayı dinden çıkmak olarak görüyor. Türkiye siyasetini değiştirirse, Kürtlerle Şam’ın anlaşması daha kolay. Kürtlerle uzlaşı zemini her zaman var. Kürtler itibarlı bir statü elde ederse, ABD ile işbirliğini sürdürme gerekçesi kalmayabilir. Bu, bölgeyi de rahatlatır. Fakat Türkiye Sri Lanka modelindeki gibi mutlak çökertmeden yana. Bu modelle ne Suriye’ye ne de bölgeye barış gelir.
Erdoğan destek verdiği milis güçleri önümüzdeki dönemde ne kadar kontrol edebilir, bu gruplar böyle bir sadakat içinde olabilir mi?
Erdoğan İran’a özeniyor. İran’ın Ortadoğu’da desteklediği milis yapılanmalar söz konusu. Fakat bunların kendi davaları ve halkları üzerinde meşruiyetleri var. Mesela, Hamas ve İslâmi Cihad Filistin davası çerçevesinde varlık gösteriyor. Hizbullah İsrail’e karşı bir direniş gücü olarak destekleniyor. Hizbullah Lübnan siyasetinde de kilit partilerden birisi. Türkiye’nin yedeklediği milislerin ise böyle bir zemini yok. Yekpare de değiller. İdeolojik bütünlüğe sahip değiller. Sürekli bölünüp biçim değiştiriyorlar. Bazıları eski IŞİD’çi, bazıları El Kaideci, bazıları aktif El Kaide, bazıları tamamen çapulcu ve başıbozuk. MİT’in organize ettiği Türkmen gruplar var. Birçoğu artık para için savaşıyor. Bunlar sürdürülebilir bir dava için araçsallaştırılamaz. Elbette bunlar arasındaki selefi-cihadi İslâmcı örgütlerin özgün çizgileri var. Bunlar Türkiye’yi maslahat gereği kullanışlı ülke olarak görüyor. Türkiye’nin davası umurlarında değil. Yarın silahlarını Türkiye’ye de çevirebilirler. Bakmayın Suriye Ulusal Ordusu ya da Ulusal Kurtuluş Cephesi gibi isimler aldıklarına, aralarında bütünlük yok ve çıkar çatışmalarıyla sürekli birbirlerine giriyorlar.
IŞİD’le ilişkilerde üç temel nokta var: Birincisi petrol alışverişi. Ruslar tankerleri bombalayıp IŞİD dosyasını BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyınca Türkiye politikasını değiştirmeye mecbur kaldı. İkincisi, sınırların IŞİD’in geçişleri için kullandırılması. Üçüncüsü, IŞİD ailelerinin Türkiye’de barındırılması. Türkiye’de IŞİD’in hücresel yapılanması ciddi boyutlarda.
Burada sadakatten ya da homojenlikten bahsedemeyiz. Güya hepsi Suriye rejimini devirmek ve ülkeyi siyaseten bağımsız kılmak istiyor. Fakat Barış Pınarı’nda sahaya sürülen araçların plakalarını gördük, çok acayipti: 82 TC 1071, 82 TC 1453. Yeni-Osmanlıcı ve neo-İttihatçı yaklaşımın çok komik ve yüzeysel bir dışavurumu. Suriyeli grupların bu bakış açısıyla ne âlâkası var? Suriyeliler ülkelerini sömürgeleştirme niyeti taşıyan bir hareketi nasıl kucaklayabiliyor? Geçici hesaplar var, ceplerine girecek 50-100 doların hesabını yapıyorlar. Ya da aileleri Türkiye’de barınabilsin diye bu yola giriyorlar. Ayrıca bunların suç sicilleri çok kabarık. Afrin’de inanılmaz suçlar işlendi. Şimdi bunlar Fırat’ın doğusunda tekrarlanıyor. Gasp, yağma, işgal, işkence, infaz ve fidye olaylarının haddi hesabı yok. Etnik temizlik, dini grupların varlığını yok eden pratikler var. Bunların hepsi savaş suçu. Ve bunlar Türkiye’nin hanesine yazılan suçlar. “Tamam, paydos” deseler de bunlardan bir kısmı silahlarını Türkiye’ye doğrultacak ya da suç örgütleri olarak varlığını sürdürecektir.
Bu grupların ideolojik yapıları nasıl?
IŞİD’i bir kenara koyarsak, Türkiye’nin himaye ettiği ya da göz yumduğu grupların ideolojik temelleri farklılıklar arz ediyor. Türkiye Suriye’de en fazla eski El Kaide liderlerinin kurduğu örgütlerle işbirliği yaptı. Bunları şimdi ılımlı selefi gruplar olarak isimlendiriyorlar. Bu örgütlerden bir kısmı Müslüman Kardeşler’in uzantıları. Suriye’de dahli olan birçok Batılı ülkeye göre bunlar “makûl” ya da “ılımlı” örgütler. Esasen öyle değil. Ilımlı dedikleri, eski El Kaide unsurları. Hatta HTŞ’yi ılımlı göstermek için çok uğraştılar. Biliyorsunuz, HTŞ’nin dönüşüm geçirmeden önceki hali Nusra Cephesi idi. Nusra da IŞİD’in Suriye’deki ilk yapılanması. Nusra’yı HTŞ’ye dönüştürenler örgütü ılımlılaştırmayı ve makûl muhatap haline getirmeyi umuyor. Bana göre bu tamamen efsane. Bu örgütlerin temel karakteri asla değişmiyor. Hepsi de şeri bir düzen vaat ediyor. Küresel cihadi ağın içinde kalmayı sürdürüyorlar.
Ayrıca, her ılımlılaştırma ameliyesi içinden yeni radikal unsurlar doğuruyor. Huras el Din böyle bir şeyin sonucudur. Huras el Din ve bunun gibi beş yapılanma doğrudan el Kaide’nin uzantısı. Önce IŞİD’den, ardından El Kaide’den ayrılığını deklare eden HTŞ de özü itibariyle El Kaide. Yani, organizasyondaki şema değişikliği ideolojik dönüşüm anlamına gelmiyor. Başka bir ilginç durum: Bu örgütler Türkiye’yi de “küfür” ya da “tağuti” rejim olarak görüyor ve buna karşı cihadı farz sayıyor. Erdoğan Müslüman Kardeşler’e yakınlığı nedeniyle bu örgütlerle girdiği yolun sonundaki bumerang etkisini/dönüşümünü gözardı ediyor. Burada özellikle Afgan cephesinden mütevellit Pakistan sendromunu hatırlatmak istiyorum. Türkiye Pakistan gibi bu tür grupları kuşatabileceğini, onları tehdit olmaktan çıkarabileceğini zannediyor, büyük bir özgüvenle. Erdoğan 17 Eylül 2018’de Soçi’de Putin’e “Ben bunları yola getireceğim” sözünü verirken bu güvene dayandı. Ama bu ciddi bir yanılgı.
ABD kurulu düzeninin bölgede kalmayı üç ana hedefle temellendirdiğini görüyoruz: İran’ın kollarının kesilmesi, IŞİD’le mücadelenin devam etmesi ve Suriye’de geçiş süreci tamamlanıncaya kadar ABD askeri varlığının koz olarak kullanılması. Şimdi bu üç ayaklı politika şöyle güncelleniyor: Suriye devleti petrolden mahrum bırakılacak, ekonomik yaptırımlarla Şam üzerinde baskı kurulacak.
Erdoğan kendi liderliği etrafında onları toplayabileceğini mi umuyor?
Evet, “Biz bunlara yardım ettik, buraya getirdik, benim sözümü dinlerler” diyor. Hayır, dinlemezler. El Kaide ancak biat ettiği emirinin sözünü dinler. Bugün Türkiye’ye silah doğrultmuyorlarsa, bunun tek nedeni sınır kapılarının onları beslemesi, rahatça girip çıkıyor olmaları. Ayrıca Türkiye’nin aldığı pozisyon Rusya ve Suriye ordusunun kara harekâtı geliştirmesini önlüyor ya da geciktiriyor. Bu yüzden de Türkiye’ye düşmanlık beslemiyorlar. Yarın Türkiye politikasını değiştirirse, İdlib’de bunlara kalkan olmaktan vazgeçerse, sınırları kapatırsa ne olacak? Kuşkusuz, bu Türkiye’yi Pakistan’ın durumuna sokacak. Pakistan Afganistan’da ABD’nin iteklemesiyle aynı hatayı yapmıştı. İslâmcı grupları eğittiler, donattılar, sonuçta sadece Afganistan’ın değil, Pakistan’ın başına da büyük bela açtılar. Geleneksel Sufi medreseler cihadi-selefi dönüşüm geçirdi. Suriye’deki serencam Türkiye’deki İslâmcı cemaat ya da grupları da etkiliyor, dönüştürüyor. Bu da bizim Pakistanlaşma sürecimizdir. Asıl tehlikeli olan budur.
Barış Pınarı’na yurtdışından gösterilen –belki biraz da göstermelik– tepki, Kürtlere ihanet edilmesi üzerindendi. Ama daha sonra, çok sayıda tutuklu IŞİD militanının serbest kalması, hatta bu harekât yüzünden IŞİD’in küllerinden doğması endişeleri dile getirilmeye başladı.
Türkiye’nin IŞİD’le ilişki süreci netameli ve ikiyüzlü. Bunlar sınırlarda ÖSO ile aynı muameleyi gördü. Hepsi Erdoğan’ın fetihçi hayallerinde kardeşleriydi. Hepsi devrimciler olarak kucaklandı. Fakat daha sonra ayrışmalar başladı, IŞİD büyüdü, diğerlerini yok edecek hale geldi. IŞİD Türkiye sınırında üç kapıyı ele geçirdiği halde Ankara ses çıkarmadı. Çünkü Kürtlere karşı IŞİD’i kullanmak gibi bir hesap başlamıştı. Türkiye’nin 2016’da IŞİD’le sözde savaşı, gerçekte IŞİD’e karşı değil, Kürtlerin Menbic’i temizledikten sonra Fırat’ın batısında ilerleyip Afrin ile Kobani arasında bir koridor açmasını önlemek amacıyla başladı. Tabii IŞİD’e destek veren ülke olarak ağır bir baskı oluşmuştu, Fırat Kalkanı ile bu baskıdan da kurtulmuş oldular. Ama asıl mesele Kürt koridorunun oluşmasını önlemekti. IŞİD’le ilişkilerde üç temel nokta var: Birincisi, petrol alışverişi. Sadece Hacıpaşa köyünde IŞİD petrolünü Türkiye’ye sokan 500 hortum hattı vardı. Bunları şahsen görüntüledim. Ayrıca Irak Kürdistan’ı üzerinden IŞİD petrolü Kürt petrolü ile karıştırılarak tankerlerle Türkiye’ye taşınıyordu. Ruslar tankerleri bombalayıp IŞİD dosyasını BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyınca Türkiye politikasını değiştirmeye mecbur kaldı. İkincisi, Türkiye sınırlarının IŞİD’in geçişleri için kullandırılması. Üçüncüsü IŞİD ailelerinin Türkiye’de barındırılması.
Rusya açısından Kürtlerle uzlaşma zemini var, ama İdlib’deki radikal İslâmcılarla yok. Zaten bu gruplar herhangi bir siyasi çözümü kabul etmiyor. Türkiye’nin sunduğu korumanın keyfini çıkarıyorlar. Hem Türkiye’nin sınırlarından besleniyor hem de koruyucu kalkan olarak 12 gözlem noktasından faydalanıyorlar.
Bugünkü duruma gelirsek, Türkiye’de IŞİD’in hücresel yapılanması ciddi boyutlarda. IŞİD Türkiye’yi en rahat hareket edebileceği, para transferi yapabileceği yer olarak görüyor. Bazı gözaltı operasyonları ya da tutuklama girişimleri IŞİD’in yapılanmasının çökertildiği anlamına gelmiyor. IŞİD’le mücadele kara delikler, laçkalıklar ve ihmallerle malûl. Suriye’de kamplarda IŞİD üyeleriyle konuştum, hepsi “Bizi Türkiye’ye göndersinler” diyordu. Erdoğan çeşitli sayılar veriyor: 1280 kişi Türkiye’de hapishanelerde, 800 kişi Suriye’de Fırat Kalkanı bölgesinde tutuluyor, 15 bin kişi sınırdışı edildi diye. Korkunç bir manipülasyon var. Sınır dışı edilenlerin hepsi IŞİD’li değil. Ayrıca, bazılarını alıp muhaliflerin kontrolündeki kapılardan Suriye’ye atıyor. Yani pratikte serbest bırakıyor. Kapının öbür tarafında bu insanları tutuklayacak bir merci yok. Çünkü Suriye devletine teslim etmiyor. Cihatçılar ortada dolaşmaya devam ediyor. IŞİD Türkiye’de döviz ve kuyumculuk işletmeleri kurup para transferi yapıyor. Türkiye ancak ABD Hazine Bakanlığı bu büroları kara listeye alınca harekete geçiyor. ABD işaret etmemişse kılını kıpırdatmıyor. Bu esnekliğin bir nedeni belki Musul’daki rehine pazarlığıyla bağlantılı. Musul Başkonsolosluğu’nda rehin alınan Türk vatandaşları bırakıldığında Erdoğan “Ne verdikse verdik” demişti. Ne verdiler? Bence en büyük taviz IŞİD’li ailelerin Türkiye’de serbest kalmalarının garanti edilmesiydi. IŞİD’in önde gelen isimleri, hele bunlar Türkmen ise Ankara ve Konya gibi yerlerde çok rahat barınabiliyor.
Olayın bir de ABD boyutu var. Özellikle Suriye’den geri çekilip çekilmeme konusunda da gördük, ABD içinde fikir birliği yok. Barış Pınarı’na yeşil ışık kararında da Pentagon’la Beyaz Saray arasında gerginlik yaşandı. ABD Suriye ve Ortadoğu’ya yönelik bir devlet stratejisine sahip mi şu an ya da buna uygun hamleler yapabiliyor mu?
Bir stratejisi var tabii. Ama bu stratejinin mimarları Trump’ı dizginlemeye, bireysel çıkışlarını önlemeye çalışıyorlar. Geçenlerde New York Times’a konuşan Beyaz Saray’dan bir yetkili “Trump’ı Oval Ofis’te yalnız bırakmamaya çalışıyoruz” demişti. Trump’ın seçim vaadi bölgeden askerlerin çekilmesiydi. Amiyane tabirle “Ben para etmeyen savaşlara katılmam” diyor. Petrol ya da doğalgazdan pay alacak mıyım diye meseleye bakıyor. O yüzden Suudileri para, para diye çok sıkıştırıyor. Suriye’den askerleri çekme sözünü yerine getirmek için birkaç deneme yaptı. Ama her seferinde Pentagon, Dışişleri ve Kongre’nin itirazları nedeniyle geri adım attı. Erdoğan’ın çok fazla baskı yapması Trump’a “Biz çekiliyoruz, Suriye senindir” deme fırsatı verdi. Türkiye’nin askeri harekâtını önlemek için Urfa’da ortak harekât merkezi kuruldu. Ortak mekanizma işlemeye başlamışken Erdoğan’ın bir gece ansızın geliriz tonundaki baskıları karşısında, Trump Barış Pınarı’na yeşil ışık yaktı. ABD’de “Kürtlere ihanet ettik, Türklerin Kürtleri katletmesinin sorumluluğunu taşıyamayız” diye büyük baskı oluşunca Trump asker çekme kararını gözden geçirdi. Bu sefer petrol sahalarını Trump’ın önüne koyup ikna ettiler.
Kürtlerle Şam’ın uzlaşı zemini her zaman var. Kürtler itibarlı bir statü elde ederse, ABD ile işbirliğini sürdürme gerekçesi kalmayabilir. Bu, bölgeyi de rahatlatır. Fakat Türkiye Sri Lanka modelindeki gibi mutlak çökertmeden yana. Bu modelle ne Suriye’ye ne de bölgeye barış gelir.
Trump Suriye’den çekilmeyi gündemine aldığından beri ABD kurulu düzeninin bölgede kalmayı üç ana hedefle temellendirdiğini ve başkanı bununla ikna ettiğini görüyoruz: İran’ın kollarının kesilmesi, IŞİD’le mücadelenin devam etmesi ve Suriye’de geçiş süreci tamamlanıncaya kadar ABD askeri varlığının koz olarak kullanılması. Şimdi bu üç ayaklı politika şöyle güncelleniyor: Suriye devleti petrolden mahrum bırakılacak, ekonomik yaptırımlarla Şam üzerinde baskı kurulacak, yeniden inşa süreci baltalanacak ve Şam’la diplomatik ilişkilerin tesisi engellenecek. İran unsurlarının bölgeden çekilmesi ve İsrail’in güvenceye alınması değişmeyen hedef. SDG’nin kontrol ettiği bölgelerdeki petrol ve tahıl en önemli pazarlık kozu. Trump’un petrol gerekçeli kalma kararı Rusya’nın Kürtleri Şam’la müzakere masasına oturtma planını da olumsuz etkiledi. Çünkü Kürtler yeniden ABD planlarına dönerken Suriye ve Rusya buna çok bozuldu. Yeni ABD pozisyonu Körfez’deki ortaklarının SDG’ye daha fazla destek vermesini ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki blokla yakından ilgilenmelerini içeriyor. Ancak ABD’nin Kürtlerin arzuladığı statü pazarlığıyla ilgili herhangi bir taahhüdü yok. Kuzey ve Doğu Suriye’de kurulan demokratik özerklik modeliyle de ilgilenmiyor. Bu ABD korumasına önem atfeden Kürtler için büyük açmaz.
Ne zaman Suriye konuşsak, Türkiye, Kürtler, IŞİD, cihatçılar, Rusya, İran, ABD vs. açısından durumu değerlendiriyoruz. En az konuşulan taraf ise Suriye rejimi. Son dönemeçte, 2011’de başlayan süreçte belki ilk defa bu kadar rahat nefes aldı Esad rejimi. Rusya nüfuzu altında geleceğini güvence altına almış gibi görünen bir Suriye rejimi var.
Suriye rejiminin kapasitesiyle ilgili yapılan değerlendirmelerin baştan itibaren eksik ya da yanlış olduğunu düşünüyorum. Bine yakın örgüt ortaya çıktı bu süreçte. Rejim değiştirme oyununun uluslararası yüzü Suriye’nin Dostları Grubu’nda 130 civarında devlet yer aldı. Bu kadar örgütlü bir müdahale başka bir ülkenin başına gelseydi bu kadar dayanabilir miydi acaba? Suriye’de yüzlerce cephe oluştu. Bu cepheler Türkiye, Ürdün ve Lübnan’dan lojistik destek kanallarına sahip oldu. Rusya ve İran’ın desteği çok kritikti ama, Rusların savaşa doğrudan girdiği 30 Eylül 2015 itibariyle Suriye hâlâ ayaktaydı. Suriye yönetimi büyük bir alanda kontrolü kaybetse de ana arterler ve nüfusun yoğun olduğu kentlere hâkimdi. “Suriye rejimi yıkıldı, yıkılacak” öngörüleri tutmadı.
Suriye rejimi, genel olarak sanılanın aksine, neden yıkılmadı?
Suriye hükümet güçleri ağır bir savaş yürüttü. Hükümet güçlerinin kaybı savaşta ölenlerin üçte biri. Bu büyük bir bedel. Düzenli orduyla yapılan müdahaleler yıkım ve kayıp oranını artırsa da, zamanla şehir savaşını da öğrendiler. Suriye yönetimine “Alevi azınlık rejimi” dendi. Yanlış bir tespitti. Bu Müslüman Kardeşler’in 1970’lerden beri sürdürdüğü propagandaya dayanıyor. Baas rejiminin mezhepçi bir karakteri yok. Esad’ın Alevi olması bir şeyi değiştirmiyor.
Barış Pınarı’nda sahaya sürülen araçların plakalarını gördük, çok acayipti: 82 TC 1071, 82 TC 1453. Yeni-Osmanlıcı ve neo-İttihatçı yaklaşımın çok komik ve yüzeysel bir dışavurumu. Suriyeliler ülkelerini sömürgeleştirme niyeti taşıyan bir hareketi nasıl kucaklayabilir?
Rejimin gaddarlığı, anti-demokratlığı, temel hakları hiçe sayıyor olmasından bahsetmiyorum. “Alevi azınlık rejimi” diyenler, 18 Temmuz 2012’de İçişleri Bakanlığı’nda bombalı saldırıyla önde gelen dört isim öldüğünde “Rejimin beyni havaya uçuruldu” manşetlerini de attıranlardı. Ancak, ölenlerin kimliği rejimin karakterine dair de çarpıcı bir özet veriyordu: Savunma Bakanı Davud Raciha Ortodoks, eski Savunma Bakanı ve Devlet Başkanlığı Danışmanı Hasan Türkmani Sünni bir Türkmen, Genelkurmay Başkan Yardımcısı Asıf Şevket Alevi, Askeri İstihbarat Şefi Hişam İhtiyar Sünniydi. Başbakan, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı, istihbarat şeflerinin çoğu Sünniydi. Sistemin ana omurgasında Sünni orta kesim var. Rejimin tabularından biri mezhebi aidiyetin sorgulanmasıydı. Elbette “Aleviler mezara, Hıristiyanlar Beyrut’a” sloganını kullanan azgın bir cihatçı savaşında Aleviler arasındaki seferberlik nüfuslarına oranla daha büyüktü, ama her kesim bedel ödedi. Şam, Humus, Lazkiye ve Halep’te karışık mahallelerde dolaştığımda şu tür manzaralarla karşılaştım: Aynı sokağın bir duvarında ölen Sünni Müslüman için Kuran’dan bir ayet eşliğinde cenaze duyurusu, karşısında ölen Hıristiyan için İncil’den bir ayetle cenaze duyurusu. Böyle bir bedel Suriye toplumunda mezhepçi analizler yapmayı geçersiz kılıyor. Erdoğan “Ölen Sünni kardeşlerim” diyebildi, ama Esad kurbanlar ya da verilen savaş için bugüne kadar tek bir mezhebi tanım kullanmadı. Suriye toplumunda “Alevi misin, Sünni misin?” diye sorulduğunda yanıt “Suriyeliyim” şeklindedir. Bu soru ayıplanır. Öfkeyle karşılanır. Savaş sırasında Suriyelilik kimliği devlet politikası olarak da öne çıkarıldı.
Üçüncüsü, devletin acze düşmediğini göstermek için çatışma bölgelerinde devletin varlığını hissettirme çabası güttüler. Devletin kontrolünden çıkmış bölgelerde, IŞİD’in elindeki kentler dahil, memur maaşlarını ödemeye devam ettiler. Rakka’dan insanlar maaşlarını almak için Halep’e geliyordu mesela. Riskli bölgelerde elektrik hatları çöktüğünde hızla müdahale ediyorlardı. Halep’te çatışma bölgesinde sabahın köründe çöp toplandığını gördüm. Çatışmanın yaşanmadığı Lazkiye’deki sokaklar Halep’tekinden daha pisti. Örnekler artırılabilir. Bir başka kritik nokta da şu: Suriye’nin temel sorunu bir istihbarat devleti olmasıydı. Bu istihbarat ağı savaş sırasında düzeni kurtaran bir örgü olarak işlev gördü. Biraz garip gelebilir bu tespit. Ancak, şunu defalarca gördüm: IŞİD’in, öteki muhalif güçler ya da Kürtlerin kontrol ettiği bölgelerde yetişen mahsul bir şekilde oralardan çıkartılıp Suriye’nin geri kalan bölgelerine dağıtılıyordu. Özellikle buğday tedariki önemliydi. Halep-Humus adasında, Isriye-Hanasır-Safira hattında tali bir bağlantı yolu var. Halep-Hama anayolu kapalı olduğu için, bir tarafı Nusra, diğer tarafı IŞİD’in elinde olan alandan geçen bu yol kullanılıyordu. Buğday kamyonları uzun konvoylar eşliğinde çatışma bölgelerinden çıkıp bu yol üzerinden tüm Suriye’ye dağılıyordu. Bunların güven içinde sevk ve idaresinde istihbaratın rolü büyüktü. Savaş boyunca fırınlar unsuz kalmadı. Devleti analiz etmek açısından bunlar önemli noktalar.
Pakistan Afganistan’da ABD’nin iteklemesiyle aynı hatayı yapmıştı. İslâmcı grupları eğittiler, donattılar, sonuçta sadece Afganistan’ın değil, Pakistan’ın başına da büyük bela açtılar. Suriye’deki serencam Türkiye’deki İslâmcı cemaat ya da grupları da etkiliyor, dönüştürüyor. Bu da bizim Pakistanlaşma sürecimizdir. Asıl tehlikeli olan budur.
Bir de, Türkiye kökenli Kürtlerin kimlikleri 1962’de iptal edilmişti. Kürtlerin kimliksiz bırakılması, “Kürt Kemeri oluşuyor” diye Arap milliyetçiliğinin duyar kastığı bir dönemde, buna karşı Arap Kemeri diye anılan önlemler dizisinden biriydi. Kürtler sistemin en mağdur halkasıydı. 2004’te Kamışlı isyanıyla Kürtlerin isyan potansiyeli kendini gösterdi. Esad 2011’de olaylar başlar başlamaz Kürt heyetlerini ağırlayıp taleplerini sordu ve kimlik meselesini ivedilikle çözdü. Ayrıca, kuzeyi PYD’ye bırakarak Kürt cephesinin açılmasını önlemiş oldu. Bu da sistem nasıl ayakta kaldı sorusunun yanıtı aranırken değinilmesi gereken bir boyut. Sistem işlemez halde olsaydı, Rusya da, İran da kendilerini riske atıp Esad’a omuz vermezdi. Onlarınki hâlâ ayakta durabilen bir müttefiki korumaya dönük bir müdahale hamlesiydi.
Yani, Rusya doğrudan müdahil olduğu için Suriye rejimi ayakta kaldı gibi bakılıyor, ama halbuki ayakta kalabileceğini gösteren bir Suriye rejimi olduğu için Rusya müdahil oldu…
Evet, Suriye devleti yıkılmadığını gösterdi. Erdoğan’ın danışmanları sürekli şunu yazdırdılar: “Esad Moskova’ya kaçacak”, “Rejimin sonu geldi, Esad Lazkiye’ye Alevi devleti kuracak”, “Rejimi tamamen Esad’ın annesi yönetiyor” gibi… Bir komşu ülkeyle ilgili bu kadar cehalet serdetmek başka bir coğrafyaya nasip olmaz sanırım. Evet, Fransızlar 1920’lerde Bilad-i Şam’ı bölüp Lübnan Devleti, Şam Devleti, Halep Devleti, Alevi Devleti, Dürzi Devleti ilan etmişti. Ama bunun bugün zemini yok. Bölünme senaryoları tamamen fanteziydi. Batı basını da bu konuda çok ahlâksız ve sorumsuz yayınlar yaptı.
Baas rejiminin Irak’taki Kürt politikası Suriye’dekinden epey farklıydı, öyle değil mi?
İki coğrafyadaki Kürt mücadelesinin süreçleri birbirine benzemiyor. Irak Kürdistanı’nda coğrafi ve demografik bütünlük ve yoğunluk var. Buranın Kürtleri Bağdat-Tahran-Ankara arasındaki makas değişimleriyle bir oradan bir buraya savrularak mücadele verdi. Kürtlerin Bağdat’la ilişkileri de çelişkilerle doluydu. Bloklar değiştikçe Kürt liderler de bir yere yaslanmak zorunda kaldı. Gün geldi Bağdat’a sığınan Talabani oldu, gün geldi Barzani. Suriye’deki Kürtlerin kimlik mücadelesi ise büyük oranda Türkiye’deki süreçlerle bağlantılıydı. Coğrafi ve demografik bütünlükle ilgili de durum farklı. Afrin’de Kürtlerin en az bin yıllık bir geçmişi var. Ama bugün Kürt yoğunluklu Kobani’nin geçmişi kabaca yüz yıllık. Kobani, Derik gibi yerlerin temelinde 1915 soykırımının ardından Ermeni ve Süryanilerin koydukları taşlar vardır. Cezire bölgesinde Kürt ve Arap aşiretleri hep olageldi, ama bölgenin Kürt karakteri 1920’lerden itibaren güçlendi. 1925-1938 arasındaki Kürt isyanlarının bastırıldığı süreçlerde kuzeyden Suriye’ye göçler yaşandı.
IŞİD Türkiye’yi en rahat hareket edebileceği, para transferi yapabileceği yer olarak görüyor. Bazı gözaltı operasyonları ya da tutuklama girişimleri IŞİD’in yapılanmasının çökertildiği anlamına gelmiyor. Suriye’de kamplarda IŞİD üyeleriyle konuştum, hepsi “Bizi Türkiye’ye göndersinler” diyordu.
Türkiye’den kaçan ya da sürülen Kürt aydınları Suriye’de Kürt kimliğini inşa eden çalışmalar yürütürken yüzleri Şam’a değil, kuzeye bakıyordu. Bu dönemlerde Kürt Rönesansı diye anılan kültür ve yayıncılık faaliyetleri Kürt kimliğinin inşasında çok önemli yer tutar. Suriyeli Kürtler Mele Mustafa Barzani’nin öncülüğündeki Kürt dirilişinde yüzlerini bu kez doğuya çevirdi. PKK ile birlikte bu istikamet tekrar kuzey oldu. Suriye Baas’ı Irak Baas’ı ile kanlı bıçaklı olduğu için Irak Kürdistanı’ndan liderlerin himaye bulduğu yer Şam’dı. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler de ağırlıklı olarak Türkiye’yi izlediği için Şam bu durumu dert etmiyordu. Ancak, Baas’ın Arapçı yanı Kürtlerin etnik ve kültürel kimliğini baskıladı. Bu anlamda bir mağduriyet oluştu. Kürtçe kaset çıkarmanın, kitap basmanın yasak olduğu dönemlerden geçildi. Kimlik siyaseti yapılamazdı. Fakat Türkiye’deki gibi Kürtlere karşı eli ağır ceberrut bir siyaset olduğunu da söyleyemeyiz. Zorbalık herkeseydi. Irak Baas’ı Kürtlere karşı, kimyasal katliam dahil, çok ağır suçlar işledi.
Suriye’de de 1960’ta Amude Sineması’ndaki yangın gibi Kürtleri çok sarsan olaylar yaşanmadı değil. Söylemek istediğim, Kürtlerin mücadeleleri Türkiye odaklıyken Suriye devleti bunu mesele yapmadı, hatta Ankara’ya karşı bir kart olarak da gördü. 2003’ten sonra, PYD’nin yeni bir anlayışla kurulması Şam’ı alarma geçirdi. Çünkü artık Suriye ile uğraşan bir Kürt hareketi vardı. PYD, Suriye’yi demokratikleştirerek Kürt sorununa çözüm bulmayı siyasal program haline getirdiği için istihbaratın radarına girdi. Kamışlı olaylarıyla Kürt hareketi kendini gösterdi. 2004’te, bir futbol maçında çatışma yaşandı. Ardından, Kürtler birkaç günlüğüne kontrolü ele aldı. Ve geçmişte Türkiye ile uğraştıkları için göz yumulan Kürtler artık rahat olamayacaktı. Halbuki 1990’larda PKK Afrin’den milletvekili çıkartıp Suriye meclisine gönderecek kadar örgütlüydü ve dokunulmazdı. Afrin’de PKK’nin yönlendirmesiyle kooperatifler kuruluyor, sabun ve zeytinyağı fabrikaları çalıştırılıyordu. Afrin örgütün ekonomik güç merkeziydi. Suriye yönetiminden etkili kişiler de işin içindeydi. Bütün bunlar istihbaratın da göz yumduğu şeylerdi. 2003 sonrası durum değişmeye başladı.
Bölgedeki diğer tüm aktörlerin politikalarından bahsettik. Kürtlerin politikasına dair neler söyleyebiliriz? Dünyanın pek çok yerinden muhalif, sol çevrelerin dikkatini çeken “Rojava devrimi” ve Rojava anayasasından son gelinen noktada geriye ne kaldı?
Demokratik özerklik, fikir olarak bölgenin sorunlarına, etnik-dini karakterine ve tarihsel hassasiyetlerine karşı duyarlı bir modellemeydi. Yönetim ve idari birimlerde cinsiyet kotası, kadının toplumsal-siyasal-askeri örgütlenmede öne çıkarılması, anadil ve anadilde eğitimin tanınması, eş başkanlık sistemi gibi özellikleriyle yazılan anayasa ilham vericiydi. Ağır bir savaş ortamında bunu ortaya koymak ve bunun için pratikler geliştirmek başlı başına takdire şayandı. Ancak, bu modelin test sürecinden geçtiğini de unutmamak gerekiyordu. Önünde çok sayıda meydan okuma vardı. Bu modeli Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde ilerletmek kolaydı. Bu birliktelik IŞİD gibi tehlikelere karşı bir savunma imkânı sundu. Savaş ortamında barışı sağladı.
Erdoğan “ölen Sünni kardeşlerim” diyebildi, ama Esad kurbanlar ya da verilen savaş için bugüne kadar tek bir mezhebi tanım kullanmadı. Suriye toplumunda “Alevi misin, Sünni misin?” diye sorulduğunda yanıt “Suriyeliyim” şeklindedir. Bu soru ayıplanır.
Fakat üç kantonlu sistemin Arap bölgelerine doğru genişlemesi ve federatif bir yapılanmaya dönüşmesi modelin önündeki zorlukları artırdı. Kürt bölgelerinde adanmış kadrolar örgütlenme dinamiğini çok iyi kullanıyordu. Fakat Arap bölgelerinde aynı başarıyı göstermeleri imkânsız. Değerler manzumesi farklılaşıyor. Araplar arasında bir Kürt hassasiyeti gelişti. Petrol kuyuları başta olmak üzere iktisadi paylaşım önemli bir mesele haline geldi. Beri tarafta, ABD’yle kurulan ortaklık bu modelin temelindeki özgün yol haritasından sapmaları getirdi. Ayrıca, özerk yapının ABD’yle ittifakı, geniş bir alana yayılıp petrolü de kontrol edecek duruma gelmesi ve federatif karaktere bürünmesi Suriye’nin geri kalanında bölünme sendromunu tetikledi. Bunlar iç dinamiklerdeki bozucu faktörleri harekete geçiriyor. Bu modelin Suriye yönetimiyle vermesi gereken bir sınav da var. Yani özerklik statü kazanmış değil. Bu süreçte Şam’ın müdahale araçlarını hafife almamak lâzım. ABD ile ortaklık Şam’ın Kürtlerle ilgili kuşkularını artırdı.
Bunun ötesinde, Türkiye’nin yıkıcı bir güç olarak devreye girebileceği çok hesaba katılmadı. ABD’yle ortaklığın getireceği garantiye bel bağlandı. Test süreçleri dediğim bunlar. Modelin kendi içinde barındırdığı zafiyetler de bu tür bir zor dönemeçte bozucu faktöre dönüşüyor. Modelin en büyük zafiyeti Kürtlerin Araplar ve Süryanilerle sağladığı ortaklığı yerleşik Kürt partileriyle kuramamasıydı. Araplar ve Süryanilerin tarihsel olarak Şam’a bağlılıkları da gözardı edildi. Kürtlerle kurulan hikâye kuşku çekecek bir noktaya vardığında müttefiklerin kendilerine yeni bir yol tayin etme ihtimali var. Bugünlerde çok-boyutlu olarak bu bozucu faktörlerin devreye girdiğini ya da sokulmaya çalışıldığını görüyoruz.
Yeni yıla Latin Amerika’dan, Hong Kong’dan dünyanın dört bir köşesine ve Ortadoğu’nun da neredeyse tamamına yayılmış isyanlarla giriyoruz. Bu genel tablo bize geleceğe dair neler söylüyor?
Kuşkusuz her bölgenin kendine özgün dinamikleri ve özel süreçleri var. İdeolojiler üstü, meydan okuyan bir dip dalga vuruyor. Yeni kuşakların tepki biçiminde bu var: örgütsüz ve sınıfsız. Yönetici elitin ayrıcalıklarına, istismarlarına karşı kendi dilini ve yöntemini inşa ediyor. Şablonlara sığmıyor. Biz bunu Gezi’de yaşadık. Ortadoğu özelinde daha karakteristik bir durum var. 2011’de, değişim dinamiği çatışmalarla boğuldu. Yeni dalga bu tuzağa karşı daha duyarlı. Partileri ve hâkim güç bağlarını tepeleyen bir isyan dalgası bu. Fakat özellikle Irak, Lübnan ve İran’daki olaylarda ulusalcı karakterin dirilişini görüyoruz. İran’da “önce İran” diyen bir dil, Irak’ta mezhepçi güç bölünmesine ve dış müdahalelere karşı Iraklılık vurgusu, Lübnan’da da yine nüfuz savaşına karşı Lübnanlılık öne çıkıyor. Siyasetin yeniden kurulması gerekiyor. Elitlerin dokunulmazlığı ve ayrıcalıkları hiç olmadığı kadar sorgulanıyor. Mezhepsel, dinsel ya da aşiretsel aidiyetlerle garantilenmiş siyaset kendi evinde tökezliyor. Bu dinamizm bu ülkeleri nereye götürür, öngörmek zor. Ama yeni kuşakların babalarının bagajlarında getirdiği düşmanlıklarla yürümek istemediği daha belirgin hale geliyor.