Önce GBT’nize bir bakalım. Solculuk nasıl başladı?
Sırrı Süreyya Önder: Babam Adıyaman TİP kurucusu, il başkanı, 1965 ve ‘69 milletvekili adayı. ‘70’te öldü. Ben sekiz yaşındaydım.
Ne iş yapardı?
Önce berberdi, sonra dava vekilliği yaptı. Babam öldükten sonra bir dönem dayımın eline kaldık, önemli Nur şakirtlerindendi. 12-13 yaşıma kadar medrese eğitimi aldım. Daha sonra, babamın kitapları ortaya çıktı. Bir-iki sandık dolusu kitap… Onlara daldım. İlk okuduğum Bereketli Topraklar Üzerinde’ydi (Orhan Kemal). Sonra Aziz Nesin’in Hoptirinam’ı. Üçüncüsü, babamın deftere yazdığı Ahmed Arif şiirleri…
Bu üçü zaten benim gibi masum bir genci zehirlemeye yeterli. (gülüyor) Bir yıl kadar sonra, okumadığım külliyatı da delice arayıp bulmaya çalışan bir haldeydim. Herkesin hayatında bir Türkçe öğretmeni vardır, benimki Musa Seyirci’ydi. Antalyalı bir Türkmen. Biraz sistemli okumayı telkin etmeye başlayınca, ondan uzaklaştım. Ben bir an önce okuyup bu sıkıcı işi bir kenara atma derdindeydim. (gülüyor)
Lise 2 öğrencisiydim, Dev-Sol’cu oldum. Sonra Maraş olayları protestosu ve cezaeviyle ilk tanışma. Sonra üniversite yılları başladı, Ankara Siyasal’a gittim. ‘79 girişliyim. Yine örgütlü siyasal yapılarda mücadele. 12 Eylül oldu, 1981’in yılbaşında yakalandım. 12 yıl ceza aldım.
Türkçe öğretmeni de TİP’li miydi?
TKP’liydi muhtemelen.

Okuma merakıyla beraber siyasal faaliyete, örgütlere ilgi duymaya da başlamış mıydınız?
O da veraseten intikal eden bir şeydi. Amcamız oğlu İstanbul’a okumaya gitmişti, geri döndüğünde Dev-Genç federasyon genel sekreteri olmuştu. Biz de otomatikman Dev-Genç’li olduk. Daha sonra, Devrimci Yol / Devrimci Sol ayrılığı başladı. Ne yapalım diye düşünürken, Celalettin Can (2011 itibarıyla 78’liler Girişimi sözcülerinden) Adıyaman’a geldi. Lise 2 öğrencisiydim, Dev-Sol’cu oldum. Sonra Maraş olayları protestosu ve cezaeviyle ilk tanışma. On gün kadar kaldım içerde. Adıyaman karakollarında o zaman yediğim dayağı 12 Eylül’de yemedim. Sürgün yeriydi Adıyaman. Pol-Bir (faşist polislerin örgütü) genel sekreteri CHP hükümete gelince Adıyaman’a sürülürdü. Pol-Der (solcu polislerin örgütü) genel sekreteriyle Pol-Bir genel sekreteri birlikte Adıyaman’da görev yapıyorlardı. (gülüyor) Sonra üniversite yılları başladı, Ankara Siyasal’a gittim. ‘79 girişliyim. Yine örgütlü siyasal yapılarda mücadele…
12 Eylül oldu, 1981’in yılbaşında yakalandım. 12 yıl ceza aldım. Burada belki 12 Eylül’ün sanat üzerindeki belirleyiciliğini de vurgulamak lâzım. Malûm, kitap yasak. Bir istisna vardı: “Okulumuzda ders kitabı olarak okutulmaktadır” kaşesi basılı kitaplar içeri verilebiliyordu. O da, sen o okulun öğrencisiysen. Baskın’ın (Oran) Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği halen bende cezaevi kaşeli olarak durur. İçimizde sanat tarihi okuyan bir arkadaş vardı. Estetik ne demek, ilk defa onun sayesinde içerde öğrendim. Mecburen, okuyacak başka bir şey yok. (gülüyor)
Gerek işin okuma boyutu, gerek diğer etkinlikler anlamında bir sosyalist gibi yaşamaya gayret ettim.
Estetik üzerine okumaya başlayınca, bir sanat eserine nasıl bakılır; iyi, güzel, kötü, çirkin kavramlarıyla kitabi düzeyde ilk defa cezaevinde karşılaştım. O zamana kadar yabana atılmayacak bir okuma yapmışım. Sebebi de, Musa Seyirci beni kütüphaneden sorumlu talebe yapmıştı, anahtarı bendeydi. Cennet gibi bir şey, giriyorum, yüzlerce kitap. Fakat estetik okumaya başlayınca, okuduklarımdan hiçbir şey anlamadığım, boşu boşuna okuduğum gibi bir vesveseye kapıldım. O itibarla bir-iki görgüsüzlük de yaptım: Cezaevinden çıktıktan sonra, ilk elime para geçtiğinde toplu kitap siparişleri vermeye başladım. (gülüyor)
Cezaevinden çıkış ne zaman?
‘87.

12 Eylül’den önce, Adıyaman’da sinema da girmiş miydi hayatınıza?
Taşradaki klasik sinema hali, bir yazlık, bir kışlık sinema… Bizim ergenliğimize denk gelen yıllar, seks filmleri furyasının başladığı zamanlar. Özel bir Yılmaz Güney tutkum vardı, herkeste olduğu gibi. Ama işin sanatsal boyutuyla uzak yakın alâkalı değildi o tutku. Arkadaş’ı Adıyaman’da bir miting havasında seyretmiştik, o zaman formasyonumu tamamlamıştım. (gülüyor)
Cezaevinden sonra siyasal angajmanınız sürdü mü?
Organik olarak, örgütsel bir ilişki olarak hayır. Ama gerek işin okuma boyutu, gerek diğer etkinlikler anlamında bir sosyalist gibi yaşamaya gayret ettim. Bir dönem sosyalist parti tartışmalarında bir selâm verdim, bir süre birlikte oldum, sonra derin bir iç kırıklığıyla uzaklaştım.
Kuruçeşme toplantılarını mı kastediyorsunuz?
Evet.
Türkiye sosyalist yapıları tartışmadık mevzu bırakmamışlar. Fakat, kimlik siyaseti meselesine topraklarımızda taşıdığı ağırlıkla çok ters orantılı bir alan açmışlar. Bu cinsiyet meselesinde de, etnisite meselesinde de böyle.
ÖDP’nin kuruluşunda yer aldınız mı?
ÖDP kurulurken hiçbir yerinde bulunmadım. Heyecanla izledim. Halen de içimi kıpırdatan siyasal yapılanmalardan birisidir. Bir siyasal yapının dostu olarak kalmak, genellikle bizim kuşağın büyük sıkıntısıdır. Arada bir yerde durulacak zemin yoktur, ya tekrar örgütsel yapının içine girersin ya da bir daha görüşmemek üzere topuklarsın. Ben o günden bugüne, o siyasal yapının dostu olarak kaldım. Arkadaşlar da buna saygı gösterdiler.
Bu seçim sürecinde ÖDP’nin tezi, çeşitli sosyalist parti ve örgütlerin önce bir sosyalist odak oluşturması, daha sonra bu odağın Kürt hareketiyle bir araya gelmesiydi. Çeşitli nedenlerle bu olamadı. Bize iyi gelen bir formüldü, size nasıl geliyor?
Tartışmaya bile gerek yok. Keşke öyle olabilseydi tabii ki. Hatta keşke öyle olsa, Kürtlerle ittifak kurulmasa da olurdu. (gülüyor) Şu açıdan söylüyorum: Öyle bir birliktelik hali sağlanabilse, Kürtlerle ittifak bunun doğal sonucu olur zaten. Fakat, ÖDP’nin tezi başta ÖDP açısından geçerli olmadı. ÖDP kendi içinde böyle bir birlik halini sağlayabilmiş değil. Olumsuz bir anlam yüklemiyorum bu söylediğime. Ama oradaki son beş-on yılın tartışmalarına bakıyorum, muazzam bir Kemalist etki sızmış durumda. Bir tartışma yürütülmesi bir yönüyle dinamik bir şey, ama bir yandan da “hâlâ bunu mu tartışacağız” dedirtiyor insana. ÖDP’nin o tezi, biraz kendi içindeki realiteden beslenen bir tespit gibi geldi bana. ÖDP o birliktelik halini, “biz” kavramının içini daralta daralta bugüne gelmiş bir siyasal yapı. Sen varolanı muhafaza edememişsin, bunu nasıl daha geniş bir birlikteliğe taşıyacaksın? İlkesel olarak doğru, teorik olarak doğru, pratikte bin tane aşılmaz engel var.

Hafızamızda yer eden bir anekdot var, temsili bir ruh halini özetliyor gibi. Mersin’de bir genç kız şöyle diyor: “Biz ÖDP’li olamayacak kadar Kürt, DTP’li olamayacak kadar sosyalistiz.” Size de temsili geliyor mu bu söz?
Hem sahadaki genel problemi hem de daha büyük ölçekte bir sıkıntıyı işaret ediyor. Kimlik siyaseti ve sınıf siyasetinin birbirinde içerilmesi, bizim en az emek verdiğimiz meseledir. Bakıyorum, Türkiye sosyalist yapıları tartışmadık mevzu bırakmamışlar. Fakat, kimlik siyaseti meselesine topraklarımızda taşıdığı ağırlıkla çok ters orantılı bir alan açmışlar. Bu cinsiyet meselesinde de, etnisite meselesinde de böyle. Kimlik siyaseti yapanlar sınıfsal bakışa hiç tenezzül etmemiş, sınıfsal bakan insanlar da “sosyalizm gelecek, dertler bitecek” çeperini genişletme ihtiyacını çok hissetmemişler. Bilinen en büyük doğrumuz, fakat tartışılmaya, iç mimarisinin yeniden yapılandırılmasına da en çok ihtiyacı olan kavramımız.
Türkiye işçi sınıfı Kürtleşmiş durumda. 4.5 milyon Kürt, göç ettirilerek ya da göç ederek metropollerin ucuz işgücü stokuna eklenmiş bulunuyor. Sınıf bu kadar Kürtleşecek, hazırda bekleyen yoksul işgücü stoku Kürt olacak ve sen sınıf siyaseti yaparken bu kimliği görmezden geleceksin ya da ıskalayacaksın!
Fakat bugün kimlik siyasetiyle sınıf siyaseti epey örtüşüyor gibi. Yoksullardan, emekçilerden söz ederken aynı zamanda ister istemez büyük ölçüde Kürtlerden söz ediyoruz. Kürt hareketi de zaten sosyalizm vurgusu yapıyor hep…
Evet. Türkiye işçi sınıfı Kürtleşmiş durumda. 4.5 milyon Kürt, göç ettirilerek ya da göç ederek metropollerin ucuz işgücü stokuna eklenmiş bulunuyor. Birleşmiş Milletler verileriyle, yakılıp yıkılıp boşaltılan köy sayısı 4500. Bu insanlar kentin en dış çeperlerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu yeri de birçoğu işgal ederek bulabildi, çünkü hiç varlık transferi yapamadılar. Varsılı da köyünde varsıldı, yüz tane davarı vardı, ama ahırını yaktılar, öyle gönderdiler. Keşke emekçilerin etnisiteye göre dağılımına biri baksa. Tuzla tersanesine gidip baktığında, ben gidip baktım, kaba gözlemle üçte ikiden fazlasının Kürt işçi olduğu görülüyor.
Ankara’da direnen Tekel işçileri arasında da çok sayıdaydılar…
Hadi tütünün yetiştiği ya da işlendiği coğrafyadan denebilir. Ama genel olarak tarım işçiliği daha önemli. Tarım işçiliği bizde mevsimlik işçiliktir. İklim koşullarından dolayı, ülkenin farklı noktalarında yılın 12 ayı tarım işçisi olarak iş bulabilirsiniz. Engebeli yerlerde orak biçmeye gelir işçi Adana’ya. Artık pamuk pek ekilmiyor Adana’da, Amik ovasında pamuğu toplarlar, Çukurova’da biber, sebze-meyve toplar, geçerler Nevşehir, Kırşehir, Polatlı’ya, patates toplarlar, giderler soğana, dönerler Antalya-Mersin hattına, narenciye toplarlar…
Karadeniz’e çıkıp fındığa giderler…
Evet. Hep bu örneği veriyorum, haberini de yaptım, uzunca bir dönem o insanlarla yaşadım. Radikal’de hazırladığım ilk dosyaydı, “Adana’ya kar yağmış, kar altında Kürt kalmış”. Göçer diyorlar bu işçilere. Geldiklerinde boş buldukları yerlere yerleşiyorlar. İlk boşaltılan köy Şırnak’taydı. Adana’ya ilk toplu göç olduğunda, tarım ücreti 34 lira. Göçerler geldikten bir-iki ay sonra yevmiye 17 liraya düşüyor. Ama kimin yövmiyesi? Halihazırda orada sabit çalışan Adanalı işçinin yahut Adana’ya yerleşmiş işçinin yövmiyelerinin yüzde 50’si uçup gidiyor. Niye? Üç-beş bin göçer gelmiş, dilenmez dilenci durumundalar. Adana’dakilere 17 lira veriyorlar, göçerin, Kürdün yövmiyesi 7 lira. Kürt, 5 lira da verseler çalışacak durumda. Yoksullaşma süreci ve işçi sınıfının Kürtleşmesi böyle başladı.

Gidiyorum bakıyorum, nerede sıkıntılı bir iş varsa Kürtler var. Kot kumlama işçilerinin içinde bir tane Çorumlu olmaz mı? Yok. Peki niye? Kürtler slikozise bağımlılar mı? Çünkü bir tık daha fazla para veriyorlar ve Kürt için ölmek artık diğerleri için taşıdığı anlamı taşımıyor. Öyle bir rezaletin içinde.
Sınıf bu kadar Kürtleşecek, hazırda bekleyen yoksul işgücü stoku Kürt olacak ve sen sınıf siyaseti yaparken bu kimliği görmezden geleceksin ya da ıskalayacaksın! Sadece DİSK’e bağlı sendika yönetimlerine bakın, yeter. Ben DİSK’te çalıştım, halen de üyesiyim, Sine-Sen’de. Birçok sendikanın yönetimi ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşur. Örgütlenmeyi bildikleri için mi? Hayır, tabandan gelen böyle bir niteliğin sonucunda. Durum biraz böyle okunmalı. Daha doğrusu, durum bu, iş bizim tespit etmemize kalıyor.
Size milletvekilliği adaylığının önerilmesi nasıl bir sürecin sonunda oldu?
Sürecin bir kısmına hâkim de değilim, tanık da değilim. Bize öneri getirildikten sonrasını biliyorum. Bu, çok önceden başlayan ve devam eden bir süreç. Bileşenlerin tümü değil ama, önemli bir kısmı epeydir bu sürecin içerisinde. Seçimden çok, manifesto ve bu birlikteliğin stratejik bir ortaklığa evrilme meselesi konuşuluyor. Tartışmalarda seçim zannedildiği kadar ağırlıklı bir yer tutmuyor. Seçim aşamasına gelindiğinde, siyasal bileşenler bu havuza adaylar öneriyorlar. Önerilen adaylar bu bileşenler tarafından değerlendirilmeye başlanıyor. Bazıları itirazlar alınca eleniyor. Beni “aydın, sanatçı, sosyalist” tanımı ve kategorisi içerisinden öneriyorlar, bileşenlerin önemli bir kısmının onayını alıyor.
Öneri size ne zaman geldi?
Newroz’dan önce. “Böyle bir şey düşünüyoruz, ne dersin” dendi. Ben de “aman” demiştim o zaman, “filme başlıyorum, beni azad edin”. Teklif hem bileşenlerin diğer unsurlarından hem BDP’li arkadaşlardan birkaç kez daha geldi. Son gece kabul ettim.
Kabul ettiren ne oldu?
Filmden başka beni tereddüt ettiren bir şey yoktu. Maraş katliamının filmine başlıyordum. Yıllardır emek verdiğim bir projeydi, bir yıl daha ötelemek bile haksızlık gibi geliyordu. Yoksa, böyle bir yapının içinde yer almak, katkı sunmak istediğim bir şeydi.
Asıl önemlisi, Kürt hareketinin kadın meselesinde geldiği nokta. Kadın eşbaşkanın olmadığı hiçbir organ yok; çok mikro ölçekte, üç kişilik bir birimde bile bu böyle. Sahaya gittiğimizde de pratik mücadelenin her alanında önemli bir kısmını bizzat inisiyatif alarak kadınların üstlendiklerini görüyoruz.
Aday olduktan sonra, Diyarbakır’da “eğitim kampına” gitmişsiniz. Kimler vardı o toplantılarda, ana hatlarıyla neler konuşuldu, tartışıldı?
“Eğitim kampı” lafını ben kullandım bir yerde, biraz da şaka yapmak için. Ortaklaşma Toplantısı’ydı adı, tanışma maksatlıydı. 60 küsur aday, bildirgenin taslağı üzerinde tartıştı. Bildirgenin omurgası olacak temel meselelerde öneri, itiraz ve değerlendirmeler alındı; isteyen yazılı olarak verdi. Bir komisyon oluşturuldu ve bu değerlendirmeler dikkate alındı. BDP’li arkadaşlar deneyimlerini aktardılar: Siyasal parti çalışmasına nasıl başladılar, hangi güçlüklerle karşılaştılar, bölge insanının bu meseleye yaklaşımı ne, rahatsız oldukları alanlar ne, görmek istediği şeyler neler? Özellikle dil meselesinde titizlenilen şeylerin altı çizildi. Daha sonra, kadın arkadaşlar kadın meselesi hakkında deneyim aktarması yaptı. Başka katkı sunan arkadaşlar da oldu. Ben televizyonu kullanma biçimi üzerine adaylara bir brifing verdim. İnançlar meselesi, bunun alandaki pratik karşılıkları konuşuldu. Böyle bir tanışma ve Kürt siyasal hareketinin Meclis çizgisinin başladığı günden bugüne kadarki deneyimini aktarma toplantısı oldu.

O toplantılar sizin için nasıl bir tecrübe oldu, en çok neler dikkatinizi çekti?
Bu siyasal yapının uzağındaki insanlar değiliz. Alanlarda, protestolarda, dayanışmalarda hep yan yanayız; yayınlarını okuyoruz. Teorik olarak bildiğimiz şeyler var. Fakat uygulamada, hem kadın meselesinin hem demokrasi meselesinin neredeyse “ortodoksi” tavrıyla savunulduğunu bu süreçte öğrendim. Van’da bizzat gördüm, il yönetiminin belirlenmesi için beş bin kişi oy kullandı. İlçe komisyonunda, yerel parti teşkilâtında yukarıdan gönderilmiş bir tane adam yok. Delege sistemi değil, üyelerin doğal delege sayıldığı bir yapılanmadan bahsediyoruz.
Kürt özgürlük hareketinin kadın kaybı ne kadar, hiç fikriniz var mı? 12 bin kişi. Evini bırakıp dağa giden 12 bin kadın düşünün bu coğrafyada. Tutuklu ve hükümlü kadın ne kadar? 4200 ve en azı 15-20 yıl ceza alıyor. Mücadelenin içinde kadının yeri, konumu, ağırlığı böyle bir şey.
Asıl önemlisi, Kürt hareketinin kadın meselesinde geldiği nokta. Kadın eşbaşkanın olmadığı hiçbir organ yok; çok mikro ölçekte, üç kişilik bir birimde bile bu böyle. Başka bir detay: Erkek eşbaşkanın yokluğunda karar alabiliyoruz, ama kadın eşbaşkan yoksa, onun onayı olmadan hiçbir karar alınamıyor. Ya da bir meseleyi kadın komisyonunda tartışmak istediklerinde, o süre kesinlikle beklenmek durumunda. Sahaya gittiğimizde de pratik mücadelenin her alanında önemli bir kısmını bizzat inisiyatif alarak kadınların üstlendiklerini görüyoruz. Bu kadınların arasında okuma-yazma bilmeyenler var, Türkçe bilmeyen büyük bir çoğunluk. Bölge, Şafi inanç haritasının çok belirleyici olduğu bir bölge. Erkeğin kadına yeli değse abdest zarureti doğan bir inançtır bu. Yüzlerce kadın, erkek, kol kola girip halay çekiyorlar. Ama büyük çoğunluğu türbanlı, tesettürlü giyinebiliyor. Görmüş de şaşırmış Kemalist efekti olmasın ama, böyle bir hal var… (gülüyor) Anlatıyorlar hep, bir Meclis konuşmasında Selahattin Demirtaş sıkıntılı olabilecek bir kavram kullanmış ya da ağzından kaçmış, BDP kurulundaki kadınlar kalkıp kürsüdeki genel başkanlarına itiraz etmişler. Kürt kadını demokratik devrimini tamamlamış bu anlamda. Bir insan ne kadar sevinirse ve hayret ederse, o kadar hayret ettim ve sevindim. Bizim zamanımızda bu işler hep “usûlen savuşturulan işler” başlığı altındaydı.
Beni en çok etkileyen, kadın meselesindeki içselleştirme halleri oldu. Kürt özgürlük hareketinin kadın kaybı ne kadar, hiç fikriniz var mı? 12 bin kişi. Evini bırakıp dağa giden 12 bin kadın düşünün bu coğrafyada. Tutuklu ve hükümlü kadın ne kadar? 4200 ve en azı 15-20 yıl ceza alıyor. Mücadelenin içinde kadının yeri, konumu, ağırlığı böyle bir şey. Kotayı sen belirliyorsun, ama bak, kayıplarda da kota neredeyse aynı.

Diyarbakır’daki toplantıda en çok üzerinde durulan, tartışılan temalar nelerdi?
Siyasal yapılarda hep bir dönem bir mesele revaçtadır, daha fazla tartışılır. Bu dönem, ekolojiyle ilgili her başlık Kürtlerin en büyük ilgi alanlarından. Kadın meselesinde nasıl bir dönüşüm olmuşsa, ekolojik hassasiyetler ve sorumluluklar meselesi de öyle. Bir anekdot anlatayım; sivil itaatsizlik çadırları kuruluyor ya da oturma eylemleri yapılıyor. Polis dağıtıyor. Ortalık savaş alanına dönüyor. Meydanda tabii pet şişeler, üzerinde yemek yenmiş, oturulmuş gazeteler kalıyor… Bir müddet sonra, Kürtler geliyor. Polis onlara müdahale etmiyor, ritüeli öğrenmiş: “Bunlar bu alanı temizlemeden gitmiyorlar!” Ve insanlar kendilerinden geriye bir tek çöp bırakmıyorlar.
İstanbul’da geleneksel piknikler oluyor, Vartoluların pikniği, Şırnaklıların pikniği… Geçen pazar Belgrad ormanlarında hepsini ziyaret ettik. Hep anons yapıyorlar: Çevreye duyarlılık gösterilmesi, oturulacak yerlerin dal, fidan vs. olmaması, suyun kirletilmemesi, alanın ayrılmadan önce temizlenmesi… Ekolojiyle ilgili literatürü takip eden, yeni gelişmeleri kendi içlerinde bu kadar güncelleyen, hemen tartışmaya dahil eden çok az siyasi yapı var. Akademik düzeyde bu ilgi var mı, emin değilim, o derece.

Bayrampaşa’da seçim aracınıza geçen gün saldırı olmuş. Bu tür sıkıntılarla, şiddetle çok karşılaşıyor musunuz?
Çok. Basına yansıyanlar biliniyor sadece. Kırkın üzerinde seçim bürosu açtık. Homojen Kürt nüfusunun olmadığı daha kozmopolit yerlerde saldırıya uğramayan seçim büromuz yok. Kâğıthane’de arkadaşımızı bıçakladılar, Bayrampaşa’da neredeyse yaktılar seçim büromuzu. Mitinglerimiz vahşi bir polis kuşatması altında yapılıyor; iki-üç tanesi polisin dağıtmasıyla, gaz bombasıyla bitti. Geçtiğimiz perşembe dört saat gaza maruz kaldık. Böyle bir fiili çatışma hali var. Konvoy olmadığı zamanlarda da benim içinde bulunduğum araç muhtelif yerlerde polis tarafından durduruluyor: “İhbar var, arama yapacağız.” Bıktırma gayretleri, taciz… Bu şartlar altında yürüyoruz.
Kampanya sırasında klasik BDP seçmeni olmayan, ama size ilgi gösterenlerden ilginç talepler yöneltenler var mı?
Barış çok etkili bir arzu olarak seslendiriliyor. “Artık Kürtlere söyleyin, şunu yapmasınlar, bunu yapmasınlar” diyeni de var. (gülüyor) Ortak ruh barış. Ailelerde oylarını bölüşenler var. Konuşma ve çalışma yaptığımız yerlerde buna on kereden fazla tanık olduk. “Biz CHP’ye oy verecektik bu AKP’den kurtulalım diye, sizi dinledikten sonra ailede oyları böldük. Dört seçmeniz, ikimiz size, ikimiz CHP’ye vereceğiz.” Çok inanmış olarak geliyorlar. Oradaki temel motivasyon AKP’den kurtulmak. Ölümden çıkıp hastalığa tutunmak gibi…
İslâmi geleneğin içinde, ama kapitalist sisteme de karşı çıkan kesimle de ilişki kurabiliyorsunuz. Kanal 24’teki Kafa Dengi programı zamanında görülebiliyordu bu. Özellikle genç kuşaktan o çevrelerden size destek var mı?
Alenen deklare edenler, “oyumuz Sırrı Süreyya’ya” diye grup kuranlar var. Bir o kadar da deklare etmeyenlerden oy geleceğini düşünüyorum. Özellikle onlara dönük bir çalışma alanı açamıyoruz ama, onlardan bize doğru kendiliğinden bir akış var. Televizyonlarından, gazetelerinden ilgi ve çağrı var. Fatih’ten alacağımız oya dikkat! (toparlanıyoruz, vedalaşırken gazeteciliğini konuşturuyor) Size manşeti de vereyim mi?
Verdiniz aslında.
Türkiye işçi sınıfı Kürtleşmiştir.
Aynen.
Söyleşi: Siren İdemen – Yücel Göktürk
Express, sayı 120, Haziran 2011

2013: GEZİ, HDP VE SOL ÜZERİNE
2011’den 2013’ün kasım ayına gidiyoruz: Gezi forumlarla sürüyor, HDK ve HDP kurulmuş, mücadelelerin ve özlemlerin ortaklaştığı bir tarihsel ânda, Sırrı Süreyya Önder anlatıyor… Önder’in bu söyleşiye de temel oluşturan, 2013 haziranında Express Gezi Direnişi özel sayısı için kaleme aldığı yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz: “Bildiğimiz dünyanın sonu”
Kadir Cangızbay’ın İMC TV’deki söyleşisi hipnotize etti, o yüzden randevuya biraz geciktik. Birkaç yerde çok güldürdü Cangızbay; biri, 70’lerde, öğrenciliği sırasında bir sopa yemiş, onu anlatışı: “Ben öyle cesur, kahraman biri değilim, bir kere dayak yedim. Bir insanın kahramanlığı yediği dayakla ölçülür.” Sen az dayak yemedin…
Sırrı Süreyya Önder: (gülüyor) Cezaevi yıllarına dönerek birkaç söz söylemek isterim. Doğuştan genlerinde yiğitlik, direniş, itiraz olan insanlar vardır ve pek maliyet hesabı yapmazlar. Bunların düşünme gidişatında yiyeceği dayak, dayağın bırakacağı hasar ya da canını kaybetmesi yer almaz. Çok çelimsiz bir çocuktum. İlkgençliğim de öyleydi. Düşüne düşüne direnmeye karar verirdim. Evet, sopa çok acıtıyor, evet, hücreye gitmek çok kötü, ama öbürü çok ayıp, onursuzca. Bunun yarını da var; hep böyle düşündüm. Bir müddet sonra, refleksler geliştirdiğimi gördüm. Demek ki, direnmek ya da –cinsiyetçi bir anlamda değil ama– yiğitlik aslında öğrenilebilir. Sanırım birkaç seçkin yaratılmışı bunun dışında tutarsak, toplumun büyük bir ekseriyeti o öğrenme sürecinde ya çuvallıyor ya da daha erdemli bir insan olmaya başlıyor. Bireysel ölçekte de, toplumsal ölçekte de böyle.
Bir insanın kendisi hakkındaki iddiasına bakarım, sonra bu onun hayatına ne kadar sızmış, ona bakarım. Bir insan sosyalistim diyebilir, ama bakarım camdan kulede mi sosyalist, yoksa yaşam biçimi olarak da öyle mi? Ya da en azından gayreti var mı?
Nedir ölçü? Vallahi benim geliştirdiğim ölçülerden biri, ama keşfim değil, bir insanın kendisi hakkındaki tanımına, iddiasına bakarım, sonra bu onun hayatına ne kadar sızmış, ona bakarım. Bir insan sosyalistim diyebilir, ama bakarım camdan kulede mi sosyalist, yoksa yaşam biçimi olarak da öyle mi? Ya da en azından gayreti var mı? Demokrat iddiası için de aynı şekilde; merak ederim, bu insan evinde, oğluyla, kızıyla, eşiyle ilişkilerinde ne kadar demokrat? Müslüman; gerçekten hayatında ne kadar Müslüman? Bu ülkede yaratıcı zekâ, direniş, muhalefet, itiraz hep dayak yemiştir. Evet, dayak yememişsen, egemenleri rahatsız etme tutumunu fiilen pek denememişsin gibi bir sonuca varılabilir. Biz çok dayak yedik, yemeye de devam ediyoruz.
Dayağın illâ fiziki olması da gerekmiyor, haysiyete atılan dayak da fena can yakıyor.
O fizikiden daha kötü.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) için “hep dayak yiyenlerin partisi” de denebilir herhalde.
Biraz daha genişletmeye de çalışalım: Hep dayak yiyenlerin, bu düzenin hem fiziksel hem de onursuzlaşmaya zorlayan yöntemlerine maruz kalanların partisi diyebiliriz. Fakat bir de şu yönü var: Bugüne kadar günlük yaşamında bunu pek de ayırt edemeyen ya da dert etmeyen insanların da farkındalıklarını geliştirmek istedikleri, en azından içlerinde böyle bir itirazla geldikleri bir yer de diyebiliriz. Yani hiç dayak yememiş, ama başkalarının yediği dayaktan etkilenen insanların da partisi.

En korunaklı, en dayak yemiyor gibi görünen de bu düzenin, bu devletin öyle ya da böyle dayağını yiyor. Ama doğrudan, somut bir dayağın hedefi veya şahidi olmayınca, sözünü ettiğin farkındalık kolay kolay olmuyor. Gezi süreci bu bakımdan çok faydalı oldu, devletin, iktidarın, hükümetin ne olduğunun farkında olmayı kolaylaştırdı.
Buna hiç şüphe yok. Bir kamusal alan olan sosyal ağların –biz hep mesafeyle yaklaşmıştık, bir miktar küçümseme de vardı ya da eğlence yönü baskın bir şey gibi algılıyorduk– paralel bir iletişim ağına dönüşebileceğini ve bu tür kamusal alanlara kızmamayı, daha başka şeyler yapılması gerektiğini öğretti. O süreçten birçok sonuç çıkarılabilir, ama bu benim açımdan keşif anlamında en kıymetlilerden biriydi.
İkincisi, bir slogandı: “Kürtlerin yıllarca niye iki çanak anten kullandığını anladınız mı?” Bu, farkındalık meselesine dair geliştirilmiş, tarihselliği olan ve kısacık bir cümle de çok güçlü, yetkin bir ifadeydi.
Baktım, ağaçlar sökülüyor, onları yerine geri dikmek mümkün değil. Bunu durdurmak gerek diye düşündüm. Bir karar vermem gerekiyordu. Ve atladım kepçenin önüne. Kepçe durdu. Kepçe durunca, Gezi dosyasına hâkim olduğum için can alıcı soruları sordum.
O sloganı Express’in Gezi özel sayısı için yazdığın yazıda da anıyorsun. Şimdi beş ay öncesine, 28 Mayıs sabahına dönelim. Her İstanbul milletvekilinin yapması gerekeni yaptın, Gezi Parkı’ndaki usûlsüzlüğe, vandallığa karşı koydun. Dahası, kendini iş makinelerine siper ettin. Seni harekete geçiren neydi?
Keyifli bir tespitle başlayalım: Egemenler ve ana muhalefet, hem sistem hem CHP, o sabahın bir gün öncesine dönmek için neleri var neleri yok feda ederler. İkisi açısından da “niye böyle”nin cevabı, “ben niye oradaydım”ın da cevabı. Hükümet bir zor, zulüm şatosu kurmuştu; aslında, çerden çöpten inşa edilmiş, bir üfürükle yıkılabilecek bir şato. Fakat o üfürüğü bilince çıkartmanın önünde bin türlü bariyer oluşturmuştu. O şatonun muhkem, asla yıkılamaz olduğu algısını yerleştirdi insanlara. Neydi bu algı? Bir, bunlar çok güçlü. İki, asla gitmezler. Üç, oyla falan bunları devirmek mümkün değil. Dört, giderek çoğalıyorlar. Beş, bunlara dokunan yanar. Listeyi uzatmak mümkün.
Gezi bunun bir üflemeyle berhava olabileceğinin keşfidir; bunun milyonlarca insan tarafından aynı anda keşfedilmesidir.
Üstelik medyaya rağmen.
Üstelik! İktidar yakınmalarına paralel, bu medyayla da olmaz yakınması antibiyotiğin yanındaki vitamin gibiydi. Onu verince öbürünü de veriyorlar. Bu algı berhava oldu. Egemenleri en çok rahatsız eden de buydu. Kerameti kendinden menkul bir güç ve güçlülük algısı üzerinden gidiyorlardı. Bu hepten boş bir şey de değildi. Devlet aygıtının aklımıza gelen gelmeyen bütün birimlerini bu işler için seferber etmişlerdi. Ama gerçekliğin duvarına çarptılar. Çarptıkları anda da gerçeklikle ilgileri kesildi. Böyle bir sürü hayırlı gelişmeye vesile oldu Gezi. “Vaka-i hayriye” diyelim. (gülüyor)
İkincisi, ana muhalefet partisi ne yapıyordu? Herhalde iktidar “uydu ana muhalefet partisi” dizayn etmeye kalksa ancak bu kadarını yapabilirdi, hatta bu kadarını da yapamazdı. İktidarın istediği yerden muhalefet etmek, iktidarların çok sevdiği bir şeydir. CHP tam bu aralığa sıkışmıştı. Gerçeklikle toslaşma ana muhalefet için de geçerli. İnsanların bu hayatın içinde itirazları, kaygıları, önerileri var, ana muhalefet partisinin ise bunların hiçbirinden haberi yok; kavramakta bile güçlük çekiyor. Meseleyi dar bir yaşam tarzı, iktidar nefreti gibi kısır alana sıkıştırmış. Bu da iktidarın en sevdiği alan…

Gezi’nin bu kadar büyüyeceği doğrultusunda bir sezgim olduğunu söylemek çok megaloman bir ifade olur, böyle bir öngörüm yoktu açıkçası. Fakat, vekil adayı olduğum günden bugüne –yaklaşık iki buçuk yıldır– sık kullandığım bir tabir var: “İçimizden geçen gaz BOTAŞ’ı kıskandırır.” O kadar gaz yedik. Ondan önce de tomaların önünde duruyordum. Ama sadece Kürtler, sosyalistler, LGBT’ler bunun farkındaydı.
Hababam polisin karşısındayız, bizim rutinimiz olmuştu. Gezi’ye gitmesek, parti suçu işlemiş olurduk. 1 Mayıs alanını insansızlaştırma projesinin Gezi düzenlemesiyle yakından ilgili olduğunun 1 Mayıs’tan beri farkındaydım ve sık sık dile getiriyordum. Hem yeni bir rant alanı yaratacak hem toplumsal muhalefeti kentin merkezinde yan yana duracağı bir alandan mahrum bırakacak. Bir taşla kuş katliamı.
Bunun Gezi projesiyle bağlantısını 1 Mayıs’ta kurdum. 2 Mayıs’ta, 1 Mayıs’taki polis şiddetini protesto mahiyetinde bir konuşma yaptıktan sonra, “Bir de emek örgütlerine yoldaşça bir sitemim var” dedim: “Sizin bugün burada, bu kitlenin maruz kaldığı şiddetten yakınmaya fazla hakkınız yok. Çünkü bunun mücadelesi Taksim Yayalaştırma Projesi başladığında verilmeliydi. Siz emek örgütleri bunun farkına varmadınız. O gün direnseydik, bugün alanda olacaktık.”
Bir polisin gaz tabancasıyla bana nişan aldığını gördüm, tam arkamı döndüğüm esnada sırtıma isabet etti. Birkaç adım attıktan sonra, “galiba bayılıyorum, başımı bir yere çarpmayayım” dediğimi hatırlıyorum. Bayılmışım. Uyandığımda, bir ekmek kamyonunun içindeydim. Kamyon hastaneye gitmek için yol arıyordu.
Bu civarda yoksulun, çalışanın, garibanın çay parası vermek zorunda kalmadan oturacağı tek ağaç gölgesi orasıydı, bunu da neoliberal sistemin azgın iştahına âmade etmek istiyorlardı. Bunu sezebiliyordum. Nitekim, dediğim çıktı. 28 Mayıs’ta, karayoluyla Ankara’dan geldim, o gün ağaçları kesecekleri bilgisi geceden mail zincirlerine düşmüştü. Bir şey itiraf edeyim, ağaçları sökeceklerine pek ihtimal vermiyordum. Böyle bir hukuksuzluğu göstere göstere nasıl yaparlar diye şüpheye düşmüştüm. Ama, “böyle bir hareketlilik var, orada olmamız gerekir” diyordum.
Bir yönetmen arkadaşımın filminin kurgusunu izlemek için Elmadağ’a gidiyordum. Önce oraya gider, sonra alana geçerim diye düşünmüştüm ki, kızımın bir arkadaşının “Gezi’de ağaç kesiyorlar” mesajı telefonuma, gaz bombası da önüme düştü. Kalabalığın gelmeye başladığını gördüm. “Hiçbir vekil gelmedi, siz geldiniz” dediler. O ara, orada iki-üç gündür direnen kitleye gaz atılıyordu, polis darp ediyordu, kepçeler de ağaçları sökmeye başlamıştı. Sökmek de değil, üçünü kökünden kırmışlardı. Taşeron firmanın pavyon fedaisi kılıklı özel güvenlik görevlilerinden biri bana küfretti, itelemeye çalıştı.
Baktım, ağaçlar sökülüyor, onları yerine geri dikmek mümkün değil. Bunu durdurmak gerek diye düşündüm. Bir karar vermem gerekiyordu. Ve atladım kepçenin önüne. Kepçe durdu. Kepçe durunca, Gezi dosyasına hâkim olduğum için can alıcı soruları sordum. “Buraya yayalaştırma projesi kapsamında müdahale ediyorsunuz, oysa Kent Koruma Kurulu’ndan aldığınız kararda Gezi Parkı’na yönelik herhangi bir madde yok.”
Tamamen çalakalem yapılmış planlar. Bir bakıyorlar, yayanın geçebileceği yer unutulmuş. Çözüm ne? Divan Oteli’ni yıkamayacaklarına göre, “hadi Gezi’den bir parça alalım”. Özeti budur. Verilen inşaat izninde de bu tanımlı değil. İkincisi, belediye orada sadece işveren, yüklenici değil. İnşaat faaliyetinin tümünü taşerona vermiş. Fakat Fen İşleri’nin, zabıtanın kamyonları hafriyat çekiyor. Belediye kamyonunun ne işi var? Üç, bodyguard kılıklı adamlar zabıta yeleği giymiş, bunlar kimliklerini göstersin. Dört, burası kentsel koruma alanı olduğu için, Koruma Kurulu izin verse de, yıkım yapılacak yerde yetişkin ağaç varsa, Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan da izin almalısınız. Sadece izin almanız da yetmez, söküm aşamasında iki Koruma Kurulu uzmanının bulunması zorunluluğu var.

Bu soruları kepçenin altında, medyanın önünde sorunca, verecekleri hiçbir cevapları olmadığı için çevik kuvvet müdürüne dedim ki: “Bunun bir tek izahı var, siz bu inşaat firmasından rüşvet alıyorsunuz. Başka türlü böyle bir usûlsüzlük yapılabilir mi?” Bunu da kameraların önünde söyledim. “Burayla hiçbir mülkiyet ilişkisi olmayan, buranın kuşuna, kurduna, böceğine, ağacına sahip çıkma bilinciyle gelen bu insanlar değil usûlsüz, yasadışı iş yapan; bu taşeron firmadır. Gaz atacaksanız, bunlara atın.”
Bunun üzerine, çevik şubeden bir müdür ya da amir yanıma geldi: “Sen bu teyzelere, ablalara söyle vekilim –çünkü orta yaş ve üstü kadınlar ağırlıktaydı–, bize su şişesi atmasınlar! Ben çeviği alıp gideceğim.” Polisle bu tür direnişlerde çok haşır neşir olduğum için, ifadesinin dürüst olduğunu anladım. Kitleye durun dedim. Şube müdürü çeviği aldı gitti, park bize kaldı.
Bende kalp sorunu da var; tansiyonum, nabzım, akciğerlerim perişan durumdaydı. Doktorlar bir-iki gün yoğun bakımda müşahade altında kalmamı söylüyordu. Normal odaya çıkmak istedim. Televizyona baktım ki, devlet müdahalesi çok vahim noktalara gidiyor. Parkta olmalıyım dedim. Kâğıt imzalayıp hastaneden çıktım. Tekrar alana gittim.
O gece Habertürk’te Teke Tek’e konuktum, kamuoyuna usûlsüzlükleri aktardım. Çıkışta, saat ikiye doğru, parka uğradım, gençler, kadınlar ağırlıklı olmak üzere, çadırlar kurmuşlar. Toplam sayı 200’ü ya bulur ya bulmaz. Ortada ne bayrak var, ne ulusalcılar, ne CHP. Gitar çalıp şarkı söylüyorlar, park kurtulmuş, meselenin görünür olması coşkusuyla eğleniyorlar. Evde yazmam gereken yazılar vardı, onları yazdım. Tam yatacağım, sabah beş sularında telefon çalmaya, mesajlar gelmeye başladı: “Yetişin, bizi öldürüyorlar.”
Apar topar parka gittim, manzara korkunçtu. Çadırlar yakılıyor, insanlar darp ediliyor, gaz bombası atılıyor, iş makinesi de ikiye çıkmış… Bir an önce işlerini bitirmek istiyorlar. Önceki günden gelen bilinç ve “bu kadar da olmaz” öfkesiyle kendimi iki kepçenin ortasına attım. Yine durdular. Bu kez başka bir çevik müdürü gelmişti. Daha fazla kamera vardı. Aynı noktalara dikkat çektim, aynı soruları sordum. Bu müdür de “biz çekileceğiz” dedi. Onlar da çekilip gittiler, park yine bize kaldı. İnsanlar bunu iki kez görünce, burada bir şeyler oluyor galiba dedi.
İkinci gün öğlen park kalabalıklaştı, sayı 500-600’e çıktı. Basının ilgisi yoğunlaştı. Basında konu çok az yer buluyordu, daha çok kepçeleri durdurma ânının resimleri çıkıyordu. Ertesi sabah park yine boşaltıldı ve tamamen bariyerlerle çevrildi. Öğlen, durumu protesto için yapılan basın açıklamasına o güne kadar hiç görmediğim bir kitle destek vermeye geldi. HDK bileşenleri oradaydı, DİSK ilk defa o gün başkanlar kurulu olarak geldi. Tabipler Odası Başkanı konuşma yaptı, DİSK adına konuşma yapılacağı sırada –yaklaşık 1500 kişiydik– polis müdahaleye başladı. O güne kadar gördüğüm en şedit müdahaleydi. Bir polisin gaz tabancasıyla bana nişan aldığını gördüm, tam arkamı döndüğüm esnada sırtıma isabet etti. Birkaç adım attıktan sonra, “galiba bayılıyorum, başımı bir yere çarpmayayım” dediğimi hatırlıyorum. Bayılmışım.
Uyandığımda, bir ekmek kamyonunun içindeydim. Kamyon hastaneye gitmek için yol arıyordu. Yanımda yaralı genç bir kadın vardı. Yine kendimden geçmişim. Uyandığımda hastanenin girişindeydik. Bu iş burada kalmayacak düşüncesi o gece hastanede aklımdan geçti. Bende kalp sorunu da var; tansiyonum, nabzım, akciğerlerim perişan durumdaydı. Doktorlar bir-iki gün yoğun bakımda müşahade altında kalmamı söylüyordu. Normal odaya çıkmak istedim. Televizyona baktım ki, devlet müdahalesi çok vahim noktalara gidiyor. Parkta olmalıyım dedim. Kâğıt imzalayıp hastaneden çıktım. Tekrar alana gittim. Gece, taraftar grupları geldi. işte o an, bunun önünü alamayacaklar dedim.

O hengâmede oturup Express’e yazı yazdın. Sana o yazıyı yazdıran neydi?
O yazıyı yazdıran telâştı. Özellikle sol cephede muazzam bir kafa karışıklığı olduğunu gördüm. İki-üç başlık altında toplayabiliriz: Bir, “Yaşasın Taksim direnişimiz” sığlığı. Sol olarak bu sözü hak edecek bir davranış içerisinde değildik.
İkincisi, apolitiklik tanımlaması, “apolitik gençliğin isyanı” diyorlar; oradaki insanlara yöneltilecek en büyük iftira. Dünyanın en politik tutumu alınıyor. Politiklikten hiçbir şey anlamamış bir bakış söyler bunu ancak. Kendi siyasal yapıları içinde görmedikleri her insana, işin içinden çıkamayınca, apolitik deyip kurtulma eğilimi. Bu kafa karışıklığının berraklaştırılması gerekiyordu.
“Bildiğimiz siyasetin sonu” derken kendimizi hapsettiğimiz o darlığın, adına mücadele ettiğimizi düşündüğümüz kitle tarafından paramparça edilmesini kastediyorum. “Biz bu darlıkların içine sığmayacak kadar büyüğüz, çeşitliyiz, giriftiz. Bizimle üstten, hiyerarşici bir ilişki kuramazsınız, kurmamalısınız.” Daha ne densin!
Kendimi ayrı bir yere koyup “durun bunu berraklaştırayım” demiyorum. Benim kafam da en az onlarınki kadar karışıktı. Ama tartışmayı başlatmak, doğru bir aks üzerine oturtmak gerekiyordu. Bu tür hurafelerden arındırarak tartışmaya başlarsak ancak anlayabiliriz, anlarsak doğru bir tutum alabiliriz. Sıcağı sıcağına tartışalım, zaman kaybetmeyelim telâşıydı. Solun tarihi biraz da zaman kaybı tarihidir. Hiç olmazsa bu sefer ıskalamayalım.
Express’te konuyu analiz çerçevesine oturtmak istedim. Sıcağı sıcağına, olayın göbeğinde olmanın getirdiği canlı gözlemle yazılmış bir yazıydı. O hissedişin bugün önemli ölçüde doğrulandığını görüyorum. Bu da beni bahtiyar ediyor açıkçası. Bu tür sıcağı sıcağına analizlerin çuvallama riski vardır; ölçü, zamana mukavemettir. Gördük ki, iyi sezmişiz. Yanıldığımız, abarttığımız ya da hiç görmediğimiz yanları da oldu. Hiç önemli değil, anlamaya çalıştık.
Yazının başlığı “Bildiğimiz siyasetin sonu”. Girizgâhta şöyle diyorsun: “Bunu çevreye dönük vicdan hareketi olarak almak yanlış, bu politik bir direniş, bir toplumsal kalkışma, dayanışma hali.” Şu “vicdan hareketi” meselesi üzerinde biraz duralım. Bu tanım kimi sol çevrelerce yapıldı, karşılık buldu, beğenildi.
İki şeyden bahsetmek istiyorum: Express’ten ve bu kavramdan. Express bir sayısını bu vicdan meselesine ayırmıştı. Çünkü biz vicdanı her derde deva ebegümeci gibi kullanmaya alıştık, bir müddet sonra bu çok vicdansız bir hale dönüştü. Vicdan ahlanıp vahlanma, yazıklanma gibi algılandı ve ahlanıp vahlanınca insanlar bir katarsis yaşayıp yükümlülüklerinden firar etti. Özellikle aydın, sanatçı yaklaşımına bu damgasını vurmaya başladı.

Türkçede vicdan genellikle tamlamayla kullanılır: Vicdan muhasebesi. “Olan ne, ben niye ve nasıl o tutumu aldım?”
Çünkü vicdan dediğimiz şey bir sonuç üretmek zorunda. Harekete geçmek için birçok olgu bir araya gelse de, tetikleyici bir faktöre ihtiyaç vardır. Bu gibi durumlarda vicdan en elverişli, en soylu tetik faktörüdür. Gezi’de de böyle oldu, salt ağaç ve çevre için değil, bütün o zorbalığa, “Ben bilirim, ben yaparım, sizler birer mikropsunuz” nadanlığına karşı “Bu kadar da değil arkadaş” diyen toplumsallığın harekete geçmesiydi. Düşünmesi, tespit yapması, onunla sınırlı bırakmayıp gelip bir şey söylemesi…
Bir ülkede, o güne kadar hiç ortada görmediğimiz orta yaş ve üzeri kadınlar poğaça yapıp direnişçilere getirmeye başladıysa, bunu ıskalayan, “ne yaptık da bu ilgiye mazhar olduk, ne yapmalıyız da bu ilgiyi hep diri tutmalıyız”a kafa yormayan hiçbir siyasal hareket geleceğe dair siyasal bir tasavvur öneremez.
Geçen sayıda Kazova çalışanlarıyla yaptığımız söyleşilerden birinde, Karadenizli emekçi Dursun Ceylan, kendi isyanını anlatırken şöyle diyor: “Bende bir asilik ruhu vardır, hemen mesulleniyorum, asla tahammül edemiyorum.” Gezi’yi bu kavramla, “mesullenme”yle tanımlayabiliriz herhalde. İnsanlar mesullendi. Bireysel vicdan muhasebesi, kolektif mesullenme…
İkisi tevâfuk oldu diyeyim. Seray Şahiner’le birlikte Kazova direnişini senaryolaştırmaya çalışıyoruz. Orada sizi heyecanlandıran ne varsa beni de heyecanlandırdı. Kazova’nın filmini çekmek istiyorum. Gezi’deki bilinç Kazova’da ete kemiğe büründü. Gezi’deki o mesullenme Kazova’yı içine aldı, Feniş’i de içine alıyor şimdi. Kitabi olan ne varsa, ete kemiğe bürünüyor…
“Radikal demokratik bir mücadele” ve “demokratik siyasete alan açılması” meselesinde, Öcalan şöyle bir şey söyledi: “Bu daralma halinden azap duyuyorum. Daralmayın, daraltmayın.” HES’leri, baraj çalışmalarını, madenleri; Kaz Dağları’ndan Hasankeyf’e dek hepsini zikretti. “Bunlar ‘biz’ kavramının içini doldurmanın, ‘biz’in içini genişletmenin yolu” dedi.
Express’ten bahsetmek istiyorum. Express bizim hayatımıza girdiği andan itibaren hayatımızda ne uyandırdı? Buradan, HDK, HDP bahsine yatay geçiş yapabiliriz. Express mevcut sol siyasal yapılardan herhangi birinin ya da herhangi birkaçının bir kombinasyonu olabilir mi? Olamaz. “X” sol siyasal hareket “Express bizim yayın organımızdır” diyemez. Açık söyleyeyim, hayatın o güne kadar ihmal ettiğimiz, bize önemsizmiş gibi gelen mikro alanlarının ne kadar da önemli olduğunu, gelecekte ne hal alacağını ortaya çıkarmak gibi bir işlevi oldu Express’in; kendi adıma, tüm sol siyasal bilinçlenmem kadar tek başına bir işlev gördü. Hâkim bakışın görmediği yerden yaklaşma çabası, o deyimi kullanmak istemiyorum ama, ufuk açıcı. (gülüyor) Böyle bir işlev gördü. Bunu bir HDP toplantısında söyledim; bir yayın organımız olsa, Express, Hayvan, Öküz, bütün bunların bir karması olmalı.
Sizin yayına başlarkenki telâşınız, Gezi’yi vücuda getirenleri önceden görme, sezme ya da “ah keşke böyle olsa” deme haliydi. Bu bizimle, sizinle sınırlı değil, küçük küçük taşlarla bunun temeli örüldü ve günün birinde spontan olarak ortaya çıktı. İrşad olduk demek de bunu karşılamaya yetmiyor. Bütün bu çabalar bir araya geldi.
Fanzinleri de hayırla yâd etmek lâzım. Express bir fanzin gibi de çalıştı. “Bildiğimiz siyasetin sonu” derken kendimizi hapsettiğimiz o darlığın, adına mücadele ettiğimizi düşündüğümüz kitle tarafından paramparça edilmesini kastediyorum. “Biz bu darlıkların içine sığmayacak kadar büyüğüz, çeşitliyiz, giriftiz. Bizimle üstten, hiyerarşici bir ilişki kuramazsınız, kurmamalısınız.” Daha ne densin!

“Bildiğimiz siyasetin sonu” başlıklı yazında altını çizdiğimiz, dergi sayfasında spot yaptığımız iki tespit vardı. Biri şu: “… ‘Biz kimiz?’ sorusunun karşılığı ‘siyaset üstü’ bir ‘biz’den ziyade ‘siyasetler arası’, seküler yaşam temelinde ve hak ve özgürlükler etrafında birleşen bir ‘biz’e denk geliyor.” Öbürü de şu: “Kolektif tartışma ve hareket etme konusunda hız kazandık. ‘Örgütçülük’ değil, ortak bir ‘örgütlenme’ halinin aktif olması başarılı olmamızı sağladı. Üstelik radikal bir demokratik anlayış yaratıldı.” Gezi’yi tarif ederken yaptığın bu iki tespit HDP’nin muradını da tarif ediyor gibi…
Haksız değilsin; cümlenin “biz” kısmıyla başlayalım, o çok önemli. Açıkçası, patenti bana ait değil. Müzakere sürecinden edindiğim bir mefhum. Sayın Öcalan’ın Newroz bildirisinde de “biz” kavramı geçiyor. Daraltılanın, teke indirilenin, tekleştirilenin yerine “biz”i koymak. “Biz” ve “siyasetler arası” vurgusu, Öcalan’la İmralı’da yaptığımız uzun tartışmalardan sonra olgunlaştı bende.
O hep “biz”e vurgu yapınca, bu kavramın sorunlu olabileceğini söyledim. Devamını getirdi ve “siyasetler arası” meselesini vurguladı; onun üzerine bu kavram zihnimde karşılık buldu. Son görüşmemizde, “radikal demokratik bir mücadele” ve “demokratik siyasete alan açılması” meselesinde, Öcalan şöyle bir şey söyledi: “Bu daralma halinden azap duyuyorum. Daralmayın, daraltmayın.”
Ne idüğü belirsiz bir “biz” değil bu. Bu “biz”in örgütlenmesi hiyerarşik anlayışla, mühendislik yaklaşımıyla olmamalı. O “biz”in içinde kendin olarak yer almak ve birbirine ayna tutmak; bunu pratiğinle yaptığında insanların kayıtsız kalamayacağının en canlı kanıtı Gezi’dir.
Bu gibi durumlarda Öcalan en uç örneklerle anlatmayı tercih ediyor. Sonra da ne demek istediğini tarihsel ve felsefi bir temele oturtarak açıklıyor. Şöyle devam etti: “Medeniyetin kurulduğu bir coğrafyadayız, siz bu ülkede belli bir oy aralığına sıkışıp kalmışsınız, bu anlayışla üzerine çıkacağınız da yok. İnsanlığın beşiğine kepçe vuruyorlar, bağrını deşiyorlar. En büyük emperyalist işgal ve talan bile bu kadar tahripkâr değil.”
HES’leri, baraj çalışmalarını, madenleri isim isim saydı; Kaz Dağları’ndan tut, Sinop’a, Trabzon’a, Tonya’ya, Hasankeyf’e varana dek hepsini zikretti. “Bunlar ‘biz’ kavramının içini doldurmanın, ‘biz’in içini genişletmenin yolu. Bu yapılanlara itiraz ettiğinde, bir Kemalistin senin yanında durmamasının ne sebebi var, söyler misin?” dedi. O görüşmeden on gün sonra Gezi hadisesi oldu. Ben demin anlattığım gibi davrandım ve herkes yanımızda durdu.
Şunu da konuşmalıyız: Varsa bir derbederliğimiz, dağınıklığımız nereden kaynaklandı? Yoldaşça tartışabilirsek, geçmişteki deneyimlere parsellenecek bir alandan ziyade hafızamızı çoğaltan bir yer olarak bakmayı becerebilirsek, gelecek için orada sonsuz veri var. Algıları kuvvetlendirecek işler yapma meselesinde önemli eksiklerimiz olduğunu düşünüyorum.
Bunu bugünden tartışmaya başlamazsak, bu direnişin yarattığını kendi elimizle sönümlendirme tehlikesi var. Bunun vebali beni ilgilendiriyor. Çünkü hata da eksiklik de bizim, bir erdem de varsa hep birlikte bize ait. Her şeyi allayıp pullamanın kıymeti yok. Yarın başka bir alandan yine böyle bir enerji açığa çıkacak. Bugün sıkıntıları tespit etmezsek, onu kucaklayamayız, patlar gider, farkında olmayız.

Gezi’de başından beri HDK bileşenleri vardı. Polis şiddetinin gemi azıya aldığı günlerde, Kürt gençler, Kürt hareketinden insanlar en sert çatışmalarda yer aldı. Ama, HDK ve BDP kurumsal olarak mesafeli durdu, bu da haliyle çok tepki yarattı. Sonra bu durum biraz tamir edildi, en azından tamir çabası gösterildi. Bunda senin sitemlerinin ve Kürt hareketinden yükselen başka seslerin de önemli etkisi oldu. Sonuçta, bir özeleştiri yapıldığı söylenebilir mi?
Yoldaşça katkı tam da böyle olur. İki tutum var: Kürt siyasal hareketi içinde sağ esintili bu tutukluğu görmezden gelmek de bir tutum. Bunun için bir sürü gerekçe sunuyor hayat, bugüne kadar bu halkın sorunlarına karşı lâkayt duruş bile temkinlilik için tek başına gerekçe teşkil edebilir. Bu bir yoldur.
Ama, tam da bu “bir ve biz olma” hukukuna güvenerek yoldaşça sitem ve önerileri dillendirmek de bir tutum. DTK’ye dönük eleştirilerin kapı arkasında yapılmasının hiçbir dönüştürücü işlev görmeyeceği alanda tartışıldığında dönüştürücü etki yapabilir. Yoksa, “senin hatan, benim eksiğim, yoldaşımızın yanlışı” deriz, bir müddet sonra hatalar mezarlığına döneriz.
Mahir’in ortaya çıkışına baktığımızda, sol içi birçok hurafeyle mücadele ederek ortaya çıktığını görürüz. Bunu yapan başkaları yok muydu, vardı. Ama Mahir bunu teorik bir tartışma olmaktan çıkarıp bizatihi mücadelenin canlı parçası haline getirmiş, önderi olmuştur. O nedenle tarihimizde en mümtaz yerlerden birine sahiptir.
Stêrk TV’ye konuşurken bu sitemi dile getirmem önce biraz sıkıntı yarattı. Ama içtenliğimden kimse şüpheye düşmeyince bir sorgulama ve hızlı bir sonuç üretme mekanizması çalıştı. Kürt siyasal hareketi kadar özgüveni yüksek, hatasını kabullenme, ders çıkarma ve dönüşme zincirini yetkin çalıştıran başka bir siyasal yapı görmedim. Bunu bilmenin güveniyle yaptım bu eleştirileri. İyi de oldu.
Eğreti bir sahiplenme yerine, tartışılarak varılmış bir sonucun ürettiği tavır çok daha sağlıklı olur. En etkili yazıyı Özgür Gündem’den Delil Karakoçan yazdı. O sözü söylemiş olmayı isterdim: “Gezi direnişi bir halkın özeleştirisidir. Bir halk ancak böyle özeleştiri verir.” Çok çarpıcıydı. Okuduğumda gözlerim doldu.
Gezi direnişinin başlangıcından tam beş ay sonra, bir gün arayla HDK ve HDP kongreleri oldu. Bu kongrelerle, HDP’yle Gezi ilişkisi nasıl kuruluyor, bir buluşmadan söz edebilir miyiz?
Açık yürekli yaklaşımların insanlarda büyük bir karşılık bulduğunu düşünüyorum ve bunun böyle olduğunu günbegün gözlemliyorum da. HDP için şöyle söylenebilir: HDP, Gezi’ye özeleştirimizdir. Eksiklerimizi gördük, tamamlama gayretimizdir. Orada ıskaladığımızı yerine koyma çabasıdır. Orada sorulan sorulara cevabımızdır HDP.
Gezi forumlarında HDK bileşenleri kendileri olarak ve HDK adına yer aldılar; muazzam bir arşiv oluşturdular. Bu arşiv HDP’yi oluştururken neredeyse anayasamıza dönüştü. “Forumlarda bu konuda ne, nasıl düşünülüyor?” bizim için temel referans haline geldi. Yerel seçimler için adaylarımızı da, ilkelerimizi de çok geniş bir ortaklaşmayla belirleyeceğiz. Gezi’den bir şey anlamış olmak budur. Bu bir kuyrukçuluk ya da “bulduk bunu, sağalım” gibi sığlık değil. Gerçekten gönlünü yatırırsan, tahammül edebilirsen…
Diğer türlüsü konforlu bir yapıdır, kendimiz çalıp kendimiz oynarız. Ama öbürünün bizi zorlayan, yer yer açık sinir uçlarımıza dokunan her şeyine tahammül etme ve onu anlamaya çalışmanın çabasıdır HDP. Biraz konforumuz bozulacak, huzurumuz kaçacak, ama bir yol arıyorsak, yöntemi budur diye düşünüyorum.

“Bildiğimiz siyasetin sonu” yazınla neredeyse eşzamanlı olarak Alain Badiou da bir Gezi mesajı yayınladı. O da Gezi’yi şöyle tarif ediyor: “Yeni bir siyaset alanının açılması, yeni bir siyaset yuvası.” Bir anda “hadise” adını verdiği şeyin ete kemiğe büründüğünü gördü.
Ne onun kerameti, ne benim öngörüm. Gerçeğin gücü. Emin ol, 21. yüzyıl analizlerinin tümüne, felsefi ve sosyolojik bütün belirlemelere Gezi başlangıç olacaktır. Yaşayıp göreceğiz.
Badiou “hadise” dediği şeyi yaratan dört özne sayıyor: “Eğitimli gençlik, halk gençliği, işçi sınıfı, sıradan insanlar.” Sen de yazında şöyle diyorsun: “Direnişin bir prekarya boyutu olduğu aşikâr. Beyaz yakalıların ve orta sınıfın direnişe katılması, plazalardan taşan eylemler, Türkiye için sınıf mücadelesinin bu yeni boyutunun da asla inkâr edilemeyecek biçimde tekrar ortaya çıkışının en açık göstergesi.” Şöyle devam ediyorsun: “O alanın en büyük önemi, sendikaların ya da sol grupların ulaşamadığı prekaryanın tamamına erişebilmesi oldu.” HDP’de durum ne? Prekaryaya ulaşabilecek mi?
Önümüzde iki engel var. Bir, prekarya dediğimiz kesimin kendi önkabulleri, tasavvurları, hayat algısı. İki, bizim onları peşinen ilgi alanımızın dışında görmemiz. Gezi onların kendileri için düşündüğü, kurguladığı hayat tasavvuruyla bizim onlar için oluşturduğumuz önyargıların ikisini birden berhava etti. Onlar anladılar ki, plazalarda çalışıyor olmak –beyaz yaka bunu tam karşılamıyor–, güvenceli bir hayatınız olduğu anlamına gelmiyor. Fiziksel depremlere mukavim binalarda oturuyorsunuz, ama en küçük toplumsal sarsıntının ilk etkileyeceği insanlarsınız.
Biz de gördük ki, bunlar boş beleş insanlar değil. En az bizim kadar duyarlı, fakat akacak mecra bulamamış, bu ayma, kırılma noktalarını yaşamamış. Emek verdiğimizde en az işçi sınıfı kadar vazgeçilmezimiz olacak bir kitleden bahsediyoruz. Ve unutmayalım, onlara borçluyuz: Gezi’nin bütün iletişim ayağını bu kesim sağladı. Günlük pratiklerimiz içinde yaşadığımız daralmalara bambaşka ufuklar açtılar. Meseleyi uluslararası boyuta taşıyan faiz lobisi değil, işte bu kesim. Meseleye bizim alışık olmadığımız mizahı sokan da o kesimdir. Hepimiz kadar direnebileceklerini gösterdiler. Sosyal medyayı izliyorum, 90’lı yıllarda yazan-çizen insanların sayısı iki A4’e sığardı. Bugün bu ülkede milyonlarca yazar var.
Ekşi Sözlük binlerce muhabiri olan bir haber ajansı gibi, Twitter devasa bir telgrafhane…
Ekşi’de bütün görüşleri sıcağı sıcağına, bir arada ve kendi özgünlüğüyle çapaksız görebilirsin, Twitter bile böyle değil. Halkın nabzı denen şeyi sıcağı sıcağına tutabilecek daha elverişli mekanizma yeryüzünde yok. Yazar profillerine baktığında, evet, gençler ağırlıkta, ama her yaş grubundan insanı görebiliyorsun. Cinsiyet iyi kötü bir denklik içeriyor. Böyle bir araştırma kuruluşu, “think tank” kurmaya kalksan, milyarlarca dolara kuramazsın. Kutsal bilgi kaynağı! (gülüyor)
“Bildiğimiz siyasetin sonu” meselesinde hep şöyle diyorum: O hiyerarşik yapıların hepsi mülgadır artık, farkında değiller. Milyonlarca yazarın olduğu bir ülkede, fikrini belli bir formla ifade eden ve bunu milyonlarca insanla paylaşabildiğini gören, bunu da sürekli yapan insanlara, yukarıdan aşağı oluşturulmuş yapıları dayatamazsınız. Bu dayatma ancak fanteziniz olarak kalır.

HDP’ye gelirsek…
HDP bu ağlarla birlikte bir iş yapmanın adıdır. Bu da bir miktar tâbi olmayı, bir miktar onun yaptığını ona karşı yapmayı içeren bir diyalektiktir. Sen de fikirlerini milyonlarca yazara söylediğini bilmenin sorumluluğuyla derlemek, toplamak, uygun ifade biçimlerini bulmak zorundasın. Yoksa hiç tıklanmayan bir siyasal hareket olursun.
“Biz” meselesine dönersek, Huxley’in ünlü romanı Ada’da laytmotif bir mantra var: “Tat tvam asi.” (Sen osun.)
Tam da anlatmaya çalıştığım bu. Ne idüğü belirsiz bir “biz” değil bu. Bu “biz”in örgütlenmesi hiyerarşik anlayışla, mühendislik yaklaşımıyla olmamalı. O “biz”in içinde kendin olarak yer almak ve birbirine ayna tutmak; bunu pratiğinle yaptığında insanların kayıtsız kalamayacağının en canlı kanıtı Gezi’dir.
HDK-HDP bileşenleri Gezi’deydi. Fakat Gezi’dekilerin sadece bir kısmı HDP’de. Yazında, Gezi’nin başarısını “örgütçülüğün değil, ortak bir örgütlenme halinin aktif olmasına” bağlıyorsun. HDP’nin başarılı olması için de aynı şey geçerli değil mi?
Bizim siyasal tarihimiz birleşme çabalarının da tarihidir. Aynı zamanda da çatı partileri mezarlığıdır. Peki, HDP’nin farkı ne? Önceki deneyimlerimize benzemeyeceğinin teminatı nerede? Herkes özgün varlığını muhafaza ederek, bu da yetmez, geliştirerek bu yapının içinde. Ortaklaşma alanlarını, yani kesişim kümemizi genişletme birincil gayretimiz ve burada etkin olabilmek için hepimiz kendimizi geliştireceğiz. İnsanlarda “Bunlar bizim yerimize düşünüyor, bizim adımıza karar veriyor” duygusu uyanmayacak. Bugüne kadarki birlik çabalarından ya da ortak platformlardan en büyük farkı bence bu.
Dev-Gençliyim. Hepimiz Dev-Genç’ten çıktık. Sonra yollarımız ayrıldı, şimdi tekrar bir araya geliyoruz. HDP’nin özeti, esası bu.
Yakınlarda katıldığın Cüneyt Özdemir’in 5N1K programında ısrarla bir anekdot anlatmak istedin, ama olmadı. Neydi o?
Beynelminel’in senaryosunu yazma çabam 2000’lerin başlarında başlamıştı. 2004’te senaryoyu bitirdim. Yüz yıllık bir Fırat hikâyesini anlatmaya çalıştığım bir romanın dört arterinden biriydi; son bölümü senaryolaştırdım. Senaryoyu elime alıp yapımcı, yönetmen aramaya koyuldum. Sinopsis cümleleri çok önemlidir. Onunla ilgi uyandırırsanız, senaryonuzu okutabilirsiniz. Demek ki, bunu becerememişim, kime anlatsam, ikinci, üçüncü dakikada sözümü kesip “haa, Selamsız Bandosu” diyordu. “Hayır, bu çok başka. ‘Selamsız Bandosu’nu da çok severim ama, ıgh mıgh”, olmuyordu.
Onun üzerine, bıktım ve sinopsis yerine bir belgesel yapmaya karar verdim. Gittim Adıyaman’a, dönemin tanıklıklarının eşliğinde, filmde dinlediğiniz bütün müzik icralarını da bizzat o bandoya çaldırarak bir belgesel hazırladım.
2004 ya da 2005 12 Eylül’üydü, Cüneyt Özdemir beni aradı. Kendisini tanımam, o tarihe kadar da ekranda suretim gözükmemişti. İlk televizyona çıkışım Cüneyt’in programıyla oldu. Dedi ki, “sizde böyle bir belgesel varmış, nedir bu?” Anlattım. “Herkes senaryoma ‘Selamsız Bandosu’ deyince usandım, senaryoyla derdimi anlatamıyorum, belgeselini yaptım, artık yapımcılara ‘böyle bir film’ diye belgeselini gönderiyorum.” Cüneyt de “biz yayınlayabilir miyiz?” dedi. “Hayhay” dedim. Beni de konuk olarak çağırdı. Programın duyurusunu gazetede şöyle yapmışlardı: “Adıyaman’ın Selamsız Bandosu!” (kahkaha atıyor) Anlatacağım anekdot buydu.
Tam da HDP’nin hikâyesi gibi. HDP sözcüleri ne kadar anlatırsa anlatsın, bazı kesimler “Kürt partisi” diye kestirip atacak. Ya da en fazla “solcu Kürt partisi” diyecek.
Ama Beynelmilel’i seyredip de “bu ‘Selamsız Bandosu’ymuş” diyen yok. (gülüyor)
Öcalan’ın mesajıyla bir Mahir Çayan gündemi oldu. Gençliğinde Mahir’lerle, THKP-C’yle aran nasıldı?
Dev-Gençliyim. Bu ülkenin tarihindeki devrimci yoldaşlarımızı düşündüğümüzde bir fedanın, fedakârlığın ve isyanın tarihi… Bu feda zincirinde, bazı yoldaşlarımız başka çabalarıyla da öne çıkıyor: Hikmet Kıvılcımlı, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan. Bu yoldaşlarımız salt mücadele ve isyanla kendilerini sınırlı tutmadılar. Memleketin ahval ve şeraitine, dolayısıyla geleceğine yönelik, mevcut Marksist müktesebatı önce anlama, sonra katkıda bulunma gayretinde oldular.
Mahir’in direnişi çözümlemeleriyle birlikte anlam kazandı: Suni denge, nispi refah, yeni tip sömürgecilik… Mahir hem bu emperyalizm tahliliyle öne çıkar hem de bir Kemalizm analizi yapmaya çalışır, nereye kadar ve ne şartlarda onu müttefik görebileceğimiz meselesine kafa yorar. İbrahim Kaypakkaya bu konuda çok daha ileri bir değerlendirme yapmıştır, ama bu yoldaşlarımızı çok erken kaybettik, yaşasalardı muhtemelen bir müştereklik yakalayacaklarını düşünürüm. Dolayısıyla, bu yönleriyle de çok kıymetli bütün bu andığımız arkadaşlar. Bir kez böyle bir bilimsel merak başladığında, hayatın gerçekliğiyle yoğrularak mutlaka bir yere varır.
Mahir’in ortaya çıkışına baktığımızda, sol içi birçok reddiyeyle, sol içi birçok hurafeyle mücadele ederek ortaya çıktığını görürüz. Bunu yapan başkaları yok muydu, vardı. Ama Mahir bunu akademik, teorik bir tartışma olmaktan çıkarıp bizatihi mücadelenin canlı parçası haline getirmiş, önderi olmuştur. O nedenle tarihimizde en mümtaz yerlerden birine sahiptir. Bu kadar çok izleyeni, etkileneni olmuş başka bir yoldaşımız da yok tarihimizde. Bugün Öcalan’ın vurgu yaptığı onun bu iki özelliği: Bir, birleştirme niteliği; ikincisi, bilimsel yaklaşma çabası, anlatma, anlama, analiz etme gayreti. Ve bizatihi alanda, mücadelenin en önünde canını vermesi. Öcalan “en çok bundan etkilendim” diyordu.
Öcalan Mahir referansını ilk defa kullanmıyor. Daha önce de çeşitli defalar THKP-C çizgisini sürdürdüğünü söylemişti.
Öcalan hep Dev-Genç’ten çıktığını söylüyor. O da, biz de, hepimiz Dev-Genç’ten çıktık. Sonra yollarımız ayrıldı, şimdi tekrar bir araya geliyoruz. HDP’nin özeti, esası bu.
Futbolla aran var mı? Takım tutuyor musun?
Yeşil sahayı ilk olarak Grup Yorum’un İnönü Stadı’ndaki konserinde gördüm desem yeridir. Takım tutmam, insan tutarım. Fenerli Kemalettin’i, Metin Kurt’u, Lucescu’yu, Şenol Güneş’i ve Çarşı Grubu’nu…
Gezi’deki “Çare Drogba” yazılamasını görmüşsündür. Ondan esinlenip Twitter’da seni Drogba ilan ettik. Ne dersin, “Çare Drogba” mı?
Çare kendi milli takımımızı kurmak. Bütün ötekilerin, emekçilerin, mülksüzlerin, devrimcilerin milli takımını. Ancak o zaman “Bu da mı gol değil?” repliğimize bütün tribünlerden “Gooll!” sesleri gelecektir.
Söyleşi: Yücel Göktürk
Express, sayı 139, Yeni Siyaset özel sayısı, Kasım 2013